Yâ İlâhî! Ve yâ Rabbî!
Ben, îmânın gözüyle ve Kur'ân'ın tâlimiyle ve nûruyla ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın dersiyle ve ism-i Hakîmin göstermesiyle görüyorum ki:
Semâvâtta hiçbir deverân ve hareket yoktur ki, böyle intizâmıyla Senin mevcudiyetine işaret ve delâlet etmesin.
Ve hiçbir ecrâm-ı semâviye yoktur ki, sükûtuyla, gürültüsüz vazife görerek, direksiz durmalarıyla Senin rubûbiyetine ve vahdetine şehâdeti ve işareti olmasın.
Ve hiçbir yıldız yoktur ki, mevzun hilkatiyle, muntazam vaziyetiyle ve nûrânî tebessümüyle ve bütün yıldızlara mümâselet ve müşâbehet sikkesiyle, Senin haşmet-i ulûhiyetine ve vahdâniyetine işaret ve şehâdette bulunmasın.
Ve on iki seyyâreden hiçbir seyyâre yıldız yoktur ki, hikmetli hareketiyle ve itaatli musahhariyetiyle ve intizamlı vazifesiyle ve ehemmiyetli peykleriyle Senin vücûb-u vücuduna şehâdet ve saltanât-ı ulûhiyetine işaret etmesin.
Evet, gökler sekeneleriyle, herbiri tek başıyla şehâdet ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, derece-i bedâhette-ey zemin ve gökleri yaratan Yaratıcı! Senin vücûb-u vücuduna öyle zâhir şehâdet-ve ey zerrâtı, muntazam mürekkebâtıyla tedbîrini gören ve idâre eden ve bu seyyâre yıldızları manzum peykleriyle döndüren, emrine itaat ettiren!-Senin vahdetine ve birliğine öyle kuvvetli şehâdet ederler ki, göğün yüzünde bulunan yıldızlar sayısınca nûrânî bürhanlar ve parlak deliller, o şehâdeti tasdik ederler.
Hem bu sâfî, temiz, güzel gökler, fevkalâde büyük ve fevkalâde süratli ecrâmıyla, muntazam bir ordu ve elektrik lâmbalarıyla süslenmiş bir saltanat donanması vaziyetini göstermek cihetiyle, Senin rubûbiyetinin haşmetine ve her şeyi îcad eden kudretinin azametine zâhir delâlet; ve hadsiz semâvâtı ihâta eden hâkimiyetinin ve herbir zîhayatı kucağına alan rahmetinin hadsiz genişliklerine kuvvetli işaret; ve bütün mahlukat-ı semâviyenin bütün işlerine ve keyfiyetlerine taallûk eden ve avucuna alan, tanzim eden ilminin her şeye ihâtasına ve hikmetinin her işe şümûlüne şüphesiz şehâdet ederler. Ve o şehâdet ve delâlet o kadar zâhirdir ki, güyâ yıldızlar, şâhit olan göklerin şehâdet kelimeleri ve tecessüm etmiş nûrânî delilleridirler.
Hem, semâvât meydanında, denizinde, fezâsındaki yıldızlar ise, mutî neferler, muntazam sefîneler, hârika tayyâreler, acâip lâmbalar gibi vaziyetiyle, Senin saltanât-ı ulûhiyetinin şâşaasını gösteriyorlar.
Ve o ordunun efrâdından bir yıldız olan güneşimizin seyyârelerinde ve zeminimizdeki vazifelerinin delâlet ve ihtârıyla, güneşin sâir arkadaşları olan yıldızların bir kısmı âhiret âlemlerine bakarlar ve vazifesiz değiller; belki bâkî olan âlemlerin güneşleridirler.
Ey Vâcibü'l-Vücud! Ey Vâhid-i Ehad!
Bu hârika yıldızlar, bu acîb güneşler, aylar, Senin mülkünde, Senin semâvâtında, Senin emrin ile ve kuvvetin ve kudretin ile ve Senin idâre ve tedbîrin ile teshîr ve tanzim ve tavzif edilmişlerdir. Bütün o ecrâm-ı ulviye, kendilerini yaratan ve döndüren ve idâre eden birtek Hâlıka tesbih ederler, tekbir ederler, lisân-ı hâl ile "SübhanAllah * AllahuEkber" derler. Ben dahi onların bütün tesbihâtıyla Seni takdîs ederim.
Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyâsından ihtifâ etmiş olan Kadîr-i Zülcelâl! Ey Kâdir-i Mutlak!
Kur'ân-ı Hakîmin dersiyle ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tâlimiyle anladım: Nasıl ki gökler, yıldızlar, Senin mevcudiyetine ve vahdetine şehâdet ederler; öyle de, cevv-i semâ, bulutlarıyla ve şimşekleri ve ra'dları ve riizgârlarıyla ve yağmurlarıyla, Senin vücûb-u vücuduna ve vahdetine şehâdet ederler.
Evet, câmid, şuursuz bulut, âb-ı hayat olan yağmuru, muhtaç olan zîhayatların imdâdına göndermesi, ancak Senin rahmetin ve hikmetin iledir. Karışık tesâdüf karışamaz.
Hem, elektriğin en büyüğü bulunan ve fevâid-i tenvîriyesine işaret ederek ondan istifâdeye teşvik eden şimşek ise, Senin fezâdaki kudretini güzelce tenvir eder.
Hem, yağmurun gelmesini müjdeleyen ve koca fezâyı konuşturan ve tesbihâtının gürültüsüyle gökleri çınlatan ra'dât dahi, lisân-ı kâl ile konuşarak Seni takdîs edip rubûbiyetine şehâdet eder.
Hem, zîhayatların yaşamasına en lüzumlu rızkı ve istifâdece en kolayı ve nefesleri vermek, nüfûsları rahatlandırmak gibi çok vazifeler ile tavzif edilen rüzgârlar dahi, cevvi, âdetâ bir hikmete binâen Levh-i Mahv ve İspat ve "yazar, ifâde eder, sonra bozar tahtası" sûretine çevirmekle, Senin faaliyet-i kudretine işaret ve Senin vücuduna şehâdet ettiği gibi, Senin merhametinle bulutlardan sağıp zîhayatlara gönderilen rahmet dahi, mevzun, muntazam katreleri kelimeleriyle, Senin vüs'at-i rahmetine ve geniş şefkatine şehâdet eder.
Ey Mutasarrıf-ı Fa'âl! Ve ey Feyyâz-ı Müteâl!
Senin vücûb-u vücuduna şehâdet eden bulut, berk, ra'd, rüzgâr, yağmur, birer