Elde Kur'ân gibi bir mu'cize-i bâkî varken, başka bürhan aramak aklıma zâid görünür.
Elde Kur'ân gibi bir bürhan-ı hakikat varken, münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?
[Şu Sözün başında Beş Şûleyi yazmak niyet ettik. Fakat Birinci Şûlenin âhirlerinde eski hurufâtla tâb etmek için gayet sür'atle yazmaya mecbur olduk. Hattâ bâzı gün yirmi otuz sayfayı iki üç saat içinde yazıyorduk. Onun için Üç Şûleyi ihtisâren, icmâlen yazarak İki Şûleyi de şimdilik terk ettik. Bana âit kusurlar ve noksaniyetler ve işkâl ve hatâlara nazar-ı insaf ve müsâmaha ile bakmalarını ihvanlarımızdan bekleriz.]
Bu Mu'cizât-ı Kur'âniye Risâlesindeki ekser âyetlerin herbiri, ya mülhidler tarafından medâr-ı tenkit olmuş veya ehl-i fen tarafından itiraza uğramış veya cinnî ve insî şeytanların vesvese ve şüphelerine mâruz olmuş âyetlerdir. İşte bu Yirmi Beşinci Söz öyle bir tarzda o âyetlerin hakikatlerini ve nüktelerini beyân etmiş ki, ehl-i ilhad ve fennin kusur zannettikleri noktalar i'câzın lemeâtı ve belâgat-ı Kur'âniyenin kemâlâtının menşe'leri olduğu, ilmî kaideleriyle ispat edilmiş. Bulantı vermemek için onların şüpheleri zikredilmeden cevab-ı katî verilmiş. gibi, yalnız Yirminci Sözün Birinci Makamında, üç dört âyette şüpheleri söylenmiş.
Güneş döner (Yâsin Sûresi: 38) � Dağları birer kazık yapmadık mı? (Nebe Sûresi: 7.)
Hem bu Mu'cizât-ı Kur'âniye Risâlesi gerçi gayet muhtasar ve acele yazılmış ise de, fakat ilm-i belâgat ve ulûm-u Arabiye noktasında, âlimlere hayret verecek derecede âlimâne ve derin ve kuvvetli bir tarzda beyân edilmiş. Gerçi her bahsini her ehl-i dikkat tam anlamaz, istifade etmez. Fakat, o bahçede herkesin ehemmiyetli hissesi var. Pek acele ve müşevveş hâletler içinde telif edildiğinden, ifade ve ibâresinde kusur var olmasıyla beraber, ilim noktasında çok ehemmiyetli meselelerin hakikatini beyân etmiş.
Said Nursî
Mahzen-i mu'cizât ve mu'cize-i kübrâ-i Ahmediye (a.s.m.) olan Kur'ân-ı Hakîm-i Mu'cizü'l-Beyânın hadsiz vücûh-u i'câzından kırka yakın vücûh-u i'câziyeyi Arabî risâlelerimde ve Arabî Risâle-i Nur'da ve İşârâtü'l-İ'câz nâmındaki tefsirimde ve geçen şu Yirmi Dört Sözlerde işaretler etmişiz. Şimdi onlardan yalnız beş vechini bir derece beyân ve sâir vücûhu içlerinde icmâlen derc ederek ve bir Mukaddeme ile onun tarif ve mahiyetine işaret edeceğiz.
Üç Cüz'dür.
Birinci Cüz: Kur'ân nedir, tarifi nasıldır?
Elcevap: On Dokuzuncu Sözde beyân edildiği ve sâir Sözlerde ispat edildiği gibi,Kur'ân, şu kitâb-ı kebîr-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi;
ve âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi' dillerinin tercümân-ı ebedîsi;
ve şu âlem-i gayb ve şehâdet kitâbının müfessiri;
ve zeminde ve gökte gizli esmâ-i İlâhiyenin mânevî hazînelerinin keşşâfı;
ve sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakâikın miftâhı;
ve âlem-i şehâdette âlem-i gaybın lisânı;
ve şu âlem-i şehâdet perdesi arkasında olan âlem-i gayb cihetinden gelen iltifatât-ı ebediye-i Rahmâniye ve hitâbât-ı ezeliye-i Sübhâniyenin hazînesi;
ve şu İslâmiyet âlem-i mânevîsinin güneşi, temeli, hendesesi;
ve avâlim-i uhreviyenin mukaddes haritası;
ve zât ve sıfât ve esmâ ve şuûn-u İlâhiyenin kavl-i şârihi tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı kâtıı, tercümân-ı sâtıı;
ve şu âlem-i insaniyetin mürebbîsi; ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetin mâ ve ziyâsı; ve nev-i beşerin hikmet-i hakikiyesi;
Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.
De ki: And olsun, eğer bu Kur'ân'ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler. (İsrâ Sûresi: 88.)
ve insaniyeti saadete sevk eden hakiki mürşidi ve hâdîsi;
ve insana hem bir kitâb-ı şeriat, hem bir kitâb-ı duâ, hem bir kitâb-ı hikmet, hem bir kitâb-ı ubûdiyet, hem bir kitâb-ı emir ve dâvet, hem bir kitâb-ı zikir, hem bir kitâb-ı fikir, hem bütün insanın bütün hâcât-ı mâneviyesine mercî olacak çok kitapları tazammun eden tek, câmi' bir kitâb-ı mukaddestir.
Hem, bütün evliyâ ve sıddîkîn ve ürefâ ve muhakkikînin muhtelif meşreplerine ve ayrı ayrı mesleklerine, herbirindeki meşrebin mezâkına lâyık ve o meşrebi tenvir edecek ve herbir mesleğin mesâkına muvâfık ve onu tasvir edecek birer risâle ibraz eden mukaddes bir kütüphâne hükmünde bir kitâb-ı semâvîdir.
İkinci Cüz ve Tetimme-i târif: Kur'ân Arş-ı Âzamdan, İsm-i Âzamdan, her ismin mertebe-i âzamından geldiği için, On İkinci Sözde beyân ve ispat edildiği gibi, Kur'ân, bütün âlemlerin Rabbi itibâriyle, Allah'ın kelâmıdır; hem bütün mevcudâtın İlâhı ünvânıyla Allah'ın fermanıdır; hem bütün semâvât ve arzın Halıkı nâmına bir hitâbdır; hem rubûbiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir; hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye hesâbına bir hutbe-i ezeliyedir; hem rahmet-i vâsiâ-i muhîta nokta-i nazarında bir defter-i iltifatât-ı Rahmâniyedir; hem ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bâzan şifre bulunan bir muhâbere mecmûasıdır; hem İsm-i Âzamın muhîtinden nüzûl ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan ve teftiş eden hikmetfeşân bir kitâb-ı mukaddestir.
Ve şu sırdandır ki, "Kelâmullah" ünvânı, kemâl-i liyâkatle Kur'ân'a verilmiş ve dâimâ da veriliyor. Kur'ân'dan sonra sâir enbiyânın kütüb ve suhufları derecesi gelir. Sâir nihayetsiz kelimât-ı İlâhiye ise bir kısmı dahi has bir itibarla, cüz'î bir ünvan ile, hususi bir tecellî ile, cüz'î bir isim ile ve has bir Rubûbiyet ile ve mahsus bir saltanat ile ve hususi bir rahmet ile zâhir olan ilhmât sûretinde bir mükâlemedir. Melek ve beşer ve hayvanâtın ilhamları, külliyet ve hususiyet itibâriyle çok muhteliftir.
Üçüncü Cüz: Kur'ân, asırları muhtelif bütün enbiyânın kütüblerini ve meşrebleri muhtelif bütün evliyânın risâlelerini ve meslekleri muhtelif bütün asfiyânın eserlerini icmâlen tazammun eden; ve cihât-ı sittesi parlak ve evham ü şübehâtın zulümâtından musaffâ; ve nokta-i istinâdı bilyakîn vahy-i semâvî ve kelâm-ı ezelî; ve hedefi ve gâyesi bilmüşâhede saadet-i ebediye; içi, bilbedâhe, hâlis hidâyet; üstü, bizzarûre, envar-ı imân; altı, biilmelyakîn, delil ve bürhan; sağı, bittecrübe, teslim-i kalb ve vicdan; solu, biaynelyakîn, teshîr-i akıl ve iz'an; meyvesi, bihakkalyakîn, rahmet-i Rahmân ve dâr-ı cinân; makamı ve revâcı, bilhads-i sâdık, makbul-ü melek ve ins ü cân bir kitâb-ı semâvîdir.
Kur'ân'ın tarifine dâir üç cüz'ündeki sıfatların herbiri başka yerlerde katî ispat edilmiş veya ispat edilecektir; dâvâmız mücerred değil, her birisi bürhan-ı katî ile müberhendir.
Bu Şûlenin Üç Şuâ-ı var.
Birinci Şuâ
Derece-i i'câzda belâgat-ı Kur'âniyedir. O belâgat ise, nazmın cezâletinden ve hüsn-ü metânetinden ve üslûblarının bedâatinden, garip ve müstahsenliğinden ve beyânın berâatinden, fâik ve safvetinden ve maânîsinin kuvvet ve hakkâniyetinden ve lâfzının fesâhatinden, selâsetinden tevellüd eden bir belâgat-ı hârikulâdedir ki; benî Âdem'in en dâhî ediblerini, en hârika hatiplerini, en mütebahhir ulemâsını muârazaya dâvet edip bin üç yüz senedir meydan okuyor. Onların damarlarına şiddetle dokunuyor. Muârazaya dâvet ettiği halde, kibir ve gururlarından başı semâvâta vuran o dâhîler, ona muâraza için ağız açamayıp, kemâl-i zilletle boyun eğdiler.
İşte, belâgatındaki vech-i i'câzı İki Sûretle işaret ederiz.
BİRİNCİ SURET
İ'câzı vardır ve mevcuddur. Çünkü, Cezîretü'l-Arap ahalisi o asırda ekseriyet-i mutlaka itibâriyle ümmî idi. Ümmîlikleri için mefâhirlerini ve vukuât-ı tarihiyelerini ve mehâsin-i ahlâka yardım edecek durûb-u emsâllerini kitâbet yerine şiir ve belâgat kaydıyla muhâfaza ediyorlardı. Mânidar bir kelâm, şiir ve belâgat câzibesiyle eslâftan ahlâfa hâfızalarda kalıp gidiyordu. İşte şu ihtiyac-ı fıtrî neticesi olarak, o kavmin mânevî çarşı-yı ticaretlerinde en ziyâde revaç bulan, fesâhat ve belâgat metâı idi. Hattâ bir kabîlenin beliğ bir edibi, en büyük bir kahraman-ı millîsi gibiydi. En ziyâde onunla iftihar ediyorlardı. İşte, İslâmiyetten sonra âlemi zekâlarıyla idare eden o zekî kavim, şu en revaçlı ve medâr-ı iftiharları ve ona şiddet-i ihtiyaçla muhtaç olan belâgatta akvâm-ı âlemden en ileride ve en yüksek mertebede idiler. Belâgat, o kadar kıymettar idi ki, bir edibin bir sözü için iki kavim büyük muharebe ederdi ve bir sözüyle musâlâha ediyorlardı. Hattâ onların içinde "Muallâkât-ı Seb'a" nâmiyle yedi edibin yedi kasîdesini altınla Kâbe'nin duvarına yazmışlar, onunla iftihar ediyorlardı.
İşte böyle bir zamanda, belâgat en revaçlı olduğu bir anda Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân nüzûl etti. Nasıl ki, zamân-ı Mûsâ Aleyhisselâmda sihir ve zaman-ı Îsâ Aleyhisselâmda tıb revaçta idi; mu'cizelerinin mühimmi o cinsten geldi. İşte o vakit büleğâ-i Arabı en kısa bir sûresine mukabeleye dâvet etti.
fermanıyla onlara meydan okuyor. Hem, der ki: "İmân getirmezseniz mel'unsunuz, Cehenneme gireceksiniz." Damarlarına şiddetle vuruyor. Gururlarını dehşetli sûrette kırıyor.
Eğer kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'ân'dan bir şüpheniz varsa, haydi, onun benzeri bir sûre getirin. (Bakara Sûresi: 23.)
O kibirli akıllarını istihfaf ediyor. Onları bidâyeten idâm-ı ebedî ile ve sonra da Cehennemde idâm-ı ebedî ile beraber dünyevî idâm ile de mahkûm ediyor. Der: "Ya muâraza ediniz, yahut can ve malınız helâkettedir."
İşte, eğer muâraza mümkün olsaydı, acaba hiç mümkün mü idi ki, bir iki satırla muâraza edip dâvâsını iptal etmek gibi rahat bir çare varken, en tehlikeli, en müşkülâtlı muharebe tarîkı ihtiyar edilsin. Evet o zekî kavim, o siyâsî millet ki, bir zaman âlemi siyâsetle idare ettiği halde, en kısa ve rahat ve hafif bir yolu terk etsin, en tehlikeli ve bütün mal ve canını belâya atacak uzun bir yolu ihtiyar etsin; hiç kâbil midir? Çünkü, edibleri birkaç hurufâtla muâraza edebilseydi, Kur'ân dâvâsından vazgeçerdi. Onlar da maddî ve mânevî helâketten kurtulurlardı. Halbuki, muharebe gibi dehşetli, uzun bir yolu ihtiyar ettiler. Demek, muâraza-i bilhuruf mümkün değildi, muhâldi; onun için muharebe-i bissüyûfa mecbur oldular.
Hem, Kur'ân'ı tanzîr etmek, taklidini yapmak için gayet şiddetli iki sebep var: Birisi düşmanın hırs-ı muârazası, diğeri dostlarının şevk-i taklididir ki, şu iki sâik-i şedid altında milyonlar Arabî kitaplar yazılmış ki, hiçbirisi ona benzemez. Âlim olsun, âmî olsun, her kim ona ve onlara baksa kat'iyen diyecek ki, "Kur'ân, bunlara benzemez. Hiçbirisi onu tanzîr edemez." Şu halde, ya Kur'ân, bütününün altındadır-bu ise, bütün dost ve düşmanın ittifakıyla battaldır, muhâldir-veya Kur'ân o yazılan umum kitapların fevkındedir.
Eğer desen: "Nasıl biliyoruz ki, kimse muârazaya teşebbüs etmedi, kimse kendine güvenemedi mi ki meydana çıksın, birbirinin yardımı da mı fayda etmedi?"
Elcevap: Eğer muâraza mümkün olsaydı, alâküllihâl katî teşebbüs edilecekti. Çünkü, izzet ve nâmus meselesi, can ve mal tehlikesi vardı. Eğer teşebbüs edilseydi, alâküllihâl katî taraftar pekçok bulunacaktı. Çünkü, hakka muârız ve muannid dâimâ kesretli idi. Eğer taraftar bulsaydı, alâküllihâl iştihar bulacaktı. Çünkü, küçük bir mücâdele, beşerin nazar-ı istiğrâbını celb edip destanlarda iştihar eder. Şöyle acîb bir mücâdele ve vukuât ise gizli kalamaz. İslâmiyet aleyhinde tâ en çirkin ve en şenî şeylere kadar nakledilir, meşhur olur. Halbuki muârazaya dâir Müseylime-i Kezzâbın bir iki fıkrasından başka nakledilmemiş. O Müseylime'de, çendan belâgat varmış; fakat hadsiz bir hüsn-ü cemâle mâlik olan beyân-ı Kur'ân'a nisbet edildiği için onun sözleri hezeyan sûretinde tarihlere geçmiştir. İşte Kur'ân'ın belâgatındaki i'câz, katiyen iki kere iki dört eder gibi mevcuddur ki, iş böyle oluyor.
İKİNCİ SURET
Belâgatındaki i'câz-ı Kur'ânînin hikmetini Beş Noktada beyân edeceğiz.
Birinci Nokta: Kur'ân'ın nazmında bir cezâlet-i hârika var. O nazımdaki cezâlet ve metânet, İşârâtü'l-İ'câz baştan aşağıya kadar bu cezâlet-i nazmiyeyi beyân eder. Saatin sâniye, dakika, saati sayan ve birbirinin nizâmını tekmil eden ne ise, Kur'ân-ı Hakîmin herbir cümledeki, hey'âtındaki nazım ve kelimelerindeki nizam ve cümlelerin birbirine karşı münâsebâtındaki intizamı, öyle bir tarzda İşârâtü'l-İ'câz'da âhirine kadar beyân edilmiştir; kim isterse ona bakabilir ve bu nazımdaki cezâlet-i hârikayı bu sûrette görebilir. Yalnız bir iki misâl, bir cümlenin hey'âtındaki nazmı göstermek için zikredeceğiz.
İkinci misâl: Şu cümlenin hey'âtı, sadakanın şerait-i kabûlünün beşine işaret eder.
Birinci Şart: Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek ki, lâfzındaki -i teb'îz ile o şartı ifade eder
1- And olsun ki, Rabbinin azabından küçük bir esinti onlara hafifçe dokunacak olsa. (Enbiyâ Sûresi: 46.)
2- Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda bağışta bulunurlar. (Bakara Sûresi: 3.)
İkinci Şart: Ali'den alıp Veli'ye vermek değil, belki kendi malından vermektir. Şu şartı lafzı ifade ediyor. "Size rızık olandan veriniz" demektir.
Üçüncü Şart: Minnet etmemektir. Şu şarta 'daki lafzı işaret eder. Yâni "Ben size rızkı veriyorum. Benim malımdan benim abdime vermekte minnetiniz yoktur."
Dördüncü Şart: Öyle adama veresin ki, nafakasına sarfetsin. Yoksa sefahete sarfedenlere sadaka makbûl olmaz. Şu şarta lâfzı işaret ediyor.
Beşinci Şart: Allah nâmına vermektir ki, ifade ediyor. Yâni "Mal benimdir, benim namımla vermelisiniz." Şu şartlarla beraber bir tevsi' de var. Yâni: Sadaka nasıl mal ile olur. İlim ile dâhi olur. Kavl ile, fiil ile, nasihat ile de oluyor. İşte şu aksâma lâfzındaki umumiyetiyle işaret ediyor. Hem şu cümle de bizzât işaret ediyor. Çünki; mutlaktır, umumu ifade eder. İşte sadakayı ifade eden şu kısacık cümlede, beş şart ile beraber geniş bir dairesini akla ihsan ediyor. Heyetiyle ihsas ediyor. İşte heyette böyle pek çok nazımlar var.
Kelimâtın dahi birbirine karşı, aynen geniş böyle bir daire-i nazmiyyesi var. Sonra kelâmların da, meselâ: -1- de altı cümle var. Üçü müsbet, üçü menfî. Altı mertebe-i tevhidi isbat etmekle beraber şirkin altı enva'ını reddeder. Herbir cümlesi öteki cümlelere hem delil olur, hem netice olur. Çünki herbir cümlenin iki mânâsı var. Bir mânâ ile netice olur, bir mânâ ile de delil olur. Demek Sûre-i İhlâs'ta otuz Sûre-i İhlâs kadar, muntâzam, birbirini isbat eder delillerden mürekkeb sûreler vardır. Meselâ:
1- De ki: O Allah birdir. (İhlâs Sûresi: 1.)
2- De ki: O Allah'tır. Çünkü O Ehad'dir. Çünkü O Samed'dir. Çünkü O doğurmamıştır. Çünkü O doğrulmamıştır. Çünkü O hiçbir kimse kendisine denk olmayandır.
hem,
hem,
Daha sen buna göre kıyas et.
Meselâ, -3- Şu dört cümlenin herbirisinin iki mânâsı var. Bir mânâ ile öteki cümlelere delildir, diğer mânâ ile onlara neticedir. On altı münâsebet hatlarından bir nakş-ı nazmî-i i'câzî hâsıl olur. İşârâtü'l-İ'câz'da öyle bir tarzda beyân edilmiş ki, bir nakş-ı nazmî-i i'câzî teşkil eder. On Üçüncü Sözde beyân edildiği gibi, güyâ ekser âyât-ı Kur'âniyenin herbirisi ekser âyâtın herbirisine bakar bir gözü ve nâzır bir yüzü vardır ki, onlara münâsebâtın hutût-u mâneviyesini uzatıyor. Birer nakş-ı i'câzî nesc ediyor. İşte, İşârâtü'l-İ'câz, baştan aşağıya kadar bu cezâlet-i nazmiyeyi şerh etmiştir.
İkinci Nokta: Mânâsındaki belâgat-ı hârikadır. On Üçüncü Sözde beyân olunan şu misâle bak.
Meselâ, -4- âyetindeki belâgat-ı mâneviyeyi zevk etmek istersen, kendini nur-u Kur'ân'dan evvel Asr-ı Câhiliyette, sahrâ-i bedeviyette farz et ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet altında perde-i cümûd-u tabiata sarılmış olduğu bir anda Kur'ân'ın lisân-ı semâvîsinden, veyahut, -5- gibi âyetleri işit, bak. Nasıl ki, o ölmüş veya yatmış olan mevcudât-ı âlem .. sadâsıyla işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, hüşyâr oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar ve o karanlık gökyüzünde birer câmid ateşpâre olan yıldızlar ve yerde perişan mahlûkat, sayhasıyla ve nûruyla işitenin nazarında gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmetnümâ ve birer nur-u hakikatedâ ve küre-i arz bir baş ve berr ve bahr birer lisân ve bütün hayvanlar ve nebâtlar birer kelime-i tesbihfeşân sûretinde arz-ı dîdar eder.
1- Hiçbir şey Onun dengi değildir. Çünkü O, doğmamıştır; çünkü O, herşey Kendisine muhtaç olan, Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayandır; çünkü O, Ehad'dir; çünkü O, Allah'tır.
2- O, Allah'tır. O halde, Ehad'dir; o halde, Samed'dir. Öyle ise doğurmamıştır, öyle ise doğrulmamıştır; öyle ise O, hiçbir şey Kendisine denk olmayandır.
3- Elif lâm mim. � Şu yüce kitap ki, onda aslâ şüphe yoktur. O, Allah'ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınanlar için bir yol göstericidir. (Bakara Sûresi: 1-2.)
4- Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ı tesbih eder. Onun kudreti her şeye gâliptir ve hikmeti her şeyi kuşatır. (Hadîd Sûresi: 1.)
5- Yedi gökle yer ve onların içindekiler Onu tesbih eder. (İsrâ Sûresi: 44.)
Meselâ, On Beşinci Sözde ispat edilen şu misâle bak:
âyetlerini dinle bak ki, ne diyor? Diyor ki: "Ey acz ve hakâreti içinde mağrur ve mütemerrid ve zaaf ve fakrı içinde serkeş ve muannid olan ins ve cin! Emirlerime itaat etmezseniz, haydi elinizden gelirse hudud-u mülkümden çıkınız. Nasıl cesâret edersiniz ki, öyle bir Sultanın emirlerine karşı gelirsiniz; yıldızlar, aylar, güneşler, emirber neferleri gibi emirlerine itaat ederler? Hem, tuğyânınızla öyle bir Hâkim-i Zülcelâle karşı mübâreze ediyorsunuz ki, öyle azametli mutî askerleri var, farazâ şeytanlarınız dayanabilseler, onları dağ gibi güllelerle recm edebilirler. Hem, küfrânınızla öyle bir Mâlik-i Zülcelâlin memleketinde isyan ediyorsunuz ki, cünûdundan öyleleri var, değil sizin gibi küçük âciz mahlûklar, belki farz-ı muhâl olarak dağ ve arz büyüklüğünde birer adüvv-ü kâfir olsaydınız, arz ve dağ büyüklüğünde yıldızları, ateşli demirleri size atabilirler, sizi dağıtırlar. Hem, öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki, onunla öyleler bağlıdır, eğer lüzum olsa arzınızı yüzünüze çarpar, gülleler gibi, küreler misillü yıldızları üstünüze Allah'ın izniyle yağdırabilirler."
Daha sâir âyâtın mânâlarındaki kuvvet ve belâgatı ve ulviyet-i ifadesini bunlara kıyas et.
1- Ey cinler ve insanlar topluluğu! Eğer göklerin ve yerin sınırlarından çıkıp gitmeye gücünüz yeterse, haydi, çıkın. Fakat Allah'ın vereceği bir kuvvet olmadan çıkamazsınız. � Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz? � Üzerinize saf ateşten bir alevle bakır gibi kızıl bir duman salınır da, birbirinize hiçbir yardımınız dokunmaz. � Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz? (Rahmân Sûresi: 33-36.)
2- And olsun ki dünya semâsını Biz kandillerle süsledik. Şeytanlar için o kandilleri birer taş yaptık. (Mülk Sûresi: 5.)
Üçüncü Nokta: Üslûbundaki bedâat-i hârikadır. Evet, Kur'ân'ın üslûpları hem gariptir, hem bedîdir, hem acîbdir, hem muknîdir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi taklid etmemiş; hiç kimse de onu taklid edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üsluplar tarâvetini, gençliğini, garâbetini dâimâ muhâfaza etmiş ve ediyor.
Ezcümle, bir kısım sûrelerin başlarında şifre-misâl gibi mukattaât hurûfundaki üslup-u bediîsi, beş altı lem'a-i i'câzı tazammun ettiğini İşârâtü'l-İ'câz'da yazmışız.
Ezcümle: Bir sûrelerin başında mezkûr olan huruf, hurufâtın aksâm-ı mâlûmesi olan mechûre, mehmûse, şedîde, rihve, zelâka, kalkale gibi aksâm-ı kesîresinden herbir kısmından nısfını almıştır. Kâbil-i taksim olmayan hafifinden nısf-ı ekser, sakîlinden nısf-ı ekall olarak bütün aksâmını tansîf etmiştir. Şu mütedâhil ve birbiri içindeki kısımları ve iki yüz ihtimâl içinde mütereddit yalnız gizli ve fikren bilinmeyecek birtek yol ile umumu tansîf etmek kâbil olduğu halde, o yolda, o geniş mesafede sevk-i kelâm etmek, fikr-i beşerin işi olamaz, tesadüf hiç karışamaz. İşte bir şifre-i İlâhiye olan sûrelerin başlarındaki huruf, bunun gibi daha beş altı lem'a-i i'câziyeyi gösterdikleriyle beraber, ilm-i esrâr-ı huruf ulemâsıyla evliyânın muhakkikleri şu mukattaâttan çok esrar istihrâc etmişler ve öyle hakâik bulmuşlar ki, onlarca şu mukattaât kendi başıyla gayet parlak bir mu'cizedir. Onların esrârına ehil olmadığımız, hem umum göz görecek derecede ispat edemediğimiz için o kapıyı açamayız. Yalnız İşârâtü'l-İ'câz'da şunlara dâir beyân olunan beş altı lem'a-i i'câza havale etmekle iktifâ ediyoruz.
Şimdi, esâlîb-i Kur'âniyeye sûre itibâriyle, maksad itibâriyle, âyât ve kelâm ve kelime itibâriyle birer işaret edeceğiz.
Meselâ, Sûre-i Amme'ye dikkat edilse, öyle bir üslup-u bedî ile âhireti, haşri, Cennet ve Cehennemin ahvâlini öyle bir tarzda gösteriyor ki, şu dünyadaki ef'âl-i İlâhiyeyi, âsâr-ı Rabbâniyeyi o ahvâl-i uhreviyeye birer birer bakar ispat eder gibi kalbi iknâ eder. Şu sûredeki üslûbun izahı uzun olduğundan yalnız bir iki noktasına işaret ederiz. Şöyle ki:
Şu sûrenin başında, Kıyâmet Gününü ispat için der: "Size zemini güzel serilmiş bir beşik; dağları hânenize ve hayatınıza defîneli direk, hazîneli kazık; sizi birbirini sever, ünsiyet eder çift; geceyi hâb-ı râhatınıza örtü; gündüzü meydan-ı maîşet; güneşi ışık verici, ısındırıcı bir lâmba; bulutları âb-ı hayat çeşmesi gibi, ondan suyu akıttım; basit bir sudan bütün erzakınızı taşıyan bütün çiçekli, meyveli muhtelif eşyayı kolay ve az bir zamanda icad ederiz. Öyle ise, yevm-i fasl olan Kıyâmet sizi bekliyor; o günü getirmek Bize ağır gelemez." İşte bundan sonra Kıyâmette dağların dağılması, semâvâtın parçalanması, Cehennemin hazırlanması ve Cennet ehline bağ ve bostan vermesini gizli bir sûrette ispatlarına işaret eder. Mânen der: "Mâdem gözünüz önünde dağ ve zeminde şu işleri yapar; âhirette dahi bunlara benzer işleri yapar." Demek sûrenin başındaki dağ, Kıyâmetteki dağların haline bakar ve bağ ise âhirde ve âhiretteki hadîkaya ve bağa bakar. İşte sâir noktaları buna kıyas et; ne kadar güzel ve âlî bir üslûbu var, gör.
Bakara Sûresi: 1; İbrâhim Sûresi: 1; Tâhâ Sûresi: 1; Yâsin Sûresi: 1; Şûrâ Sûresi: 1-2.
Meselâ,
(ilâ âhir) öyle bir üslup-u âlîde benî beşerdeki şuûnât-ı İlâhiyeyi ve gece ve gündüzün deverânındaki tecelliyât-ı İlâhiyeyi ve senenin mevsimlerinde olan tasarrufât-ı Rabbâniyeyi ve yeryüzünde hayat memat, haşir ve neşr-i dünyeviyedeki icraat-ı Rabbâniyeyi öyle bir ulvî üslup ile beyân eder ki, ehl-i dikkatin akıllarını teshîr eder. Parlak ve ulvî geniş üslûbu, az dikkat ile göründüğü için şimdilik o hazîneyi açmayacağız.
Meselâ,
gök ve zeminin Cenâb-ı Hakkın emrine karşı derece-i inkıyad ve itaatlerini şöyle âlî bir üslup ile beyân eder ki: Nasıl bir kumandan-ı âzam, mücâhede ve manevra ve ahz-ı asker şûbeleri gibi mücâhedeye lâzım işler için iki daireyi teşkil edip açmış. O mücâhede, o muâmele işi bittikten sonra, o iki daireyi başka işlerde kullanmak ve tebdil ederek istimâl etmek için o kumandan-ı âzam o iki daireye müteveccih olur. O daireler, herbirisi hademeleri lisâniyle veya nutka gelip kendi lisâniyle der ki: "Ey kumandanım, bir parça mühlet ver ki, eski işlerin ufak tefeklerini, pırtı mırtılarını temizleyip, dışarı atayım; sonra teşrif ediniz. İşte, atıp senin emrine hazır duruyoruz. Buyurun, ne yaparsanız yapınız. Senin emrine münkâdız. Senin yaptığın işler bütün hak, güzel, maslahattır." Öyle de, semâvât ve arz, böyle iki daire-i teklif ve tecrübe ve imtihan için açılmıştır. Müddet bittikten sonra, semâvât ve arz, daire-i teklife âit eşyayı emr-i İlâhî ile bertaraf eder. Derler: "Yâ Rabbenâ! Buyurun, ne için bizi istihdam edersen et; hakkımız Sana itaattir. Her yaptığın şey de haktır." İşte, cümlelerindeki üslûbun haşmetine bak, dikkat et.
Hem meselâ,
1- De ki: Ey mülkün hakiki sahibi olan, âlemlerde dilediği gibi tasarruf eden Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden de mülkü çeker alırsın. (Âl-i İmrân Sûresi: 26.)
2- Gök yarıldığında � Rabbinin emrine boyun eğdiğinde-ki ona lâyık olan da budur. � Yer dümdüz edildiğinde. � İçinde ne varsa atıp boşaldığında. � Rabbinin emrine boyun eğdiğinde-ki ona lâyık olan da budur. (İnşikak Sûresi: 1-5.)
3- Ve denildi ki: "Ey yer, suyunu yut. Ey gök, suyunu tut." Su çekildi, iş bitirildi ve gemi Cûdî Dağına oturdu. Ve "Zâlimler gürûhu Allah'ın rahmetinden uzak olsun" denildi. (Hûd Sûresi: 44.)
İşte şu âyetin bahr-i belâgatından bir katreye işaret için, bir üslûbunu, bir temsil aynasında göstereceğiz.
Nasıl bir harb-i umumide bir kumandan zaferden sonra ateş eden bir ordusuna "Ateş kes!" ve hücum eden diğer bir ordusuna "Dur!" der, emreder, o anda ateş kesilir, hücum durur. "İş bitti, istilâ ettik. Bayrağımız düşmanın merkezlerinde yüksek kalelerinin başında dikildi. Esfelü's-sâfilîne giden o edebsiz zâlimler cezalarını buldular" der. Aynen öyle de, Padişah-ı Bîmisâl kavm-i Nûh'un mahvı için semâvât ve arza emir vermiş; vazifelerini yaptıktan sonra ferman ediyor: "Ey arz, suyunu yut; ey semâ, dur, işin bitti! Su çekildi. Dağın başında memur-u İlâhînin çadır vazifesini gören gemisi kuruldu. Zâlimler cezalarını buldular." İşte şu üslûbun ulviyetine bak. "Zemin ve gök iki mutî asker gibi emir dinler, itaat ederler" diyor. İşte şu üslup işaret eder ki, insanın isyanından kâinat kızıyor. Semâvât ve arz hiddete geliyorlar ve şu işaretle der ki: "Yer ve gök iki mutî asker gibi emirlerine bakan bir Zâta isyan edilmez, edilmemeli." Dehşetli bir zecri ifade eder. İşte tûfan gibi bir hâdise-i umumiyeyi bütün netâiciyle, hakâikıyla birkaç cümlede îcâzlı, i'câzlı, cemâlli, icmâlli bir tarzda beyân eder. Şu denizin sâir katrelerini şu katreye kıyas et. Şimdi kelimelerin penceresiyle gösterdiği üslûba bak:
Meselâ, -1- 'deki -2- kelimesine bak, ne kadar latîf bir üslûbu gösteriyor. Şöyle ki:
Kamerin bir menzili var ki, Süreyyâ yıldızlarının dairesidir. Kameri hilâl vaktinde hurmanın eskimiş beyaz bir dalına teşbih eder. Şu teşbih ile semânın yeşil perdesi arkasında güyâ bir ağaç bulunuyor gibi beyaz, sivri, nurânî bir dalı, perdeyi yırtıp, başını çıkarıp, Süreyyâ o dalın bir salkımı gibi ve sâir yıldızlar o gizli hilkat ağacının birer münevver meyvesi olarak, işitenin hayalî olan gözüne göstermekle, medâr-ı maîşetlerinin en mühimi hurma ağacı olan sahrânişînlerin nazarında ne kadar münâsip, güzel, latîf, ulvî bir üslup-u ifade olduğunu zevkin varsa anlarsın.
Meselâ, On Dokuzuncu Sözün âhirinde ispat edildiği gibi, -3- 'deki tecrî kelimesi şöyle bir üslup-u âlîye pencere açar. Şöyle ki: Tecrî lâfzıyla, yani "Güneş döner" tâbiriyle kış ve yaz, gece ve gündüzün deverânındaki muntazam tasarrufât-ı kudret-i İlâhiyeyi ihtar ile, Sâniin azametini ifham eder ve o mevsimlerin sayfalarında Kalem-i Kudretin yazdığı mektubât-ı Samedâniyeye nazarı çevirir. Halık-ı Zülcelâlin hikmetini i'lâm eder.
1- Aya gelince, onun için de menziller takdir ettik ki, kurumuş hurma dalının ince yay halini alıncaya kadar incelir. (Yâsin Sûresi: 39.)
2- Kurumuş hurma dalının ince yay hali gibi. (Yâsin Sûresi: 39.)
3- Güneş de onlar için bir delildir ki, kendisine tâyin edilmiş bir yere doğru akıp gider. (Yâsin Sûresi: 39.)
-1- yani, lâmba tâbiriyle şöyle bir üslûba pencere açar ki, şu âlem bir saray ve içinde olan eşya ise insana ve zîhayata ihzâr edilmiş müzeyyenât ve mat'umât ve levâzımât olduğunu ve güneş dahi musahhar bir mumdar olduğunu ihtar ile Sâniin haşmetini ve Halıkın ihsanını ifham ederek tevhide bir delil gösterir ki, müşriklerin en mühim, en parlak ma'bud zannettikleri güneş, musahhar bir lâmba, câmid bir mahlûktur. Demek, sirac tâbirinde, Halıkın azamet-i rubûbiyetindeki rahmetini ihtar eder, rahmetin vüs'atindeki ihsanını ifham eder; ve o ifhamda saltanatının haşmetindeki keremini ihsâs eder; ve bu ihsâsta vahdâniyeti i'lâm eder; ve mânen der: "Câmid bir sirâc-ı musahhar, hiçbir cihette ibâdete lâyık olamaz."
Hem, cereyân-ı tecrî tâbirinde gece gündüzün, kış ve yazın dönmelerindeki tasarrufât-ı muntazama-i acîbeyi ihtar eder ve o ihtarda rubûbiyetinde münferit bir Sâniin azamet-i kudretini ifham eder. Demek şems ve kamer noktalarından beşerin zihnini gece ve gündüz, kış ve yaz sayfalarına çevirir ve o sayfalarda yazılan hâdisâtın satırlarına nazar-ı dikkati celb eder. Evet, Kur'ân, güneşten güneş için bahsetmiyor, belki onu ışıklandıran Zât için bahsediyor. Hem, güneşin insana lüzumsuz olan mahiyetinden bahsetmiyor, belki güneşin vazifesinden bahsediyor ki, san'at-ı Rabbâniyenin intizamına bir zemberek ve hilkat-i Rabbâniyenin nizâmına bir merkez, hem Nakkaş-ı Ezelînin gece gündüz ipleriyle dokuduğu eşyadaki san'at-ı Rabbâniyenin insicâmına bir mekik vazifesi yapıyor. Daha sâir kelimât-ı Kur'âniyeyi bunlara kıyas edebilirsin. Âdetâ basit, me'lûf birer kelime iken, latîf mânâların defînelerine birer anahtar vazifesini görüyor.
İşte ekseriyetle üslup-u Kur'ân'ın geçen tarzlarda ulvî ve parlak olduğundandır ki, bâzan bir bedevî Arab birtek kelâma meftun olur, Müslüman olmadan secdeye giderdi. Bir bedevî, -2- kelâmını işittiği anda secdeye gitti. Ona dediler: "Müslüman mı oldun?" "Yok," dedi. "Ben şu kelâmın belâgatına secde ediyorum."
1- Güneşi de bir kandil olarak asmıştır. (Nuh Sûresi: 16.)
2- Artık emrolunduğun şeyi açıkla. (Hicr Sûresi: 94.)
Dördüncü Nokta: Lâfzındaki fesâhat-i hârikasıdır. Evet, Kur'ân mânen üslup-u beyân cihetiyle fevkalâde beliğ olduğu gibi, lâfzında gayet selîs bir fesâhati vardır. Fesâhatin katî vücuduna usandırmaması delildir ve fesâhatin hikmetine fenn-i beyân ve maânînin dâhî ulemâsının şehâdetleri bir bürhan-ı bâhirdir.
Evet, binler defa tekrar edilse usandırmıyor, belki lezzet veriyor. Küçük, basit bir çocuğun hâfızasına ağır gelmiyor; hıfzedebilir. En hastalıklı, az bir sözden müteezzî olan bir kulağa nâhoş gelmiyor, hoş geliyor. Sekerâtta olanın damağına şerbet gibi oluyor, zemzeme-i Kur'ân onun kulağında ve dimâğında aynen ağzında ve damağında mâ-i zemzem gibi leziz geliyor.
Usandırmamasının sırr-ı hikmeti şudur ki:
Kur'ân, kulûba kût ve gıdâ ve ukûle kuvvet ve gınâdır ve ruha mâ ve ziyâ ve nüfûsa devâ ve şifâ olduğundan, usandırmaz. Hergün ekmek yeriz, usanmayız; fakat, en güzel bir meyveyi hergün yesek, usandıracak. Demek, Kur'ân, hak ve hakikat ve sıdk ve hidâyet ve hârika bir fesâhat olduğundandır ki, usandırmıyor. Dâimâ gençliğini muhâfaza ettiği gibi, tarâvetini, halâvetini de muhâfaza ediyor. Hattâ Kureyş'in rüesâsından müdakkik bir beliğ, müşrikler tarafından, Kur'ân'ı dinlemek için gitmiş. Dinlemiş, dönmüş, demiş ki: "Şu kelâmın öyle bir halâveti ve tarâveti var ki, kelâm-ı beşere benzemez. Ben şâirleri, kâhinleri biliyorum. Bu, onların hiç sözlerine benzemez; olsa olsa etbâımızı kandırmak için sihir demeliyiz." İşte, Kur'ân-ı Hakîmin en muannid düşmanları bile fesâhatinden hayran oluyorlar.
Kur'ân-ı Hakîmin âyetlerinde, kelâmlarında, cümlelerinde fesâhatin esbâbını izah çok uzun gider. Onun için sözü kısa kesip yalnız numûne olarak bir âyetteki hurûf-u hecâiyenin vaziyetiyle hâsıl olan bir selâset ve fesâhat-i lâfzıyeyi ve o vaziyetten parlayan bir lem'a-i i'câzı göstereceğiz. İşte:
(ilâ âhir.)
İşte şu âyette bütün hurûf-u hecâ mevcuddur. Bak ki, sakîl, ağır bütün aksâm-ı huruf beraber olduğu halde, selâsetini bozmamış; belki, bir revnak ve muhtelif tellerden mütenâsib, mütesânid bir nağme-i fesâhat katmış.
1- Sonra Allah, bu kederin ardından size bir emniyet, bir uyku verdi de, içinizden ihlâs ile İmân etmiş olanları o uyku sarıverdi. (Âl-i İmrân Sûresi: 154.)
Hem, şu lem'a-i i'câza dikkat et ki, hurûf-u hecâdan yâ ile elif en hafif ve birbirine kalbolduğu için iki kardeş gibi herbirisi yirmi bir kere tekrarı var. ile Haşiye 1 birbirinin kardeşi ve birbirinin yerine geçtiği için herbirisi otuz üçer defa zikredilmiştir.
, , mahreççe, sıfatça, savtça kardeş oldukları için herbiri üç defa; , kardeş oldukları halde, daha hafif altı defa, sıkleti için yarısı olarak üç defa zikredilmiştir.
, , , mahreççe, sıfatça, sesçe kardeş oldukları için, herbirisi ikişer defa; ve ile beraber ikisi sûretinde ittihad ettikleri ve , sûretinde hissesi 'ın yarısıdır. Onun için kırk iki defa, onun yarısı olarak yirmi bir defa zikredilmiştir.
Hemze, ile mahreççe kardeş oldukları için, hemze Haşiye 2 on üç; bir derece daha hafif olduğu için, on dört defa; , , kardeş oldukları için 'ın bir noktası fazla olduğu için on; dokuz, dokuz; dokuz, on iki ( 'nin derecesi üç olduğu için on iki defa) zikredilmiştir.
, 'ın kardeşidir, fakat ebced hesâbiyle iki yüz, otuzdur; altı derece yukarı çıktığı için altı derece aşağı düşmüştür. Hem, telâffuzca tekerrür ettiğinden sakîl olup, yalnız altı defa zikredilmiştir.
, , , sıkletleri ve bâzı cihât-ı münâsebât için birer defa zikredilmiştir.
, 'dan ve hemze'den daha hafif ve 'dan ve 'ten daha sakîl olduğu için on yedi defa (sakîl hemze'den dört derece yukarı, hafif 'ten dört derece aşağı) zikredilmiştir.
İşte şu hurûfun bu zikrinde hârikulâde bu vaziyet-i muntazama ile ve o münâsebet-i hafiye ile ve o güzel intizam ve o dakîk ve ince nazm ve insicam ile iki kere iki dört eder derecede gösterir ki, beşer fikrinin haddi değil ki şunu yapabilsin. Tesadüf ise, muhâldir ki, ona karışsın. İşte şu vaziyet-i huruftaki intizam-ı acîb ve nizâm-ı garip, selâset ve fesâhat-i lâfzıyeye medâr olduğu gibi, daha gizli çok hikmetleri bulunabilir. Mâdem hurufâtında böyle intizam gözetilmiş, elbette kelimelerinde, cümlelerinde, mânâlarında öyle esrarlı bir intizam, öyle envarlı bir insicam gözetilmiş ki, göz görse "Mâşaallah," akıl anlasa "Bârekâllah" diyecek.
Haşiye 1: Tenvin dahi nun'dur.
Haşiye 2: Hemze, melfuz ve gayr-i melfuz yirmi beştir ve hemze'nin sâkin kardeşi elif'ten üç derece yukarıdır; zîrâ hareke üçtür.
Beşinci Nokta: Beyânındaki berâattir; yani, tefevvuk ve metânet ve haşmettir. Nasıl ki, nazmında cezâlet, lâfzında fesâhat, mânâsında belâgat, üslûbunda bedâat var; beyânında dahi fâik bir berâat vardır.
Evet terğib ve terhib, medih ve zemm, ispat ve irşâd, ifhâm ve ifham gibi bütün aksâm-ı kelâmiyede ve tabakât-ı hitâbiyede beyânât-ı Kur'âniye en yüksek mertebededir. Meselâ:
� Makam-ı terğib ve teşvikte, hadsiz misâllerinden, meselâ Sûre-i -1- 'de beyânâtı, Haşiye 1 âb-ı Kevser gibi hoş, selsebil çeşmesi gibi selâsetle akar, Cennet meyveleri gibi tatlı, hûri libası gibi güzeldir.
� Makam-ı terhib ve tehditte, pekçok misâllerinden, meselâ -2- sûresinin başında beyânât-ı Kur'âniye, ehl-i dal sımâhında kaynayan rasâs gibi, dimâğında yakan ateş gibi, damağında yanan zakkum gibi, yüzünde saldıran Cehennem gibi, midesinde acı, dikenli darî' gibi tesir eder. Evet, bir zâtın tehdidini gösteren Cehennem gibi bir azab memuru, öfkesinden ve gayzından parçalanmak vaziyetini alması ve -3- söylemesi, söylenmesi, o Zâtın terhibi ne derece dehşetli olduğunu gösterir.
� Makam-ı medhin binler misâllerinden, başında -4- olan beş sûrede beyânât-ı Kur'âniye güneş gibi parlak, Haşiye 2 yıldız gibi zînetli, semâvât ve zemin gibi haşmetli, melekler gibi sevimli, dünyada yavrulara rahmet gibi şefkatli, âhirette Cennet gibi güzeldir.
� Makam-ı zemm ve zecirde, binler misâllerinden, meselâ -5- âyetinde dahi zemmi altı derece zemmeder; gıybetten, altı derece şiddetle zecreder. Şöyle ki: Mâlûmdur; âyetin başındaki hemze, sormak, "âyâ" mânâsındadır. O sormak mânâsı, su gibi âyetin bütün kelimelerine girer.
Haşiye 1: Şu üslup-u beyân, o sûrenin meâlinin libasını giymiş.
Haşiye 2: Şu tâbirâtta o sûrelerdeki bahislere işaret var.
1- İnsan üzerinden öyle bir devir geçti ki. (İnsan Sûresi: 1.)
2- Dehşeti her şeyi kaplayan Kıyâmetin haberi sana geldi mi? (Gâşiye Sûresi: 1.)
3- Neredeyse öfkeden parçalanacak! (Mülk Sûresi: 8.)
4- Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. (Fâtiha, En'am, Kehf, Sebe', Fâtır Sûrelerinin 1. âyetleri)
5- Sizden biri, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? (Hucurât Sûresi: 12.)
İşte birinci: Hemze ile der: "âyâ, suâl ve cevap mahalli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin birşeyi anlamıyor."
İkincisi: lâfzı ile der: "âyâ, sevmek, nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi sever."
Üçüncüsü: kelimesiyle der: "Cemaatten hayatını alan hayat-ı içtimâiye ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder."
Dördüncüsü: kelâmıyla der: "İnsaniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına, arkadaşını dişle parçalamayı yapıyorsunuz."
Beşincisi: kelimesiyle der: "Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı mânevîsini insafsızca dişliyorsunuz. Hiç aklınız yok mu ki, kendi âzânızı kendi dişinizle divâne gibi ısırıyorsunuz."
Altıncısı: kelâmıyla der: "Vicdânınız nerede, fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir halde bir kardeşine karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir iş yapılıyor." Demek, zemm ve gıybet aklen, kalben ve insaniyeten ve vicdânen ve fıtraten ve asabiyeten ve milliyeten mezmumdur. İşte bak; nasıl ki şu âyet, îcâzkârâne, altı mertebe, zemmi zemmetmekle i'câzkârâne altı derece o cürümden zecreder.
� Makam-ı ispatta, binler misâllerinden, meselâ
'de, haşri ispat ve istib'âdı izâle için öyle bir tarzda beyân eder ki, fevkınde ispat olamaz. Şöyle ki:
Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatinde, Yirmi İkinci Sözün Beşinci Lem'asında ispat ve izah edildiği gibi, "Her bahar mevsiminde ihyâ-i arz keyfiyetinde üç yüz bin tarzda haşrin numûnelerini nihayet derecede girift, birbirine karıştırdığı halde nihayet derecede intizam ve temyiz ile nazar-ı beşere gösteriyor ki, bunları böyle yapan Zâta, haşir ve Kıyâmet ağır olamaz," der.
* Şimdi bak Allah'ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor. Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O her şeye hakkıyla kâdirdir. (Rum Sûresi: 50.)
Hem, zeminin sayfasında yüz binler envâı, beraber birbiri içinde kalem-i kudretiyle hatâsız, kusursuz yazmak birtek Vâhid-i Ehadin sikkesi olduğundan, şu âyetle, güneş gibi Vahdâniyeti ispat etmekle beraber, güneşin tulû ve gurûbu gibi kolay ve katî, Kıyâmet ve haşri gösterir.
İşte, lâfzındaki keyfiyet noktasında şu hakikati gösterdiği gibi, çok sûrelerde tafsil ile zikreder.
Meselâ, Sûre-i -1- 'de öyle parlak ve güzel ve şirin ve yüksek bir beyânla haşri ispat eder ki, baharın gelmesi gibi katî bir sûrette kanaat verir. İşte bak; kâfirlerin, çürümüş kemiklerin dirilmesini inkâr ederek, "Bu acîbdir, olamaz" demelerine cevaben,
ilâ âhir, -3- 'ye kadar ferman ediyor. Beyânı su gibi akıyor, yıldızlar gibi parlıyor; kalbe, hurma gibi hem lezzet, hem zevk veriyor, hem rızık oluyor. Hem, makam-ı ispatın en latîf misâllerinden,
-4- der.
Yani, "Hikmetli Kur'ân'a kasem ederim, sen resûllerdensin." Şu kasem işaret eder ki, risâletin hücceti o derece yakînî ve haktır ki, hakkâniyette makam-ı tâzim ve hürmete çıkmış ki, onunla kasem ediliyor. İşte şu işaret ile der: "Sen resûlsün; çünkü, senin elinde Kur'ân var. Kur'ân ise, haktır ve Hakkın kelâmıdır. Çünkü, içinde hakiki hikmet, üstünde sikke-i i'câz var."
� Hem, makam-ı ispatın îcâzlı ve i'câzlı misâllerinden, şu:
Yani, "İnsan der: 'Çürümüş kemikleri kim diriltecek?' Sen, de: 'Kim onları bidâyeten inşâ edip hayat vermiş ise, o diriltecek.'" Onuncu Sözün Dokuzuncu Hakikatinin üçüncü temsilinde tasvir edildiği gibi, bir zât, göz önünde bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde, biri dese, "Şu zât, efrâdı istirahat için dağılmış olan bir taburu bir boru ile toplar, tabur nizâmı altına getirebilir."
1- Kaf. Şerefi pek yüce olan Kur'ân'a yemin olsun. (Kaf Sûresi: 1.)
2- Üstlerindeki göğe bakmazlar mı, onu nasıl binâ edip süsledik ki, hiçbir gediği yoktur. (Kaf Sûresi: 6.)
3- İşte kabrinizden çıkışınız da böyle olacaktır. (Kaf Sûresi: 11.)
4- Yâsin � Hikmet dolu Kur'ân'a yemin olsun � Ki, sen Allah tarafından insanlara gönderilmiş peygamberlerdensin. (Yâsin Sûresi: 1-3.)
5- Dedi: "Çürümüş kemikleri kim diriltecek?" � De ki: "Onu ilk önce kim yaratmışsa tekrar O diriltecek. O her şeyin yaratılışını hakkıyla bilendir. (Yâsin Sûresi: 78-79.)
Sen ey insan, desen "İnanmam!" Ne kadar divânece bir inkâr olduğunu bilirsin. Aynen onun gibi, "Hiçten, yeniden, ordu-misâl bütün hayvanât ve sâir zîhayatın tabur-misâl cesedlerini kemâl-i intizamla ve mîzan-ı hikmetle o bedenlerin zerrâtını ve letâifini emr-i ile kaydedip birleştiren ve her karnda, hattâ her baharda rûy-i zeminde yüz binler ordu-misâl zevi'l-hayat envalarını, tâifelerini icad eden bir Zât-ı Kadîr-i Alîm, tabur misâl bir cesedin nizâmı altına girmekle birbiriyle tanışmış zerrât-ı esâsiye ve eczâ-i asliyeyi bir sayha ile, Sûr-u İsrâfil'in borusu ile nasıl toplayabilir?" istib'âd sûretinde denilir mi? Denilse, eblehçesine bir divâneliktir.
� Makam-ı irşâdda, beyânât-ı Kur'âniye o derece müessir ve rakîktir ve o derece mûnis ve şefîktir ki, şevk ile ruhu, zevk ile kalbi; aklı merakla ve gözü yaşla doldurur.
Binler misâllerinden, yalnız şu
(ilâ âhir), Yirminci Sözün Birinci Makamında, üçüncü âyet mebhasında ispat ve izah edildiği gibi, benî İsrâil'e der: "Mûsâ Aleyhisselâmın asâsı gibi bir mu'cizesine karşı sert taş on iki gözünden çeşme gibi yaş akıttığı halde, size ne olmuş ki, Mûsâ Aleyhisselâmın bütün mu'cizâtına karşı lâkayd kalıp, gözünüz kuru, yaşsız, kalbiniz katı, ateşsiz duruyor." O sözde şu mânâ-i irşâdî izah edildiği için oraya havale ederek, burada kısa kesiyorum.
� Makam-ı ifhâm ve ilzamda, binler misâllerinden yalnız şu iki misâle bak:
Birinci misâl:
Yani, "Eğer, bir şüpheniz varsa, size yardım edecek, şehâdet edecek bütün büyüklerinizi ve taraftarlarınızı çağırınız, birtek sûresine bir nazîre yapınız." İşârâtü'l-İ'câz'da izah ve ispat edildiği için burada yalnız icmâline işaret ederiz. Şöyle ki:
1- Sonra, bütün bunların ardından kalbiniz yine katılaştı. Sanki taş kesildi, hattâ taştan da katılaştı. (Bakara Sûresi: 74.)
2- Eğer kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'ân'dan bir şüpheniz varsa, haydi, onun benzeri bir sûre getirin. Allah'tan başka bütün yardımcılarınızı da çağırın-eğer iddiânızda doğru iseniz. (Bakara Sûresi: 23.)
Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân diyor: "Ey ins ve cin! Eğer Kur'ân, kelâm-ı İlâhî olduğunda şüpheniz varsa, bir beşer kelâmı olduğunu tevehhüm ediyorsanız, haydi işte meydan, geliniz! Siz dahi ona Muhammedü'l-Emîn dediğiniz zât gibi, okumak yazmak bilmez, kıraat ve kitâbet görmemiş bir ümmîden bu Kur'ân gibi bir kitap getiriniz, yaptırınız. "Bunu yapamazsanız, haydi, ümmî olmasın, en meşhur bir edib, bir âlim olsun. "Bunu da yapamazsanız, haydi, birtek olmasın, bütün büleğânız, hutebânız, belki bütün geçmiş beliğlerin güzel eserlerini ve bütün gelecek ediblerin yardımlarını ve ilâhlarınızın himmetlerini beraber alınız, bütün kuvvetinizle çalışınız, şu Kur'ân'a bir nazîre yapınız. "Bunu da yapamazsanız, haydi, kâbil-i taklid olmayan hakâik-ı Kur'âniyeden ve mânevî çok mu'cizâtından kat-ı nazar, yalnız nazmındaki belâgatına nazîre olarak bir eser yapınız."
-1- ilzâmıyla der: "Haydi, sizden mânânın doğruluğunu istemiyorum. Müftereyât ve yalanlar ve bâtıl hikâyeler olsun.
"Bunu da yapamıyorsunuz; haydi, bütün Kur'ân kadar olmasın, yalnız , on sûresine nazîre getiriniz. "Bunu da yapamıyorsunuz; haydi, birtek sûresine nazîre getiriniz.
"Bu da çoktur; haydi, kısa bir sûresine bir nazîre ibraz ediniz. "Hattâ, mâdem bunu da yapmazsanız ve yapamazsınız. Hem bu kadar muhtaç olduğunuz halde-çünkü, haysiyet ve nâmusunuz, izzet ve dininiz, asabiyet ve şerefiniz, can ve malınız, dünya ve âhiretiniz, buna nazîre getirmekle kurtulabilir. yoksa dünyada haysiyetsiz, nâmussuz, dinsiz, şerefsiz, zillet içinde, can ve malınız helâkette mahvolup ve âhirette
işaretiyle, Cehennemde haps-i ebedî ile mahkûm ve sanemlerinizle beraber ateşe odunluk edeceksiniz.
"Hem mâdem sekiz mertebe aczinizi anladınız; elbette sekiz defa, Kur'ân dahi mu'cize olduğunu bilmekliğiniz gerektir. Ya imâna geliniz veyahut susunuz, Cehenneme gidiniz!"
İşte, Kur'ânı Mu'cizü'l-Beyânın makam-ı ifhâmdaki ilzamına bak ve de: -3- Evet, beyân-ı Kur'ân'dan sonra beyân olamaz ve hâcet kalmaz.
1- Ve düzme ve uydurma da olsa onun gibi on tane sûre getirin. (Hûd Sûresi: 13.)
2- Yakıtı insanlar ve taşlar olan, kâfirler için hazırlanmış Cehennem ateşinden sakının. (Bakara Sûresi: 24.)
3- Kur'ân'ın beyân ve ifadesinden sonra beyân ve açıklama yoktur
İkinci misâl:
-1-
İşte, şu âyâtın binler hakikatlerinden yalnız beyân-ı ifhâmiyeye misâl için bir hakikatini beyân ederiz. Şöyle ki:
-2- lâfzıyla on beş tabaka istifham-ı inkârî-i taaccübî ile ehl-i dal aksâmını susturur ve şübehâtın bütün menşe'lerini kapatır. Ehl-i dal için, içine girip saklanacak şeytânî bir delik bırakmıyor, kapatıyor. Altına girip gizlenecek bir perde-i dal bırakmıyor, yırtıyor. Yalanlarından hiçbir yalanı bırakmıyor, başını eziyor. Herbir fıkrada bir tâifenin hulâsa-i fikr-i küfrîlerini ya bir kısa tâbir ile iptal eder, ya butlânı zâhir olduğundan sükûtla butlânını bedâhete havale eder veya başka âyetlerde tafsîlen reddedildiği için, burada mücmelen işaret eder.
1- Sen öğüt vermeye devam et. Rabbinin sana verdiği peygamberlik nimeti hakkı için, sen ne bir kâhinsin, ne de bir mecnun. � Yoksa onlar "O bir şâirdir; biz onun başına gelecek felâketi bekliyoruz" mu diyorlar? � Sen "Bekleye durun," de. "Ben de sizinle beraber bekliyorum." � Onlar akıllarını kullanarak mı bunu söylüyorlar, yoksa onlar sırf bir azgınlar gürûhu mudur? � Yahut Kur'ân'ı kendisi mi uydurdu diyorlar? Doğrusu onların İmân etmeye niyetleri yoktur. � Eğer doğru söylüyorlarsa, Kur'ân'ın benzeri bir söz getirsinler. � Yoksa onlar bir yaratıcı olmaksızın mı yaratıldılar? Veya kendi kendilerini mi yaratıyorlar? � Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattı? Doğrusu onların düşünüp İmân etmeye niyetleri yoktur. � Yoksa Rabbinin hazîneleri onların yanında mı? Veya kâinatın tedbîr ve idaresini onlar mı ele geçirdi? � Yoksa göklere çıkıp da gök ehlinin haberlerini dinlemek için bir merdivenleri mi var? Öyleyse dinleyicileri, işittiklerine dâir açık bir delil getirsin. � Yoksa kız çocukları Onun, erkek çocuklar da sizin mi? � Yoksa sen onlardan bir ücret istedin de onlar ağır bir borç altına mı girdiler? � Yoksa gaybın ilmi onların yanında da oradan mı alıp yazıyorlar? � Yoksa sana bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Fakat o kâfirler tuzağa düşecek olanların tâ kendileridir. � Yoksa onların Allah'tan başka bir ilâhı mı var? Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir. (Tûr Sûresi: 29-43.)
2- Yoksa, yoksa.
Başta diyor: "Ahkâm-ı İlâhiyeyi tebliğ et. Sen kâhin değilsin. Zîrâ kâhinin sözleri karışık ve tahminîdir; seninki hak ve yakînîdir. Mecnun olamazsın; düşmanın dahi senin kemâl-i aklına şehâdet eder.
" -3- âyâ, acaba muhâkemesiz, âmî kâfirler gibi, sana şâir mi diyorlar? Senin helâketini mi bekliyorlar? Sen, de: 'Bekleyiniz, ben de bekliyorum.' Senin parlak, büyük hakikatlerin şiirin hayalâtından münezzeh ve tezyinâtından müstağnîdir.
" -4- Yahut, acaba akıllarına güvenen akılsız feylesoflar gibi, 'Aklımız bize yeter' deyip sana ittibâdan istinkâf mı ederler? Halbuki, akıl ise sana ittibâı emreder. Çünkü bütün dediğin mâkuldür. Fakat akıl kendi başıyla ona yetişemez.
" -5- Yahut, inkârlarına sebep, tâğî zâlimler gibi, Hakka serfürû etmemeleri midir? Halbuki, mütecebbir zâlimlerin rüesâları olan Firavunların, Nemrudların âkıbetleri mâlûmdur.
" -6- Veyahut yalancı, vicdansız münâfıklar gibi, 'Kur'ân senin sözlerindir' diye seni ittiham mı ediyorlar? Halbuki, tâ şimdiye kadar 'Muhammedü'l-Emîn' diyerek içlerinde seni en doğru sözlü biliyorlardı. Demek onların imâna niyetleri yoktur. Yoksa Kur'ân'ın âsâr-ı beşeriye içinde bir nazîrini bulsunlar.
" -7- Veyahut, kâinatı abes ve gâyesiz îtikad eden felâsife-i abesiyyun gibi, kendilerini başıboş, hikmetsiz, gâyesiz, vazifesiz, hâlıksız mı zannediyorlar? Acaba gözleri kör olmuş, görmüyorlar mı ki, kâinat baştan aşağıya kadar hikmetlerle müzeyyen ve gâyelerle müsmirdir; ve mevcudât, zerrelerden güneşlere kadar, vazifelerle muvazzaftır ve evâmir-i İlâhiyeye musahharlardır.
1- Biz Peygambere şiir öğretmedik; bu ona yakışmaz da. (Yâsin Sûresi: 69.)
2- Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de harab olup giderdi. (Enbiyâ Sûresi: 22..)
3- Yoksa onlar "O bir şâirdir; biz onun başına gelecek felâketi bekliyoruz" mu diyorlar? (Tûr Sûresi: 30.)
4- Onlar akıllarını kullanarak mı bunu söylüyorlar? (Tûr Sûresi: 32.)
5- Yoksa onlar sırf bir azgınlar gürûhu mudur? (Tûr Sûresi: 32.)
6- Yahut Kur'ân'ı kendisi mi uydurdu diyorlar? Doğrusu onların İmân etmeye niyetleri yoktur. (Tûr Sûresi: 33.)
7- Yoksa onlar bir yaratıcı olmaksızın mı yaratıldılar? (Tûr Sûresi: 35.)
" -1- Veyahut, firavunlaşmış maddiyyun gibi, 'Kendi kendine oluyorlar, kendi kendini besliyorlar, kendilerine lâzım olan herşeyi yaratıyorlar" mı tahayyül ediyorlar ki, imândan, ubûdiyetten istinkâf ederler? Demek, kendilerini birer hâlık zannederler. Halbuki, birtek şeyin hâlıkı, herbir şeyin hâlıkı olmak lâzım gelir. Demek kibir ve gururları onları nihayet derecede ahmaklaştırmış ki, bir sineğe, bir mikroba karşı mağlûp bir âciz-i mutlakı, bir kadîr-i mutlak zannederler. Mâdem bu derece akıldan, insaniyetten sukut etmişler; hayvandan, belki cemâdâttan daha aşağıdırlar. Öyle ise, bunların inkârlarından müteessir olma. Bunları dahi bir nevi muzır hayvan ve pis maddeler sırasına say; bakma, ehemmiyet verme.
" -2- Veyahut Halıkı inkâr eden fikirsiz, sersem muattıla gibi, Allah'ı inkâr mı ediyorlar ki, Kur'ân'ı dinlemiyorlar? Öyle ise, semâvât ve arzın vücudlarını inkâr etsinler; veyahut 'Biz halk ettik' desinler, bütün bütün aklın zıvanasından çıkıp divâneliğin hezeyânına girsinler. Çünkü, semâda yıldızları kadar; zeminde çiçekleri kadar berâhin-i tevhid görünüyor, okunuyor. Demek, yakîne ve hakka niyetleri yoktur. Yoksa, bir harf kâtipsiz olmaz bildikleri halde, nasıl bir harfinde bir kitap yazılan şu kâinat kitâbını, kâtipsiz zannediyorlar?
" -3- Veyahut, Cenâb-ı Hakkın ihtiyârını nefyeden bir kısım hükemâ-i dâlle gibi ve Berâhime gibi, asl-ı nübüvveti mi inkâr ediyorlar, sana İmân getirmiyorlar? Öyle ise, bütün mevcudâtta görünen ve ihtiyâr ve irâdeyi gösteren bütün âsâr-ı hikmeti ve gâyâtı ve intizamâtı ve semerâtı ve âsâr-ı rahmet ve inâyâtı ve bütün enbiyânın bütün mu'cizâtlarını inkâr etsinler. Veya 'Mahlûkata verilen ihsanâtın hazîneleri yanımızda ve elimizdedir' desinler, kâbil-i hitâb olmadıklarını göstersinler. Sen de onların inkârından müteellim olma, 'Allah'ın akılsız hayvanları çoktur' de.
" -4- Veyahut, aklı hâkim yapan mütehakkim mûtezile gibi kendilerini Halıkın işlerine rakîb ve müfettiş tahayyül edip, Halık-ı Zülcelâli mes'ul tutmak mı istiyorlar? Sakın fütur getirme. Öyle hodbînlerin inkârlarından birşey çıkmaz. Sen de aldırma.
1- Veya kendi kendilerini mi yaratıyorlar? (Tûr Sûresi: 35.)
2- Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattı? Doğrusu onların düşünüp İmân etmeye niyetleri yoktur. (Tûr Sûresi: 36.)
3- Yoksa Rabbinin hazîneleri onların yanında mı? (Tûr Sûresi: 37.)
4- Veya kâinatın tedbîr ve idaresini onlar mı ele geçirdi? (Tûr Sûresi: 37.)
" -1- Veyahut, cin ve şeytana uyup, kehânetfüruşlar, ispirtizmacılar gibi, âlem-i gayba başka bir yol mu bulunmuş zannederler? Öyle ise, şeytanlarına kapanan semâvâta, onunla çıkılacak bir merdivenleri mi var tahayyül ediyorlar ki, senin semâvî haberlerini tekzib ederler? Böyle şarlatanların inkârları, hiç hükmündedir.
" -2- Veyahut, ukûl-u aşere ve erbâbü'l-envâ nâmiyle, şerikleri itikad eden müşrik felâsife gibi ve yıldızlara ve melâikelere bir nevi ulûhiyet isnad eden Sâbiiyyun gibi, Cenâb-ı Hakka veled nisbet eden mülhid ve dâllînler gibi, Zât-ı Ehadve Samedin vücûb-u vücuduna, vahdetine, samediyetine, istiğnâ-i mutlakına zıd olan veledi nisbet ve melâikenin ubûdiyetine ve ismetine ve cinsiyetine münâfi olan ünûseti isnad mı ederler? Kendilerine şefaatçi mi zannederler ki, sana tâbi olmuyorlar? İnsan gibi mümkîn, fânî, bekâ-i nevine muhtaç ve cismânî ve mütecezzî, tekessüre kâbil ve âciz, dünyaperest, yardımcı bir vârise müştak mahlûklar için, vâsıta-i tekessür ve teâvün ve râbıta-i hayat ve bekâ olan tenâsül, elbette ve elbette vücudu vâcib ve dâim, bekâsı ezelî ve ebedî, zâtı cismâniyetten mücerred ve muallâ ve mahiyeti tecezzî ve tekessürden münezzeh ve müberrâ ve kudreti aczden mukaddes ve bîhemtâ olan Zât-ı Zülcelâle evlât isnad etmek; hem, o âciz, mümkîn, miskin insanlar dahi beğenmedikleri ve izzet-i mağrurânesine yakıştıramadıkları bir nevi evlât, yani hadsiz kızları isnad etmek, öyle bir safsatadır ve öyle bir divânelik hezeyanıdır ki, o fikirde olan heriflerin tekzibleri, inkârları hiçtir. Aldırmamalısın. Herbir sersemin safsatasına, her divânenin hezeyânına kulak verilmez.
" -3- Veyahut, hırsa, hıssete alışmış tâğî, bâğî dünyaperestler gibi, senin tekâlifini ağır mı buluyorlar ki, senden kaçıyorlar? Ve bilmiyorlar mı ki, sen ecrini, ücretini yalnız Allah'tan istiyorsun? Ve onlara Cenâb-ı Hak tarafından verilen maldan hem bereket, hem fakirlerin hased ve bedduâlarından kurtulmak için, ya ondan veya kırktan birisini kendi fakirlerine vermek ağır bir şey midir ki, emr-i zekâtı ağır görüp İslâmiyetten çekiniyorlar? Bunların tekzibleri ehemmiyetsiz olmakla beraber, hakları tokattır, cevap vermek değil.
" -4- Veyahut, gaybâşinâlık dâvâ eden Budeîler gibi ve umûr-u gaybiyeye dâir tahminlerini yakîn tahayyül eden akılfüruşlar gibi, senin gaybî haberlerini beğenmiyorlar mı? Gaybî kitapları mı var ki, senin gaybî kitabını kabul etmiyorlar? Öyle ise, vahye mazhar resûllerden başka kimseye açılmayan ve kendi başıyla ona girmeye kimsenin haddi olmayan âlem-i gayb kendi yanlarında hazır, açık tahayyül edip ondan mâlûmât alarak yazıyorlar hülyâsında bulunuyorlar. Böyle haddinden hadsiz tecavüz etmiş mağrur hodfüruşların tekzibleri sana fütur vermesin. Zîrâ az bir zamanda senin hakikatlerin onların hülyâlarını zîr ü zeber edecek.
1- Yoksa göklere çıkıp da gök ehlinin haberlerini dinlemek için bir merdivenleri mi var? Öyleyse dinleyicileri, işittiklerine dâir açık bir delil getirsin. (Tûr Sûresi: 38.)
2- Yoksa kız çocukları Onun, erkek çocuklar da sizin mi? (Tûr Sûresi: 39.)
3- Yoksa sen onlardan bir ücret istedin de onlar ağır bir borç altına mı girdiler? (Tûr Sûresi: 40.)
4- Yoksa gaybın ilmi onların yanında da oradan mı alıp yazıyorlar? (Tûr Sûresi: 41.)
" -1- Veyahut, fıtratları bozulmuş, vicdanları çürümüş şarlatan münâfıklar, dessas zındıklar gibi, ellerine geçmeyen hidâyetten halkları aldatıp çevirmek, hile edip döndürmek mi istiyorlar ki, sana karşı kâh kâhin, kâh mecnun, kâh sâhir deyip, kendileri dahi inanmadıkları halde başkalarını inandırmak mı istiyorlar? Böyle hilebaz şarlatanları insan sayıp desîselerinden, inkârlarından müteessir olarak fütur getirme. Belki daha ziyâde gayret et. Çünkü, onlar kendi nefislerine hile ederler, kendilerine zarar ederler. Ve onların fenalıkta muvaffakıyetleri, muvakkattır ve istidrâcdır, bir mekr-i İlâhîdir.
" -2- Veyahut, hâlık-ı hayır ve hâlık-ı şer nâmiyle ayrı ayrı iki ilâh tevehhüm eden Mecûsiler gibi ve ayrı ayrı esbâba bir nevi ulûhiyet veren ve onları kendilerine birer nokta-i istinad tahayyül eden esbâbperestler, sanemperestler gibi, başka ilâhlara dayanıp sana muârazamı ederler? Senden istiğnâ mı ediyorlar? Demek, -3- hükmünce, şu bütün kâinatta gündüz gibi görünen bu intizam-ı ekmeli, bu insicâm-ı ecmeli kör olup görmüyorlar. Halbuki, bir köyde iki müdür, bir şehirde iki vâli, bir memlekette iki padişah bulunsa, intizam zîr ü zeber olur ve insicam herc ü merce düşer. Halbuki, sinek kanadından, tâ semâvât kandillerine kadar, o derece ince bir intizam gözetilmiş ki, sinek kanadı kadar şirke yer bırakılmamış. Mâdem bunlar bu derece hilâf-ı akıl ve hikmet ve münâfi-i his ve bedâhet hareket ediyorlar; onların tekzibleri seni tezkirden vazgeçirmesin."
İşte, silsile-i hakâik olan şu âyâtın yüzer cevherlerinden, yalnız ifhâm ve ilzama dâir birtek cevher-i beyânîsini icmâlen beyân ettik. Eğer iktidarım olsaydı, birkaç cevherlerini daha gösterseydim, "Şu âyetler tek başıyla bir mu'cizedir" sen dahi diyecektin.
1- Yoksa sana bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Fakat o kâfirler tuzağa düşecek olanların tâ kendileridir. (Tûr Sûresi: 42.)
2- Yoksa onların Allah'tan başka bir ilâhı mı var? Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir. (Tûr Sûresi: 43.)
3- Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de harab olup giderdi. (Enbiyâ Sûresi: 22.)
Ammâ ifham ve tâlimdeki beyânât-ı Kur'âniye o kadar hârikadır, o derece letâfetli ve selâsetlidir; en basit bir âmî, en derin bir hakikati onun beyânından kolayca tefehhüm eder. Evet, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân çok hakâik-ı gâmızayı nazar-ı umumiyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avâmı tâciz edip yormayacak bir sûrette basitâne ve zâhirâne söylüyor, ders veriyor. Nasıl bir çocukla konuşulsa, çocukça tâbirât istimâl edilir; öyle de, -1- denilen mütekellim üslûbunda muhatabın derecesine sözüyle nüzûl edip öyle konuşan esâlîb-i Kur'âniye, en mütebahhir hükemânın fikirleriyle yetişemediği hakâik-ı gâmıza-i İlâhiye ve esrâr-ı Rabbâniyeyi müteşâbihât sûretinde, bir kısım teşbihât ve temsilât ile en ümmî bir âmîye ifham eder. Meselâ -2- bir temsil ile, rubûbiyet-i İlâhiyeyi saltanat misâlinde ve âlemin tedbîrinde mertebe-i rubûbiyetini, bir sultanın taht-ı saltanatında durup icrâ-i hükümet ettiği gibi bir misâlde gösteriyor.
Evet, Kur'ân, bu kâinat Halık-ı Zülcelâlinin kelâmı olarak Rubûbiyetinin mertebe-i âzamından çıkarak, umum mertebeler üstüne gelerek o mertebelere çıkanları irşâd ederek, yetmiş bin perdelerden geçerek o perdelere bakıp tenvir ederek, fehm ve zekâca muhtelif binler tabaka muhataplara feyzini dağıtıp ve nurunu neşrederek kabiliyetçe ayrı ayrı asırlar, karnlar üzerinde yaşamış ve bu kadar mebzûliyetle mânâlarını ortaya saçmış olduğu halde, kemâl-i şebâbetinden, gençliğinden zerre kadar zâyi etmeyerek, gayet tarâvette, nihayet letâfette kalarak; gayet suhûletli bir tarzda, sehl-i mümtenî bir sûrette, her âmîye anlayışlı ders verdiği gibi, aynı derste, aynı sözlerle fehimleri muhtelif ve dereceleri mütebâyin pekçok tabakalara dahi ders verip iknâ eden, işbâ eden bir kitâb-ı mu'ciznümânın hangi tarafına dikkat edilse, elbette bir lem'a-i i'câz görülebilir.
Elhâsıl: Nasıl -3- gibi bir lâfz-ı Kur'ânî okunduğu zaman dağın kulağı olan mağarasını doldurduğu gibi, aynı lâfız, sineğin küçücük kulakçığına da tamamen yerleşir; aynen öyle de, Kur'ân'ın mânâları, dağ gibi akılları işbâ ettiği gibi, sinek gibi küçücük, basit akılları dahi aynı sözlerle tâlim eder, tatmin eder. Zîrâ, Kur'ân bütün ins ve cinnin bütün tabakalarını imâna dâvet eder. Hem, umumuna imânın ulûmunu tâlim eder, ispat eder. Öyle ise, avâmın en ümmîsi havâssın en ehassına omuz omuza, diz dize verip beraber ders-i Kur'ânîyi dinleyip istifade edecekler. Demek, Kur'ân-ı Kerîm öyle bir mâide-i semâviyedir ki, binler muhtelif tabakada olan efkâr ve ukûl ve kulûb ve ervâh, o sofradan gıdâlarını buluyorlar, müştehiyâtını alıyorlar, arzuları yerine gelir. Hattâ pekçok kapıları kapalı kalıp, istikbâlde geleceklere bırakılmıştır.
Şu makama misâl istersen, bütün Kur'ân baştan nihayete kadar bu makamın misâlleridir. Evet, bütün müçtehidîn ve sıddîkîn ve hükemâ-i İslâmiye ve muhakkikîn ve ulemâ-i usûlü'l-fıkıh ve mütekellimîn ve evliyâ-i ârifîn ve aktâb-ı âşıkîn ve müdakkikîn-i ulemâ ve avâm-ı Müslimîn gibi Kur'ân'ın tilmizleri ve dersini dinleyenleri müttefikan diyorlar ki, "Dersimizi güzelce anlıyoruz." Elhâsıl, sâir makamlar gibi ifham ve tâlim makamında dahi Kur'ân'ın lemeât-ı i'câzı parlıyor.
1- Cenâb-ı Hakkın, kullarının anlayış seviyesine göre konuşması.
2- O Rahmân ki hükümranlığı Arşı kaplamıştır. (Tâhâ Sûresi: 5.)
3- Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. (Fâtiha, En'am, Kehf, Sebe', Fâtır Sûrelerinin 1. âyetleri)
Birinci Lem'a: Lâfzındaki câmiiyettir.
Elbette, evvelki Sözlerde, hem bu Sözde zikrolunan âyetlerden şu câmiiyet âşikâre görünüyor.
Evet,
olan hadîsin işaret ettiği gibi, elfâz-ı Kur'âniye öyle bir tarzda vaz' edilmiş ki, herbir kelâmın, hattâ herbir kelimenin, hattâ herbir harfin, hattâ bâzan bir sükûnun çok vücûhu bulunuyor, herbir muhatabına ayrı ayrı bir kapıdan hissesini verir.
� Meselâ, -2- yani "Dağları zemininize kazık ve direk yaptım" bir kelâmdır.
Bir âmînin şu kelâmdan hissesi: Zâhiren yere çakılmış kazıklar gibi görünen dağları görür, onlardaki menâfiini ve nimetlerini düşünür, Halıkına şükreder.
Bir şâirin bu kelâmdan hissesi: Zemin bir taban; ve kubbe-i semâ, üstünde konulmuş yeşil ve elektrik lâmbalarıyla süslenmiş bir muhteşem çadır; ufkî bir daire sûretinde ve semânın etekleri başında görünen dağları o çadırın kazıkları misâlinde tahayyül eder, Sâni-i Zülcelâline hayretkârâne perestiş eder.
Haymenîşin bir edibin bu kelâmdan nasîbi: Zeminin yüzünü bir çöl ve sahrâ, dağların silsilelerini pek kesretle ve çok muhtelif bedevî çadırları gibi, güyâ tabaka-i turâbiye yüksek direkler üstünde atılmış, o direklerin sivri başları o perde-i turâbiyeyi yukarıya kaldırmış, birbirine bakar pekçok muhtelif mahlûkatın meskeni olarak tasavvur eder. O büyük, azametli mahlûkları böyle yeryüzünde çadırlar misillü kolayca kuran ve koyan Fâtır-ı Zülcelâline karşı secde-i hayret eder.
1- Birkaç hadîsin birleştirilmiş ifadesi olup, açıklaması Üstadımız tarafından, peşinden yapılmıştır.
2- Dağları birer kazık yapmadık mı? (Nebe' Sûresi: 7.)493. Seni her türlü noksan sıfattan tenzih ederiz. Senin şânın ne yücedir.
Coğrafyacı bir edibin o kelâmdan kısmeti: Küre-i zemin bahr-i muhît-i havaîde veya esîrîde yüzen bir sefine ve dağları o sefinenin üstünde tespit ve muvâzene için çakılmış kazıklar ve direkler şeklinde tefekkür eder. O koca küre-i zemini muntazam bir gemi gibi yapıp, bizleri içine koyup aktâr-ı âlemde gezdiren Kadîr-i Zülkemâle karşı -1- der.
Medeniyet ve heyet-i içtimâiyenin mütehassıs bir hakîminin bu kelâmdan hissesi: Zemini bir hâne; ve o hâne hayatının direği, hayat-ı hayvaniye; ve hayat-ı hayvaniye direği, şerâit-i hayat olan su, hava ve topraktır. Su ve hava ve toprağın direği ve kazığı dağlardır. Zîrâ, dağlar suyun mahzeni, havanın tarağı (gâzât-ı muzırrayı tersîb edip, havayı tasfiye eder) ve toprağın hâmîsi (bataklıktan ve denizin istilâsından muhâfaza eder) ve sâir levâzımât-ı hayat-ı insaniyenin hazînesi olarak fehmeder. Şu koca dağları şu sûretle hâne-i hayatımız olan zemine direk yapan ve maîşetimize hazînedar tâyin eden Sâni-i Zülcelâli ve'l-İkrama, kemâl-i tâzim ile hamd ü senâ eder.
Hikmet-i tabiiyenin bir feylesofunun şu kelâmdan nasîbi şudur ki: Küre-i zeminin karnında bâzı inkılâbât ve imtizâcâtın neticesi olarak hâsıl olan zelzele ve ihtizâzâtı dağların zuhuruyla sükûnet bulduğu; ve medâr ve mihverindeki istikrarına ve zelzelenin irticâciyle medâr-ı senevîsinden çıkmamasına sebep, dağların hurûcu olduğunu; ve zeminin hiddeti ve gadabı, dağların menâfiziyle teneffüs etmekle sükûnet ettiğini fehmeder; tamamen imâna gelir, "" -2- der.
� Meselâ,
'daki -4- kelimesi, tetkikat-ı felsefe ile âlûde olmayan bir âlime, o kelime şöyle ifhâm eder ki: Semâ berrak, bulutsuz; zemin kuru ve hayatsız, tevellüde gayr-i kâbil bir halde iken; semâyı yağmurla, zemini hazrevâtla fethedip, bir nevi izdivaç ve telkıh sûretinde bütün zîhayatları o sudan halk etmek öyle bir Kadîr-i Zülcelâlin işidir ki; rûy-i zemin Onun küçük bir bostanı ve semânın yüz örtüsü olan bulutlar Onun bostanında bir süngerdir anlar, azamet-i kudretine secde eder.
Ve muhakkik bir hakîme, o kelime şöyle ifhâm eder ki: Bidâyet-i hilkatte semâ ve arz şekilsiz birer küme ve menfaatsiz birer yaş hamur, veledsiz, mahlûkatsız toplu birer madde iken, Fâtır-ı Hakîm, onları feth ve bast edip güzel bir şekil, menfaattar birer sûret, zînetli ve kesretli mahlûkata menşe' etmiştir anlar; vüs'at-i hikmetine karşı hayran olur.
1- Seni her türlü noksan sıfattan tenzih ederiz. Senin şânın ne yücedir
2- Hikmetli yapmak Allah'a mahsustur.
3- Gökler ve yer bitişik iken Biz onları birbirinden koparıp ayırdık. (Enbiyâ Sûresi: 30.)
4- Bitişik iken.
Yeni zamanın feylesofuna şu kelime şöyle ifhâm eder ki: Manzûme-i Şemsiyeyi teşkil eden küremiz, sâir seyyâreler, bidâyette güneşle mümtezic olarak açılmamış bir hamur şeklinde iken, Kadîr-i Kayyûm, o hamuru açıp, o seyyâreleri birer birer yerlerine yerleştirerek, güneşi orada bırakıp zeminimizi buraya getirerek, zemine toprak sererek, semâ cânibinden yağmur yağdırarak, güneşten ziyâ serptirerek dünyayı şenlendirip, bizleri içine koymuştur anlar, başını tabiat bataklığından çıkarır, -1- der.
� Meselâ, -2- 'daki lâm'ı hem kendi mânâsını, hem fî mânâsını, hem ilâ mânâsını ifade eder. İşte, -3-'in lâm'ı, avâm o lâm'ı ilâ mânâsında görüp fehmeder ki, "Size nisbeten ışık verici, ısındırıcı, müteharrik bir lâmba olan güneş, elbette bir gün seyri bitecek, mahall-i kararına yetişecek, size faydası dokunmayacak bir sûret alacaktır" anlar. O da, Halık-ı Zülcelâlin güneşe bağladığı büyük nimetleri düşünerek -4- der.
Ve âlime dahi, o lâm'ı ilâ mânâsında gösterir. Fakat güneşi yalnız bir lâmba değil, belki bahar ve yaz tezgâhında dokunan mensucât-ı Rabbâniyenin bir mekiği, gece gündüz sayfalarında yazılan mektubât-ı Samedâniyenin mürekkebi, nur bir hokkası sûretinde tasavvur ederek, güneşin cereyân-ı sûrîsi alâmet olduğu ve işaret ettiği intizamât-ı âlemi düşündürerek, Sâni-i Hakîmin san'atına -5- ve hikmetine -6- diyerek secdeye kapanır.
Ve kozmoğrafyacı bir feylesofa lâm'ı fî mânâsında şöyle ifham eder ki: Güneş, kendi merkezinde ve mihveri üzerinde zenberekvârî bir cereyan ile, manzûmesini emr-i İlâhî ile tanzim edip tahrik eder. Şöyle bir saat-i kübrâyı halk edip tanzim eden Sâni-i Zülcelâline karşı kemâl-i hayret ve istihsan ile -7- der, felsefeyi atar, hikmet-i Kur'âniyeye girer.
1- Zâtında ve sıfatlarında tek ve bir olan Allah'a İmân ettim.
2- Güneş de kendisine tayin edilmiş bir yere doğru akıp gider. (Yâsin Sûresi: 38.)
3- Tayin edilmiş bir yere doğru.
4- Allah her türlü kusur ve noksan sıfattan münezzehtir; ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.
5- Allah dilemiş, ne güzel yaratmış.
6- Allah ne mübârek yaratmış.
7- Büyüklük ve kudret Allah'a mahsustur.
Ve dikkatli bir hakîme, şu lâm'ı hem illet mânâsında, hem zarfiyet mânâsında tutturup şöyle ifham eder ki: Sâni-i Hakîm, işlerine esbâb-ı zâhiriyeyi perde ettiğinden, câzibe-i umumiye nâmında bir kanun-u İlâhîsiyle, sapan taşları gibi, seyyâreleri güneşle bağlamış; ve o câzibe ile muhtelif, fakat muntazam hareketle o seyyâreleri daire-i hikmetinde döndürüyor; ve o câzibeyi tevlid için, güneşin kendi merkezinde hareketini zâhirî bir sebep etmiş. Demek, mânâsı, -1- yani, kendi müstekarrı içinde manzumesinin istikrarı ve nizâmı için hareket ediyor. Çünkü, hareket harareti, hararet kuvveti, kuvvet câzibeyi zâhiren tevlid eder gibi bir âdet-i İlâhiye, bir kanun-u Rabbânîdir. İşte, şu hakîm, böyle bir hikmeti Kur'ân'ın bir harfinden fehmettiği zaman, "Elhamdülillâh, Kur'ân'dadır hak, hikmet; felsefeyi beş paraya saymam" der.
Ve şâirâne bir fikir ve kalb sahibine şu lâm'dan ve istikrardan şöyle bir mânâ fehmine gelir ki: Güneş nurânî bir ağaçtır, seyyâreler onun müteharrik meyveleri. Ağaçların hilâfına olarak, güneş silkinir, tâ o meyveler düşmesin. Eğer silkinmezse düşüp dağılacaklar. Hem tahayyül edebilir ki, şems meczub bir serzakirdir. Halka-i zikrin merkezinde cezbeli bir zikreder ve ettirir. Bir risâlede şu mânâya dâir şöyle demiştim:
Evet, güneş bir meyvedardır; silkinir, tâ düşmesin seyyar olan yemişleri.
Eğer sükûtuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezâda muntazam meczubları.
� Hem meselâ, -2-'da bir sükût var, bir ıtlak var. Neye zafer bulacaklarını tâyin etmemiş, tâ herkes istediğini içinde bulabilsin. Sözü az söyler, tâ uzun olsun. Çünkü, bir kısım muhatabın maksadı ateşten kurtulmaktır. Bir kısmı yalnız Cenneti düşünür. Bir kısım, saadet-i ebediyeyi arzu eder. Bir kısım, yalnız rızâ-i İlâhîyi ricâ eder. Bir kısım, rü'yet-i İlâhiyeyi gâye-i emel bilir. Ve hâkezâ, bunun gibi pekçok yerlerde, Kur'ân sözü mutlak bırakır, tâ âmm olsun. Hazfeder, tâ çok mânâları ifade etsin. Kısa keser, tâ herkesin hissesi bulunsun.
İşte, der, neye felâh bulacaklarını tâyin etmiyor. Güyâ o sükûtla der: "Ey Müslümanlar, müjde size! Ey müttakî, sen Cehennemden felâh bulursun. Ey sâlih, sen Cennete felâh bulursun. Ey ârif, sen rızâ-i İlâhîye nâil olursun. Ey âşık, sen rü'yete mazhar olursun." Ve hâkezâ.
1- Müellifin ifadesi; açıklaması hemen peşinde yapılmış.
2- Dünya ve âhirette saadet ve kurtuluşa erenler de onlardır. (Bakara Sûresi: 5.)
İşte, Kur'ân, câmiiyet-i lâfzıye cihetiyle, kelâmdan, kelimeden, huruftan ve sükûttan herbirisinin binler misâllerinden yalnız numûne olarak birer misâl getirdik. Âyeti ve kıssâtı bunlara kıyas edersin.
Meselâ,
âyeti, o kadar vücûhu var ve o derece merâtibi var ki, bütün tabakât-ı evliyâ, bütün sülûklarında ve mertebelerinde şu âyete ihtiyaçlarını görüp, ondan kendi mertebesine lâyık bir gıdâ-i mânevî, bir taze mânâ almışlar. Çünkü, "Allah" bir ism-i câmi' olduğundan, Esmâ-i Hüsnâ adedince tevhidler, içinde bulunur:
ve hâkezâ.
Hem meselâ, kasas-ı Kur'âniyeden kıssa-i Mûsâ Aleyhisselâm, âdetâ asâ-i Mûsâ Aleyhisselâm gibi binler faydaları var. O kıssada, hem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı teskin ve teselli, hem küffârı tehdit, hem münâfıkları takbih, hem Yahudîleri tevbih gibi çok makâsıdı, pekçok vücûhu vardır. Onun için, sûrelerde tekrar edilmiştir. Her yerde bütün maksadları ifade ile beraber, yalnız birisi maksûd-u bizzat olur, diğerleri ona tâbi kalırlar.
Eğer desen: "Geçmiş misâllerdeki bütün mânâları nasıl bileceğiz ki, Kur'ân onları irâde etmiş ve işaret ediyor?"
Elcevap: Mâdem Kur'ân bir hutbe-i ezeliyedir, hem muhtelif tabaka tabaka olarak asırlar üzerinde ve arkasında oturup dizilmiş bütün benîâdem'e hitâb ediyor, ders veriyor. Elbette o muhtelif ifhama göre müteaddit mânâları derc edip irâde edecektir ve irâdesine emâreleri vaz' edecektir.
Evet, İşârâtü'l-İ'câz'da şuradaki mânâlar misillü, kelimât-ı Kur'âniyenin müteaddit mânâlarını ilm-i sarf ve nahvin kaideleriyle ve ilm-i beyân ve fenn-i maânînin düsturlarıyla, fenn-i belâgatın kanunlarıyla ispat edilmiştir. Bununla beraber, ulûm-u Arabiyece sahih ve usûl-ü diniyece hak olmak şartıyla ve fenn-i maânîce makbul ve ilm-i beyânca münâsip ve belâgatça müstahsen olan bütün vücuh ve maânî, ehl-i içtihat ve ehl-i tefsir ve ehl-i usûlü'd-din ve ehl-i usûlü'l-fıkhın icmâıyla ve ihtilâflarının şehâdetiyle, Kur'ân'ın mânâlarındandırlar. O mânâlara derecelerine göre birer emâre vaz' etmiştir; ya lâfzıyedir, ya mâneviyedir. O mâneviye ise, ya siyâk veya sibâk-ı kelâmdan veya başka âyetten birer emâre o mânâya işaret eder. Bir kısmı yirmi ve otuz ve kırk ve altmış, hattâ seksen cild olarak muhakkikler tarafından yazılan yüz binler tefsirler, Kur'ân'ın câmiiyet ve hârikıyet-i lâfzıyesine katî bir bürhan-ı bâhirdir. Her ne ise, biz şu sözde herbir mânâya delâlet eden emâreyi kanunuyla, kaidesiyle göstersek, söz çok uzanır. Onun için kısa kesip, kısmen İşârâtü'l-İ'câz'a havale ederiz.
1- Bil ki Allah'tan başka ilâh yoktur. Kendi günahın için de af dile. (Muhammed Sûresi: 19.)
2- Yani, Ondan başka hiçbir rızık verici yoktur. � Ondan başka hiçbir yaratıcı yoktur. � Ondan başka Rahmân yoktur.
İkinci Lem'a: Mânâsındaki câmiiyet-i hârikadır.
Evet, Kur'ân, bütün müçtehidlerin mehazlarını, bütün âriflerin mezâklarını, bütün vâsılların meşreblerini, bütün kâmillerin mesleklerini, bütün muhakkiklerin mezheblerini, mânâsının hazînesinden ihsan etmekle beraber, dâimâ onlara rehber ve terakkiyâtlarında her vakit onlara mürşid olup, o tükenmez hazînesinden onların yollarına neşr-i envar ettiği, bütün onlarca musaddaktır ve müttefeku'n-aleyhtir.
Üçüncü Lem'a: İlmindeki câmiiyet-i hârikadır.
Evet, Kur'ân, şeriatın müteaddit ve çok ilimlerini, hakikatin mütenevvi' ve kesretli ilimlerini, tarîkatin muhtelif ve hadsiz ilimlerini kendi ilminin denizinden akıttığı gibi; daire-i mümkinâtın hakiki hikmetini ve daire-i vücûbun ulûm-u hakikiyesini ve daire-i âhiretin maarif-i gâmızasını o denizinden muntazaman ve kesretle akıtıyor. Şu lem'aya misâl getirilse, bir cild yazmak lâzım gelir. Öyle ise, yalnız numûne olarak şu yirmi beş adet Sözleri gösteriyoruz. Evet, bütün yirmi beş adet Sözlerin doğru hakikatleri, Kur'ân'ın bahr-i ilminden ancak yirmi beş katredir. O Sözlerde kusur varsa, benim fehm-i kâsırıma âittir.
Dördüncü Lem'a: Mebâhisindeki câmiiyet-i hârikadır.
Evet, insan ve insanın vazifesi, kâinat ve Hâlık-ı Kâinatın, arz ve semâvâtın, dünya ve âhiretin, mâzi ve müstakbelin, ezel ve ebedin mebâhis-i külliyelerini cem' etmekle beraber, nutfeden halk etmek, tâ kabre girinceye kadar; yemek, yatmak âdâbından tut, tâ kazâ ve kader mebhaslarına kadar; altı gün hilkat-i âlemden tut, tâ -1- kasemleriyle işaret olunan rüzgârların esmesindeki vazifelerine kadar; -2- işârâtıyla, insanın kalbine ve irâdesine müdâhalesinden tut, tâ -3-, yani bütün semâvâtı bir kabzasında tutmasına kadar; -4- zeminin çiçek ve üzüm ve hurmasından tut,
1- Yemin olsun. meleklere. (Mürselât Sûresi: 1.); Yemin olsun esip savuran rüzgâra. (Zâriyat Sûresi: 1.)
2- Allah dilemedikçe siz hiçbir şeyi isteyemezsiniz. (İnsan Sûresi: 30.) � Allah, kişi ile onun kalbi arasına girer. (Enfâl Sûresi: 24.)
3- Gökler de Onun kudretiyle dürülmüştür. (Zâriyât Sûresi: 67.)
4- Biz o ölmüş yeryüzünde hurma ve üzüm bahçeleri yarattık. (Yâsin Sûresi: 34.)
tâ -1- ile ifade ettiği hakikat-i acîbeye kadar; ve semânın -2- hâletindeki vaziyetinden tut, tâ duhânla inşikakına ve yıldızlarının düşüp hadsiz fezâda dağılmasına kadar; ve dünyanın imtihan için açılmasından, tâ kapanmasına kadar; ve âhiretin birinci menzili olan kabirden, sonra berzahtan, haşirden, köprüden tut, tâ Cennete, tâ saadet-i ebediyeye kadar; mâzi zamanının vukuâtından, Hazret-i Âdem'in hilkat-i cesedinden, iki oğlunun kavgasından tâ tûfana, tâ kavm-i Firavunun garkına, tâ ekser enbiyânın mühim hâdisâtına kadar; ve -3- işaret ettiği hâdise-i ezeliyeden tut, tâ -4- ifade ettiği vâkıa-i ebediyeye kadar bütün mebâhis-i esâsiyeyi ve mühimmeyi öyle bir tarzda beyân eder ki, o beyân, bütün kâinatı bir saray gibi idare eden ve dünyayı ve âhireti iki oda gibi açıp kapayan ve zemin bir bahçe ve semâ misbahlarıyla süslendirilmiş bir dam gibi tasarruf eden ve mâzi ve müstakbel bir gece ve gündüz gibi nazarına karşı hazır iki sayfa hükmünde temâşâ eden ve ezel ve ebed, dün ve bugün gibi silsile-i şuûnâtın iki tarafı birleşmiş, ittisâl peydâ etmiş bir sûrette bir zaman-ı hazır gibi onlara bakan bir Zât-ı Zülcelâle yakışır bir tarz-ı beyândır.
Nasıl bir usta, binâ ettiği ve idare ettiği iki hâneden bahseder, programını ve işlerinin liste ve fihristesini yapar; Kur'ân dahi şu kâinatı yapan ve idare eden ve işlerinin listesini ve fihristesini, tâbir câiz ise programını yazan, gösteren bir Zâtın beyânına yakışır bir tarzdadır. Hiçbir cihetle eser-i tasannu' ve tekellüf görünmüyor. Hiçbir şâibe-i taklid veya başkasının hesâbına ve onun yerinde kendini farz edip konuşmuş gibi bir hud'anın emâresi olmadığı gibi; bütün ciddiyetiyle, bütün safvetiyle, bütün hulûsiyle sâfî, berrak, parlak beyânı, nasıl gündüzün ziyâsı "Güneşten geldim" der, Kur'ân dahi "Ben Hâlık-ı âlemin beyânıyım ve kelâmıyım" der.
Evet, şu dünyayı antika san'atlarla süslendiren ve lezzetli nimetlerle dolduran ve san'atperverâne ve nimetperverâne, şu derece san'atının acîbeleriyle, şu derece kıymettar nimetlerini dünyanın yüzüne serpen, sıravârî tanzim eden ve zeminin yüzünde seren, güzelce dizen bir Sâni', bir Mün'im'den başka şu velvele-i takdir ve istihsanla ve zemzeme-i hamd ve şükranla dünyayı dolduran ve zemini bir zikirhâne, bir mescid, bir temâşâgâh-ı san'at-ı İlâhiyeye çeviren Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân kime yakışır ve kimin kelâmı olabilir? Ondan başka kim ona sahip çıkabilir? Ondan başka kimin sözü olabilir? Dünyayı ışıklandıran ziyâ, güneşten başka hangi şeye yakışır? Tılsım-ı kâinatı keşf edip âlemi ışıklandıran beyân-ı Kur'ân, Şems-i Ezelîden başka kimin nuru olabilir? Kimin haddine düşmüş ki, ona nazîre getirsin, onun taklidini yapsın?
1- Ne zaman ki yer müthiş bir sarsıntıyla sarsılır. (Zilzâl Sûresi: 1.)
2- Sonra İlâhî irâdesini, buhar halindeki dünya semâsına yöneltti. (Fussilet Sûresi: 11.)
3- Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (A'râf Sûresi: 172.)
4- Yüzler var, o gün ışıl ışıldır, Rabbine bakar. (Kıyâmet Sûresi: 22-23.)
Elhak, bu dünyayı san'atlarıyla zînetlendiren bir san'atkârın, san'atını istihsan eden insanla konuşmaması muhâldir. Mâdem ki yapar ve bilir; elbette konuşur. Mâdem konuşur; elbette konuşmasına yakışan, Kur'ân'dır. Bir çiçeğin tanziminden lâkayd kalmayan bir Mâlikü'l-Mülk, bütün mülkünü velveleye veren bir kelâma karşı nasıl lâkayd kalır? Hiç başkasına mal edip hiçe indirir mi?
Beşinci Lem'a: Kur'ân'ın üslup ve îcâzındaki câmiiyet-i hârikadır.
Bunda Beş Işık var.
BİRİNCİ IŞIK: üslup-u Kur'ân'ın o kadar acîb bir cemiyeti var ki, birtek sûre, kâinatı içine alan bahr-i muhît-i Kur'ânîyi içine alır; birtek âyet, o sûrenin hazînesini içine alır. Âyetlerin çoğu, herbirisi birer küçük sûre; sûrelerin çoğu, herbirisi birer küçük Kur'ân'dır. İşte şu, i'câzkârâne îcâzdan büyük bir lûtf-u irşâddır ve güzel bir teshîldir. Çünkü herkes, her vakit Kur'ân'a muhtaç olduğu halde, ya gabâvetinden veya başka esbâba binâen, her vakit bütün Kur'ân'ı okumayan veyahut okumaya vakit ve fırsat bulamayan adamlar, Kur'ân'dan mahrum kalmamak için, herbir sûre, birer küçük Kur'ân hükmüne, hattâ herbir uzun âyet, birer kısa sûre makamına geçer. Hattâ, Kur'ân Fâtiha'da, Fâtiha dahi Besmele'de münderîc olduğuna, ehl-i keşif müttefiktirler. Şu hakikate bürhan ise, ehl-i tahkikin icmâıdır.
İKİNCİ IŞIK: Âyât-ı Kur'âniye, emir ve nehiy, vaad ve vaîd, terğib ve terhib, zecr ve irşâd, kasas ve emsâl, ahkâm ve maarif-i İlâhiye ve ulûm-u kevniye ve kavânîn ve şerâit-i hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimâiye ve hayat-ı kalbiye ve hayat-ı mâneviye ve hayat-ı uhreviye gibi umum tabakât-ı kelâmiye ve maarif-i hakikiye ve hâcât-ı beşeriyeye delâlâtıyla, işârâtıyla câmi' olmakla beraber, yani, "İstediğin herşey için, Kur'ân'dan her ne istersen al" ifade ettiği mânâ o derece doğruluğuyla makbul olmuş ki, ehl-i hakikat mâbeyninde durûb-u emsâl sırasına geçmiştir. Âyât-ı Kur'âniyede öyle bir câmiiyet var ki, her derde devâ, her hâcete gıdâ olabilir. Evet, öyle olmak lâzım gelir. Çünkü dâimâ terakkiyâtta kat-ı merâtib eden bütün tabakât-ı ehl-i kemâlin rehber-i mutlakı elbette şu hâsiyete mâlik olması elzemdir.
ÜÇÜNCÜ IŞIK: Kur'ân'ın i'câzkârâne îcâzıdır. Kâh olur ki uzun bir silsilenin iki tarafını öyle bir tarzda zikreder ki, güzelce silsileyi gösterir. Hem, kâh olur ki bir kelimenin içine sarîhan, işareten, remzen, îmâen bir dâvânın çok bürhanlarını derc eder.
Meselâ,
'de, âyât ve delâil-i Vahdâniyet silsilesini teşkil eden silsile-i hilkat-i kâinatın mebde' ve müntehâsını zikir ile, o ikinci silsileyi gösterir; birinci silsileyi okutturuyor.
1- Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da Onun âyetlerindendir. (Rum Sûresi: 22.)
Evet, bir Sâni-i Hakîme şehâdet eden sahâif-i âlemin birinci derecesi, semâvât ve arzın asl-ı hilkatleridir; sonra gökleri yıldızlarıyla tezyin ile zeminin zîhayatlarla şenlendirilmesi, sonra güneş ve ayın teshîriyle mevsimlerin değişmesi, sonra gece ve gündüzün ihtilâf ve deverânı içindeki silsile-i şuûnâttır. Daha gele gele tâ kesretin en ziyâde intişâr ettiği mahâl olan sîmâların ve seslerin hususiyetlerine ve imtiyazlarına ve teşahhuslarına kadar; mâdem ki, en ziyâde intizamdan uzak ve tesadüfün karışmasına mâruz olan ferdlerin sîmâlarındaki teşahhusâtta hayret verici bir intizam-ı hakîmâne bulunsa, üzerinde gayet san'atkâr bir Hakîmin kalemi işlediği gösterilse, elbette intizamları zâhir olan sâir sayfalar kendi kendine anlaşılır; Nakkaşını gösterir. Hem mâdem, koca semâvât ve arzın asl-ı hilkatinde eser-i san'at ve hikmet görünüyor; elbette kâinat sarayının binâsında temel taşı olarak gökleri ve zemini hikmetle koyan bir Sâniin sâir eczâlarında eser-i san'atı, nakş-ı hikmeti pekçok zâhirdir. İşte şu âyet, hafîyi izhâr, zâhirîyi ihfâ ederek, gayet güzel bir îcâz yapmış.
Elhak -1-'den tut, tâ -2-'e kadar altı defa -3- ile başlayan silsile-i berâhin, bir silsile-i cevâhirdir, bir silsile-i nurdur, bir silsile-i i'câzdır, bir silsile-i îcâz-ı i'câzîdir. Kalb istiyor ki, şu defînelerde gizli olan elmasları göstereyim; fakat, ne yapayım makam kaldırmıyor. Başka vakte ta'lik edip, o kapıyı şimdi açmıyorum.
Hem meselâ, -4- -5- kelâmıyla -6- kelimesi ortalarında şunlar var:
1- Akşama erdiğinizde ve sabaha kavuştuğunuzda Allah'ı tesbih edin. (Rum Sûresi: 17.)
2- Göklerde ve yerde tecellî eden en yüce sıfatlar Onundur. Onun kudreti her şeye gâliptir; O her şeyi hikmetle yapar. (Rum Sûresi: 27.)
3- Onun âyetlerindendir. � Onun âyetlerindendir. (Rum Sûresi: 20, 21, 22, 23, 24, 25.)
4- ... beni zindana gönderin. � Ey Yûsuf, ey doğru sözlü kişi. (Yûsuf Sûresi: 45-46.)
5- Beni gönderin. (Yûsuf Sûresi: 45.)
6- Ey Yûsuf (Yûsuf Sûresi: 46.)
Demek beş cümleyi bir cümlede icmâl edip îcâz ettiği halde vuzuhu ihlâl etmemiş, fehmi işkâl etmemiş.
Hem meselâ, -2- İnsan-ı âsi, "Çürümüş kemikleri kim diriltecek" diye, meydan okur gibi inkârına karşı, Kur'ân der: "Kim bidâyeten yaratmış ise, o diriltecek. O yaratan Zât ise herbir şeyi herbir keyfiyette bilir. Hem, size yeşil ağaçtan ateş çıkaran bir Zât, çürümüş kemiğe hayat verebilir. İşte şu kelâm, diriltmek dâvâsına müteaddit cihetlerle bakar, ispat eder.
� Evvelâ, insana karşı ettiği silsile-i ihsanâtı şu kelâmıyla başlar, tahrik eder, hatıra getirir, başka âyetlerde tafsil ettiği için kısa keser, akla havale eder. Yani, "Size ağaçtan meyveyi ve ateşi ve ottan erzakı ve hubûbu ve topraktan hubûbâtı ve nebâtâtı verdiği gibi, zemini size hoş-herbir erzakınız içinde konulmuş-bir beşik ve âlemi güzel ve bütün levâzımâtınız içinde bulunur bir saray yapan bir Zâttan kaçıp, başıboş kalıp, ademe gidip, saklanılmaz; vazifesiz olup, kabre girip, uyandırılmamak üzere rahat yatamazsınız."
� Sonra, o dâvânın bir deliline işaret eder, -3- kelimesiyle remzen der: "Ey haşri inkâr eden adam! Ağaçlara bak; kışta ölmüş, kemikler gibi hadsiz ağaçları baharda dirilten, yeşillendiren, hattâ herbir ağaçta yaprak ve çiçek ve meyve cihetiyle üç haşrin numûnelerini gösteren bir Zâta karşı inkâr ile, istib'âd ile kudretine meydan okunmaz."
� Sonra, bir delile daha işaret eder, der: "Size ağaç gibi kesif, sakîl, karanlıklı bir maddeden ateş gibi latîf, hafif, nurânî bir maddeyi çıkaran bir Zâttan, odun gibi kemiklere ateş gibi bir hayat ve nur gibi bir şuur vermeyi nasıl istib'âd ediyorsunuz?"
� Sonra, bir delile daha tasrih eder, der ki: "Bedevîler için kibrit yerine ateş çıkaran meşhur ağacın, yeşil iken iki dalı birbirine sürüldüğü vakit ateşi yaratan ve rutûbetiyle yeşil ve hararetiyle kuru gibi iki zıd tabiatı cem' edip, onu buna menşe' etmekle, herbir şey, hattâ anâsır-ı asliye ve tabâyî-i esâsiye Onun emrine bakar, Onun kuvvetiyle hareket eder. Hiçbirisi, başıboş olup tabiatıyla hareket etmediğini gösteren bir Zâttan, topraktan yapılan ve sonra toprağa dönen insanı topraktan yeniden çıkarması istib'âd edilmez, isyan ile Ona meydan okunmaz."
� Sonra, Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın şecere-i meşhuresini hatıra getirmekle (şu dâvâ-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, Mûsâ Aleyhisselâmın dahi dâvâsıdır) enbiyânın ittifakına hafî bir îmâ edip, şu kelimenin îcâzına bir letâfet daha katar.
1- Beni gönderin Yûsuf'a, tâ ki ondan rüyâyı tâbir etmesini isteyeyim. Onlar da onu gönderdiler. O, zindana gitti ve "Ey Yûsuf!" dedi.
2- Odur ki, yem yeşil ağaçtan size ateş çıkarır. (Yâsin Sûresi: 80.)
3- Yem yeşil ağaç. (Yâsin Sûresi: 80.)
DÖRDÜNCÜ IŞIK: Îcâz-ı Kur'ânî o derece câmi' ve hârıktır; dikkat edilse görünüyor ki, bâzan bir denizi bir ibrikte gösteriyor gibi pek geniş ve çok uzun ve küllî düsturları ve umumi kanunları, basit ve âmî fehimlere merhameten basit bir cüz'üyle, hususi bir hâdise ile gösteriyor. Binler misâllerinden yalnız iki misâline işaret ederiz.
� Birinci misâl: Yirminci Sözün Birinci Makamında tafsîlen beyân olunan üç âyettir ki, şahs-ı Âdem'e tâlim-i esmâ ünvânıyla, nev-i benîâdem'e ilham olunan bütün ulûm ve fünûnun tâlimini ifade eder. Ve Âdem'e melâikenin secde etmesi ve şeytanın etmemesi hâdisesiyle, nev-i insana semekten meleğe kadar ekser mevcudât musahhar olduğu gibi, yılandan şeytana kadar muzır mahlûkatın dahi ona itaat etmeyip düşmanlık ettiğini ifade ediyor.
Hem, kavm-i Mûsâ (a.s.), bir bakarayı, bir ineği kesmekle Mısır bakarperestliğinden alınan ve "icl" hâdisesinde tesirini gösteren bir bakarperestlik mefkûresinin Mûsâ Aleyhisselâmın bıçağıyla kesildiğini ifade ediyor.
Hem taştan su çıkması, çay akması ve dağılıp yuvarlanması ünvânıyla tabaka-i türâbiye altında olan taş tabakası, su damarlarına hazînedarlık ve toprağa analık ettiğini ifade ediyor.
� İkinci misâl: Kur'ân'da çok tekrar edilen kıssa-i Mûsâ Aleyhisselâmın cümleleri ve cüz'leridir ki, herbir cümlesi, hattâ herbir cüz'ü bir düstur-u küllînin ucu olarak gösterilmiş ve o düsturu ifade ediyor.
Meselâ, -1- Firavun vezirine emreder ki, "Bana yüksek bir kule yap; semâvâtın halini rasat edip bakacağım: Semânın gidişâtından, acaba Mûsâ'nın (a.s.) dâvâ ettiği gibi semâda tasarruf eden bir İlâh var mıdır?" İşte, -2- kelimesiyle ve şu cüz'î hâdiseyle, dağsız bir çölde olduğundan dağları arzulayan ve Hâlıkı tanımadığından tabiatperest olup rubûbiyet dâvâ eden ve âsâr-ı ceberûtlarını göstermekle ibkâ-i nâm eden, şöhretperest olup dağ-misâl meşhur ehramları binâ eden ve sihir ve tenâsuha kâil olup cenazelerini mumya edip dağ misillü mezarlarda muhâfaza eden Mısır Firavunlarının ananesinde hükümfermâ bir düstur-u acîbi ifade eder.
Meselâ, -3- gark olan Firavun'a der: "Bugün senin gark olan cesedine necât vereceğim" ünvânıyla, umum Firavunların tenâsuh fikrine binâen cenazelerini mumyalamakla mâziden alıp müstakbeldeki ensâl-i âtiyenin temâşâgâhına göndermek olan mevtâlûd, ibretnümâ bir düstur-u hayatiyelerini ifade etmekle beraber, şu asr-ı âhirde o gark olan Firavunun aynı cesedi olarak keşfolunan bir beden, o mahall-i gark denizinden sâhile atıldığı gibi, zamanın denizinden asırların mevceleri üstünde şu asır sâhiline atılacağını, mu'cizâne bir işaret-i gaybiye ifade eder.
1- Ey Hâmân, bana bir kule yap! (Mü'min Sûresi: 36.)
2- Kule.
3- Bugün senin cesedini kurtaracağız. (Yûnus Sûresi: 92.)
Meselâ, -1- Benî İsrâil'in oğullarının kesilip, kadın ve kızlarını hayatta bırakmak, bir Firavun zamanında yapılan bir hâdise ünvânıyla, Yahudî milletinin ekser memleketlerde her asırda mâruz olduğu müteaddit katliamları, kadın ve kızları hayat-ı beşeriye-i sefîhânede oynadıkları rolü ifade eder.
Yahudîlere müteveccih şu iki hükm-ü Kur'ânî, o milletin hayat-ı içtimâiye-i insaniyede dolap hilesiyle çevirdikleri şu iki müthiş düstur-u umumiyi tazammun eder ki: Hayat-ı içtimâiye-i beşeriyeyi sarsan ve sa'y ü ameli, sermâye ile mübâreze ettirip, fukarâyı zenginlerle çarpıştıran muzaaf ribâ yapıp bankaları tesise sebebiyet veren ve hile ve hud'a ile cem-i mâl eden o millet olduğu gibi, mahrum kaldıkları ve dâimâ zulmünü gördükleri hükümetlerden ve gâliplerden intikamlarını almak için her çeşit fesad komitelerine karışan ve her nevi ihtilâle parmak karıştıran yine o millet olduğunu ifade ediyor.
Meselâ, -3- "Eğer doğru iseniz, mevti isteyiniz. Hiç istemeyeceksiniz." İşte meclis-i Nebevîde küçük bir cemaatin cüz'î bir hâdise ünvânıyla, milel-i insaniye içinde hırs-ı hayat ve havf-ı memâtla en meşhur olan millet-i Yehûdun tâ kıyâmete kadar lisân-ı halleri, mevti istemeyeceğini ve hayat hırsını bırakmayacağını ifade eder.
1- Kızlarınızı sağ bırakıp yeni doğan erkek çocuklarınızı kesiyorlardı. (Bakara Sûresi: 49.)
2- Sen Yahudîleri, hayata karşı insanların en hırslısı olarak bulursun. (Bakara Sûresi: 96.)
Onların çoğunun günaha, zulme ve haram yemeye koşuştuklarını görürsün. Ne kötü bir şeydir o yaptıkları! (Mâide Sûresi: 62.)
Onlar yeryüzünde hep bozgunculuğa koşarlar. Allah ise bozguncuları sevmez. (Mâide Sûresi: 64.)
İsrâiloğullarına Tevrat'ta şöyle bildirdik: "Siz yeryüzünde iki kere fesad çıkaracaksınız. (İsrâ Sûresi: 4.)
Bozgunculuk yaparak yeryüzünü fesada vermeyin. (Bakara Sûresi: 60; A'râf Sûresi: 7.)
3- (Bakara Sûresi: 94.)
Meselâ -1- , şu ünvanla o milletin mukadderât-ı istikbâliyesini umumi bir sûrette ifade eder. İşte şu milletin seciyelerinde ve mukadderâtında münderîc olan şöyle müthiş desâtir içindir ki, Kur'ân, onlara karşı pek şiddetli davranıyor. Dehşetli sille-i te'dib vuruyor.
İşte şu misâllerden kıssa-i Mûsâ Aleyhisselâm ve benî İsrâil'in sâir cüz'lerini ve sâir kıssalarını bu kıssaya kıyas et. Şimdi, şu Dördüncü Işıktaki i'câzî lem'a-i îcâz gibi Kur'ân'ın basit kelimâtlarının ve cüz'î mebhaslarının arkalarında pekçok lemeât-ı i'câziye vardır; ârife işaret yeter.
BEŞİNCİ IŞIK: Kur'ân'ın makâsıd ve mesâil, maânî ve esâlîb ve letâif ve mehâsin cihetiyle câmiiyet-i hârikasıdır.
Evet, Kur'ânı Mu'cizü'l-Beyânın sûrelerine ve âyetlerine ve hususan sûrelerin fâtihalarına; âyetlerin mebde' ve makta'larına dikkat edilse, görünüyor ki, belâgatların bütün envaını, fezâil-i kelâmiyenin bütün aksâmını, ulvî üslupların bütün esnâfını, mehâsin-i ahlâkiyenin bütün efrâdını, ulûm-u kevniyenin bütün fezlekelerini, maarif-i İlâhiyenin bütün fihristelerini, hayat-ı şahsiye ve içtimâiye-i beşeriyenin bütün nâfi düsturlarını ve hikmet-i âliye-i kâinatın bütün nurânî kanunlarını cem' etmekle beraber, hiçbir müşevveşiyet eseri görünmüyor. Elhak, o kadar ecnâs-ı muhtelifeyi bir yerde toplayıp bir münâkaşa, bir karışık çıkmamak, kahhâr bir nizâm-ı i'câzînin işi olabilir.
Elhak, bütün bu câmiiyet içinde şu intizam ile beraber geçmiş yirmi dört Sözlerde izah ve ispat edildiği gibi, cehl-i mürekkebin menşei olan âdiyât perdelerini keskin beyânâtıyla yırtmak, âdet perdeleri altında gizli olan hârikulâdeleri çıkarıp göstermek ve dalâletin menbaı olan tabiat tâğutunu, bürhanın elmas kılıncıyla parçalamak ve gaflet uykusunun kalın tabakalarını ra'd-misâl sayhalarıyla dağıtmak ve felsefe-i beşeriyeyi ve hikmet-i insaniyeyi âciz bırakan kâinatın tılsım-ı muğlâkını ve hilkat-i âlemin muammâ-i acîbesini feth ve keşf etmek, elbette hakikatbîn ve gaybâşinâ ve hidâyetbahş ve haknümâ olan Kur'ân gibi bir mu'cizekârın hârikulâde işleridir.
Evet, Kur'ân'ın âyetlerine insaf ile dikkat edilse görünüyor ki, sâir kitaplar gibi bir iki maksadı tâkip eden tedricî bir fikrin silsilesine benzemiyor; belki, def'î ve âni bir tavrı var ve ilkâ olunuyor bir gidişâtı var ve beraber gelen herbir tâifesi müstakil olarak uzak bir yerden ve gayet ciddî ve ehemmiyetli bir muhâberenin tek tek, kısa kısa bir sûrette geldiğinin nişanı var. Evet, kâinatın Hâlıkından başka kim var ki, bu derece kâinat ve Hâlık-ı kâinatla ciddî alâkadar bir muhâbereyi yapabilsin, hadsiz derece haddinden çıkıp Hâlık-ı Zülcelâli kendi keyfiyle söyleştirsin, kâinatı doğru olarak konuştursun.
Evet, Kur'ân'da Kâinat Sâniinin pek ciddî ve hakiki ve ulvî ve hak olarak konuşması ve konuşturması görünüyor; taklidi îmâ edecek hiçbir emâre bulunmuyor. O söyler ve söylettirir. Farz-ı muhâl olarak, Müseylime gibi hadsiz derece haddinden çıkıp taklidkârâne o izzet ve ceberût sahibi olan Hâlık-ı Zülcelâlini kendi fikriyle konuşturup ve kâinatı onunla konuştursa, elbette binler taklid emâreleri ve binler sahtekârlık alâmetleri bulunacaktır. Çünkü, en pest bir halinde, en yüksek tavrı takınanların her hâleti taklidçiliğini gösterir. İşte şu hakikati kasem ile ilân eden,
'ya bak, dikkat et.
1- Onların üzerine bir zillet ve yoksulluk damgası vuruldu. (Bakara Sûresi: 61.)
2- Kayan yıldıza yemin olsun � ki, Peygamberiniz ne şaştı, ne de bâtıla inandı. � O kendi keyfine göre de konuşmaz. � O ancak kendisine vahyolunanı söyler. (Necm Sûresi: 1-4.)
Kur'ânı Mu'cizü'l-Beyânın ihbarât-ı gaybiyesi ve her asırda şebâbiyetini muhafaza etmesi ve her tabaka insana muvâfık gelmesiyle hâsıl olan i'câzdır.
Şu Şuâ-ın Üç Cilvesi var.
BİRİNCİ CİLVE: İhbarât-ı gaybiyesidir. Şu cilvenin Üç Şavkı var.
BİRİNCİ ŞAVK: Mâziye âit ihbarât-ı gaybiyesidir.
Evet, Kur'ân-ı Hakîm, bilittifak ümmî ve emîn bir zâtın lisâniyle zaman-ı Âdem'den tâ Asr-ı Saadete kadar, enbiyâların mühim hâlâtını ve ehemmiyetli vukuâtını öyle bir tarzda zikrediyor ki, Tevrat ve İncil gibi kitapların tasdiki altında gayet kuvvet ve ciddiyetle ihbar ediyor. Kütüb-ü sâlifenin ittifak ettikleri noktalarda muvâfakat etmiştir. İhtilâf ettikleri bahislerde, musahhihâne hakikat-i vâkıayı faslediyor. Demek, Kur'ân'ın nazar-ı gaybbînîsi, o kütüb-ü sâlifenin umumunun fevkınde, ahvâl-i mâziyeyi görüyor ki, ittifakî meselelerde musaddıkâne onları tezkiye ediyor, ihtilâfî meselelerde musahhihâne onlara faysâl oluyor. Halbuki, Kur'ân'ın vukuât ve ahvâl-i mâziyeye dâir ihbarâtı aklî bir iş değil ki, akıl ile ihbar edilsin; belki, semâa mütevakkıf nakildir. Nakil ise, kıraat ve kitâbet ehline mahsustur. Dost ve düşmanın ittifakıyla, kıraatsiz, kitâbetsiz, emânetle mâruf, ümmî lâkabıyla mevsuf bir zâta nüzûl ediyor.
Hem o ahvâl-i mâziyeyi öyle bir sûrette ihbar eder ki, bütün o ahvâli görür gibi bahseder. Çünkü, uzun bir hâdisenin ukde-i hayatiyesini ve ruhunu alır, maksadına mukaddeme yapar. Demek, Kur'ân'daki fezlekeler, hulâsalar gösteriyor ki, bu hulâsa ve fezlekeyi gösteren, bütün mâziyi bütün ahvâli ile görüyor. Zîrâ, bir zâtın bir fende veya bir san'atta mütehassıs olduğu, hulâsalı bir sözle, fezlekeli bir san'atçıkla, o şahısların maharet ve melekelerini gösterdiği gibi; Kur'ân'da zikrolunan vukuâtın hulâsaları ve ruhları gösteriyor ki, onları söyleyen, bütün vukuâtı ihâta etmiş, görüyor (tâbir câiz ise) bir maharet-i fevkalâde ile ihbar ediyor.
İKİNCİ ŞAVK: İstikbâle âit ihbarât-ı gaybiyesidir.
Şu kısım ihbarâtın çok envaı var. Birinci kısım hususidir, bir kısım ehl-i keşif ve velâyete mahsustur. Meselâ Muhyiddin-i Arabî, -1- sûresinde pekçok ihbarât-ı gaybiyeyi bulmuştur. İmâm-ı Rabbânî, sûrelerin başındaki mukattaât-ı huruf ile çok muâmelât-ı gaybiyenin işaretlerini ve ihbarâtını görmüştür ve hâkezâ. Ulemâ-i bâtın için Kur'ân, baştan başa ihbarât-ı gaybiye nevindendir. Biz ise, umuma âit olacak bir kısmına işaret edeceğiz. Bunun da pekçok tabakâtı var; yalnız bir tabakadan bahsedeceğiz.
İşte, Kur'ân-ı Hakîm, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma der: Haşiye
-2-
gibi çok âyâtın ifade ettiği ihbarât-ı gaybiyedir ki, aynen doğru olarak çıkmıştır.
Haşiye: Bu gaybdan haber veren âyetler pek çok tefsirlerde izah edilmesinden ve eski harfle tâb etmek niyeti müellifine verdiği acelelik hatâsından, burada izahsız ve o kıymettar hazîneler kapalı kaldılar.
1- Elif lâm mim. � Rumlar mağlûp düştüler. (Rum Sûresi: 1-2.)
2- Sabret, şüphesiz Allah'ın vaadi haktır. (Rum Sûresi: 60; Mü'min Sûresi: 55, 77.)
İnşaallah hepiniz emniyet içinde ve saçlarınızı tıraş etmiş veya kısaltmış olarak Mescid-i Harâma gireceksiniz. (Fetih Sûresi: 27.) Bütün dinlere üstün kılmak üzere Resûlünü hidâyet ve hak din ile gönderen Odur.(Fetih Sûresi: 28.)
Fakat bu mağlûbiyetlerinden sonra, birkaç yıl içinde gâlip geleceklerdir. Hüküm Allah'ındır. (Rum Sûresi: 3-4.)
Yakında sen de göreceksin, onlar da görecekler: � Hanginiz cinnete uğramış? (Kalem Sûresi: 5-6.)
Yoksa onlar "O bir şâirdir; biz onun başına gelecek felâketi bekliyoruz" mu diyorlar? � Sen "Bekleye durun," de. "Ben de sizinle bekliyorum." (Tûr Sûresi: 30-31.) Allah seni insanlardan korur. (Mâide Sûresi: 67.)
Eğer bunu yapamazsanız - ki aslâ yapamayacaksınız. (Bakara Sûresi: 24.) Ölümü aslâ isteyemezler. (Cum'a Sûresi: 7.)
Onlara gerek içinde yaşadıkları âlemin her tarafında, gerekse kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz-tâ ki Kur'ân'ın hak olduğu onlara iyice açıklanmış olsun. (Fussilet Sûresi: 53.)
De ki: And olsun, eğer bu Kur'ân'ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler. (İsrâ Sûresi: 88.)
Allah öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı sever. Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler; Allah yolunda cihad ederler ve dil uzatanların kınamasından da korkmazlar. (Mâide Sûresi: 54.) De ki: Hamd Allah'a mahsustur; O size delillerini gösterecek, siz de onları tanıyacaksınız. (Neml Sûresi: 93.)
De ki: O Rahmân'dır; Ona inandık ve Ona güvendik. Kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu yakında bileceksiniz. (Mülk Sûresi: 29.)
Sizden İmân edip güzel işler yapanlara Allah vaad etmiştir ki, kendilerinden önceki müminleri nasıl kâfirlerin yerine getirdiyse, onları da şimdiki kâfirlerin yerine, yeryüzünde hâkim kılacak, onlar için râzı olduğu İslâm dinini onların kalplerinde sağlamlaştıracak ve korkularını emniyete çevirecektir. (Nur Sûresi: 55.)
İşte pekçok îtirâzât ve tenkidâta mâruz ve en küçük bir hatâsından dolayı dâvâsını kaybedecek bir zâtın lisânından böyle tereddütsüz, kemâl-i ciddiyet ve emniyetle ve kuvvetli bir vüsûku ihsâs eden bir tarzda, böyle ihbarât-ı gaybiye katiyen gösterir ki, o zât, Üstad-ı Ezelîsinden ders alıyor, sonra söylüyor.
ÜÇÜNCÜ ŞAVK: Hakâik-ı İlâhiyeye ve hakâik-ı kevniyeye ve umûr-u uhreviyeye dâir ihbarât-ı gaybiyesidir.
Evet, Kur'ân'ın hakâik-ı İlâhiyeye dâir beyânâtı ve tılsım-ı kâinatı feth edip ve hilkat-i âlemin muammâsını açan beyânât-ı kevniyesi, ihbarât-ı gaybiyenin en mühimmidir. Çünkü, o hakâik-ı gaybiyeyi, hadsiz dalâlet yolları içinde istikametle onları gidip bulmak, akl-ı beşerin kârı değildir ve olamaz. Beşerin en dâhî hükemâları o mesâilin en küçüğüne akıllarıyla yetişmediği mâlûmdur. Hem, Kur'ân, gösterdiği o hakâik-ı İlâhiye ve o hakâik-ı kevniyeyi beyândan sonra ve safâ-i kalb ve tezkiye-i nefisten sonra ve ruhun terakkiyâtından ve aklın tekemmülünden sonra, beşerin ukûlü, "Sadakte" deyip o hakâikı kabul eder. Kur'ân'a, "Barekallah" der. Bu kısmın kısmen On Birinci Sözde izah ve ispatı geçmiştir, tekrara hâcet kalmamıştır. Ammâ ahvâl-i uhreviye ve berzahiye ise, çendan akl-ı beşer kendi başıyla yetişemiyor, göremiyor; fakat, Kur'ân'ın gösterdiği yollar ile onları görmek derecesinde ispat ediyor. Onuncu Sözde, Kur'ân'ın şu ihbarât-ı gaybiyesi ne derece doğru ve hak olduğu izah ve ispat edilmiştir; ona mürâcaat et.
İkinci Cilve: Kur'ân'ın şebâbetidir; her asırda taze nâzil oluyor gibi tazeliğini, gençliğini muhâfaza ediyor. Evet, Kur'ân, bir hutbe-i ezeliye olarak umum asırlardaki umum tabakât-ı beşeriyeye birden hitâb ettiği için, öyle dâimî bir şebâbeti bulunmak lâzımdır. Hem de, öyle görülmüş ve görünüyor. Hattâ, efkârca muhtelif ve istidadca mütebâyin asırlardan her asra göre, güyâ o asra mahsus gibi bakar, baktırır ve ders verir.
Beşerin âsâr ve kanunları, beşer gibi ihtiyar oluyor, değişiyor, tebdil ediliyor. Fakat, Kur'ân'ın hükümleri ve kanunları, o kadar sabit ve râsihtir ki, asırlar geçtikçe daha ziyâde kuvvetini gösteriyor. Evet, en ziyâde kendine güvenen ve Kur'ân'ın sözlerine karşı kulağını kapayan şu asr-ı hazır ve şu asrın ehl-i kitap insanları, Kur'ân'ın hitâb-ı mürşidânesine o kadar muhtaçtır ki, güyâ o hitâb, doğrudan doğruya şu asra müteveccihtir ve -1- lâfzı,
-2- mânâsını dahi tazammun eder. Bütün şiddetiyle, bütün tazeliğiyle, bütün şebâbetiyle, -3- sayhasını âlemin aktârına savuruyor.
1- Ey ehl-i kitap! (âl-i İmrân Sûresi: 64, 65, 70, 71, 98, 99; Nisâ Sûresi: 171; Mâide Sûresi: 15, 19; v.d.)
2- Ey mektepliler!
3- De ki: Ey kitap ehli olan Hıristiyanlar ve Yahudîler! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze gelin. (âl-i İmrân Sûresi: 64.)
Meselâ şahıslar, cemaatler, muârazasından âciz kaldıkları Kur'ân'a karşı, bütün nev-i beşerin ve belki cinnîlerin de netice-i efkârları olan medeniyet-i hâzıra, Kur'ân'a karşı muâraza vaziyetini almıştır. İ'câz-ı Kur'ân'a karşı sihirleriyle muâraza ediyor. Şimdi, şu müthiş yeni muârazacıya karşı, i'câz-ı Kur'ân'ı, -1- âyetinin dâvâsını ispat etmek için, medeniyetin muâraza sûretiyle vaz' ettiği esâsâtı ve desâtirini esâsât-ı Kur'âniye ile karşılaştıracağız.
Birinci derecede: Birinci Sözden tâ Yirmi Beşinci Söze kadar olan muvâzeneler ve mîzanlar ve o Sözlerin hakikatleri ve başları olan âyetler, iki kere iki dört eder derecesinde medeniyete karşı Kur'ân'ın i'câzını ve galebesini ispat eder.
İkinci derecede: On İkinci Sözde ispat edildiği gibi, bir kısım düsturlarını hulâsa etmektir.
İşte, medeniyet-i hâzıra, felsefesiyle hayat-ı içtimâiye-i beşeriyede nokta-i istinâdı kuvvet kabul eder. Hedefi menfaat bilir. Düstur-u hayatı cidâl tanır. Cemaatlerin râbıtasını unsuriyet ve menfî milliyet bilir. Gâyesi hevesât-ı nefsâniyeyi tatmin ve hâcât-ı beşeriyeyi tezyid etmek için bâzı lehviyâttır.
Halbuki, kuvvetin şe'ni, tecavüzdür. Menfaatin şe'ni, her arzuya kâfi gelmediğinden, üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidâlin şe'ni, çarpışmaktır. Unsuriyetin şe'ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür. İşte, şu medeniyetin şu düsturlarındandır ki, bütün mehâsiniyle beraber, beşerin yüzde ancak yirmisine bir nevi sûrî saadet verip, seksenini rahatsızlığa, sefâlete atmıştır.
Ammâ hikmet-i Kur'âniye ise, nokta-i istinâdı kuvvet yerine hak'kı kabul eder. Gâyede, menfaat yerine fazîlet ve rızâ-i İlâhî'yi kabul eder. Hayatta, düstur-u cidâl yerine düstur-u teâvün'ü esas tutar. Cemaatlerin râbıtalarında, unsuriyet ve milliyet yerine râbıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî kabul eder. Gâyâtı, hevesât-ı nefsâniyenin nâmeşrû tecavüzâtına sed çekip ruhu maâliyâta teşvik ve hissiyât-ı ulviyesini tatmin etmektir ve insanı kemâlât-ı insaniyeye sevk edip insan etmektir. Hakkın şe'ni ise, ittifaktır. Fazîletin şe'ni, tesânüddür. Teâvünün şe'ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe'ni, uhuvvettir, incizabdır. Nefs-i emmâreyi gemlemekle bağlamak, ruhu kemâlâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe'ni, saadet-i dâreyndir.
İşte, medeniyet-i hâzıra, edyân-ı sâbıka-i semâviyeden, bâhusus Kur'ân'ın irşâdâtından aldığı mehâsinle beraber, Kur'ân'a karşı, böyle hakikat nazarında mağlûp düşmüştür.
Üçüncü derece: Binler mesâilinden, yalnız numûne olarak üç dört meseleyi göstereceğiz.
Evet, Kur'ân'ın düsturları, kanunları ezelden geldiğinden, ebede gidecektir. Medeniyetin kanunları gibi ihtiyar olup ölüme mahkûm değildir; dâimâ gençtir, kuvvetlidir.
Meselâ, medeniyetin bütün cem'iyât-ı hayriyeleri ile, bütün cebbârâne şedid inzibat ve nizâmâtlarıyla, bütün ahlâkî terbiyegâhlarıyla, Kur'ân-ı Hakîmin iki meselesine karşı muâraza edemeyip mağlûp düşmüşlerdir.
1- De ki: And olsun, insanlar ve cinler bir araya toplansalar. (İsrâ Sûresi: 88.)
Meselâ,
Kur'ân'ın bu galebe-i i'câzkârânesini bir Mukaddeme ile beyân edeceğiz. Şöyle ki:
� İşârâtü'l-İ'câz'da ispat edildiği gibi, bütün ihtilâlât-ı beşeriyenin mâdeni bir kelime olduğu gibi, bütün ahlâk-ı seyyienin menbaı dahi bir kelimedir.
Birinci Kelime: "Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse, bana ne."
İkinci Kelime: "Sen çalış, ben yiyeyim."
Evet, hayat-ı içtimâiye-i beşeriyede havâs ve avâm, yani zenginler ve fakirler, muvâzeneleriyle rahatla yaşarlar. O muvâzenenin esâsı ise, havâs tabakasında merhamet ve şefkat; aşağısında, hürmet ve itaattir. Şimdi, birinci kelime havâs tabakasını zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe sevk etmiştir; ikinci kelime avâmı kine, hasede, mübârezeye sevk edip, rahat-ı beşeriyeyi birkaç asırdır selb ettiği gibi; şu asırda, sa'y, sermâye ile mübâreze neticesi, herkesçe mâlûm olan Avrupa hâdisât-ı azîmesi meydana geldi.
İşte, medeniyet, bütün cemiyât-ı hayriye ile ve ahlâkî mektepleriyle ve şedid inzibat ve nizâmâtıyla, beşerin o iki tabakasını musâlâha edemediği gibi, hayat-ı beşerin iki müthiş yarasını tedâvi edememiştir. Kur'ân, birinci kelimeyi esâsından vücûb-u zekât ile kal' eder, tedâvi eder; ikinci kelimenin esâsını hurmet-i ribâ ile kal' edip, tedâvi eder. Evet, âyet-i Kur'âniye, âlem kapısında durup, ribâya "Yasaktır!" der. "Kavga kapısını kapamak için, ribâ kapısını kapayınız!" diyerek, insanlara ferman eder. Şâkirdlerine, "Girmeyiniz!" emreder.
� İkinci esas: Medeniyet, taaddüd-ü ezvâcı kabul etmiyor. Kur'ân'ın o hükmünü, kendine muhâlif-i hikmet ve maslahat-ı beşeriyeye münâfi telâkkî eder.
Evet, eğer izdivaçtaki hikmet, yalnız kazâ-i şehvet olsa, taaddüd bilakis olmalı. Halbuki, hattâ bütün hayvanâtın şehâdetiyle ve izdivaç eden nebâtâtın tasdikiyle sabittir ki, izdivâcın hikmeti ve gâyesi, tenâsüldür. Kazâ-i şehvet lezzeti ise, o vazifeyi gördürmek için rahmet tarafından verilen bir ücret-i cüz'iyedir. Mâdem, hikmeten, hakikaten, izdivaç nesil içindir, nevin bekâsı içindir. Elbette, bir senede yalnız bir defa tevellüde kâbil ve ayın yalnız yarısında kâbil-i telâkkuh olan ve elli senede ye'se düşen bir kadın, ekserî vakitte, tâ yüz seneye kadar kâbil-i telkıh bir erkeğe kâfi gelmediğinden, medeniyet pekçok fâhişehâneleri kabul etmeye mecburdur.
� Üçüncü esas: Muhâkemesiz medeniyet, Kur'ân kadına sülüs verdiği için âyeti tenkid eder. Halbuki, hayat-ı içtimâiyede ekser ahkâm, ekseriyet itibâriyle olduğundan; ekseriyet itibâriyle bir kadın kendini himâye edecek birisini bulur, erkek ise ona yük olacak ve nafakasını ona bırakacak birisiyle teşrik-i mesâi etmeye mecbur olur.
1- Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin. (Bakara Sûresi: 43.)
Allah alışverişi helâl, fâizi ise haram kıldı. (Bakara Sûresi: 275.)
İşte, bu sûrette bir kadın, pederinden yarısını alsa, kocası noksaniyetini temin eder. Erkek, pederinden iki parça alsa, bir parçasını tezevvüc ettiği kadının idaresine verecek; kızkardeşine müsâvi gelir. İşte, adâlet-i Kur'âniye böyle iktizâ eder, böyle hükmetmiştir. Haşiye 1
� Dördüncü esas: Sanemperstliği şiddetle, Kur'ân, men ettiği gibi; sanemperestliğin bir nevi taklidi olan sûretperestliği de men eder. Medeniyet ise, sûretleri kendi mehâsininden sayıp, Kur'ân'a muâraza etmek istemiş. Halbuki gölgeli, gölgesiz sûretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riyâ-i mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki; beşeri zulme ve riyâya ve hevâya, hevesi kamçılayıp teşvik eder. Hem Kur'ân, merhameten, kadınların hürmetini muhâfaza için, hayâ perdesini takmasını emreder; tâ hevesât-ı rezîlenin ayağı altında o şefkat mâdenleri zillet çekmesinler, âlet-i hevesât, ehemmiyetsiz bir metâ hükmüne geçmesinler. Haşiye 2
Medeniyet ise, kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp, beşeri de baştan çıkarmıştır. Halbuki, âile hayatı, kadın-erkek mâbeyninde mütekâbil hürmet ve muhabbetle devam eder. Halbuki, açık saçıklık samimi hürmet ve muhabbeti izâle edip, âilevî hayatı zehirlemiştir. Hususan, sûretperestlik, ahlâkı fena halde sarstığı ve sukût-u ruha sebebiyet verdiği, şununla anlaşılır: Nasıl ki, merhûme ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cenazesine nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâkı tahrip eder; öyle de, ölmüş kadınların sûretlerine veyahut sağ kadınların küçük cenazeleri hükmünde olan sûretlerine hevesperverâne bakmak, derinden derine, hissiyât-ı ulviye-i insaniyeyi sarsar, tahrip eder.
İşte şu üç misâl gibi binler mesâil-i Kur'âniyenin herbirisi saadet-i beşeriyeyi dünyada temine hizmet etmekle beraber, hayat-ı ebediyesine de hizmet eder. Sâir meseleleri mezkûr meselelere kıyas edebilirsin.
Nasıl, medeniyet-i hâzıra, Kur'ân'ın hayat-ı içtimâiye-i beşere âit olan düsturlarına karşı mağlûp olup Kur'ân'ın i'câz-ı mânevîsine karşı hakikat noktasında iflâs eder; öyle de, medeniyetin ruhu olan felsefe-i Avrupa ve hikmet-i beşeriyeyi hikmet-i Kur'ân'la, yirmi beş adet Sözlerde, mîzanlarla iki hikmetin muvâzenesinde, hikmet-i felsefiye âcize ve hikmet-i Kur'âniyenin mu'cize olduğu katiyetle ispat edilmiştir. Nasıl ki, On Birinci ve On İkinci Sözlerde, hikmet-i felsefiyenin aczi ve iflâsı; ve hikmet-i Kur'âniyenin i'câzı ve gınâsı ispat edilmiştir; mürâcaat edebilirsin.
Hem, nasıl medeniyet-i hâzıra, hikmet-i Kur'ân'ın ilmî ve amelî i'câzına karşı mağlûp oluyor; öyle de, medeniyetin edebiyat ve belâğatı da Kur'ân'ın edeb ve belâgatına karşı nisbeti, öksüz bir yetimin muzlim bir hüzün ile ümitsiz ağlayışı; hem süflî bir vaziyette sarhoş bir ayyaşın velvele-i gınâsının (şarkı demektir) nisbeti ile ulvî bir âşığın muvakkat bir iftiraktan müştâkâne, ümitkârâne bir hüzün ile gınâsı (şarkısı); hem, zafer veya harbe ve ulvî fedâkârlıklara sevk etmek için teşvikkârâne kasâid-i vataniyeye nisbeti gibidir. Çünkü, edeb ve belâgat, tesir-i üslup itibâriyle ya hüzün verir, ya neşe verir.
Haşiye 1: Mahkemeye karşı ve mahkemeyi susturan lâyiha-i temyizin müdâfaâtından bir parçadır; bu makama Haşiye olmuş.
"Ben de adliyenin mahkemesine derim ki: Bin üç yüz elli senede ve her asırda üç yüz elli milyon insanların hayat-ı içtimâiyesinde en kudsî ve hakikatli bir düstur-u İlâhîyi, üç yüz elli bin tefsirin tasdiklerine ve ittifaklarına istinâden ve bin üç yüz elli sene zarfında geçmiş ecdâdımızın îtikadlarına iktidâen tefsir eden bir adamı mahkûm eden haksız bir kararı, elbette, rûy-i zeminde adâlet varsa, o kararı red ve bu hükmü nakzedecektir."
Haşiye 2: Tesettür-ü nisvan hakkında Otuz Birinci Mektubun Yirmi Dördüncü Lem'ası gayet katî bir sûrette ispat etmiştir ki, "Tesettür, kadınlar için fıtrîdir; ref-i tesettür, fıtrata münâfidir."
Hüzün ise, iki kısımdır: Ya fakdü'l-ahbabdan gelir, yani ahbabsızlıktan, sahipsizlikten gelen karanlıklı bir hüzündür ki, dalâletâlûd, tabiatperest, gafletpîşe olan medeniyetin edebiyatının verdiği hüzündür. İkinci hüzün, firâkü'l-ahbabdan gelir. Yani ahbab var; firâkında müştâkâne bir hüzün verir. İşte şu hüzün, hidâyetedâ, nurefşân Kur'ân'ın verdiği hüzündür.
Ammâ neşe ise, o da iki kısımdır: Birisi, nefsi hevesâtına teşvik eder; o da tiyatrocu, sinemacı, romancı medeniyetin edebiyatının şe'nidir. İkinci neş'e, nefsi susturup, ruhu, kalbi, aklı, sırrı, maâliyâta, vatan-ı aslîlerine, makarr-ı ebedîlerine, ahbab-ı uhrevîlerine yetişmek için latîf ve edebli mâsumâne bir teşviktir ki; o da Cennet ve saadet-i ebediyeye ve rü'yet-i Cemâlullâha beşeri sevk eden ve şevke getiren Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın verdiği neşedir. İşte,
ifade ettiği azîm mânâ ve büyük hakikat, kâsırü'l-fehm olanlarca ve dikkatsizlikle, mübâlâğalı bir belâgat için muhâl bir sûret zannediliyor. Hâşâ, mübâlâğa değil, muhâl bir sûret değil, ayn-ı hakikat bir belâgat ve mümkün ve vâki' bir sûrettir.
O sûretin bir vechi şudur ki: Yani, Kur'ân'dan tereşşuh etmeyen ve Kur'ân'ın malı olmayan ins ve cinnin bütün güzel sözleri toplansa, Kur'ân'ı tanzîr edemez, demektir. Hem, edememiş ki, gösterilmiyor.
İkinci vecih şudur ki: Cin ve insin hattâ şeytanların netice-i efkârları ve muhassala-i mesâileri olan medeniyet ve hikmet-i felsefe ve edebiyat-ı ecnebiye, Kur'ân'ın ahkâm ve hikmet ve belâgatına karşı âciz derekesindedirler, demektir; nasıl da, numûnesini gösterdik.
Üçüncü Cilve: Kur'ân-ı Hakîm, her asırdaki tabakât-ı beşerin herbir tabakasına, güyâ doğrudan doğruya o tabakaya hususi müteveccihtir, hitâb ediyor. Evet, bütün benî Âdem'e bütün tabakâtıyla en yüksek ve en dakîk ilim olan imâna ve en geniş ve nurânî fen olan mârifetullâha ve en ehemmiyetli ve mütenevvi' maarif olan ahkâm-ı İslâmiyeye dâvet eden, ders veren Kur'ân ise, her neve, her tâifeye muvâfık gelecek bir ders vermek elzemdir. Halbuki, ders birdir, ayrı ayrı değil. Öyle ise, aynı derste tabakât bulunmak lâzımdır. Derecâta göre, herbiri, Kur'ân'ın perdelerinden bir perdeden hisse-i dersini alır. Şu hakikatin çok numûnelerini zikretmişiz; onlara mürâcaat edilebilir. Yalnız, burada bir iki cüz'ünün, hem yalnız bir iki tabakasının hisse-i fehmine işaret ederiz.
1- De ki: And olsun, eğer bu Kur'ân'ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler. (İsrâ Sûresi: 88.)
Meselâ, -1- Kesretli tabaka olan avâm tabakasının şundan hisse-i fehmi: "Cenâb-ı Hak, peder ve veledden ve akrandan ve zevceden münezzehtir."
Daha mutavassıt bir tabaka şundan, "Îsâ Aleyhisselâmın ve melâikelerin ve tevellüde mazhar şeylerin ulûhiyetini nefyetmektir." Çünkü, muhâl birşeyi nefyetmek, zâhiren faydasız olduğundan, belâgatta medâr-ı fayda olacak bir lâzım-ı hüküm murad olunur. İşte cismâniyete mahsus veled ve vâlidi nefyetmekten murad ise, veled ve vâlidi ve küfüvü bulunanların nefy-i ulûhiyetleridir ve ma'bud olmaya lâyık olmadıklarını göstermektir. Şu sırdandır ki, Sûre-i İhlâs, herkese, hem her vakit fayda verebilir.
Daha bir parça ileri bir tabakanın hisse-i fehmi: "Cenâb-ı Hak mevcudâta karşı tevlid ve tevellüdü işmâm edecek bütün râbıtalardan münezzehtir. Şerik ve muînden ve hemcinsten müberrâdır. Belki mevcudâta karşı nisbeti, hallâkıyettir. Emr-i -2- ile, irâde-i ezeliyesiyle, ihtiyâriyle icad eder. İcâbî ve ıztırârî ve sudûr-u gayr-i ihtiyârî gibi münâfi-i kemâl herbir râbıtadan münezzehtir."
Daha yüksek bir tabakanın hisse-i fehmi: "Cenâb-ı Hak ezelîdir, ebedîdir, Evvel ve âhir'dir. Hiçbir cihette ne Zâtında, ne sıfâtında, ne ef'âlinde nazîri, küfüvü, şebîhi, misli, misâli, mesîli yoktur. Yalnız, ef'âlinde, şuûnunda teşbihi ifade eden mesel var. -3- Bu tabakâta, ârifîn tabakası, ehl-i aşk tabakası, sıddîkîn tabakası gibi ayrı ayrı hisse sahiplerini kıyas edebilirsin.
İkinci misâl:
Meselâ, -4- Tabaka-i ûlânın şundan hisse-i fehmi şudur ki: Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın hizmetkârı veya "veledim" hitâbına mazhar olan Zeyd, izzetli zevcesini kendine küfüv bulmadığı için tatlîk etmiş; Allah'ın emriyle Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm almış. Âyet der: "Peygamber size evlâdım dese, risâlet cihetiyle söyler. Şahsiyet itibâriyle pederiniz değil ki, aldığı kadınlar ona münâsip düşmesin."
İkinci tabakanın hisse-i fehmi şudur ki: Bir büyük âmir, raiyyetine pederâne şefkatle bakar. Eğer o âmir, zâhir ve bâtın bir padişah-ı ruhânî olsa, o vakit merhameti pederin yüz defa şefkatinden ileri gittiğinden, o raiyyetin efrâdı, onun hakiki evlâdı gibi ona peder nazarıyla bakarlar. Peder nazarı, zevc nazarına inkılâb edemediğinden, kız nazarı da zevce nazarına kolayca değişmediğinden, efkâr-ı âmmede Peygamber (a.s.m.), mü'minlerin kızlarını alması şu sırra uygun gelmediğinden, Kur'ân der: "Peygamber (a.s.m.), merhamet-i İlâhiye nazarıyla size şefkat eder, pederâne muâmele yapar. Risâlet nâmına siz onun evlâdı gibisiniz; fakat şahsiyet-i insaniyet itibâriyle pederiniz değildir ki, sizden zevce alması münâsip düşmesin."
1- Doğurmamış ve doğrulmamıştır. � Hiçbir şey de Onun dengi değildir. (İhlâs Sûresi: 3-4.)
2- "Ol!" der; oluverir. (Yâsin Sûresi: 82.)
3- En yüce sıfatlar Allah'ındır. (Nahl Sûresi: 60.)
4- Muhammed erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. (Ahzâb Sûresi: 40.)
Üçüncü kısım şöyle fehmeder ki: "Peygambere (a.s.m.) intisab edip onun kemâlâtına istinad ederek, onun pederâne şefkatine itimad edip kusur ve hatîât etmemelisiniz," demektir. Evet, çoklar var ki, büyüklerine ve mürşidlerine itimad edip, tembellik eder. Hattâ, bâzan, "Namazımız kılınmış" der, bir kısım Alevîler gibi.
Dördüncü nükte: Bir kısım, şu âyetten şöyle bir işaret-i gaybiye fehmeder ki, "Peygamberin (a.s.m.) evlâd-ı zükûru, ricâl derecesinde kalmayıp, ricâl olarak nesli bir hikmete binâen kalmayacaktır. Yalnız, ricâl tâbirinin ifadesiyle, nisânın pederi olduğunu işaret ettiğinden, nisâ olarak nesli devam edecektir. Felillâhilhamd, Hazret-i Fâtıma'nın nesl-i mübâreki, Hasan ve Hüseyin gibi iki nurânî silsilenin bedr-i münevveri, şems-i Nübüvvetin mânevî ve maddî neslini idâme ediyorlar.
Birinci Şûle Üç Şuâ ile hitâma erdi.
1- Allah'ım, ona ve onun Ehl-i Beytine rahmet eyle.
İkinci Şûlenin Üç Nuru var.
Birinci Nur
Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın heyet-i mecmûasında râik bir selâset, fâik bir selâmet, metîn bir tesânüd, muhkem bir tenâsüb; cümleleri ve heyetleri mâbeyninde kavî bir teâvün; ve âyetler ve maksadları mâbeyninde ulvî bir tecâvüb olduğunu, ilm-i beyân ve fenn-i maânî ve beyânînin Zemahşerî, Sekkâkî, Abdülkâhir-i Cürcânî gibi binlerle dâhî imamların şehâdetiyle sabit olduğu halde, o tecâvüb ve teâvün ve tesânüdü ve selâset ve selâmeti kıracak, bozacak sekiz dokuz mühim esbâb bulunurken, o esbâb, bozmaya değil, belki selâsetine, selâmetine, tesânüdüne kuvvet vermiştir. Yalnız, o esbâb, bir derece hükmünü icrâ edip, başlarını perde-i nizam ve selâsetten çıkarmışlar. Fakat, nasıl ki yeknesak düz bir ağacın gövdesinden bir kısım çıkıntılar, sivricikler çıkar, lâkin ağacın tenâsübünü bozmak için çıkmıyorlar, belki o ağacın zînetli tekemmülüne ve cemâline medâr olan meyveyi vermek için çıkıyorlar; aynen bunun gibi, şu esbâb dahi, Kur'ân'ın selâset-i nazmına kıymettar mânâları ifade için sivri başlarını çıkarıyorlar.
İşte o Kur'ân-ı Mübîn, yirmi senede, hâcetlerin mevkîleri itibâriyle necim necim olarak, müteferrik parça parça nüzûl ettiği halde, öyle bir kemâl-i tenâsübü vardır ki, güyâ bir defada nâzil olmuş gibi bir münâsebet gösteriyor.
Hem, o Kur'ân, yirmi senede, hem muhtelif, mütebâyin esbâb-ı nüzûle göre geldiği halde, tesânüdün kemâlini öyle gösteriyor; güyâ bir sebeb-i vâhidle nüzûl etmiştir.
Hem, o Kur'ân, mütefâvit ve mükerrer suâllerin cevabı olarak geldiği halde, nihayet imtizâc ve ittihadı gösteriyor. Güyâ, bir suâl-i vâhidin cevabıdır.
Hem, Kur'ân, mütegâyir, müteaddit hâdisâtın ahkâmını beyân için geldiği halde, öyle bir kemâl-i intizamı gösteriyor ki, güyâ bir hâdise-i vâhidin beyânıdır.
Hem, Kur'ân, mütehâlif, mütenevvi' hâlette, hadsiz muhatapların fehimlerine münâsip üsluplarda, tenezzülât-ı kelâmiye ile nâzil olduğu halde; öyle bir hüsn-ü temâsül ve güzel bir selâset gösteriyor ki, güyâ hâlet birdir, bir derece-i fehimdir, su gibi akar bir selâset gösteriyor.
Hem o Kur'ân, mütebâid, müteaddit muhâtabîn esnâfına müteveccihen mütekellim olduğu halde; öyle bir suhûlet-i beyânı, bir cezâlet-i nizâmı, bir vuzuh-u ifhamı var ki, güyâ muhatabı bir sınıftır. Hattâ, herbir sınıf zanneder ki, bilasâle muhatap yalnız kendisidir.
Hem, Kur'ân, mütefâvit, mütederric irşâdî bâzı gâyelere îsâl ve hidâyet etmek için nâzil olduğu halde; öyle bir kemâl-i istikâmet, öyle bir dikkat-i muvâzenet, öyle bir hüsn-ü intizam vardır ki, güyâ maksad birdir.
İşte, bu esbâblar, müşevveşiyetin esbâbı iken, Kur'ân'ın i'câz-ı beyânında, selâset ve tenâsübünde istihdam edilmişlerdir. Evet, kalbi sakamsiz, aklı müstakîm, vicdânı marazsız, zevki selîm her adam, Kur'ân'ın beyânında güzel bir selâset, rânâ bir tenâsüb, hoş bir âhenk, yektâ bir fesâhat görür.
Hem, basîresinde selîm bir gözü olan görür ki; Kur'ân'da öyle bir göz vardır ki, o göz, bütün kâinatı zâhir ve bâtını ile vâzıh, göz önünde bir sayfa gibi görür, istediği gibi çevirir, istediği bir tarzda o sayfanın mânâlarını söyler.
Şu Birinci Nurun hakikatini misâller ile tavzih etsek, birkaç mücelled lâzım. Öyle ise, sâir risâle-i Arabiyemde ve İşârâtü'l-İ'câz'da ve şu yirmi beş adet Sözlerde şu hakikatin ispatına dâir olan izahâtla iktifâ edip, misâl olarak mecmû-u Kur'ân'ı birden gösteriyorum.
İkinci Nuru
Kur'ân-ı Hakîmin, âyetlerinin hâtimelerinde gösterdiği fezlekeler ve Esmâ-i Hüsnâ cihetindeki üslup-u bediîsinde olan meziyet-i i'câziyeye dâirdir.
İhtar: Şu İkinci Nurda çok âyetler gelecektir. O âyetler, yalnız İkinci Nurun misâlleri değil, belki geçmiş mesâil ve Şuâların misâlleri dahi olurlar. Bunları hakkıyla izah etmek çok uzun gelir. Şimdilik ihtisar ve icmâle mecburum. Onun için, gayet muhtasar bir tarzda şu sırr-ı azîm-i i'câzın misâllerinden olan âyetlere birer işaret edip, tafsilâtını başka vakte ta'lik ettik.
İşte, Kur'ânı Mu'cizü'l-Beyân, âyetlerin hâtimelerinde gâliben bâzı fezlekeleri zikreder ki, o fezlekeler ya Esmâ-i Hüsnâyı veya mânâlarını tazammun ediyor veyahut aklı tefekküre sevk etmek için, akla havale eder. Veyahut, makâsıd-ı Kur'âniyeden bir kaide-i külliyeyi tazammun eder ki, âyetin te'kid ve teyidi için fezlekeler yapar. İşte o fezlekelerde Kur'ân'ın hikmet-i ulviyesinden bâzı işârât ve hidâyet-i İlâhiyenin âb-ı hayatından bâzı reşâşât, i'câz-ı Kur'ân'ın berklerinden bâzı şerârât vardır. Şimdi, pekçok o işârâttan yalnız on tanesini icmâlen zikrederiz. Hem, pekçok misâllerinden birer misâl ve herbir misâlin pekçok hakâikından yalnız herbirinde bir hakikatin meâl-i icmâlîsine işaret ederiz. Bu on işaretin ekserîsi, ekser âyetlerde müçtemian beraber bulunup, hakiki bir nakş-ı i'câzî teşkil ederler. Hem, misâl olarak getirdiğimiz âyetlerin ekserîsi, ekser işârâta misâldir. Biz, yalnız her âyetten bir işaret göstereceğiz. Misâl getireceğimiz âyetlerden, eski Sözlerde bahsi geçenlerin yalnız meâline bir hafif işaret ederiz.
Birinci Meziyet-i Cezâlet: Kur'ân-ı Hakîm, i'câzkâr beyânâtıyla Sâni-i Zülcelâlin ef'âl ve eserlerini nazara karşı serer, bast eder. Sonra, o âsâr ve ef'âlinde esmâ-i İlâhiyeyi istihrâc eder veya haşir ve tevhid gibi bir makâsıd-ı asliye-i Kur'âniyeyi ispat ediyor.
Birinci mânânın misâllerinden meselâ,
İkinci şıkkın misâllerinden, meselâ,
(ilâ âhir) -3-'e kadar.
Birinci âyette âsârı bast edip bir neticenin, bir mühim maksûdun mukaddemâtı gibi, ilim ve kudrete, gâyât ve nizâmâtıyla şehâdet eden en azîm eserleri serd eder; Alîm ismini istihrâc eder. İkinci âyette, Birinci Şûlenin Birinci Şuâının Üçüncü Noktasında bir derece izah olunduğu gibi, Cenâb-ı Hakkın büyük ef'âlini, azîm âsârını zikrederek, neticesinde, yevm-i fasl olan haşri netice olarak zikrediyor.
İkinci Nükte-i Belâgat: Kur'ân, beşerin nazarına san'at-ı İlâhiyenin mensucâtını açar, gösterir; sonra, fezlekede o mensucâtı, esmâ içinde tayyeder veyahut akla havale eder.
Birincinin misâllerinden, meselâ,
-4-
İşte, başta der: "Semâ ve zemini, rızkınıza iki hazîne gibi müheyyâ edip, oradan yağmuru, buradan hubûbâtı çıkaran kimdir? Allah'tan başka koca semâ ve zemini iki mutî hazînedar hükmüne kimse getirebilir mi? Öyle ise, şükür ona münhasırdır."
İkinci fıkrada der ki: "Sizin âzâlarınız içinde en kıymettar göz ve kulaklarınızın mâliki kimdir? Hangi tezgâh ve dükkândan aldınız? Bu latîf kıymettar göz ve kulağı verecek, ancak Rabbinizdir. Sizi icad edip terbiye eden Odur. Bunları size vermiştir. Öyle ise, yalnız Rab Odur; Ma'bud da O olabilir."
1- Yeryüzünde ne varsa sizin için O yarattı. Bundan başka semâya da irâdesini yöneltti ve gökleri yedi tabaka olarak tanzim etti. O her şeyi hakkıyla bilendir. (Bakara Sûresi: 29.)
2- Yeryüzünü bir döşek, � dağları birer kazık yapmadık mı? � Sizi de çift çift yaratmadık mı? (Nebe' Sûresi: 6-8.)
3- Şüphesiz, hüküm günü belirlenmiş bir vakittir. (Nebe' Sûresi: 17.)
4- De ki: "Kimdir gökten ve yerden sizi rızıklandıran? Kimdir kulak ve gözler yaratıp size veren? Kimdir ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkaran? Kimdir kâinatı yerli yerince tedbîr ve idare eden?" Onlar diyecekler ki, "Allah'tır." Öyleyse, "Hâlâ Ona ortak koşmaktan korkmaz mısınız?" de. � İşte hak olan Rabbiniz Allah Odur. (Yûnus Sûresi: 31-32.)
Üçüncü fıkrada der: "Ölmüş yeri ihyâ edip, yüz binler ölmüş tâifeleri ihyâ eden kimdir? Hak'tan başka ve bütün kâinatın Hâlıkından başka şu işi kim yapabilir? Elbette O yapar, O ihyâ eder. Mâdem Hak'tır; hukuku zâyi etmeyecektir, sizi bir mahkeme-i kübrâya gönderecektir. Yeri ihyâ ettiği gibi, sizi de ihyâ edecektir."
Dördüncü fıkrada der: "Bu azîm kâinatı bir saray gibi, bir şehir gibi kemâl-i intizamla idare edip tedbîrini gören, Allah'tan başka kim olabilir? Mâdem Allah'tan başka olamaz; koca kâinatı bütün ecrâmıyla gayet kolay idare eden kudret, o derece kusursuz, nihayetsizdir ki, hiçbir şerik ve iştirâke ve muâvenet ve yardıma ihtiyacı olamaz. Koca kâinatı idare eden, küçük mahlûkatı başka ellere bırakmaz. Demek, ister istemez "Allah" diyeceksiniz."
İşte, birinci ve dördüncü fıkra Allah der, ikinci fıkra Rab der, üçüncü fıkra "el-Hak" der. -1-'ne kadar mu'cizâne düştüğünü anla. İşte, Cenâb-ı Hakkın azîm tasarrufâtını, kudretinin mühim mensucâtını zikreder; sonra da o azîm âsârın, mensucâtın tezgâhı, yani Hak, Rab, Allah isimlerini zikretmekle, o tasarrufât-ı azîmenin menbaını gösterir.
İkincinin misâllerinden,
-2-
1- İşte hak olan Rabbiniz Allah Odur. (Yûnus Sûresi: 32.)
2- Göklerin ve yerin yaratılmasında, gecenin ve gündüzün değişmesinde, insanlara faydalı şeylerle denizde akıp giden gemilerde, Allah'ın gökten su indirip onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde, her türlü canlıyı yeryüzüne yaymasında, rüzgârları sevk etmesinde ve gökle yer arasında Allah'ın emrine boyun eğmiş bulutlarda, aklını kullanan bir topluluk için Allah'ın varlık ve birliğine, kudret ve rahmetine işaret eden nice deliller vardır. (Bakara Sûresi: 164.)
İşte, Cenâb-ı Hakkın kemâl-i kudretini ve azamet-i rubûbiyetini gösteren ve Vahdâniyetine şehâdet eden semâvât ve arzın hilkatindeki tecellî-i saltanat-ı Ulûhiyet; ve gece gündüzün ihtilâfındaki tecellî-i Rubûbiyet; ve hayat-ı içtimâiye-i insana en büyük bir vâsıta olan gemiyi denizde teshîr ile tecellî-i rahmet; ve semâdan âb-ı hayatı ölmüş zemine gönderip, zemini yüz bin tâifeleriyle ihyâ edip, bir mahşer-i acâib sûretine getirmekteki tecellî-i azamet-i kudret; ve zeminde hadsiz muhtelif hayvanâtı basit bir topraktan halk etmekteki tecellî-i rahmet ve kudret; ve rüzgârları nebâtât ve hayvanâtın teneffüs ve telkıhlarına hizmet gibi vezâif-i azîme ile tavzif edip, tedbîr ve teneffüse sâlih vaziyete getirmek için tahrik ve idaresindeki tecellî-i rahmet ve hikmet; ve zemin ve âsuman ortasında vâsıta-i rahmet olan bulutları bir mahşer-i acâib gibi muallâkta toplayıp dağıtmak, bir ordu gibi istirahat ettirip vazife başına dâvet etmek gibi teshîrindeki tecellî-i rubûbiyet gibi mensucât-ı san'atı tâdâd ettikten sonra, aklı onların hakâikına ve tafsiline sevk edip tefekkür ettirmek için, -1- der. Onunla ukûlü ikaz için akla havale eder.
Üçüncü Meziyet-i Cezâlet: Bâzan, Kur'ân, Cenâb-ı Hakkın fiillerini tafsil ediyor, sonra bir fezleke ile icmâl eder. Tafsiliyle kanaat verir; icmâl ile hıfzettirir, bağlar. Meselâ,
-2-
İşte, Hazret-i Yûsuf ve ecdâdına edilen nimetleri, şu âyetle işaret eder, der ki:
Sizi bütün insanlar içinde makam-ı nübüvvetle serfirâz, bütün silsile-i enbiyâyı silsilenize rabt edip silsilenizi nev-i beşer içinde bütün silsilenin serdârı, hânedânınızı ulûm-u İlâhiye ve hikmet-i Rabbâniyeye bir hücre-i tâlim ve hidâyet sûretinde getirip, o ilim ve hikmetle dünyanın saadetkârâne saltanatını âhiretin saadet-i ebediyesiyle sizde birleştirmek, seni ilim ve hikmetle Mısır'a hem azîz bir reis, hem âlî bir nebî, hem hakîm bir mürşid etmek olan nimet-i İlâhiyeyi zikir ve tâdâd edip, ilim ve hikmet ile, onu, âbâ ve ecdâdını mümtaz ettiğini zikrediyor; sonra, "Senin Rabbin Alîm ve Hakîm'dir," der. "Onun rubûbiyeti ve hikmeti iktizâ eder ki, seni ve âbâ ve ecdâdını Alîm, Hakîm ismine mazhar etsin." İşte o mufassal nimetleri, şu fezleke ile icmâl eder.
Hem meselâ, -3-
1- Aklını kullanan bir topluluk için Allah'ın varlık ve birliğine, kudret ve rahmetine işaret eden nice deliller vardır. (Bakara Sûresi: 164.)
2- Rabbin seni böylece seçkin kılacak, sana rüyâ tâbirini öğretecek ve bundan önce ataların İbrâhim ve İshak üzerine peygamberlik nimetini tamamladığı gibi, senin ve Yâkuboğullarının üzerine de nimetini tamamlayacaktır. Muhakkak ki Rabbin her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yapar. (Yûsuf Sûresi: 6.)
3- De ki: Ey mülkün hakiki sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin. (âl-i İmrân Sûresi: 26.)
İşte şu âyet, Cenâb-ı Hakkın nev-i beşerin hayat-ı içtimâiyesindeki tasarrufâtını şöyle gösteriyor ki: İzzet ve zillet, fakr ve servet doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakkın meşîetine ve irâdesine bağlıdır; demek, "Kesret-i tabakâtın en dağınık tasarrufâtına kadar meşîet ve takdir-i İlâhiye iledir, tesadüf karışamaz." Şu hükmü verdikten sonra, insaniyet hayatında en mühim iş, onun rızkıdır; şu âyet, beşerin rızkını doğrudan doğruya Rezzâk-ı Hakikinin hazîne-i rahmetinden gönderdiğini bir iki mukaddeme ile ispat eder. Şöyle ki:
Der: "Rızkınız, yerin hayatına bağlıdır. Yerin dirilmesi ise, bahara bakar. Bahar ise, şems ve kameri teshîr eden, gece ve gündüzü çeviren Zâtın elindedir. Öyle ise, bir elmayı bir adama hakiki rızık olarak vermek, bütün yeryüzünü bütün meyvelerle dolduran o Zât verebilir; ve O ona hakiki Rezzâk olur." Sonra da, -1- der. Bu cümlede, o tafsilâtlı fiilleri icmâl ve ispat eder. Yani, "Size hesabsız rızık veren Odur ki, bu fiilleri yapar."
Dördüncü Nükte-i Belâgat: Kur'ân, kâh olur mahlûkat-ı İlâhiyeyi bir tertiple zikreder, sonra o mahlûkat içinde bir nizam, bir mîzan olduğunu ve onun semereleri olduğunu göstermekle güyâ bir şeffâfiyet, bir parlaklık veriyor ki, sonra o ayna-misâl tertibinden, cilvesi bulunan esmâ-i İlâhiyeyi gösteriyor. Güyâ o mahlûkat-ı mezkûre, elfâzdır; şu esmâ, onun mânâları, yahut o meyvelerin çekirdekleri, yahut hulâsalarıdırlar. Meselâ,
-2-
İşte, Kur'ân, hilkat-i insanın o acîb, garip, bedî, muntazam, mevzun etvârını öyle ayna-misâl bir tarzda zikredip tertip ediyor ki, -3- içinde kendi kendine görünüyor ve kendini dedirttiriyor. Hattâ, vahyin bir kâtibi şu âyeti yazarken, daha şu kelime gelmezden evvel, şu kelimeyi söylemiştir. "Acaba bana da mı vahiy gelmiş?" zannında bulunmuş. Halbuki, evvelki kelâmın kemâl-i nizam ve şeffâfiyetidir ve insicâmıdır ki, o kelâm gelmeden kendini göstermiştir.
1- Dilediğini de hesapsız şekilde rızıklandırırsın. (Âl-i İmrân Sûresi: 27.)
2- And olsun ki Biz insanı çamurun özünden yarattık. � Sonra onu sağlam ve korunmuş olan anne rahmine bir damla su olarak yerleştirdik. � Sonra o su damlasını pıhtılaşmış bir kan olarak yarattık. O pıhtılaşmış kanı bir parça et olarak yarattık. O et parçasını kemikler olarak yarattık. Kemiklere de et giydirdik. Sonra da onu bambaşka bir yaratılışla inşâ ettik. Yaratıcılık mertebelerinin en güzelinde olan Allah'ın şânı ne yücedir! (Mü'minûn Sûresi: 12-14.)
3- Yaratıcılık mertebelerinin en güzelinde olan Allah'ın şânı ne yücedir! (Mü'minûn Sûresi: 14.)
Hem meselâ,
-1-
İşte, Kur'ân, şu âyette azamet-i kudret-i İlâhiye ve saltanat-ı rubûbiyeti öyle bir tarzda gösteriyor ki, güneş, ay, yıldızlar emirber neferleri gibi emrine müheyyâ. Gece ve gündüzü, beyaz ve siyah iki hat gibi veya iki şerit gibi birbiri arkasında döndürüp, âyât-ı rubûbiyetini kâinat sayfalarında yazan ve Arş-ı Rubûbiyetinde duran bir Kadîr-i Zülcelâli gösterdiğinden, her ruh işitse, "Barekallah, Maşaallah, Tebarekallah, Rabbülalemin" demeye hâhişger olur. Demek, "Tebarekallah, Rabbülalemin" sâbıkın hulâsası, çekirdeği meyvesi ve âb-ı hayatı hükmüne geçer.
Beşinci meziyet-i cezâlet: Kur'ân, bâzan tegayyüre mâruz ve muhtelif keyfiyâta medâr maddî cüz'iyâtı zikreder. Onları hakâik-ı sabite sûretine çevirmek için sabit, nurânî, küllî esmâ ile icmâl eder, bağlar; veyahut, tefekküre ve ibrete teşvik eder bir fezleke ile hâtime verir.
Birinci mânânın misâllerinden, meselâ,
-2-
1- Şüphesiz ki sizin Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da Arş üzerinde hükmünü icrâ eden Allah'tır. O, gündüzü, peşi sıra kovalayan gece ile örter. O, güneşi, ayı ve yıldızları da emrine boyun eğmiş olarak yarattı. İyi bilin ki, yaratmak da Ona âittir, yaratıklarının tedbîr ve idaresi de. âlemlerin Rabbi olan Allah'ın şânı ne yücedir! (A'râf Sûresi: 54.)
2- Ve Âdem'e bütün isimleri öğrettikten sonra eşyayı meleklere gösterdi. "Eğer halîfeliğe daha lâyık olduğunuz iddiâsında doğru iseniz, bunların isimlerini Bana söyleyin" buyurdu. � Melekler, "Seni her türlü noksandan tenzih ederiz," dediler. "Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın." (Bakara Sûresi: 31-32.)
İşte şu âyet, evvelâ "Hazret-i Âdem'in hilâfet meselesinde melâikelere rüçhâniyetine medâr ilmi olduğu" olan bir hâdise-i cüz'iyeyi zikreder. Sonra, o hâdisede melâikelerin Hazret-i Adem'e karşı ilim noktasında hâdise-i mağlûbiyetlerini zikreder. Sonra bu iki hâdiseyi iki ism-i küllî ile icmâl ediyor-yani -1-. Yani, "Alîm ve Hakîm Sen olduğun için Âdem'i tâlim ettin; bize gâlip oldu. Hakîm olduğun için, bize istidadımıza göre veriyorsun, onun istidadına göre rüçhâniyet veriyorsun.
İkinci mânânın misâllerinden, meselâ
-2-
ilâ âhir. -3-
İşte şu âyetler, Cenâb-ı Hakkın, koyun, keçi, inek, deve gibi mahlûklarını insanlara hâlis, sâfî, leziz bir süt çeşmesi; üzüm ve hurma gibi masnu'ları da insanlara latîf, leziz, tatlı birer nimet tablaları ve kazanları; ve arı gibi küçük mu'cizât-ı kudretini şifâlı ve tatlı güzel bir şerbetçi yaptığını âyet şöylece gösterdikten sonra tefekküre, ibrete başka şeyleri de kıyas etmeye teşvik için -4- der, hâtime verir.
Altıncı Nükte-i Belâgat: Kâh oluyor ki âyet, geniş bir kesrete ahkâm-ı Rubûbiyeti serer, sonra birlik ciheti hükmünde bir râbıta-i vahdet ile birleştirir veyahut bir kaide-i külliye içinde yerleştirir. Meselâ,
1- Sen her şeyi hakkıyla bilen, her işi hikmetle yapansın. (Bakara Sûresi: 32.)
2- Ehlî hayvanlarda da sizin için birer ibret vardır. Onların karınlarında, kan ile fışkı arasından çıkan ve içenlerin boğazından kolayca geçen hâlis bir sütle sizi besleriz. (Nahl Sûresi: 66.)
3- Onda insanlar için şifâ bulunur. Düşünen bir topluluk için şüphesiz bunda bir delil vardır. (Nahl Sûresi: 69.)
4- Düşünen bir topluluk için şüphesiz bunda bir delil vardır. (Nahl Sûresi: 69.)
5- Onun hâkimiyet ve saltanatı gökleri ve yeri kuşatmıştır. Gökleri ve yeri tasarrufu altında tutmak Onun kudretine ağır gelmez. En yüce ve en büyük olan da ancak Odur. (Bakara Sûresi: 255.)
İşte, Ayete'l-Kürsîde on cümle ile on tabaka-i tevhidi ayrı ayrı renklerde ispat etmekle beraber, -1- cümlesiyle gayet keskin bir şiddetle şirki ve gayrın müdâhalesini keser, atar. Hem, şu âyet, İsm-i Âzamın mazharı olduğundan hakâik-ı İlâhiyeye âit mânâları âzamî derecededir ki, âzamiyet derecesinde bir tasarruf-u rubûbiyeti gösteriyor. Hem, umum semâvât ve arza birden müteveccih tedbîr-i ulûhiyeti en âzamî bir derecede umuma şâmil bir hafîziyeti zikrettikten sonra, bir râbıta-i Vahdet ve birlik ciheti, o âzamî tecelliyâtlarının menba'larını -2- ile hulâsa eder.
Hem meselâ,
-3-
İşte şu âyetler, evvelâ Cenâb-ı Hakkın insana karşı şu koca kâinatı nasıl bir saray hükmünde halk edip, semâdan zemine âb-ı hayatı gönderip, insanlara rızkı yetiştirmek için zemini ve semâyı iki hizmetkâr ettiği gibi, zeminin sâir aktârında bulunan herbir nevi meyvelerinden, herbir adama istifade imkânı vermek, hem insanlara semere-i sa'ylerini mübâdele edip, her nevi medâr-ı maîşetini temin etmek için gemiyi insana musahhar etmiştir. Yani, denize, rüzgâra, ağaca öyle bir vaziyet vermiş ki, rüzgâr bir kamçı, gemi bir at, deniz onun ayağı altında bir çöl gibi durur. İnsanları gemi vâsıtasıyla bütün zemine münâsebettar etmekle beraber ırmakları, büyük nehirleri, insanın fıtrî birer vesâit-i nakliyesi hükmünde teshîr, hem güneş ile ayı seyrettirip mevsimleri ve mevsimlerde değişen Mün'im-i Hakikînin renk renk nimetlerini insanlara takdim etmek için iki musahhar hizmetkâr ve o büyük dolabı çevirmek için iki dümenci hükmünde halk etmiş. Hem, gece ve gündüzü insana musahhar yani, hâb-ı rahatına geceyi örtü, gündüzü maîşetlerine ticaretgâh hükmünde teshîr etmiştir.
1- Onun katında, Onun izni olmaksızın kim şefaat edebilir? (Bakara Sûresi: 255.)
2- En yüce ve en büyük olan da ancak Odur. (Bakara Sûresi: 255.)
3- O Allah ki, gökleri ve yeri yarattı, gökten de bir su indirdi ki, onunla sizin için rızık olarak meyvelerden bitirdi. Onun emriyle denizde seyretsinler diye gemileri sizin hizmetinize verdi. Nehirleri de yine sizin hizmetinize verdi. Nehirleri de yine sizin hizmetinize verdi. � Birbiri ardınca dönüp duran güneşi ve ayı da sizin hizmetinize verdi. Geceyi ve gündüzü de sizin hizmetinize verdi. � O, sözünüz ve halinizle istediğiniz her şeyden size verdi. Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız saymakla bitiremezsiniz. (İbrâhim Sûresi: 32-34.)
İşte bu niâm-ı İlâhiyeyi tâdâd ettikten sonra, insana verilen nimetlerin ne kadar geniş bir dairesi olduğunu gösterip, o dairede de ne derece hadsiz nimetler dolu olduğunu şu,
fezleke ile gösterir. Yani, istidad ve ihtiyac-ı fıtrî lisâniyle insan ne istemişse, bütün verilmiş. İnsana olan nimet-i İlâhiye, tâdâd ile bitmez tükenmez. Evet, insanın mâdem bir sofra-i nimeti semâvât ve arz ise ve o sofradaki nimetlerden bir kısmı şems, kamer, gece, gündüz gibi şeyler ise, elbette insana müteveccih olan nimetler had ve hesâba gelmez.
Yedinci sırr-ı belâgat: Kâh oluyor ki âyet, zâhirî sebebi icadın kabiliyetinden azletmek ve uzak göstermek için, müsebbebin gâyelerini, semerelerini gösteriyor. Tâ anlaşılsın ki, sebep yalnız zâhirî bir perdedir. Çünkü, gayet hakîmâne gâyeleri ve mühim semereleri irâde etmek, gayet Alîm, Hakîm birinin işi olmak lâzımdır; sebebi ise, şuursuz, câmiddir. Hem, semere ve gâyetini zikretmekle, âyet gösteriyor ki, sebepler çendan nazar-ı zâhirîde ve vücudda müsebbebât ile muttasıl ve bitişik görünür. Fakat, hakikatte mâbeynlerinde uzak bir mesafe var. Sebepten müsebbebin icadına kadar o derece uzaklık var ki, en büyük bir sebebin eli, en ednâ bir müsebbebin icadına yetişemez. İşte sebep ve müsebbeb ortasındaki uzun mesafede esmâ-i İlâhiye birer yıldız gibi tulû eder. Matlaları, o mesafe-i mâneviyedir. Nasıl ki zâhir nazarda dağların daire-i ufkunda semânın etekleri muttasıl ve mukârin görünür. Halbuki, daire-i ufk-u cibâlîden semânın eteğine kadar umum yıldızların matlaları ve başka şeylerin meskenleri olan bir mesafe-i azîme bulunduğu gibi; esbâb ile müsebbebât mâbeyninde, öyle bir mesafe-i mâneviye var ki, imânın dürbünüyle, Kur'ân'ın nuruyla görünür.
Meselâ,
-2-
1- O, sözünüz ve halinizle istediğiniz her şeyden size verdi. Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız saymakla bitiremezsiniz. (İbrâhim Sûresi: 34.)
2- İnsan, yediklerine bir baksın. � Biz suyu bol bol indirdik. � Toprağı yardıkça yardık. � Ondan dâneler � Üzümler ve sebzeler, � zeytinlikler ve hurmalıklar, � bol ağaçlı bahçeler, � çeşit çeşit meyveler ve otlar bitirdik. � Size ve hayvanlarınıza rızık olsun diye. (Abese Sûresi: 24-32.)
İşte şu âyet-i kerîme, mu'cizât-ı kudret-i İlâhiyeyi bir tertib-i hikmetle zikrederek, esbâbı müsebbebâta rabt edip en âhirde, -1- lâfzıyla bir gâyeyi gösterir ki, o gâye, bütün o müteselsil esbâb ve müsebbebât içinde o gâyeyi gören ve tâkip eden gizli bir mutasarrıf bulunduğunu ve o esbâb Onun perdesi olduğunu ispat eder.
Evet, -2- tâbiriyle bütün esbâbı icad kabiliyetinden azl eder. Mânen der: "Size ve hayvanâtınıza rızkı yetiştirmek için su semâdan geliyor. O suda, size ve hayvanâtınıza acıyıp, şefkat edip rızık yetiştirmek kabiliyeti olmadığından, su gelmiyor, gönderiliyor demektir. Hem toprak nebâtâtıyla açılıp, rızkınız oradan geliyor. Hissiz, şuursuz toprak sizin rızkınızı düşünüp şefkat etmek kabiliyetinden pek uzak olduğundan, toprak kendi kendine açılmıyor; Birisi o kapıyı açıyor, nimetleri ellerinize veriyor. Hem otlar, ağaçlar sizin rızkınızı düşünüp merhameten size meyveleri, hubûbâtı yetiştirmekten pekçok uzak olduğundan, âyet gösteriyor ki, onlar bir Hakîm-i Rahîmin perde arkasından uzattığı ipler ve şeritlerdir ki, nimetlerini onlara takmış, zîhayatlara uzatıyor. İşte şu beyânâttan Rahîm, Rezzâk, Mün'im, Kerîm gibi çok esmânın matlaları görünüyor.
Hem meselâ,
-3-
1- Size rızık olsun diye. (Abese Sûresi: 32.)
2- Size ve hayvanlarınıza rızık olsun diye. (Abese Sûresi: 32.)
3- Görmedin mi ki Allah bulutları dilediği yere sevk eder, sonra onları birleştirir ve üst üste yığar. Sonra da onun arasından yağmur tanelerinin süzüldüğünü görürsün. Gökteki dağ gibi bulutlardan Allah dolu taneleri indirir ki, onu dilediğine isabet ettirir, dilediğinden de onu uzak tutar. Şimşeğin parıltısı ise neredeyse gözleri alıverir. � Allah geceyi ve gündüzü birbirine çevirir. Şüphesiz ki bunda gören gözler için bir ibret vardır. � Allah, hareket eden her canlıyı bir çeşit sudan yaratmıştır. Onlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayak üstünde yürür, kimi dört ayak üstünde yürür. Allah dilediğini dilediği şekilde yaratır. Allah'ın kudreti muhakkak ki herşeye yeter. (Nur Sûresi: 43-45.)
İşte, şu âyet, mu'cizât-ı rubûbiyetin en mühimlerinden ve hazîne-i rahmetin en acîb perdesi olan bulutların teşkilâtında yağmur yağdırmaktaki tasarrufât-ı acîbeyi beyân ederken, güyâ bulutun eczâları cevv-i havada dağılıp saklandığı vakit, istirahate giden neferât misillü, bir boru sesiyle toplandığı gibi, emr-i İlâhî ile toplanır, bulut teşkil eder. Sonra, küçük küçük tâifeler bir ordu teşkil eder gibi, o parça parça bulutları telif edip, kıyâmette seyyar dağlar cesâmet ve şeklinde ve rutûbet ve beyazlık cihetinde kar ve dolu keyfiyetinde olan o sehâb parçalarından, âb-ı hayatı bütün zîhayata gönderiyor. Fakat, o göndermekte bir irâde, bir kasd görünüyor. Hâcâta göre geliyor; demek gönderiliyor. Cevv berrak, sâfî, hiçbir şey yokken, bir mahşer-i acâib gibi, dağvârî parçalar kendi kendine toplanmıyor; belki, zîhayatı tanıyan Birisidir ki, gönderiyor. İşte şu mesafe-i mâneviyede Kadîr, Alîm, Mutasarrıf, Müdebbir, Mürebbî, Muğîs, Muhyî gibi esmâların matlaları görünüyor.
Sekizinci meziyet-i cezâlet: Kur'ân kâh oluyor ki Cenâb-ı Hakkın âhirette hârika ef'âllerini kalbe kabul ettirmek için ihzâriye hükmünde ve zihni tasdike müheyyâ etmek için, bir idâdiye sûretinde, dünyadaki acâib ef'âlini zikreder; veyahut istikbâlî ve uhrevî olan ef'âl-i acîbe-i İlâhiyeyi öyle bir sûrette zikreder ki, meşhudumuz olan çok nazîreleriyle onlara kanaatimiz gelir.
Meselâ,
-1-tâ sûrenin âhirine kadar.
İşte şu bahiste, haşir meselesinde, Kur'ân-ı Hakîm, haşri ispat için yedi sekiz sûrette muhtelif bir tarzda ispat ediyor.
Evvelâ neş'e-i ûlâyı nazara verir, der ki: "Nutfeden alakaya, alakadan mudgaya, mudgadan tâ hilkat-i insaniyeye kadar olan neş'etinizi görüyorsunuz; nasıl oluyor ki, neş'e-i uhrâyı inkâr ediyorsunuz. O, onun misli, belki daha ehvenidir."
Hem, Cenâb-ı Hak insana karşı ettiği ihsanât-ı azîmeyi -2- kelimesiyle işaret edip, der: "Size böyle nimet eden Zât, sizi başıboş bırakmaz ki, kabre girip kalkmamak üzere yatasınız."
Hem, remzen der: "Ölmüş ağaçların dirilip yeşillenmesini görüyorsunuz. Odun gibi kemiklerin hayat bulmasını kıyas edemeyip, istib'âd ediyorsunuz. Hem, semâvât ve arzı halk eden, semâvât ve arzın meyvesi olan insanın hayat ve memâtından âciz kalır mı? Koca ağacı idare eden, o ağacın meyvesine ehemmiyet vermeyip başkasına mâl eder mi? Bütün ağacın neticesini terk etmekle, bütün eczâsıyla hikmetle yoğrulmuş hilkat şeceresini abes ve beyhûde yapar mı zannedersiniz?"
1- Görmedi mi o insan? Biz onu bir damla sudan yarattık da, sonra o Bize apaçık bir düşman kesiliverdi. (Yâsin Sûresi: 77.)
2- Odur ki, yem yeşil ağaçtan size ateş çıkarır. (Yâsin Sûresi: 80.)
Der: "Haşirde sizi ihyâ edecek Zât, öyle bir Zâttır ki, bütün kâinat Ona emirber nefer hükmündedir. Emr-i -1-'e karşı kemâl-i inkıyad ile serfürû eder. Bir baharı halk etmek, bir çiçek kadar Ona ehven gelir. Bütün hayvanâtı icad etmek, bir sinek icadı kadar kudretine kolay gelir bir Zâttır. Öyle bir Zâta karşı, -2- deyip, kudretine karşı tâciz ile meydan okunmaz."
Sonra, -3- tâbiriyle, "Herşeyin dizgini elinde, herşeyin anahtarı yanında, gece ve gündüzü, kış ve yazı bir kitap sayfaları gibi kolayca çevirir, dünya ve âhireti iki menzil gibi bunu kapar onu açar bir Kadîr-i Zülcelâldir."
Mâdem böyledir, bütün delâilin neticesi olarak, -4- yani, "Kabirden sizi ihyâ edip, haşre getirip, huzur-u kibriyâsında hesâbınızı görecektir."
İşte şu âyetler, haşrin kabulüne zihni müheyyâ etti, kalbi de hazır etti. Çünkü, nazâirini, dünyevî ef'âl ile de gösterdi.
Hem kâh oluyor ki, ef'âl-i uhreviyesini öyle bir tarzda zikreder ki, dünyevî nazâirlerini ihsâs etsin; tâ istib'âd ve inkâra meydan kalmasın. Meselâ, -5- (ilâ âhir) ve -6- (ilâ âhir) ve -7-
İşte, şu sûrelerde Kıyâmet ve haşirdeki inkılâbât-ı azîmeyi ve tasarrufât-ı Rubûbiyeti öyle bir tarzda zikreder ki, insan onların nazîrelerini dünyada, meselâ güzde, baharda gördüğü için, kalbe dehşet verip akla sığmayan o inkılâbâtı kolayca kabul eder. Şu üç sûrenin meâl-i icmâlîsine işaret dahi pek uzun olur. Onun için, birtek kelimeyi numûne olarak göstereceğiz.
Meselâ, -8- kelimesi ifade eder ki, haşirde herkesin bütün a'mâli bir sayfa içinde yazılı olarak neşrediliyor. Şu mesele kendi kendine çok acâib olduğundan, akıl ona yol bulamaz. Fakat, sûrenin işaret ettiği gibi, haşr-i baharîde başka noktaların nazîresi olduğu gibi, şu neşr-i suhuf nazîresi pek zâhirdir.
1- "Ol!" der; oluverir. (Yâsin Sûresi: 82.)
2- Kemikleri kim diriltecek? (Yâsin Sûresi: 78.)
3- Şânı ne yücedir Onun ki, her şeyin hüküm ve tasarrufu elindedir. (Yâsin Sûresi: 83.)
4- Ve siz de Ona döndürüleceksiniz. (Yâsin Sûresi: 83.)
5- Güneş dürülüp toplandığında. (Tekvir Sûresi: 1.)
6- Gök yarıldığı zaman. (İnfitar Sûresi: 1.)
7- Gök yarıldığında. (İnşikak Sûresi: 1.)
8- Amel defterleri açıldığında. (Tekvir Sûresi: 10.)
Çünkü, her meyvedar ağacın, ya çiçekli bir otun da amelleri var, fiilleri var, vazifeleri var, esmâ-i İlâhiyeyi ne şekilde göstererek tesbihât etmiş ise ubûdiyetleri var. İşte onun, bütün bu amelleri tarih-i hayatlarıyla beraber umum çekirdeklerinde, tohumcuklarında yazılıp başka bir baharda, başka bir zeminde çıkar. Gösterdiği şekil ve sûret lisâniyle, gayet fasîh bir sûrette, analarının ve asıllarının a'mâlini zikrettiği gibi, dal, budak, yaprak, çiçek ve meyveleriyle, sahife-i a'mâlini eşreder. İşte, gözümüzün önünde bu hakîmâne, hafîzâne, müdebbirâne mürebbiyâne, latîfâne şu işi yapan Odur ki, der:
Başka noktaları buna kıyas eyle, kuvvetin varsa istinbât et. Sana yardım için bunu da söyleyeceğiz. İşte, , şu kelâm, tekvir lâfzıyla, yani "sarmak ve toplamak" mânâsıyla parlak bir temsile işaret ettiği gibi, nazîrini dahi îmâ eder.
Birinci: Evet, Cenâb-ı Hak tarafından adem ve esîr ve semâ perdelerini açıp, güneş gibi dünyayı ışıklandıran pırlanta-misâl bir lâmbayı, hazîne-i rahmetinden çıkarıp dünyaya gösterdi. Dünya kapandıktan sonra, o pırlantayı perdelerine sarıp kaldıracak.
İkinci: Veya, ziyâ metâını neşretmek ve zeminin kafasına ziyâyı zulmetle münâvebeten sarmakla muvazzaf bir memur olduğunu ve her akşam o memura metâını toplattırıp gizlettiği gibi, kâh olur bir bulut perdesiyle alış verişini az yapar, kâh olur ay onun yüzüne karşı perde olur, muâmelesini bir derece çeker, metâını ve muâmelât defterlerini topladığı gibi, elbette o memur bir vakit o memuriyetten infisâl edecektir. Hattâ hiçbir sebeb-i azl bulunmazsa, şimdilik küçük, fakat büyümeye yüz tutmuş yüzündeki iki leke büyümekle, güneş, yerin başına izn-i İlâhî ile sardığı ziyâyı emr-i Rabbânî ile geriye alıp, güneşin başına sarıp, "Haydi, yerde işin kalmadı," der, "Cehenneme git, sana ibâdet edip senin gibi bir memur-u musahharı sadâkatsizlikle tahkir edenleri yak" der. fermanını, lekeli siyah yüzüyle, yüzünde okur.
Dokuzuncu nükte-i belâgat: Kur'ân-ı Hakîm, kâh olur cüz'î bâzı maksadları zikreder. Sonra o cüz'iyât vâsıtasıyla küllî makamda zihinleri sevk etmek için, o cüz'î maksadı, bir kaide-i külliye hükmünde olan Esmâ-i Hüsnâ ile takrîr ederek tespit eder, tahkik edip ispat eder. Meselâ,
1- Kocası hakkında defalarca sana müracaat eden ve Allah'a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitti. Zâten Allah sizin konuşmalarınızı işitiyordu. Muhakkak ki Allah her şeyi hakkıyla işitir, her şeyi hakkıyla görür. (Mücâdele Sûresi: 1.)
İşte, Kur'ân der: "Cenâb-ı Hak, Semî-i Mutlaktır, herşeyi işitir, hattâ en cüz'î bir mâcera olan ve zevcinden teşekkî eden bir zevcenin sana karşı mücâdelesini Hak ismiyle işitir. Hem rahmetin en latîf cilvesine mazhar ve şefkatin en fedâkâr bir hakikatine mâden olan bir kadının haklı olarak zevcinden dâvâsını ve Cenâb-ı Hakka şekvâsını umûr-u azîme sûretinde Rahîm ismiyle ehemmiyetle işitir ve Hak ismiyle ciddiyetle bakar."
İşte, bu cüz'î maksadı küllîleştirmek için, mahlûkatın en cüz'î bir hâdisesini işiten, gören kâinatın daire-i imkânîsinden hariç bir zât, elbette herşeyi işitir, herşeyi görür bir Zât olmak lâzım gelir. Ve kâinata Rab olan, kâinat içinde mazlum küçük mahlûkların dertlerini görmek, feryadlarını işitmek gerektir. Dertlerini görmeyen, feryadlarını işitmeyen, Rab olamaz. Öyle ise, -1- cümlesiyle iki hakikat-i azîmeyi tespit eder.
Hem meselâ,
-2-
İşte Kur'ân, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mi'racının mebdei olan Mescid-i Haramdan, Mescid-i Aksâya olan seyerânını zikrettikten sonra, -3- der. -4-'deki zamir, ya Cenâb-ı Hakkadır veyahut Peygamberedir.
Peygambere göre olsa, şöyle oluyor ki: "Bu seyahat-i cüz'îde, bir seyr-i umumi, bir urûc-u küllî var ki, tâ Sidretü'l-Müntehâya, tâ Kâb-ı Kavseyne kadar, merâtib-i külliye-i esmâiyede gözüne, kulağına tezâhür eden âyât-ı Rabbâniyeyi ve acâib-i san'at-ı İlâhiyeyi işitmiş, görmüştür" der. O küçük, cüz'î seyahati, küllî ve mahşer-i acâib bir seyahatin anahtarı hükmünde gösteriyor.
Eğer zamir, Cenâb-ı Hakka râcî olsa, şöyle oluyor ki: "Bir abdini, bir seyahatte huzuruna dâvet edip bir vazife ile tavzif etmek için, Mescid-i Haramdan mecmâ-ı enbiyâ olan Mescid-i Aksâya gönderip, enbiyâlarla görüştürüp, bütün enbiyâların usûl-ü dinlerine vâris-i mutlak olduğunu gösterdikten sonra, tâ Kâb-ı Kavseyne kadar mülk ü melekûtunda gezdirdi."
İşte, çendan o zât bir abddir, bir mi'rac-ı cüz'îde seyahat eder; fakat, bu abdde bütün kâinata taallûk eden bir emânet beraberdir, hem şu kâinatın rengini değiştirecek bir nur beraberdir. Hem, saadet-i ebediyenin kapısını açacak bir anahtar beraber olduğu için, Cenâb-ı Hak kendi zâtını, bütün eşyayı işitir ve görür sıfatıyla tavsif eder; tâ, o emânet, o nur, o anahtarın cihanşümûl hikmetlerini göstersin.
1- Muhakkak ki Allah her şeyi hakkıyla işitir, her şeyi hakkıyla görür. (Mücâdele Sûresi: 1.)
2- Âyetlerimizden bir kısmını ona göstermek için kulunu bir gece Mescid-i Haramdan alıp, çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâya seyahat ettiren Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Şüphesiz ki O her şeyi hakkıyla işiten, her şeyi hakkıyla görendir. (İsrâ Sûresi: 1.)
3- Şüphesiz ki O her şeyi hakkıyla işiten, her şeyi hakkıyla görendir. (İsrâ Sûresi: 1.)
4- Şüphesiz O. (İsrâ Sûresi: 1.)
Hem meselâ,
-1-
İşte, şu sûrede, "Semâvât ve arzın Fâtır-ı Zülcelâli, semâvât ve arzı öyle bir tarzda tezyin edip âsâr-ı kemâlini göstermekle, hadsiz seyircilerinden Fâtırına hadsiz medh ü senâlar ettiriyor; ve öyle de hadsiz nimetlerle süslendirmiş ki, semâ ve zemin, bütün nimetlerin ve nimetdîdelerin lisânlarıyla, o Fâtır-ı Rahmânına nihayetsiz hamd ve sitâyiş ederler" dedikten sonra, yerin şehirleri ve memleketleri içinde Fâtırın verdiği cihazât ve kanatlarıyla seyr ü seyahat eden insanlarla, hayvanât ve tuyûr gibi, semâvî saraylar olan yıldızlar ve ulvî memleketleri olan burçlarda gezmek ve tayerân etmek için o memleketin sekeneleri olan meleklerine kanat veren Zât-ı Zülcelâl, elbette herşeye kâdir olmak lâzım gelir. Bir sineğe, bir meyveden bir meyveye; bir serçeye, bir ağaçtan bir ağaca uçmak kanadını veren, Zühreden Müşteriye, Müşteriden Zühale uçacak kanatları O veriyor.
Hem, melâikeler sekene-i zemin gibi cüz'iyete münhasır değiller, bir mekân-ı muayyen onları kaydedemiyor. Bir vakitte dört veya daha ziyâde yıldızlarda bulunduğuna işaret, -2- kelimeleriyle tafsil verir. İşte şu hâdise-i cüz'iye olan "Melâikeleri kanatlarla teçhiz etmek" tâbiriyle gayet küllî ve umumi bir azamet-i kudretin destgâhına işaret ederek, -3- fezlekesiyle tahkik edip, tespit eder.
Onuncu nükte-i belâgat: Kâh oluyor, âyet, insanın isyankârâne amellerini zikreder, şedid bir tehdit ile zecreder. Sonra, şiddet-i tehdit ye'se ve ümitsizliğe atmamak için, rahmetine işaret eden bir kısım esmâ ile hâtime verir; teselli verir.
1- Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet o Allah'a mahsustur ki, gökleri ve yeri yoktan yaratmış, melekleri de ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler kılmıştır. O, yarattıkları için neyi dilerse onu arttırır. Muhakkak ki Allah herşeye hakkıyla kâdirdir. (Fâtır Sûresi: 1.)
2- İkişer, üçer, dörder. (Fâtır Sûresi: 1.)
3- Muhakkak ki Allah herşeye kâdirdir. (Fâtır Sûresi: 1.)
Meselâ,
-1-
İşte şu âyet der ki: "De: 'Eğer dediğiniz gibi mülkünde şeriki olsaydı, elbette Arş-ı Rubûbiyetine el uzatıp müdâhale eseri görünecek bir derecede bir intizamsızlık olacaktı. Halbuki, yedi tabaka semâvâttan tâ hurdebînî zîhayatlara kadar herbir mahlûk, küllî olsun cüz'î olsun, küçük olsun büyük olsun, mazhar olduğu bütün isimlerin cilve ve nakışları dilleriyle o Esmâ-i Hüsnânın müsemmâ-i Zülcelâlini tesbih edip, şerik ve nazîrden tenzih ediyorlar.'
Evet, nasıl ki semâ güneşler, yıldızlar denilen nurefşan kelimâtıyla, hikmet ve intizamıyla Onu takdîs ediyor, vahdetine şehâdet ediyor; ve cevv-i hava dahi, bulutların sesiyle, berk ve ra'd ve katrelerin kelimâtıyla Onu tesbih ve takdîs ve vahdâniyetine şehâdet eder; öyle de, zemin, hayvanât ve nebâtât ve mevcudât denilen hayattar kelimâtıyla Hâlık-ı Zülcelâlini tesbih ve tevhid etmekle beraber; herbir ağacı, yaprak ve çiçek ve meyvelerin kelimâtıyla, yine tesbih edip birliğine şehâdet eder. Öyle de, en küçük mahlûk, en cüz'î bir masnu', küçüklüğü ve cüz'iyetiyle beraber, taşıdığı nakışlar ve keyfiyetler işaretiyle pekçok esmâ-i külliyeyi göstermek ile, Müsemmâ-i Zülcelâli tesbih edip vahdâniyetine şehâdet eder.
İşte, bütün kâinat birden, bir lisân ile, müttefikan Hâlık-ı Zülcelâlini tesbih edip vahdâniyetine şehâdet ederek, kendilerine göre muvazzaf oldukları vazife-i ubûdiyeti kemâl-i itaatle yerine getirdikleri halde, şu kâinatın hulâsası ve neticesi ve nazdar bir halîfesi ve nâzenin bir meyvesi olan insan, bütün bunların aksine, zıddına olarak, ettikleri küfür ve şirkin ne kadar çirkin düşüp ne derece cezaya şâyeste olduğunu ifade edip bütün bütün ye'se düşürmemek için, hem şunun gibi nihayetsiz bir cinâyete, hadsiz çirkin bir isyana Kahhâr-ı Zülcelâl nasıl meydan verip kâinatı başlarına harab etmediğinin hikmetini göstermek için -2- der. O hâtime ile hikmet-i imhâli gösterip, bir ricâ kapısı açık bırakır.
1- Deki: Eğer onların dedikleri gibi, Allah ile beraber başka ilâhlar da bulunsaydı, Arşın sahibi olan Allah'a üstün gelmek için elbette bir yol ararlardı. � Allah, onların söyledikleri şeylerden pek münezzehtir ve pek büyük bir yücelikle yücedir. � Yedi gökle yer ve onların içindekiler Onu tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki Onu övüp Onu tesbih etmesin; lâkin siz onların tesbihini anlamazsınız. Şüphesiz ki O halîmdir, ceza vermekte acele etmez; gafûrdur, günahları çokça bağışlar. (İsrâ Sûresi: 42-44.)
2- Şüphesiz ki O halîmdir, ceza vermekte acele etmez; gafûrdur, günahları çokça bağışlar. (İsrâ : 44.)
İşte şu on işârât-ı i'câziyeden anla ki, âyetlerin hâtimelerindeki fezlekelerde, çok reşahât-ı hidâyetiyle beraber çok lemeât-ı i'câziye vardır ki, büleğâların en büyük dâhîleri şu bedî üsluplara karşı, kemâl-i hayret ve istihsanlarından, parmağını ısırmış, dudağını dişlemiş, -1- demiş; -2-'ya hakkalyakîn olarak İmân etmişler. Demek bâzı âyette, bütün mezkûr işârâtla beraber, bahsimize girmeyen çok mezâyâ-i âheri de tazammun eder ki, o mezâyânın icmâında öyle bir nakş-ı i'câz görünür ki, kör dahi görebilir.
İkinci Şûlenin Üçüncü Nuru Şudur ki: Kur'ân, başka kelâmlarla kâbil-i kıyas olamaz. Çünkü, kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemâl cihetinden dört menbaı var: Biri mütekellim, biri muhatap, biri maksad, biri makamdır. Ediblerin, yanlış olarak, yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde "Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş?" ise bak. Yalnız söze bakıp durma. Mâdem kelâm, kuvvetini, hüsnünü bu dört menbadan alır; Kur'ân'ın menbaına dikkat edilse, Kur'ân'ın derece-i belâgatı, ulviyet ve hüsnü anlaşılır. Evet, mâdem kelâm, mütekellime bakıyor. Eğer o kelâm emir ve nehiy ise, mütekellimin derecesine göre irâde ve kudreti de tazammun eder. O vakit söz mukâvemetsûz olur, maddî elektrik gibi tesir eder; kelâmın ulviyet ve kuvveti o nisbette tezâyüd eder.
Meselâ, -3- yani "Yâ arz! Vazifen bitti; suyunu yut. Yâ semâ! Hâcet kalmadı; yağmuru kes."
Meselâ,
yani, "Yâ arz, yâ semâ! İster istemez geliniz, hikmet ve kudretime râm olunuz. Ademden çıkıp, vücudda meşhergâh-ı san'atıma geliniz" dedi. Onlar da, "Biz kemâl-i itaatle geliyoruz. Bize gösterdiğin her vazifeyi Senin kuvvetinle göreceğiz." İşte kuvvet ve irâdeyi tazammun eden hakiki ve nâfiz şu emirlerin kuvvet ve ulviyetine bak, sonra insanların,
gibi sûret-i emirde cemâdâta hezeyanvârî muhâveresi hiç o iki emre kâbil-i kıyas olabilir mi? Evet, temennîden neş'et eden arzular ve o arzulardan neş'et eden fuzûliyâne emirler nerede, hakikat-i âmiriyetle muttasıf bir âmirin iş başında hakikat-i emri nerede? Evet, emr-i nâfiz, büyük bir âmirin mutî ve büyük bir ordusuna "Arş!" emri nerede? Ve şöyle bir emir, âdi bir neferden işitilse-iki emir sûreten bir iken mânen bir neferle bir ordu kumandanı kadar farkı var.
1- Bu hiçbir beşerin sözü olamaz.
2- O ancak kendisine vahyolunanı söyler. (Necm Sûresi: 4.)
3- (Hûd Sûresi: 44.)
4- Ona ve Arza "İsteseniz de istemeseniz de, ikiniz birden emrime uyun" buyurdu. Onlar da "İsteyerek uyduk" dediler. (Fussilet Sûresi: 11.)
5- Ey yer, yerinde dur. Ey gök, parçalan. Ey Kıyâmet, kop.
Meselâ,
Hem meselâ,
Şu iki âyette iki emrin kuvvet ve ulviyetine bak, sonra beşerin emirler nevindeki kelâmına bak. Acaba yıldız böceğinin güneşe nisbeti gibi kalmıyorlar mı? Evet, hakiki bir mâlikin iş başındaki bir tasviri ve hakiki bir san'atkârın işlediği vakit san'atına dâir verdiği beyânâtı ve hakiki bir mün'imin ihsan başında iken beyân ettiği ihsanâtı, yani, kavl ile fiili birleştirmek, kendi fiilini hem göze, hem kulağa tasvir etmek için şöyle dese: "Bakınız, işte bunu yaptım. Böyle yapıyorum. İşte bunu bunun için yaptım. Bu böyle olacak. Bunun için işte bunu böyle yapıyorum."
Meselâ,
-3-
Kur'ân'ın semâsında şu sûrenin burcunda parlayan yıldız-misâl Cennet meyveleri gibi şu tasvirâtı, şu ef'âlleri içindeki intizam-ı belâgatla çok tabaka delâilini zikredip, neticesi olan haşri -4- tâbiri ile ispat edip, sûrenin başında haşri inkâr edenleri ilzam etmek nerede; insanların, fuzûliyâne, onlarla teması az olan ef'âlden bahisleri nerede? Taklid sûretinde çiçek resimleri, hakiki, hayattar çiçeklere nisbeti derecesinde olamaz!
1- Bir şeyin olmasını murad ettiği zaman, Onun işi sadece "Ol" demektir; o da oluverir. (Yâsin Sûresi: 82.)
2- Meleklere "Âdem'e secde edin" dediğimizde .. (Bakara Sûresi: 34.)
3- Üstlerindeki göğe bakmazlar mı, onu nasıl binâ edip süsledik ki, hiçbir gediği yoktur. � Yeryüzünü döşedik, onda sabit dağlar yarattık, onda her güzel çiftten bitkiler yeşerttik. � Hakka yönelen her bir kul için bunlar görüp ibret alınacak delillerdir. Gökten de bereketli bir su indirdik ve kullar için rızık olsun diye onunla bağları, daneli ekinleri, salkımları üst üste binmiş yüksek hurma ağaçlarını bitirdik. O suyla ölü bir beldeye can verdik. İşte kabrinizden çıkışınız da böyle olacaktır. (Kaf Sûresi: 6-11.)
4- İşte kabrinizden çıkışınız da böyle olacaktır. (Kaf Sûresi: 6-11.)
Şu 'dan, tâ 'a kadar güzelce meâli söylemek çok uzun gider. Yalnız bir işaret edip geçeceğiz. Şöyle ki:
Sûrenin başında, küffar, haşri inkâr ettiklerinden, Kur'ân onları haşrin kabulüne mecbur etmek için şöylece bast-ı mukaddemât eder, der: "Âyâ, üstünüzdeki semâya bakmıyor musunuz ki, Biz ne keyfiyette, ne kadar muntazam, muhteşem bir sûrette binâ etmişiz. Hem görmüyor musunuz ki, nasıl yıldızlarla, ay ve güneş ile tezyin etmişiz, hiçbir kusur ve noksaniyet bırakmamışız. Hem görmüyor musunuz ki, zemini size ne keyfiyette sermişiz, ne kadar hikmetle tefriş etmişiz. O yerde dağları tespit etmişiz, denizin istilâsından muhâfaza etmişiz. Hem görmüyor musunuz, o yerde ne kadar güzel, rengârenk herbir cinsten çift hadrevâtı, nebâtâtı halk ettik, yerin her tarafını o güzellerle güzelleştirdik. Hem görmüyor musunuz, ne keyfiyette semâ cânibinden bereketli bir suyu gönderiyoruz. O su ile bağ ve bostanları, hubûbâtı, yüksek leziz meyveli hurma gibi ağaçları halk edip, ibâdıma rızkı onunla gönderiyorum, yetiştiriyorum. Hem görmüyor musunuz, o su ile ölmüş memleketi ihyâ ediyorum, binler dünyevî haşirleri icad ediyorum. Nasıl bu nebâtâtı kudretimle bu ölmüş memleketten çıkarıyorum; sizin haşirdeki hurûcunuz da böyledir. Kıyâmette arz ölüp, siz sağ olarak çıkacaksınız."
İşte şu âyetin ispat-ı haşirde gösterdiği cezâlet-i beyâniye-ki binden birisine ancak işaret edebildik-nerede, insanların bir dâvâ için serd ettikleri kelimât nerede?
Şu risâlenin başında, şimdiye kadar tahkik nânıma bîtarafâne muhâkeme sûretinde, Kur'ân'ın i'câzını muannid bir hasma kabul ettirmek için, Kur'ân'ın çok hukukunu gizli bıraktık. O güneşi, mumlar sırasına getirip muvâzene ediyorduk. Şimdi tahkik, vazifesini ifâ edip, parlak bir sûrette i'câzını ispat etti. Şimdi ise, tahkik nâmına değil, hakikat nâmına, bir iki söz ile, Kur'ân'ın muvâzeneye gelmez hakiki makamına işaret edeceğiz:
Evet, sâir kelâmların Kur'ân'ın âyâtına nisbeti, şişelerdeki görünen yıldızların küçücük akisleriyle yıldızların aynına nisbeti gibidir.
Evet, herbiri birer hakikat-i sâbiteyi tasvir eden, gösteren Kur'ân'ın kelimâtı nerede; beşerin, fikri ve duygularının aynacıklarında, kelimâtıyla tersîm ettikleri mânâlar nerede?
Evet, envar-ı hidâyeti ilham eden ve şems ve kamerin Hâlık-ı Zülcelâlinin kelâmı olan Kur'ân'ın melâike-misâl zîhayat kelimâtı nerede; beşerin, hevesâtını uyandırmak için, sehhâr nefisleriyle, müzevver incelikleriyle ısırıcı kelimâtı nerede?
Evet, ısırıcı haşerât ve böceklerin mübârek melâike ve nurânî ruhânîlere nisbeti ne ise, beşerin kelimâtı Kur'ân'ın kelimâtına nisbeti odur.
Şu hakikatleri Yirmi Beşinci Söz ile beraber, geçen yirmi dört adet Sözler ispat etmiştir. Şu dâvâmız mücerred değil; bürhanı, geçmiş neticedir.
Evet, herbiri cevâhir-i hidâyetin birer sadefi ve hakâik-ı imâniyenin birer menbaı ve esâsât-ı İslâmiyenin birer mâdeni ve doğrudan doğruya Arşü'r-Rahmândan gelen ve kâinatın fevkınde ve haricinde, insana bakıp inen ve ilim ve kudret ve irâdeyi tazammun eden ve hitâb-ı ezelî olan elfâz-ı Kur'âniye nerede; insanın hevâî hevâperestâne, vâhî hevesperverâne elfâzı nerede?
Evet, Kur'ân bir şecere-i Tûbâ hükmüne geçip, şu âlem-i İslâmiyeyi bütün mâneviyâtıyla, şeâir ve kemâlâtıyla, desâtir ve ahkâmıyla yapraklar sûretinde neşredip, asfiyâ ve evliyâsını birer çiçek hükmünde o ağacın âb-ı hayatıyla taze, güzel gösterip, bütün kemâlât ve hakâik-ı kevniye ve İlâhiyeyi semere verip, meyvelerindeki çok çekirdekleri amelî birer düstur, birer program hükmüne geçip, yine meyvedar ağaç hükmünde müteselsil hakâikı gösteren Kur'ân nerede; beşerin mâlûmumuz olan kelâmı nerede?
Bin üç yüz elli senedir, Kur'ân-ı Hakîm, bütün hakâikını kâinat çarşısında açıp teşhir ettiği halde; herkes, her millet, her memleket onun cevâhirinden, hakâikından almıştır ve alıyorlar. Halbuki, ne o ülfet, ne o mebzûliyet, ne o mürûr-u zaman, ne o büyük tahavvülâtlar, onun kıymettar hakâikına, onun güzel üsluplarına halel verememiş, ihtiyarlatmamış, kurutmamış, kıymetten düşürmemiş, hüsnünü söndürmemiştir. Şu hâlet tek başıyla bir i'câzdır.
Şimdi, biri çıksa, Kur'ân'ın getirdiği hakâikten bir kısmına kendi hevesince çocukça bir intizam verse, Kur'ân'ın bâzı âyâtına muâraza için nisbet etse, "Kur'ân'a yakın bir kelâm söyledim" dese, öyle ahmakâne bir sözdür ki; meselâ, taşları muhtelif cevâhirden bir saray-ı muhteşemi yapan ve o taşların vaziyetinde, umum sarayın nukuş-u âliyesine bakan mîzanlı nakışlar ile tezyin eden bir ustanın san'atıyla, o nukuş-u âliyeden fehmi kâsır, o sarayın bütün cevâhir ve zînetlerinden bîbehre bir âdi adam, âdi hânelerin bir ustası, o saraya girip, o kıymettar taşlardaki ulvî nakışları bozup, çocukça hevesine göre âdi bir hânenin vaziyetine göre bir intizam, bir sûret verse ve çocukların nazarına hoş görünecek bâzı boncukları taksa, sonra, "Bakınız, o sarayın ustasından daha ziyâde maharet ve servetim var ve kıymettar zînetlerim var" dese, divânece bir hezeyan eden bir sahtekârın nisbet-i san'atı gibidir.
Yer nerede, Süreyyâ yıldızı nerede? (Arab atasözü)
Üç Ziyâsı var.
Birinci Ziyâ
Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın büyük bir vech-i i'câzı On Üçüncü Sözde beyân edilmiştir. Kardeşleri olan sâir vücûh-u i'câz sırasına girmek için, bu makama alınmıştır.
İşte, Kur'ân'ın herbir âyeti, birer necm-i sâkıp gibi i'câz ve hidâyet nurunu neşr ile küfür ve gaflet zulümâtını dağıttığını görmek ve zevk etmek istersen, kendini Kur'ân'ın nüzûlünden evvel olan o asr-ı câhiliyette ve o sahrâ-i bedeviyette farz et ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet altında perde-i cümûd-u tabiata sarılmış olduğu bir anda, birden Kur'ân'ın lisân-ı ulvîsinden,
-2-
gibi âyetleri işit, bak. O ölmüş veya yatmış mevcudât-ı âlem, -3- , sadâsıyla, işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, hüşyâr oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar.
Hem, o karanlık gökyüzünde birer câmid ateşpâre olan yıldızlar ve yerdeki perişan mahlûkat, -4- sayhasıyla, işitenin nazarında nasıl gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmetnümâ, birer nur-u hakikatedâ ve arz bir kafa ve berr ve bahr birer lisân ve bütün hayvanât ve nebâtât birer kelime-i tesbihfeşân sûretinde arz-ı dîdar eder. Yoksa, bu zamandan tâ o zamana bakmakla, mezkûr zevkin dekâikını göremezsin. Evet, o zamandan beri nurunu neşreden ve mürûr-u zamanla ulûm-u müteârife hükmüne geçen ve sâir neyyirât-ı İslâmiye ile parlayan ve Kur'ân'ın güneşiyle gündüz rengini alan bir vaziyet ile veyahut sathî ve basit bir perde-i ülfet ile baksan, elbette herbir âyetin ne kadar tatlı bir zemzeme-i i'câz içinde ne çeşit zulümâtı dağıttığını hakkıyla göremezsin ve birçok enva-ı i'câzı içinde bu nevi i'câzını zevk edemezsin.
1- Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ı tesbih eder. Onun kudreti herşeye gâliptir ve hikmeti her şeyi kuşatır. (Hadîd Sûresi: 1.)
2- Göklerde ve yerde ne varsa, her şeyin hakiki sahibi olan, her türlü noksandan münezzeh bulunan, kudreti herşeye gâlip olan ve hikmeti her şeyi kuşatan Allah'ı tesbih eder. (Cumâ Sûresi: 1.)
3- Tesbih etti, tesbih eder.
4- Yedi gök ve yer Onu tesbih eder. (İsrâ Sûresi: 44.)
Kur'ânı Mu'cizü'l-Beyânın en yüksek derece-i i'câzına bakmak istersen, şu temsil dürbünüyle bak. Şöyle ki:
Gayet büyük ve garip ve gayetle yayılmış acîb bir ağaç farz edelim ki, o ağaç geniş bir perde-i gayb altında bir tabaka-i mestûriyet içinde saklanmıştır. Mâlûmdur ki, bir ağacın, insanın âzâları gibi, onun dalları, meyveleri, yaprakları, çiçekleri gibi bütün uzuvları arasında bir münâsebet, bir tenâsüb, bir muvâzenet lâzımdır. Herbir cüz'ü, o ağacın mahiyetine göre bir şekil alır; bir sûret verilir. İşte hiç görülmeyen-ve hâlâ görünmüyor-o ağaca dâir biri çıksa, perde üstünde onun herbir âzâsına mukabil bir resim çekse, bir hudud çizse, daldan meyveye, meyveden yaprağa bir tenâsüble bir sûret tersîm etse ve birbirinden nihayet uzak mebde' ve müntehâsının ortasında uzuvlarının aynı şekil ve sûretini gösterecek muvâfık tersîmât ile doldursa, elbette şüphe kalmaz ki o ressam bütün o gaybî ağacı gaybâşinâ nazarıyla görür, ihâta eder, sonra tasvir eder. Aynen onun gibi, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân dahi, hakikat-i mümkinâta dâir-ki o hakikat, dünyanın iptidâsından tut, tâ âhiretin en nihayetine kadar uzanmış ve Arştan ferşe, zerreden şemse kadar yayılmış olan şecere-i hilkatin hakikatine dâir-beyânat-ı Kur'âniye o kadar tenâsübü muhâfaza etmiş ve herbir uzva ve meyveye lâyık bir sûret vermiştir ki, bütün muhakkikler nihayet tahkikinde Kur'ân'ın tasvirine "Mâşaallah, bârekallah" deyip, "Tılsım-ı kâinatı ve muammâ-i hilkati keşf ve feth eden yalnız sensin, ey Kur'ân-ı Kerîm!" demişler.
-1-, temsilde kusur yok, esmâ ve sıfât-ı İlâhiye ve şuûn ve ef'âl-i Rabbâniye bir şecere-i tûbâ-i nur hükmünde temsil edilmekle, o şecere-i nurâniyenin daire-i azameti ezelden ebede uzanıp gidiyor. Hudud-u kibriyâsı, gayr-i mütenâhî fezâ-i ıtlakta yayılıp ihâta ediyor. Hudud-u icraatı,
hududundan tut, tâ
1- En yüce sıfatlar Allah'ındır. (Nahl Sûresi: 60.)
2- Allah, kişi ile kalbinin arasına girer. (Enfâl Sûresi: 24.) � Dâneleri ve çekirdekleri çatlatan şüphesiz Allah'tır. (En'âm Sûresi: 95.)
3- Gökler de Onun kudretiyle dürülmüştür. (Zümer Sûresi: 67.) � Gökleri ve yeri altı günde yarattı. (A'râf Sûresi: 54; Hadîd Sûresi: 4.)
hududuna kadar intişâr etmiş o hakikat-i nurâniyeyi bütün dal ve budaklarıyla gâyât ve meyveleriyle o kadar tenâsüble birbirine uygun, birbirine lâyık, birbirini kırmayacak, birbirinin hükmünü bozmayacak, birbirinden tevahhuş etmeyecek bir sûrette o hakâik-ı esmâ ve sıfâtı ve şuûn ve ef'âli beyân eder ki, bütün ehl-i keşif ve hakikat ve daire-i melekûtta cevelân eden bütün ashâb-ı irfan ve hikmet, o beyânât-ı Kur'âniyeye karşı -1- deyip, "Ne kadar doğru, ne kadar mutâbık, ne kadar güzel, ne kadar lâyık" diyerek tasdik ediyorlar. Meselâ, bütün daire-i imkân ve daire-i vücûba bakan, hem o iki şecere-i azîmenin birtek dalı hükmünde olan imânın erkân-ı sittesi ve o erkânın dal ve budaklarının en ince meyve ve çiçekleri aralarında o kadar bir tenâsüb gözetilerek tasvir eder ve o derece bir muvâzenet sûretinde tarif eder ve o mertebe bir münâsebet tarzında izhâr eder ki, akl-ı beşer idrâkinden âciz ve hüsnüne karşı hayran kalır. Ve o İmân dalının budağı hükmünde olan İslâmiyetin erkân-ı hamsesi aralarında ve o erkânın tâ en ince teferruâtı, en küçük âdâbı ve en uzak gâyâtı ve en derin hikemiyâtı ve en cüz'î semerâtına varıncaya kadar aralarında hüsn-ü tenâsüb ve kemâl-i münâsebet ve tam bir muvâzenet muhâfaza ettiğine delil ise, o Kur'ân-ı câmiin nusûs ve vücûhundan ve işârât ve rumuzundan çıkan şeriat-ı kübrâ-i İslâmiyenin kemâl-i intizamı ve muvâzeneti ve hüsn-ü tenâsübü ve resâneti, cerh edilmez bir şâhid-i âdil, şüphe getirmez bir bürhan-ı kâtı'dır.
Demek oluyor ki, beyânât-ı Kur'âniye beşerin ilm-i cüz'îsine, bâhusus bir ümmînin ilmine müstenid olamaz. Belki, bir ilm-i muhîte istinad ediyor ve cemî eşyayı birden görebilir, ezel ve ebed ortasında bütün hakâikı bir anda müşâhede eder bir Zâtın kelâmıdır. Âmennâ.
İkinci Ziyâ
Hikmet-i Kur'âniyenin karşısında meydan-ı muârazaya çıkan felsefe-i beşeriyenin, hikmet-i Kur'ân'a karşı ne derece sukut ettiğini On İkinci Sözde izah ve temsil ile tasvir ve sâir Sözlerde ispat ettiğimizden, onlara havale edip şimdilik başka bir cihette küçük bir muvâzene ederiz. Şöyle ki:
Felsefe ve hikmet-i insaniye dünyaya sabit bakar, mevcudâtın mahiyetlerinden, hâsiyetlerinden tafsilen bahseder; Sâniine karşı vazifelerinden bahsetse de, icmâlen bahseder. Âdetâ, kâinat kitâbının yalnız nakış ve huruflarından bahseder, mânâsına ehemmiyet vermez.
Kur'ân ise, dünyaya geçici, seyyâl, aldatıcı, seyyar, kararsız, inkılâbçı olarak bakar; mevcudâtın mahiyetlerinden, sûrî ve maddî hâsiyetlerinden icmâlen bahseder. Fakat Sâni' tarafından tavzif edilen vezâif-i ubûdiyetkârânelerinden ve Sâniin isimlerine ne vecihle ve nasıl delâlet ettikleri ve evâmir-i tekviniye-i İlâhiyeye karşı inkıyadlarını tafsîlen zikreder. İşte, felsefe-i beşeriye ile hikmet-i Kur'âniyenin şu tafsil ve icmâl hususundaki farklarına bakacağız ki, mahz-ı hak ve ayn-ı hakikat hangisidir göreceğiz.
İşte, nasıl elimizdeki saat, sûreten sabit görünüyor; fakat içindeki çarkların harekâtıyla, dâimî, içinde bir zelzele ve âlet ve çarklarının ıztırapları vardır. Aynen onun gibi, Kudret-i İlâhiyenin bir saat-i kübrâsı olan şu dünya zâhirî sabitiyetiyle beraber, dâimî zelzele ve tegayyürde, fenâ ve zevâlde yuvarlanıyor. Evet, dünyaya zaman girdiği için, gece ve gündüz, o saat-i kübrânın sâniyelerini sayan iki başlı bir mil hükmündedir, sene o saatin dakikalarını sayan bir ibre vaziyetindedir, asır ise o saatin saatlerini tâdâd eden bir iğnedir.
1- Allah her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir.
İşte zaman, dünyayı, emvâc-ı zevâl üstüne atar, bütün mâzi ve istikbâli ademe verip yalnız zaman-ı hâzırı vücuda bırakır. Şimdi zamanın dünyaya verdiği şu şekil ile beraber, mekân itibâriyle dahi yine dünya, zelzeleli gayr-i sabit bir saat hükmündedir. Çünkü, cevv-i hava, mekânı çabuk tağyir ettiğinden bir halden bir hale sür'aten geçtiğinden, bâzı günde birkaç defa bulutlar ile dolup boşalmakla, sâniye sayan milin sûret-i tegayyürü hükmünde bir tegayyür veriyor.
Şimdi, dünya hânesinin tabanı olan mekân-ı arz ise, yüzü mevt ve hayatça, nebat ve hayvanca pek çabuk tebeddül ettiğinden, dakikaları sayan bir mil hükmünde, dünyanın şu ciheti geçici olduğunu gösterir. Zemin yüzü itibâriyle böyle olduğu gibi, batnındaki inkılâbât ve zelzelelerle ve onların neticesinde cibâlin çıkmaları ve hasflar vuku' bulması, saatleri sayan bir mil gibi, dünyanın şu ciheti ağırca mürûr edicidir gösterir.
Dünya hânesinin tavanı olan semâ mekânı ise, ecrâmların harekâtıyla, kuyruklu yıldızların zuhuruyla, küsufât ve hüsufâtın vuku' bulmasıyla yıldızların sukut etmeleri gibi tegayyürât gösterir ki, semâ dahi sabit değil; ihtiyarlığa, harâbiyete gidiyor. Onun tegayyürâtı, haftalık saatte günleri sayan bir mil gibi çendan ağır ve geç oluyor; fakat, herhalde geçici ve zevâl ve harâbiyete karşı gittiğini gösterir.
İşte dünya, dünya cihetiyle şu yedi rükün üzerinde binâ edilmiştir; şu rükünler, dâim onu sarsıyor. Fakat, şu sarsılan ve hareket eden dünya, Sâniine baktığı vakit, o harekât ve tegayyürât, kalem-i kudretin mektubât-ı Samedâniyeyi yazması için o kalemin işlemesidir. O tebeddülât-ı ahvâl ise, esmâ-i İlâhiyenin cilve-i şuûnâtını ayrı ayrı tavsifât ile gösteren, tazelenen aynalarıdır.
İşte dünya, dünya itibâriyle hem fenâya gider, hem ölmeye koşar, hem zelzele içindedir. Hakikatte akarsu gibi rıhlet ettiği halde, gaflet ile sûreten incimâd etmiş, fikr-i tabiatla kesâfet ve küdûret peydâ edip âhirete perde olmuştur. İşte felsefe-i sakîme, tetkikat-ı felsefe ile ve hikmet-i tabiiye ile ve medeniyet-i sefîhenin câzibedar lehviyâtıyla, sarhoşâne hevesâtıyla o dünyanın hem cümûdetini ziyâde edip gafleti kalınlaştırmış, hem küdûretle bulanmasını taz'îf edip Sânii ve âhireti unutturuyor. Ammâ, Kur'ân ise şu hakikatteki dünyayı, dünya cihetiyle,
âyâtıyla pamuk gibi hallâc eder, atar.
-3-
1- Çarpacak olan felâket. � Nedir o çarpacak olan felâket? (Kâria Sûresi: 1-2.)
Kıyâmet koptuğu zaman (Vâkıa Sûresi: 1.)
Yemin olsun Tûr'a. � Ve satır satır yazılı kitâba. (Tûr Sûresi: 1-2.)
2- Onlar göklerin ve yerin melekûtunu tefekkür etmezler mi? (A'râf Sûresi: 185.)
3- Üstlerindeki göğe bakmazlar mı, onu nasıl binâ ettik. (Kaf Sûresi: 6.)
-1-
gibi beyânâtıyla o dünyaya şeffâfiyet verir ve bulanmasını izâle eder,
-2-
-3-
gibi nurefşân neyyirâtıyla câmid dünyayı eritir,
-4- ve
-5- ve
-6-
-7-
mevtâlûd tâbirleriyle dünyanın ebediyet-i mevhumesini parça parça eder,
-8-
gök gürlemesi gibi sayhalarıyla tabiat fikrini tevlid eden gafleti dağıtır.
İşte Kur'ân'ın baştan başa kâinata müteveccih olan âyâtı şu esâsa göre gider, hakikat-i dünyayı olduğu gibi açar gösterir, çirkin dünyayı ne kadar çirkin olduğunu göstermekle beşerin yüzünü ondan çevirtir, Sânie bakan güzel dünyanın güzel yüzünü gösterir, beşerin gözünü ona diktirir, hakiki hikmeti ders verir, kâinat kitâbının mânâlarını tâlim eder. Hurufât ve nukuşlarına az bakar; sarhoş felsefe gibi, çirkine âşık olup, mânâyı unutturup, hurufâtın nukuşuyla insanların vaktini mâlâyâniyâtta sarf ettirmiyor.
1- İnkâr edenler görmedi mi ki, gökler ve yer bitişik idi. (Enbiyâ Sûresi: 30.)
2- Dünya hayatı ancak bir oyun ve oyalanmadır. (En'âm Sûresi: 32.)
3- Allah göklerin ve yerin nurudur. (Nur Sûresi: 35.)
4- Gök yarıldığı zaman. (İnfitar Sûresi: 1.)
5- Güneş dürülüp toplandığında. (Tekvir Sûresi: 1.)
6- Gök yarıldığında. (İnşikak Sûresi: 1.)
7- Sûra üfürülür. Ve Allah'ın dilediklerinden başka göklerde kim var, yerde kim varsa düşüp ölür. Sonra bir daha Sûra üflenir. Ve onlar kabirlerinden kalkıp bakışırlar. (Zümer Sûresi: 68.)
8- O, yere gireni ve yerden çıkanı, gökten ineni ve göğe yükseleni bilir. Nerede olsanız O sizinledir. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görür. (Hadîd Sûresi: 4.) � De ki: Hamd Allah'a mahsustur; O size delillerini gösterecek, siz de onları tanıyacaksınız. Senin Rabbin, işlediklerinden habersiz değildir. (Neml Sûresi: 93.)
Üçüncü Ziyâ
İkinci Ziyâda hikmet-i beşeriyenin hikmet-i Kur'âniyeye karşı sukûtuna, hikmet-i Kur'âniyenin i'câzına işaret ettik. Şimdi şu ziyâda, Kur'ân'ın şâkirdleri olan asfiyâ ve evliyâ ve hükemânın münevver kısmı olan hükemâ-i İşrâkiyyunun hikmetleriyle, Kur'ân'ın hikmetine karşı derecesini gösterip, şu cihette Kur'ân'ın i'câzına muhtasar bir işaret edeceğiz:
İşte, Kur'ân-ı Hakîmin ulviyetine en sâdık bir delil ve hakkâniyetine en zâhir bir bürhan ve i'câzına en kavî bir alâmet şudur ki: Kur'ân, bütün aksâm-ı tevhidin bütün merâtibini bütün levâzımâtıyla muhâfaza ederek beyân edip muvâzenesini bozmamış, muhâfaza etmiş; hem, bütün hakâik-ı âliye-i İlâhiyenin muvâzenesini muhâfaza etmiş; hem, bütün Esmâ-i Hüsnânın iktizâ ettikleri ahkâmları cem' etmiş, o ahkâmın tenâsübünü muhâfaza etmiş; hem rubûbiyet ve ulûhiyetin şuûnâtını kemâl-i muvâzene ile cem' etmiştir. İşte şu muhâfaza ve muvâzene ve cem', bir hâsiyettir; katiyen beşerin eserinde mevcud değil ve eâzım-ı insaniyenin netâic-i efkârında bulunmuyor. Ne melekûta geçen evliyâların eserinde, ne umûrun bâtınlarına geçen İşrâkıyyunun kitaplarında, ne âlem-i gayba nüfuz eden ruhânîlerin maarifinde hiç bulunmuyor. Güyâ bir taksimü'l-a'mâl hükmünde, herbir kısmı hakikatin şecere-i uzmâsından yalnız bir iki dalına yapışıyor, yalnız onun meyvesiyle, yaprağıyla uğraşıyor; başkasından ya haberi yok, yahut bakmıyor.
Evet, hakikat-i mutlaka, mukayyed enzâr ile ihâta edilmez. Kur'ân gibi bir nazar-ı küllî lâzım ki, ihâta etsin. Kur'ân'dan başka, çendan Kur'ân'dan da ders alıyorlar, fakat hakikat-i külliyenin, cüz'î zihniyle, yalnız bir iki tarafını tamamen görür, onunla meşgul olur, onda hapsolur, ya ifrat veya tefrit ile hakâikın muvâzenesini ihlâl edip, tenâsübünü izâle eder. Şu hakikat Yirmi Dördüncü Sözün İkinci Dalında acîb bir temsil ile izah edilmiştir. Şimdi de başka bir temsil ile şu meseleye işaret ederiz.
Meselâ, bir denizde hesabsız cevherlerin aksâmıyla dolu bir defînenin bulunduğunu farz edelim. Gavvâs dalgıçlar, o defînenin cevâhirini aramak için dalıyorlar. Gözleri kapalı olduğundan, el yordamıyla anlarlar. Bir kısmının eline uzunca bir elmas geçer. O gavvâs hükmeder ki, bütün hazîne uzun direk gibi bir elmastan ibârettir. Arkadaşlarından, başka cevâhiri işittiği vakit, hayal eder ki, o cevherler, bulduğu elmasın tâbileridir, fusûs ve nukuşlarıdır. Bir kısmının da kürevî bir yâkut eline geçer, başkası murabbâ bir kehribar bulur ve hâkezâ, herbiri, eliyle gördüğü cevheri o hazînenin aslı ve mu'zâmı itikad edip, işittiklerini o hazînenin zevâid ve teferruâtı zanneder. O vakit hakâikın muvâzenesi bozulur, tenâsüb de gider. Çok hakikatin rengi değişir. Hakikatin hakiki rengini görmek için tevilâta ve tekellüfâta muztar kalır; hattâ, bâzan inkâr ve ta'tîle kadar giderler. Hükemâ-i İşrâkiyyunun kitaplarına ve Sünnetin mîzanıyla tartmayıp keşfiyât ve meşhudâtına itimad eden mutasavvıfînin kitaplarını teemmül eden, bu hükmümüzü bilâşüphe tasdik eder. Demek, hakâik-ı Kur'âniyenin cinsinden ve Kur'ân'ın dersinden aldıkları halde (çünkü Kur'ân değiller) böyle nâkıs geliyor.
Bahr-i hakâik olan Kur'ân'ın âyetleri dahi o deniz içindeki defînenin bir gavvâsıdır. Lâkin, onların gözleri açık; defîneyi ihâta eder, defînede ne var ne yok görür. O defîneyi öyle bir tenâsüb ve intizam ve insicamla tavsif eder, beyân eder ki, hakiki hüsn-ü cemâli gösterir.
Meselâ, âyet-i
ifade ettikleri azamet-i rubûbiyeti gördüğü gibi,
-3-
-4-
-5-
-6-
ifade ettikleri şümûl-ü rahmeti görüyor, gösteriyor. Hem,
ifade ettiği vüs'at-i hallâkıyeti görüp gösterdiği gibi, -8- ifade ettiği şümûl-ü tasarrufu ve ihâta-i rubûbiyeti görüp gösterir. -9- ifade ettiği hakikat-i azîme ile -10- ifade ettiği hakikat-i kerîmâneyi, -11- ifade ettiği hakikat-i azîme-i hâkimâne-i âmirâneyi görür, gösterir.
-12-
1- Kıyâmet gününde yeryüzü bütünüyle Onun tasarrufundadır; gökler de Onun kudretiyle dürülmüştür. (Zümer Sûresi: 67.)
2- O gün semâyı, kitap sayfalarını dürer gibi düreriz. (Enbiyâ Sûresi: 104.)
3- Ne yerde ve ne de gökte hiçbir şey Allah'tan gizli kalmaz. (Âl-i İmrân Sûresi: 5.)
4- Annelerinizin rahimlerinde size dilediği gibi bir sûret veren Odur. (Âl-i İmrân sûresi: 6.)
5- Hiçbir canlı yoktur ki, Allah onu alnından tutup kudretine boyun eğdirmiş olmasın. (Hûd Sûresi: 56.)
6- Yeryüzünde yürüyen ve kendi rızkını yüklenemeyen nice canlının ve sizin rızkınızı Allah verir. (Ankebût Sûresi: 60.)
7- Gökleri ve yeri yarattı, karanlıkları ve aydınlığı var etti. (En'âm Sûresi: 1.)
8- Sizi de, yaptıklarınızı da yaratmıştır. (Saffât Sûresi: 96.)
9- Ölümünden sonra yeryüzünü O diriltir. (Rum Sûresi: 50.)
10- Rabbin, balarısına ilham etti. (Nahl Sûresi: 68.)
11- O, güneşi, ayı ve yıldızları da emrine boyun eğdirmiş olarak yarattı. (A'râf Sûresi: 54.)
12- Üzerlerinde kanat çırpıp duran kuşları da mı görmüyorlar? Onları havada tutan Rahmân'dan başkası değildir. O her şeyi hakkıyla görür. (Mülk Sûresi: 19.)
ifade ettikleri hakikat-i rahîmâne-i müdebbirâneyi,
ifade ettiği hakikat-i azîme ile;
ifade ettiği hakikat-i rakîbâneyi,
ifade ettiği hakikat-i muhîta gibi,
ifade ettiği akrebiyeti,
işaret ettiği hakikat-i ulviyeyi,
ifade ettiği hakikat-i câmia gibi bütün uhrevî ve dünyevî, ilmî ve amelî erkân-ı sitte-i imâniyenin herbirisini tafsîlen, erkân-ı hamse-i İslâmiyenin herbirisini kasden ve cidden ve saadet-i dâreyni temin eden bütün düsturları görür, gösterir. Muvâzenesini muhâfaza edip, tenâsübünü idâme edip, o hakâikın heyet-i mecmûasının tenâsübünden hâsıl olan hüsün ve cemâlin menbaından, Kur'ân'ın bir i'câz-ı mânevîsi neş'et eder.
1- Onun hâkimiyet ve saltanatı gökleri ve yeri kuşatmıştır. Gökleri ve yeri tasarrufu altında tutmak Onun kudretine ağır gelmez. (Bakara Sûresi: 255.)
2- Nerede olursanız olun, O sizinledir. (Hadîd Sûresi: 4.)
3- O Evveldir; başlangıcı olmadığı gibi, bütün varlıkların başlangıcı da Onun ilim ve kudretine bağlıdır. O Ahirdir; sonu olmadığı gibi bütün varlıkların neticesi Ona bakar ve dönüşü Onadır. O Zâhirdir; varlık ve birliğinin delilleri her şeyde apaçık görünür ve bütün varlıklar dış görünüşleri ve sanatlı yapılışlarıyla Onun kudret ve sanatına şâhidlik eder. O Bâtındır; her şeyin hakikatine vâkıftır ve her şeyin içyüzü Onun kudret ve hikmetine şâhidlik eder. O her şeyi hakkıyla bilendir. (Hadîd Sûresi: 3.)
4- And olsun ki insanı Biz yarattık; nefsinin ona ne vesvese verdiğini de biliriz. Çünkü Biz ona şah damarından daha yakınız. (Kaf Sûresi: 16.)
5- Melekler ve Cebrâil, elli bin sene uzunluğunda bir gün olan Kıyâmet Gününde, Allah'ın emrini almak üzere Arşa yükselirler. (Meâric Sûresi: 4.)
6- Allah adâleti, iyilik yapmayı ve iyi kullukta bulunmayı, akrabâya ikram etmeyi emreder; fuhşiyâtı, kötülüğü ve azgınlığı yasaklar. (Nahl Sûresi: 90.)
İşte şu sırr-ı azîmdendir ki, ulemâ-i ilm-i kelâm, Kur'ân'ın şâkirdleri oldukları halde, bir kısmı onar cild olarak erkân-ı imâniyeye dâir binler eser yazdıkları halde, Mûtezile gibi aklı nakle tercih ettikleri için, Kur'ân'ın on âyeti kadar vuzuh ile ifade ve katî ispat ve ciddî iknâ edememişler. Âdetâ, onlar uzak dağların altında lâğım yapıp, borularla tâ âlemin nihayetine kadar silsile-i esbâb ile gidip, orada silsileyi keser. Sonra âb-ı hayat hükmünde olan mârifet-i İlâhiyeyi ve vücud-u Vâcibü'l-Vücudu ispat ederler.
Âyet-i kerîme ise, herbirisi birer asâ-i Mûsâ gibi, her yerde suyu çıkarabilir, herşeyden bir pencere açar, Sâni-i Zülcelâli tanıttırır. Kur'ân'ın bahrinden tereşşuh eden Arabî Katre Risâlesinde ve sâir Sözlerde şu hakikat, fiilen ispat edilmiş ve göstermişiz.
İşte, hem şu sırdandır ki, bâtın-ı umûra gidip, Sünnet-i Seniyyeye ittibâ etmeyerek, meşhudâtına itimad ederek yarı yoldan dönen ve bir cemaatin riyâsetine geçip bir fırka teşkil eden fırâk-ı dâllenin bütün imamları hakâikın tenâsübünü, muvâzenesini muhâfaza edemediğindendir ki, böyle, bid'aya, dalâlete düşüp, bir cemaat-i beşeriyeyi yanlış yola sevk etmişler. İşte bunların bütün aczleri, âyât-ı Kur'âniyenin i'câzını gösterir.
Kur'ân'ın lemeât-ı i'câzından iki lem'a-i i'câziye, On Dokuzuncu Sözün On Dördüncü Reşhasında geçmiştir ki, bir sebeb-i kusur zannedilen tekrarâtı ve ulûm-u kevniyede icmâli, herbiri birer lem'a-i i'câzın menbaıdır. Hem, Kur'ân'da mu'cizât-ı enbiyâ yüzünde parlayan bir lem'a-i i'câz-ı Kur'ân, Yirminci Sözün İkinci Makamında vâzıhan gösterilmiştir. Daha bunlar gibi, sâir Sözlerde ve risâle-i Arabiyemde çok lemeât-ı i'câziye zikredilip, onlara iktifâen yalnız şunu deriz ki:
Bir mu'cize-i Kur'âniye daha şudur ki: Nasıl bütün mu'cizât-ı enbiyâ, Kur'ân'ın bir nakş-ı i'câzını göstermiştir; öyle de, Kur'ân, bütün mu'cizâtıyla, bir mu'cize-i Ahmediye (a.s.m.) olur. Ve bütün mu'cizât-ı Ahmediye (a.s.m.) dahi, Kur'ân'ın bir mu'cizesidir ki, Kur'ân'ın Cenâb-ı Hakka karşı nisbetini gösterir ve o nisbetin zuhuruyla herbir kelimesi bir mu'cize olur. Çünkü o vakit birtek kelime bir çekirdek gibi bir şecere-i hakâikı mânen tazammun edebilir. Hem, merkez-i kalb gibi hakikat-i uzmânın bütün âzâsına münâsebettar olabilir. Hem, bir ilm-i muhîte ve nihayetsiz bir irâdeye istinad ettiği için, hurûfuyla, heyetiyle, vaziyetiyle, mevkiiyle hadsiz eşyaya bakabilir. İşte, şu sırdandır ki, ulemâ-i ilm-i huruf, Kur'ân'ın bir harfinden bir sayfa kadar esrar bulduklarını iddiâ ederler ve dâvâlarını, o fennin ehline ispat ediyorlar.
Risâlenin başından şuraya kadar bütün Şûleleri, Şuâları, Lem'aları, Nurları, Ziyâları nazara topla, birden bak. Baştaki dâvâ, şimdi katî netice olarak, yani
'yı yüksek bir sadâ ile okuyup ilân ediyorlar.
1- De ki: And olsun, eğer bu Kur'ân'ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun benzerini getiremezler.
-3-
1- Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara Sûresi: 32.)
2- Ey Rabbimiz! Unutur veya hatâya düşer de bir kusur işlersek bizi onunla hesâba çekme. (Bakara Sûresi: 286.) � Rabbim, gönlüme genişlik ver; � işimi kolaylaştır, � dilimdeki tutukluğu çöz, � tâ ki sözümü iyice anlasınlar. (Tâhâ Sûresi: 25-28.)
3- Allah'ım en efdal, en güzel, en büyük, en zâhir, en tâhir, en hoş, en iyi, en değerli, en azîz, en azîm, en şerefli, en yüksek, en pâk, en mübârek, en latîf salâvâtlarınla; en tam, en çok, en ziyâde, en yüksek, en yüce, en devamlı selâmını bir rahmet, bir rızâ, bir af, bir mağfiret olarak ihsan eyle. Bunlar, cömertlik ve kereminin bağış bulutlardan sağanak halinde artarak devam etsin, iyilik cömertliğinin nefis ve şerefli lütûflarıyla artarak büyüsün, ezeliyetinle mütenâsib olarak, hiç kesilmeden devam etsin, ebediyetine uygun olarak ardı arkası kesilmesin. Bütün bunlar, kulun, habîbin, resûlün, yaratıklarının en hayırlısı, açık ve parıldayan nur, zâhir ve kesin bürhan, uçsuz bucaksız deryâ, her tarafı kaplayan ışık, parlak güzellik, üstün şeref, şanlı kemâl olan Efendimiz Muhammed'e olsun. Bu, Senin zâtının azametiyle ona getirdiğin salâvât şeklinde olsun. Aynı şekilde onun âl ve Ashâbına da rahmet et. Bu salâvât hürmetine günahlarımızı bağışla, gönlümüze ferahlık ver, kalplerimizi temizle, ruhlarımıza rahatlık ver, sırlarımızı temizle, fikir ve düşüncelerimizi arındır, sırlarımızdaki bulanıklığı sâfîleştir, hastalıklarımıza şifâ ver, kalplerimize vurulmuş kilitleri apaçık fethinin nuruyla aç.
-1-
1- Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalplerimizi sapıklığa meylettirme. Yüce katından bize bir rahmet bağışla. Muhakkak ki veren Sensin, duâ edip istediklerimizi bize bağışlayan Sensin. âl-i İmrân Sûresi: 8.) � Duâları ise, şu sözlerle sona erer: "Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur." (Yûnus Sûresi: 10.) âmin, âmin, âmin.
Makam itibâriyle Yirmi Beşinci Söze ilhak edilen zeyillerden Yedinci Şuânın Birinci Makâmının On Yedinci Mertebesidir.
Bu dünyada hayatın gâyesi ve hayatın hayatı İmân olduğunu bilen bu yorulmaz ve tok olmaz dünya seyyahı ve kâinattan Rabbini soran yolcu, kendi kalbine dedi ki: "Aradığımız zâtın sözü ve kelâmı denilen, bu dünyada en meşhur ve en parlak ve en hâkim ve ona teslim olmayan herkese, her asırda meydan okuyan Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân nâmındaki kitaba mürâcaat edip, o ne diyor bilelim. Fakat, en evvel, bu kitap bizim Hâlıkımızın kitabı olduğunu ispat etmek lâzımdır" diye taharrîye başladı.
Bu seyyah, bu zamanda bulunduğu münâsebetiyle, en evvel mânevî İ'câz-ı Kur'âniyenin lem'aları olan Risâle-i Nur'a baktı ve onun yüz otuz risâleleri, âyât-ı Fürkâniyenin nükteleri ve ışıkları ve esaslı tefsirleri olduğunu gördü. Ve Risâle-i Nur, bu kadar muannid ve mülhid bir asırda her tarafa hakâik-ı Kur'âniyeyi mücâhidâne neşrettiği halde, karşısına kimse çıkamadığından ispat eder ki; onun üstâdı ve menbâı ve mercii ve güneşi olan Kur'ân, semâvîdir, beşer kelâmı değildir. Hattâ, Risâle-i Nur'un yüzer hüccetlerinden birtek hüccet-i Kur'âniyesi olan Yirmi Beşinci Söz ile On Dokuzuncu Mektubun âhiri, Kur'ân'ın, kırk vecihle mu'cize olduğunu öyle ispat etmiş ki, kim görmüş ise, değil tenkit ve îtiraz etmek, belki ispatlarına hayran olmuş, takdir ederek çok senâ etmiş. Kur'ân'ın vech-i i'câzını ve hak kelâmullah olduğunu ispat etmek cihetini Risâle-i Nur'a havâle ederek, yalnız, bir kısa işaretle, büyüklüğünü gösteren birkaç noktaya dikkat etti.
Birinci Nokta: Nasıl ki, Kur'ân bütün mu'cizâtıyla ve hakkâniyetine delil olan bütün hakâikıyla Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın bir mu'cizesidir; öyle de, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm da bütün mu'cizâtıyla ve delâil-i nübüvvetiyle ve kemâlât-ı ilmiyesiyle Kur'ân'ın bir mu'cizesidir ve Kur'ân kelâmullah olduğuna bir hüccet-i kâtıasıdır.
İkinci Nokta: Kur'ân, bu dünyada öyle nûrânî ve saadetli ve hakîkatli bir sûrette bir tebdil-i hayat-ı içtimâiye ile beraber, insanların hem nefislerinde, hem kalblerinde, hem ruhlarında, hem akıllarında, hem hayat-ı şahsiyelerinde hem hayat-ı içtimâiyelerinde, hem hayat-ı siyâsiyelerinde öyle bir inkılâp yapmış ve idâme etmiş ve idâre etmiş ki, on dört asır müddetinde, her dakikada altı bin altı yüz altmış altı âyetleri kemâl-i ihtiramla, hiç olmazsa yüz milyondan ziyâde insanların dilleriyle okunuyor ve insanları terbiye ve nefislerini tezkiye ve kalblerini tasfiye ediyor. Ruhlara inkişaf ve terakkî ve akıllara istikâmet ve nur ve hayata hayat ve saadet veriyor. Elbette böyle bir kitabın misli yoktur, hârikadır, fevkalâdedir, mu'cizedir.
Üçüncü Nokta: Kur'ân, o asırdan tâ şimdiye kadar öyle bir belâgat göstermiş ki, Kâbe'nin duvarında altın ile yazılan en meşhur ediblerin "Muallakât-ı Seb'a" nâmiyle şöhretşiâr kasîdelerini o dereceye indirdi ki, Lebid'in kızı babasının kasîdesini Kâbe'den indirirken demiş: "âyâta karşı bunun kıymeti kalmadı."
Hem, bedevî bir edip, -1- âyeti okunurken, işittiği vakit secdeye kapanmış.
Ona dediler: "Sen Müslüman mı oldun?"
O dedi: "Yok, ben bu âyetin belâgatına secde ettim."
Hem, ilm-i belâgatın dâhîlerinden Abdulkâhir-i Cürcânî ve Sekkâkî ve Zemahşerî gibi binlerle dâhî imamlar ve mütefennin edibler icmâ ve ittifakla karar vermişler ki, "Kur'ân'ın belâgatı, tâkat-ı beşerin fevkındedir; yetişilmez."
Hem, o zamandan beri mütemâdiyen meydan-ı muârazaya dâvet edip, mağrur ve enâniyetli ediblerin ve beliğlerin damarlarına dokundurup, gururlarını kıracak bir tarzda der: "Ya birtek sûrenin mislini getiriniz, veyahut dünyada ve âhirette helâket ve zilleti kabul ediniz" diye îlân ettiği halde, o asrın muannid beliğleri birtek sûrenin mislini getirmekle kısa bir yol olan muârazayı bırakıp, uzun olan, can ve mallarını tehlikeye atan muharebe yolunu ihtiyâr etmeleri ispat eder ki, o kısa yolda gitmek mümkün değildir.
Hem, Kur'ân'ın dostları Kur'ân'a benzemek ve taklit etmek şevkiyle ve düşmanları dahi Kur'ân'a mukâbele ve tenkit etmek sevkiyle o vakitten beri yazdıkları ve yazılan ve telâhuk-u efkâr ile terakkî eden milyonlarla Arabî kitaplar ortada geziyor. Hiçbirisi ona yetişemediğini, hattâ en âmî adam dahi dinlese, elbette diyecek: "Bu Kur'ân, bunlara benzemez ve onların mertebesinde değil. Ya onların altında veya umûmunun fevkınde olacak." Umumunun altında olduğunu, dünyada hiçbir fert, hiçbir kâfir, hattâ hiçbir ahmak diyemez.
Demek, mertebe-i belâgatı umûmun fevkındedir. Hattâ bir adam, -2- âyetini okudu, dedi: "Bunun hârika telâkkî edilen belâgatını göremiyorum."
Ona denildi: "Sen dahi bu seyyah gibi o zamana git, orada dinle."
1- Artık emrolunduğun şeyi kafalarını çatlatırcasına ısrarla anlat. (Hicr Sûresi: 94.)
2- Göklerde ve yerde ne varsa, Allah'ı tesbih eder. (Hadîd Sûresi: 1.)
O da, kendini Kur'ân'dan evvel orada tahayyül ederken gördü ki, mevcudât-ı âlem perişan, karanlıklı, câmid ve şuursuz ve vazifesiz olarak, hâlî, hadsiz, hudutsuz bir fezâda, kararsız, fânî bir dünyada bulunuyorlar. Birden, Kur'ân'ın lisânından bu âyeti dinlerken gördü: Bu âyet, kâinat üstünde, dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ve ışıklandırdı ki, bu ezelî nutuk ve sermedî ferman, asırlar sıralarında dizilen zîşuurlara ders verip gösteriyor ki; bu kâinat, bir câmi-i kebîr hükmünde başta semâvât ve arz olarak umum mahlûkât, hayattarâne zikir ve tesbihte ve vazifeler başında cûş u huruşla mesudâne ve memnunâne bir vaziyette bulunuyor, diye müşâhede etti. Ve bu âyetin derece-i belâgatını zevk ederek, sâir âyetleri buna kıyasla, Kur'ân'ın zemzeme-i belâgatı arzın nısfını ve nev-i beşerin humsunu istilâ ederek, haşmet-i saltanatı kemâl-i ihtiramla on dört asır bilâfâsıla idâme ettiğinin binler hikmetlerinden bir hikmetini anladı.
Dördüncü Nokta: Kur'ân öyle hakîkatli bir halâvet göstermiş ki, en tatlı bir şeyden dahi usandıran çok tekrar, Kur'ân'ı tilâvet edenler için değil usandırmak, belki kalbi çürümemiş ve zevki bozulmamış adamlara tekrar-ı tilâveti halâvetini ziyâdeleştirdiği, eski zamandan beri herkesçe müsellem olup, darb-ı mesel hükmüne geçmiş.
Hem, öyle bir tazelik ve gençlik ve şebâbet ve garâbet göstermiş ki, on dört asır yaşadığı ve herkesin eline kolayca girdiği halde, şimdi nâzil olmuş gibi tazeliğini muhâfaza ediyor. Her asır, kendine hitap ediyor gibi bir gençlikte görmüş; her tâife-i ilmiye ondan her vakit istifâde etmek için kesretle ve mebzûliyetle yanlarında bulundurdukları ve üslup-u ifâdesine ittibâ ve iktidâ ettikleri halde, o üslûbundaki ve tarz-ı beyânındaki garâbetini aynen muhâfaza ediyor.
Beşinci Nokta: Kur'ân'ın bir cenahı mâzide, bir cenahı müstakbelde, kökü ve bir kanadı eski peygamberlerin ittifaklı hakîkatleri olduğu ve bu onları tasdik ve teyid ettiği ve onlar dahi tevâfukun lisân-ı hâliyle bunu tasdik ettikleri gibi; öyle de, evliyâ ve asfiyâ gibi ondan hayat alan semereleri, hayattar tekemmülleriyle şecere-i mübârekelerinin hayattar, feyizdar ve hakîkatmedâr olduğuna delâlet eden ve ikinci kanadının himâyesi altında yetişen ve yaşayan velâyetin bütün hak tarîkatleri ve İslâmiyetin bütün hakîkatli ilimleri, Kur'ân'ın ayn-ı hak ve mecmâ-ı hakâik ve câmiiyette misilsiz bir hârika olduğuna şehâdet eder.
Altıncı Nokta: Kur'ân'ın altı ciheti nurânîdir, sıdk ve hakkâniyetini gösterir. Evet, altında hüccet ve bürhan direkleri; üstünde sikke-i i'câz lem'aları; önünde ve hedefinde saadet-i dâreyn hediyeleri; ve arkasında nokta-i istinadı vahy-i semâvî hakikatleri; sağında hadsiz ukûl-ü müstakîmenin deliller ile tasdikleri; solunda selîm kalblerin ve temiz vicdanların ciddî itminânları ve samîmi incizabları ve teslimleri, Kur'ân'ın fevkalâde hârika, metîn, hücum edilmez bir kal'a-i semâviye-i arzıye olduğunu ispat ettikleri gibi; altı makamdan dahi, onun ayn-ı hak ve sâdık olduğuna ve beşerin kelâmı olmadığını, ve yanlışı bulunmadığını imza eden, başta bu kâinatta dâimâ güzelliği izhâr, iyiliği ve doğruluğu himâye ve sahtekârları ve müfterileri imhâ ve izâle etmek âdetini bir düstur-u faaliyet ittihaz eden bu kâinatın Mutasarrıfı, o Kur'ân'a âlemde en makbul, en yüksek, en hâkimâne bir makam-ı hürmet ve bir mertebe-i muvaffakıyet vermesiyle, onu tasdik ve imza ettiği gibi; İslâmiyetin menbaı ve Kur'ân'ın tercümanı olan Zâtın (a.s.m.) herkesten ziyâde ona îtikad ve ihtirâmı ve nüzûlü zamanında uyku gibi bir vaziyet-i nâimânede bulunması ve sâir kelâmları ona yetişememesi ve bir derece benzememesi ve ümmiyetiyle beraber gitmiş ve gelecek hakîki hâdisât-ı kevniyeyi gaybiyâne, Kur'ân ile tereddütsüz ve itminân ile beyân etmesi ve çok dikkatli gözlerin nazarı altında hiçbir hile, hiçbir yanlış vaziyeti görülmeyen o tercümanın bütün kuvvetiyle Kur'ân'ın herbir hükmüne îman edip tasdik etmesi ve hiçbir şey onu sarsmaması, Kur'ân semâvî, hakkâniyetli ve kendi Hâlık-ı Rahîminin mübârek kelâmı olduğunu imza ediyor.
Hem, nev-i insanın humsu, belki kısm-ı âzamı göz önündeki o Kur'ân'a müncezibâne ve dindarâne irtibatı ve hakîkatperestâne ve müştakâne kulak vermesi ve çok emârelerin ve vâkıaların ve keşfiyâtın şehâdetiyle cin ve melek ve rûhânîler dahi, tilâveti vaktinde, pervâne gibi, etrâfında hakperestâne toplanmaları, Kur'ân'ın kâinatça makbuliyetine ve en yüksek bir makamda bulunduğuna bir imzadır.
Hem, nev-i beşerin umum tabakaları, en gabî ve âmîden tut, tâ en zekî ve âlime kadar herbirisi Kur'ân'ın dersinden tam hisse almaları ve en derin hakîkatleri fehmetmeleri ve yüzer fen ve ulûm-u İslâmiyenin ve bilhassa Şeriat-ı Kübrânın büyük müçtehidleri ve usûlü'd-din ve ilm-i kelâmın dâhî muhakkikleri gibi her tâife kendi ilmine âit bütün hâcâtını ve cevaplarını Kur'ân'dan istihrâc etmeleri, Kur'ân'ının menbâ-ı hak ve mâden-i hakîkat olduğuna bir imzadır.
Hem, edebiyatça en ileri bulunan Arap edibleri-şimdiye kadar Müslüman olmayanlar-muârazaya pekçok muhtaç oldukları halde, Kur'ân'ın i'câzından yedi büyük vechi varken, yalnız birtek vechi olan belâgatının-tek bir sûresinin-mislini getirmekten istinkâfları ve şimdiye kadar gelen ve muâraza ile şöhret kazanmak isteyen meşhur beliğlerin ve dâhî âlimlerin onun hiçbir vech-i i'câzına karşı çıkamamaları ve âcizâne sükût etmeleri, Kur'ân mu'cize ve tâkat-ı beşerin fevkınde olduğuna bir imzadır.
Evet, bir kelâm, "Kimden gelmiş ve kime gelmiş ve ne için?" denilmesiyle kıymeti ve ulviyeti ve belâgatı tezâhür etmesi noktasından, Kur'ân'ın misli olamaz ve ona yetişilemez. Çünkü, Kur'ân bütün âlemlerin Rabbi ve bütün kâinatın Hâlıkının hitâbı ve konuşması ve hiçbir cihette taklidi ve tasannûu ihsâs edecek hiçbir emâre bulunmayan bir mükâlemesi ve bütün insanların, belki bütün mahlûkâtın nâmına mebus ve nev-i beşerin en meşhur ve nâmdar muhâtabı bulunan ve o muhâtabın kuvvet ve vüs'at-i îmânı koca İslâmiyeti tereşşuh edip, sahibini Kâb-ı Kavseyn makamına çıkararak, muhâtab-ı Samedâniyeye mazhariyetle nüzûl eden ve saadet-i dâreyne dâir ve hilkat-i kâinatın neticelerine ve ondaki Rabbânî maksatlara âit mesâili ve o muhâtabın bütün hakâik-ı İslâmiyeyi taşıyan en yüksek ve en geniş olan îmânını beyân ve izah eden ve koca kâinatı, bir harita, bir saat, bir hâne gibi her tarafını gösterip, çevirip onları yapan sanatkârı tavrıyla ifâde ve tâlim eden Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın elbette mislini getirmek mümkün değildir ve derece-i i'câzına yetişilmez.
Hem, Kur'ân'ı tefsir eden ve bir kısmı otuz kırk, hattâ yetmiş cild olarak birer tefsir yazan yüksek zekâlı müdakkik binler mütefennin ulemânın senetleri ve delilleriyle beyân ettikleri Kur'ân'daki hadsiz meziyetleri ve nükteleri ve hâsiyetleri ve sırları ve âlî mânâları ve umûr-u gaybiyenin her nevinden kesretli gaybî ihbarları izhâr ve ispat etmeleri ve bilhassa Risâle-i Nur'un yüz otuz kitabının herbiri Kur'ân'ın bir meziyetini, bir nüktesini katî bürhanlarla ispat etmesi ve bilhassa Mu'cizât-ı Kur'âniye Risâlesi şimendifer ve tayyâre gibi medeniyetin hârikalarından çok şeyleri Kur'ân'dan istihrâc eden Yirminci Sözün İkinci Makamı ve Risâle-i Nur'a ve elektriğe işaret eden âyetlerin işârâtını bildiren "İşârât-ı Kur'âniye" nâmındaki Birinci Şuâ ve hurûf-u Kur'âniye ne kadar muntazam ve esrarlı ve mânâlı olduğunu gösteren "Rumuzât-ı Semâniye" nâmındaki sekiz küçük risâleler ve Sûre-i Fethin âhirki âyeti, beş vecihle ihbar-ı gaybî cihetinde mu'cizeliğini ispat eden küçük bir risâle gibi, Risâle-i Nur'un herbir cüz'ü Kur'ân'ın bir hakikatini, bir nurunu izhâr etmesi, Kur'ân'ın misli olmadığına ve mu'cize ve hârika olduğuna ve bu âlem-i şehâdette âlem-i gaybın lisânı ve bir Allâmü'l-Guyûbun kelâmı bulunduğuna bir imzadır.
İşte, altı noktada ve altı cihette ve altı makamda işaret edilen Kur'ân'ın mezkûr meziyetleri ve hâsiyetleri içindir ki, haşmetli hâkimiyet-i nûrâniyesi ve azametli saltanat-ı kudsiyesi, asırların yüzlerini ışıklandırarak, zemin yüzünü dahi bin üç yüz sene tenvir ederek kemâl-i ihtiramla devam etmesi, hem o hâsiyetleri içindir ki, Kur'ân'ın herbir harfi, hiç olmazsa on sevâbı ve on haseneyi ve on meyve-i bâkî vermesi, hattâ bir kısım âyâtın ve sûrelerin herbir harfi, yüz ve bin ve daha ziyâde meyve vermesi ve mübârek vakitlerde herbir harfin nûru ve sevâbı ve kıymeti ondan yüzlere çıkması gibi kudsî imtiyazları kazanmış, diye dünya seyyahı anladı ve kalbine dedi:
"İşte, böyle her cihetle mu'cizâtlı bu Kur'ân, sûrelerinin icmâıyla ve âyâtının ittifâkıyla ve esrar ve envârının tevâfukuyla ve semerât ve âsârının tetâbukuyla, birtek Vâcibü'l-Vücudun vücuduna ve vahdetine ve sıfâtına ve esmâsına, delillerle ispat sûretinde öyle şehâdet etmiş ki, bütün ehl-i îmânın hadsiz şehâdetleri onun şehâdetinden tereşşuh etmişler."
İşte, bu yolcunun Kur'ân'dan aldığı ders-i tevhid ve îmâna kısa bir işaret olarak, Birinci Makâmın On Yedinci Mertebesinde böyle,
denilmiştir.
Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O öyle bir Vâcibü'l-Vücud ve Vâhidü'l-Ehaddir ki, Onun vücûb-u vücuduna ve vahdetine melek, ins ve cin tâifelerinin makbul ve mergûbu olan ve bütün âyetleri her dakika kemâl-i ihtiram ile nev-i insanın yüz milyonlarcasının dilleriyle okunan, kudsî saltanâtı asırlar ve devirler boyunca arzın ve kâinatın her tarafında devam eden, mânevî ve nûrânî hâkimiyeti on dört asırdır dünyanın yarısında ve insanlığın beşte biri üzerinde kemâl-i ihtişam ile cereyan eden Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân delâlet eder. Ve kezâ, o kelâm-ı İlâhî, kudsî ve semâvî sûrelerinin icmâı, nûrânî ve İlâhî âyetlerinin ittifakı, esrar ve envârının tevâfuku, hakîkatlerinin, semerelerinin ve eserlerinin tetâbuku ile, Allah'ın vücûb-u vücuduna ve vahdetine bil müşâhede ve'l-ayân şehâdet edip, ispat eder.
MEYVE RİSALESİ'NİN ONUNCU MESELE
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Gerçi bu Mesele, perişan vaziyetimden müşevveş ve letafetsiz olmuş. Fakat o müşevveş ibare altında çok kıymetli bir nevi i'câzı katî bildim. Maatteessüf ifadeye muktedir olamadım. Her ne kadar ibaresi sönük olsa da, Kur'ân'a ait olmak cihetiyle, hem ibadeti tefekküriye, hem kudsî, yüksek, parlak bir cevherin sedefidir. Yırtık libasına değil, elindeki elmasa bakılsın. Eğer münasipse 'Onuncu Mesele' yapınız. Değilse, sizin tebrik mektuplarınıza mukabil bir mektup kabul ediniz. Hem bunu gayet hasta ve perişan ve gıdasız, bir iki gün Ramazan'da mecburiyetle, gayet mücmel ve kısa ve bir cümlede pek çok hakikatleri ve müteaddit hüccetleri derc ederek yazdım. Kusura bakılmasın. Haşiye
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Ramazan-ı Şerifte Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyânı okurken, Risale-i Nur'a işaretleri Birinci Şuada beyan olunan otuz üç âyetten hangisi gelse bakıyorum ki, o âyetin sayfası ve yaprağı ve kıssası dahi Risale-i Nur'a ve şakirtlerine, kıssadan hisse almak noktasında bir derece bakıyor. Hususan Sûre-i Nur'dan âyâtü'n-nur, on parmakla Risale-i Nur'a baktığı gibi, arkasındaki âyât-ı zulümat dahi muarızlarına tam bakıyor ve ziyade hisse veriyor. Adeta o makam, cüz'iyetten çıkıp külliyet kesb eder. Ve bu asırda o külliyetin tam bir ferdi Risale-i Nur ve şakirtleridir diye hissettim.
Evet, Kur'ân'ın hitabı, evvelâ Mütekellim-i Ezelînin rububiyet-i âmmesinin geniş makamından, hem nev-i beşer, belki kâinat namına muhatap olan zâtın geniş makamından, hem umum nev-i beşer ve benî âdemin bütün asırlarda irşadlarının gayet vüs'atli makamından, hem dünya ve âhiretin, arz ve semavatın, ezel ve ebedin ve Hâlık-ı Kâinatın rububiyetine ve bütün mahlûkatın tedbirine dair kavânin-i İlâhiyenin gayet yüksek ihatalı beyanatının makamından aldığı vüs'at ve ulviyet ve ihâta cihetiyle, o hitap öyle bir yüksek i'câzı ve şümûlü gösterir ki, ders-i Kur'ân'ın, muhataplarından en kesretli taife olan tabaka-i avâmın basit fehimlerini okşayan zâhirî ve basit mertebesi dahi, en ulvî tabakayı da tam hissedar eder.
Haşiye: Denizli Hapsinin meyvesine Onuncu Mesele olarak Emirdağının ve bu Ramazan-ı Şerifin nurlu bir küçük çiçeğidir. Tekrarat-ı Kur'âniyenin bir hikmetini beyanla ehl-i dalâletin ufûnetli ve zehirli evhamlarını izale eder.
Güya kıssadan yalnız bir hisse ve bir hikâye-i tarihiyeden bir ibret değil, belki bir küllî düsturun efradı olarak her asırda ve her tabakaya hitap ederek taze nazil oluyor. Ve bilhassa çok tekrarla -1- deyip tehditleri ve zulümlerinin cezası olan musibet-i semâviye ve arziyeyi şiddetle beyanı, bu asrın emsalsiz zulümlerine, kavm-i Ad ve Semûd ve Fir'avun un başlarına gelen azaplarla baktırıyor. Ve mazlum ehl-i imana, İbrahim ve Mûsâ Aleyhimesselâm gibi enbiyanın necatlarıyla tesellî veriyor.
Evet, nazar-ı gaflet ve dalâlette vahşetli ve dehşetli bir ademistan ve elîm ve mahvolmuş bir mezaristan olan bütün geçmiş zaman ve ölmüş karnlar ve asırlar, canlı birer sahife-i ibret ve baştan başa ruhlu, hayattar bir acip âlem ve mevcut ve bizimle münasebetdar bir memleket-i Rabbâniye sûretinde, sinema perdeleri gibi kâh bizi o zamanlara, kâh o zamanları yanımıza getirerek her asra ve her tabakaya gösterip yüksek bir i'câz ile dersini veren Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan, aynı i'câz ile, nazar-ı dalâlette câmid, perişan, ölü, hadsiz bir vahşetgâh olan ve firak ve zevalde yuvarlanan bu kâinatı bir kitab-ı Samedânî, bir şehr-i Rahmânî, bir meşher-i sun'-i Rabbânî olarak o câmidâtı canlandırıp birer vazifedar suretinde birbiriyle konuşturup ve birbirinin imdadına koşturup nev-i beşere ve cin ve meleğe hakikî ve nurlu ve zevkli hikmet dersleri veren bu Kur'ân-ı Azîmüşşanın elbette her harfinde on ve yüz ve bazen bin ve binler sevap bulunması; ve bütün cin ve ins toplansa onun mislini getirememesi; ve bütün benî âdemle ve kâinatla tam yerinde konuşması; ve her zaman milyonlar hâfızların kalblerinde zevkle yazılması; ve çok tekrarla ve kesretli tekraratıyla usandırmaması; ve çok iltibas yerleri ve cümleleriyle beraber çocukların nazik ve basit kafalarında mükemmel yerleşmesi; ve hastaların ve az sözden müteessir olan ve sekeratta olanların kulağında mâ-i zemzem misilli hoş gelmesi gibi kudsî imtiyazları kazanır. Ve iki cihanın saadetlerini kendi şakirtlerine kazandırır.
Ve tercümanın ümmiyet mertebesini tam riayet etmek sırrıyla, hiçbir tekellüf ve hiçbir tasannu ve hiçbir gösterişe meydan vermeden selâset-i fıtriyesini ve doğrudan doğruya semadan gelmesini ve en kesretli olan tabakat-ı avâmın basit fehimlerini tenezzülât-ı kelâmiye ile okşamak hikmetiyle, en ziyade sema ve arz gibi en zâhir ve bedihî sayfalarını açıp o âdiyat altındaki hârikulâde mu'cizât-ı kudretini ve mânidar sutûr-u hikmetini ders vermekle lûtf-u irşadda güzel bir i'caz gösterir.
1- Zâlimler! � Zâlimler!..
Tekrarı iktiza eden dua ve dâvet, zikir ve tevhid kitabı dahi olduğunu bildirmek sırrıyla, güzel, tatlı tekraratıyla birtek cümlede ve birtek kıssada ayrı ayrı çok mânâları, ayrı ayrı muhatap tabakalarına tefhim etmekte ve cüz'î ve âdi bir hâdisede en cüz'î ve ehemmiyetsiz şeyler dahi nazar-ı merhametinde ve daire-i tedbir ve iradesinde bulunmasını bildirmek sırrıyla tesis-i İslâmiyette ve tedvin-i şeriatta Sahabelerin cüz'î hadiselerini dahi nazar-ı ehemmiyete almasında, hem küllî düsturların bulunması, hem umumî olan İslâmiyetin ve şeriatın tesisinde o cüz'î hadiseler, çekirdekler hükmünde çok ehemmiyetli meyveleri verdikleri cihetinde de bir nevi i'câzını gösterir.
Evet, ihtiyacın tekerrürüyle tekrarın lüzumu haysiyetiyle, yirmi sene zarfında pek çok mükerrer suallere cevap olarak ayrı ayrı çok tabakalara ders veren ve koca kâinatı parça parça edip kıyamette şeklini değiştirerek, dünyayı kaldırıp onun yerine azametli âhireti kuracak ve zerrattan yıldızlara kadar bütün cüz'iyat ve külliyatın tek bir Zâtın elinde ve tasarrufunda bulunduğunu ispat edecek ve kâinatı ve arzı ve semavatı ve anâsırı kızdıran ve hiddete getiren nev-i beşerin zulümlerine, kâinatın netice-i hilkati hesabına gazab-ı İlâhîyi ve hiddet-i Rabbâniyeyi gösterecek hadsiz ve nihayetsiz ve dehşetli ve geniş bir inkılâbın tesisinde, binler netice kuvvetinde bazı cümleleri ve hadsiz delillerin neticesi olan bir kısım âyetleri tekrar etmek, değil bir kusur, belki gayet kuvvetli bir i'caz ve gayet yüksek bir belâgat ve mukteza-yı hâle gayet mutabık bir cezâlettir, bir fesâhattir.
Meselâ, birtek âyet olup yüz on dört defa tekrar edilen Bismillâhirrahmânirrahîm cümlesi, Risale-i Nur'un On Dördüncü Lem'asında beyan edildiği gibi, Arşı ferşe bağlayan ve kâinatı ışıklandıran ve her dakika herkes ona muhtaç olan öyle bir hakikattir ki, milyonlar defa tekrar edilse yine ihtiyaç vardır. Değil yalnız ekmek gibi hergün, belki hava ve ziya gibi her dakika ona ihtiyaç ve iştiyak vardır.
Hem meselâ, Sûre-i 'de sekiz defa tekrar edilen şu -1- âyeti, o sûrede hikâye edilen peygamberlerin necatlarını ve kavimlerinin azaplarını, kâinatın netice-i hilkati hesabına ve rububiyet-i âmmenin nâmına o binler hakikat kuvvetinde olan âyeti tekrar ederek izzet-i Rabbâniye, o zâlim kavimlerin azabını ve rahîmiyet-i İlâhiye dahi enbiyanın necatlarını iktiza ettiğini ders vermek için binler defa tekrar olsa yine ihtiyaç ve iştiyak var ve îcazlı ve i'cazlı bir ulvî belâgattır.
1- Rabbin ise, şüphesiz ki, kudreti herşeye galip olan ve rahmeti herşeyi kuşatan Allah'tır. Şuarâ Sûresi: 26:9.
Hem meselâ, Sûre-i Rahmân'da tekrar edilen -1- âyeti ile Sûre-i Mürselât'ta -2- âyeti, cin ve nev-i beşere, kâinatı kızdıran ve arz ve semâvâtı hiddete getiren ve hilkat-ı âlemin neticelerini bozan ve haşmet-i saltanat-ı İlâhiyeye karşı inkâr ve istihfafla mukabele eden küfür ve küfranlarını ve zulümlerini ve bütün mahlûkatın hukuklarına tecavüzlerini asırlara ve arza ve semâvâta tehditkârâne haykıran bu iki âyet, böyle binler hakikatlerle alâkadar ve binler mesele kuvvetinde olan bir ders-i umumîde binler defa tekrar edilse yine lüzum var ve celâlli bir îcaz ve cemalli bir i'câz-ı belâgattır.
Hem meselâ, Kur'ân'ın hakiki ve tam bir nevi münâcâtı ve Kur'ân'dan çıkan bir çeşit hülâsası olan Cevşenü'l-Kebir namındaki münâcât-ı Peygamberîde (a.s.m.) yüz defa
cümlesinin tekrarında, tevhid gibi kâinatça en büyük hakikat ve mahlûkatın rububiyete karşı tesbih ve tahmid ve takdis gibi üç muazzam vazifesinden en ehemmiyetli bir vazifesi ve şekavet-i ebediyeden kurtulmak gibi nev-i insanın en dehşetli meselesi ve ubudiyet ve acz-i beşerin en lüzumlu neticesi bulunması cihetiyle, binler defa tekrar edilse yine azdır.
İşte tekrarat-ı Kur'aniye bu gibi esaslara bakıyor. Hattâ bazen bir sayfada iktiza-yı makam ve ihtiyac-ı ifham ve belâğat-ı beyan cihetiyle yirmi defa sarîhan ve zımnen tevhid hakikatini ifade eder; değil usanç, belki kuvvet ve şevk verir. Risale-i Nur'da, tekrarat-ı Kur'âniye ne kadar yerinde ve münasip ve belâgatça makbul olduğu, hüccetleriyle beyan edilmiş.
Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyânın Mekke sûreleriyle, Medine sûreleri belâgat noktasında ve i'caz cihetinde ve tafsil ve icmal veçhinde birbirinden ayrı olmasının sırrı ve hikmeti şudur ki:
Mekke'de, birinci safta muhatap ve muarızları, Kureyş müşrikleri ve ümmîleri olduğundan, belâgatça kuvvetli bir üslup-u âlî ve i'cazlı, muknî, kanaat verici bir icmal; ve tespit için tekrar lâzım geldiğinden, ekseriyetle Mekkiye sûreleri erkân-ı imaniyeyi ve tevhidin mertebelerini gayet kuvvetli ve yüksek ve i'cazlı bir îcaz ile tekrar edip ifade ederek, mebde' ve meâdı, Allah'ı ve âhireti, değil yalnız bir sayfada, bir âyette, bir cümlede, bir kelimede, belki bazan bir harfte ve takdim, tehir ve târif ve tenkir ve hazf ve zikir gibi heyetlerde öyle kuvvetli ispat eder ki, ilm-i belâgatın dâhî imamları hayretle karşılamışlar.
1- Ey insanlar ve cinler, Rabbinizin nimetlerinden hangi birini inkâr edersiniz? Rahmân Sûresi: 55:13.
2- Yazıklar olsun o gün hakkı yalanlayanlara! (Mürselât Sûresi: 15,19,24,28,34,37,40,45,47,49)
3- Sen aczden ve şerikten münezzeh ve mukaddessin. Senden başka ilâh yok ki bize imdat etsin. El-aman, el-aman! Bizi azap ateşinden ve Cehennemden halâs et, kurtar ve bize necat ver .
Risale-i Nur ve bilhassa Kur'ân'ın kırk vech-i i'câzını icmalen ispat eden Yirmi Beşinci Söz zeyilleriyle beraber ve Kur'ân'ın nazmındaki vech-i i'câzı hârika bir tarzda ispat eden Arabî Risale-i Nur'dan İşârâtü'l-İ'câz tefsiri bilfiil göstermişler ki, Mekkiye olan sûre ve âyetlerde en âlî bir üslup-u belâğat ve en yüksek bir i'câz-ı îcâzî vardır.
Amma, Medeniye sûre ve âyetlerde, birinci safta muhatap ve muarızları ise, Allah'ı tasdik eden Yahudi ve Nasârâ gibi ehl-i kitap olduğundan, mukteza-yı belâğat ve irşad ve mutabık-ı makam ve halin lüzumundan sade ve vâzıh ve tafsilli ve üslûpla ehl-i kitaba karşı dinin yüksek usulünü ve imanın rükünlerini değil, belki medar-ı ihtilaf olan şeriatta ve ahkâmda ve teferruatın ve küllî kanunların menşeleri ve sebepleri olan cüz'iyatın beyanı lâzım geldiğinden, o Medeniye sûre ve âyetlerde, ekseriyetle tafsil ve izah ve sade üslûpla beyanat içinde, Kur'ân'a mahsus emsalsiz bir tarz-ı beyanla, birden o cüz'î teferruat hâdisesi içinde yüksek, kuvvetli bir fezleke, bir hâtime, bir hüccet ve o cüz'î hâdise-i şer'iyeyi küllîleştiren ve imtisâlini iman-ı billâh ile temin eden bir cümle-i tevhidiyeyi ve imaniyeyi ve uhreviyeyi zikreder, o makamı nurlandırır, ulvîleştirir.
Risale-i Nur, âyetlerin âhirlerinde ekseriyetle gelen
gibi tevhidi ve âhireti ifade eden fezlekelerde ve hâtimelerde ne kadar yüksek bir belâğat ve meziyetler ve cezâletler ve nükteler bulunduğunu, Yirmi Beşinci Sözün İkinci Şûlesinin İkinci Nurunda o fezleke ve hâtimelerin pek çok nüktelerinden ve meziyetlerinden on tanesini beyan ederek, o hülâsalarda bir mucize-i kübrâ bulunduğunu muannidlere de ispat etmiş.
Evet, Kur'ân, o teferruat-ı şer'iye ve kavânin-i içtimaiyenin beyanı içinde birden muhatabın nazarını yüksek ve küllî noktalara kaldırıp, sade üslûbu bir ulvî üslûba ve şeriat dersinden tevhid dersine çevirerek, Kur'ân'ı, hem bir kitab-ı şeriat ve ahkâm ve hikmet, hem bir kitab-ı akîde ve İmân ve zikir ve fikir ve dua ve dâvet olduğunu gösterip, her makamda çok makasıd-ı irşadiye-i Kur'âniyeyi ders vermesiyle Mekkiye âyetlerin tarz-ı belâğatlarından ayrı ve parlak mu'cizâne bir cezâlet izhar eder. Bazan iki kelimede, meselâ, -2- ve -3- de, tabiriyle ehadiyeti ve ile vâhidiyeti bildirir, ehadiyet içinde vâhidiyeti ifade eder.
Hattâ bir cümlede, bir zerreyi bir gözbebeğinde gördüğü ve yerleştirdiği gibi, güneşi aynı âyetle, aynı çekiçle göğün gözbebeğinde yerleştirir ve göğe bir göz yapar.
1- Muhakkak ki Allah herşeye hakkıyla kâdirdir. Bakara Sûresi: 2:20.
Şüphesiz ki Allah herşeyi hakkıyla bilir. Ankebut Sûresi: 29:62.
Onun kudreti herşeye galiptir; O herşeyi hikmetle yapar. Rum Sûresi: 30:27.
Onun kudreti herşeye galiptir, O çok bağışlayıcıdır. Rum Sûresi: 30:5.
2- Alemlerin Rabbi.
3- Rabbin.
Meselâ,
âyetinden sonra
âyetinin akabinde
Zemin ve göklerin haşmet-i hilkatinde kalbin dahi hâtırâtını bilir idare eder der, tarzında bir beyanat cihetiyle o sade ve ümmiyet mertebesini ve avâmın fehmini nazara alan o basit ve cüz'î muhavere, o tarz ile ulvî ve câzibedar ve umumî ve irşadkâr bir mükâlemeye döner.
Bir sual: "Bazen ehemmiyetli bir hakikat sathî nazarlara görünmediğinden ve bazı makamlarda cüz'î ve âdi bir hadiseden yüksek bir fezleke-i tevhidi veya küllî bir düsturu beyan etmekte münasebet bilinmediğinden, bir kusur tevehhüm edilir. Meselâ, Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm kardeşini bir hile ile alması içinde -4- diye gayet yüksek bir düsturun zikri belâgatça münasebeti görünmüyor. Bunun sırrı ve hikmeti nedir?"
Elcevap: Herbiri birer küçük Kur'ân olan ekser uzun sûre ve mutavassıtlarda ve çok sayfa ve makamlarda yalnız iki üç maksat değil, belki Kur'ân, mahiyeti hem bir kitab-ı zikir ve İmân ve fikir, hem bir kitab-ı şeriat ve hikmet ve irşad gibi, çok kitapları ve ayrı ayrı dersleri tazammun ederek rububiyet-i İlâhiyenin herşeye ihatasını ve haşmetli tecelliyatını ifade etmek cihetiyle, kâinat kitab-ı kebîrinin bir nevi kıraati olan Kur'ân, elbette her makamda, hattâ bazen bir sayfada çok maksatları takiben marifetullahtan ve tevhidin mertebelerinden ve İmân hakikatlerinden ders verdiği haysiyetiyle, öbür makamda, meselâ zâhirce zayıf bir münasebetle başka bir ders açar ve o zayıf münasebete çok kuvvetli münasebetler iltihak ederler, o makama gayet mutabık olur, mertebe-i belâgatı yükselir.
İkinci bir sual: "Kur'ân'da sarîhan ve zımnen ve işareten, âhiret ve tevhidi ve beşerin mükâfat ve mücâzâtını binler defa ispat edip nazara vermenin ve her sûrede, her sayfada, her makamda ders vermenin hikmeti nedir?"
Elcevap: Daire-i imkânda ve kâinatın sergüzeştine ait inkılâplarda ve emanet-i kübrayı ve hilâfet-i arziyeyi omuzuna alan nev-i beşerin şekavet ve saadet-i ebediyeye medar olan vazifesine dair en ehemmiyetli, en büyük, en dehşetli meselelerinde, en azametlilerini ders vermek ve hadsiz şüpheleri izale etmek ve gayet şiddetli inkârları ve inatları kırmak cihetinde, elbette o dehşetli inkılâpları tasdik ettirmek ve o inkılâpların azametinde büyük ve beşere en elzem ve en zaruri meseleleri teslim ettirmek için, Kur'ân, binler defa değil, belki milyonlar defa onlara baktırsa yine israf değil ki, milyonlar kere tekrarla o bahisler Kur'ân'da okunur, usanç vermez, ihtiyaç kesilmez.
1- Yeri ve göğü yaratan Odur. (Hadîd Sûresi: 57:4.)
2- O geceyi gündüze, gündüzü de geceye geçirir. (Hadîd Sûresi: 57:6.)
3- Gönüllerde saklı olanı hakkıyla bilen de Odur. (Hadîd Sûresi: 57:6.)
4- Her bilenin üzerinde daha iyi bilen vardır." (Yûsuf Sûresi: 12:76.)
Meselâ,
-1-
âyetinin gösterdiği müjde-i saadet-i ebediye hakikati, bîçare beşere her dakika kendini gösteren hakikat-i mevtin, "Hem insanı, hem dünyasını, hem bütün ahbabını idam-ı ebedîsinden kurtarıp ebedî bir saltanatı kazandırır" dediğinden milyarlar defa tekrar edilse ve kâinat kadar ehemmiyet verilse, yine israf olmaz, kıymetten düşmez.
İşte bu çeşit hadsiz kıymettar meseleleri ders veren ve kâinatı bir hane gibi değiştiren ve şeklini bozan dehşetli inkılâpları tesis etmekte iknaa ve inandırmaya ve ispata çalışan Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan, elbette sarîhan ve zımnen ve işareten binler defa o meselelere nazar-ı dikkati celbetmek, değil israf, belki ekmek, ilâç, hava ve ziya gibi birer hâcet-i zaruriye hükmünde ihsanını tazelendirir.
Hem meselâ,
gibi tehdit âyetlerini Kur'ân gayet şiddetle ve hiddetle ve gayet kuvvet ve tekrarla zikretmesinin hikmeti ise, Risale-i Nur'da katî ispat edildiği gibi, beşerin küfrü, kâinatın ve ekser mahlûkatın hukuklarına öyle bir tecavüzdür ki, semavatı ve arzı kızdırıyor ve anâsırı hiddete getirip tufanlarla o zâlimleri tokatlıyor.
âyetinin sarahatiyle, o zâlim münkirlere Cehennem öyle öfkeleniyor ki, hiddetinden parçalanmak derecesine geliyor. İşte böyle bir cinayet-i âmmeye ve hadsiz bir tecavüze karşı beşerin küçüklük ve ehemmiyetsizliği noktasında değil, belki zâlimâne cinayetinin azametine ve kâfirâne tecavüzünün dehşetine karşı, Sultan-ı Kâinat kendi raiyetinin hukukunun ehemmiyetini ve o münkirlerin küfür ve zulmündeki nihayetsiz çirkinliğini göstermek hikmetiyle, fermanında gayet hiddet ve şiddetle o cinayeti ve cezasını değil bin defa, belki milyonlar ve milyarlarla tekrar etse, yine israf ve kusur değil ki, bin seneden beri yüzer milyon insanlar hergün usanmadan kemâl-i iştiyakla ve ihtiyaçla okurlar.
1- İmân eden ve güzel işler yapanlar için ise, altından ırmaklar akan Cennetler vardır. Bu ise pek büyük bir kurtuluştur." (Bürûc Sûresi: 85:11.)
2- İnkâr edenler için ise Cehennem ateşi vardır. (Fâtır Sûresi: 35:36.)
Zâlimlerin hakkı şüphesiz ki pek acı bir azaptır. (İbrahim Sûresi: 14:22.)
3- Oraya atıldıklarında Cehennemin gürleyişini işitirler ki, kaynayıp duruyor. Neredeyse öfkeden parçalanacak!" (Mülk Sûresi: 67:7-8.)
Evet, hergün, her zaman, herkes için bir âlem gider, taze bir âlemin kapısı kendine açılmasından, geçici herbir âlemini nurlandırmak için ihtiyaç ve iştiyakla Lâ ilâhe illâllah cümlesini bin defa tekrar ile o değişen perdelerin herbirisine Lâ ilâhe illâllah'ı lâmba yaptığı gibi, öyle de, o kesretli, geçici perdeleri ve o tazelenen seyyar kâinatları karanlıklandırmamak ve âyine-i hayatında in'ikâs eden suretlerini çirkinleştirmemek ve lehinde şahit olabilen o misafir vaziyetleri aleyhine çevirmemek için, o cinayetlerin cezalarını ve Padişah-ı Ezelînin şiddetli ve inatlarını kıran tehditlerini, Kur'ân'ı okumakla takdir etmek ve nefsinin tuğyanından kurtulmaya çalışmak hikmetiyle, Kur'ân gayet mânidar tekrar eder. Ve bu derece kuvvet ve şiddet ve tekrarla tehdidat-ı Kur'âniyeyi hakikatsız tevehhüm etmekten, şeytan bile kaçar. Onları dinlemeyen münkirlere Cehennem azabı ayn-ı adalettir, diye gösterir.
Hem meselâ, Asâ-yı Mûsâ gibi çok hikmetleri ve faydaları bulunan kıssa-i Mûsâ'nın (a.s.) ve sair enbiyanın (a.s.) kıssalarını çok tekrarında, risalet-i Ahmediyenin (a.s.m.) hakkaniyetine bütün enbiyanın nübüvvetlerini bir hüccet gösterip, "Onların umumunu inkâr edemeyen, bu zâtın risaletini hakikat noktasında inkâr edemez" hikmetiyle; ve herkes her vakit bütün Kur'ân'ı okumaya muktedir ve muvaffak olamadığından, herbir uzun ve mutavassıt sûreyi birer küçük Kur'ân hükmüne getirmek için, ehemmiyetli erkân-ı imaniye gibi o kıssaları tekrar etmesi, değil israf, belki mukteza-yı belâgattır ve hâdise-i Muhammediye (a.s.m.), bütün benî âdemin en büyük hadisesi ve kâinatın en azametli meselesi olduğunu ders vermektir.
Evet, Kur'ân'da Zât-ı Ahmediyeye en büyük makam vermek ve dört erkân-ı imaniyeyi içine almakla Lâ ilâhe illâllah rüknüne denk tutulan Muhammedun Resulullah risalet-i Muhammediye (a.s.m.) kâinatın en büyük hakikati ve zat-ı Ahmediye (a.s.m.) bütün mahlûkatın en eşrefi ve hakikat-i Muhammediye (a.s.m.) tabir edilen küllî şahsiyet-i mâneviyesi ve makam-ı kudsîsi, iki cihanın en parlak bir güneşi olduğuna ve bu hârika makama liyakatine dair pekçok hüccetleri ve emareleri, katî bir surette Risale-i Nur'da ispat edilmiş. Binden birisi şudur ki: Es-sebebu ke'l-fâil düsturuyla, bütün ümmetinin bütün zamanlarda işlediği hasenatın bir misli onun defter-i hasenatına girmesi ve bütün kâinatın hakikatlerini, getirdiği nurla nurlandırması, değil yalnız cin ve insi ve meleği ve zîhayatları, belki kâinatı ve semavatı ve arzı minnettar eylemesi ve istidat lisanıyla nebatatın duaları ve ihtiyac-ı fıtrî diliyle hayvanâtın duaları, gözümüz önünde bilfiil kabul olmasının şehadetiyle, milyonlar, belki milyarlar fıtrî ve reddedilmez duaları makbul olan sulehâ-yı ümmeti hergün o zâta (a.s.m.) salât ve selâm ile rahmet duaları ve mânevî kazançlarını en evvel o zâta (a.s.m.) bağışlamaları ve bütün ümmetçe okunan Kur'ân'ın üç yüzbin hurufunun herbirisinde on sevaptan tâ yüz, tâ bin hasene ve meyve vermesinden, yalnız kıraat-i Kur'ân cihetiyle defter-i a'mâline hadsiz nurlar girmesi haysiyetiyle, o zâtın (a.s.m.) şahsiyet-i mâneviyesi olan hakikat-i Muhammediye (a.s.m.) istikbâlde bir şecere-i tûbâ-i Cennet hükmünde olacağını Allâmü'l-Guyûb bilmiş ve görmüş ve o makama göre Kur'ân'ında o azîm ehemmiyeti vermiş ve fermanında ona tebaiyeti ve sünnet-i seniyyesine ittibâ ile şefaatine mazhariyeti en ehemmiyetli bir mesele-i insaniye göstermiş ve o haşmetli şecere-i tûbânın bir çekirdeği olan şahsiyet-i beşeriyetini ve bidayetteki vaziyet-i insaniyesini ara sıra nazara almasıdır.
İşte Kur'ân'ın tekrar edilen hakikatleri bu kıymette olduğundan, tekraratında kuvvetli ve geniş bir mucize-i mâneviye bulunmasına fıtrat-ı selime şehadet eder meğer maddiyyunluk tâunuyla maraz-ı kalbe ve vicdan hastalığına müptelâ ola!
kaidesine dahil olur.
1- Kör adam, güneşin ışığını bilmez. Hasta ağız da suyun tadını almaz.
Birincisi
Bundan on iki sene evvel işittim ki, en dehşetli ve muannid bir zındık, Kur'ân'a karşı sû-i kastını, tercümesiyle yapmaya başlamış. Ve demiş ki: "Kur'ân tercüme edilsin, tâ ne mal olduğu bilinsin." Yani, lüzumsuz tekrarâtı herkes görsün ve tercümesi onun yerinde okunsun diye dehşetli bir plân çevirmiş.
Fakat Risâle-i Nur'un cerh edilmez hüccetleri katî ispat etmiş ki, Kur'ân'ın hakîki tercümesi kâbil değil. Ve lisân-ı nahvî olan lisân-ı Arabî yerinde Kur'ân'ın meziyetlerini ve nüktelerini başka lisân muhâfaza edemez. Ve herbir harfi on adetten bine kadar sevap veren kelimât-ı Kur'âniyenin mu'cizâne ve cemiyetli tâbirlerinin yerinde beşerin âdi ve cüz'î tercümeleri tutamaz, onun yerinde câmilerde okunmaz, diye Risâle-i Nur her tarafta intişârıyla o dehşetli plânı akîm bıraktı.
Fakat, o zındıktan ders alan münâfıklar, yine şeytan hesâbına Kur'ân güneşini üflemekle söndürmeye, ahmak çocuklar gibi, ahmakâne ve dîvânecesine çalışmaları sebebiyle, bana gâyet sıkı ve sıkıcı ve sıkıntılı bir hâlette bu Onuncu Mesele yazdırıldı tahmin ediyorum. Başkalar ile görüşemediğim için hakîkat-i hâli bilmiyorum.
İKİNCİ HÂŞİYE
Denizli hapsinden tahliyemizden sonra meşhur Şehir Otelinin yüksek katında oturmuştum. Karşımda güzel bahçelerde kesretli kavak ağaçları birer halka-i zikir tarzında gâyet latîf, tatlı bir sûrette hem kendileri, hem dalları, hem yaprakları, havanın dokunmasıyla, cezbedarâne ve câzibekârâne hareketle raksları, kardeşlerimin müfârakatlarından ve yalnız kaldığımdan, hüzünlü ve gamlı kalbime ilişti. Birden güz ve kış mevsimi hatıra geldi ve bana bir gaflet bastı. Ben, o kemâl-i neşe ile cilvelenen o nâzenin kavaklara ve zîhayatlara o kadar acıdım ki, gözlerim yaş ile doldu. Kâinatın süslü perdesi altındaki ademleri, firakları ihtar ve ihsâsıyla, kâinat dolusu firakların, zevâllerin hüzünleri başıma toplandı. Birden hakîkat-i Muhammediyenin (a.s.m.) getirdiği nur, imdâda yetişti. O hadsiz hüzünleri ve gamları sürurlara çevirdi. Hattâ o nûrun herkes ve her ehl-i îman gibi, benim hakkımda milyon feyzinden yalnız o vakitte o vaziyete temas eden imdat ve tesellîsi için zât-ı Muhammediyeye (a.s.m.) karşı ebediyen minnettar oldum. Şöyle ki:
Ol nazar-ı gaflet, o mübârek nâzeninleri vazifesiz, neticesiz; bir mevsimde görünüp, hareketleri, neşeden değil, belki, güyâ ademden ve firaktan titreyerek hiçliğe düştüklerini göstermekle, herkes gibi bendeki aşk-ı bekâ ve hubb-u mehâsin ve şefkat-i cinsiye ve hayatiyeye medâr olan damarlarıma o derece dokundu ki, böyle, dünyayı bir mânevî cehenneme ve aklı bir tâzib âletine çevirdiği sırada, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın beşere hediye getirdiği nur perdeyi kaldırdı. îdam, adem, hiçlik, vazifesizlik, abes, firak yerlerinde, o kavakların herbirinin yaprakları adedince hikmetleri ve mânâları ve -Risâle-i Nur'da ispat edildiği gibi-üç kısma ayrılan neticeleri ve vazifeleri var diye gösterdi.
Birinci kısım, Sâni-i Zülcelâlin esmâsına bakar. Meselâ; nasıl bir usta, hârika bir makineyi yapsa, herkes o zâta "Mâşaallah, bârekâllah" deyip alkışlar. Öyle de, o makine dahi, ondan maksud neticeleri tam tamına göstermesiyle, lisân-ı hâliyle ustasını tebrik eder, alkışlar. Her zîhayat ve herşey böyle bir makinedir; ustasını tesbihlerle alkışlar.
İkinci kısım hikmetleri ise, zîhayatın ve zîşuurun nazarlarına bakar, onlara şirin bir mütâlâagâh, birer kitâb-ı mârifet olur; mânâlarını zîşuurun zihinlerinde ve sûretlerini kuvve-i hâfızalarında ve elvâh-ı misâliyede ve âlem-i gaybın defterlerinde daire-i vücudda bırakıp, sonra âlem-i şehâdeti terk eder, âlem-i gayba çekilir. Demek, sûrî bir vücudu bırakır, mânevî ve gaybî ve ilmî çok vücudları kazanır.
Evet, mâdem Allah var ve ilmi ihâta eder; elbette adem, îdam, hiçlik, mahv, fenâ, hakîkat noktasında ehl-i îmânın dünyasında yoktur. Ve kâfirlerin dünyaları ademle, firakla, hiçlikle, fânîlikle doludur. İşte bu hakîkati, umûmun lisânında gezen bu gelen darb-ı mesel ders verip, der:
"Kimin için Allah var, ona herşey var; ve kimin için yoksa, herşey ona yoktur, hiçtir."
Elhâsıl: Nasıl ki, İmân ölüm vaktinde insanı îdâm-ı ebedîden kurtarıyor; öyle de, herkesin husûsi dünyasını dahi îdamdan ve hiçlik karanlıklarından kurtarıyor. Ve küfür ise, husûsan küfr-ü mutlak olsa, hem o insanı, hem husûsi dünyasını ölümle îdam edip mânevî cehennem zulmetlerine atar, hayatının lezzetlerini acı zehirlere çevirir. Hayat-ı dünyeviyeyi âhirete tercih edenlerin kulakları çınlasın. Gelsinler, buna ya bir çare bulsunlar veya îmâna girsinler, bu dehşetli hasârâttan kurtulsunlar.
Duânıza çok muhtaç ve size çok müştak kardeşiniz
Said Nursî
1- Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara Sûresi: 32.)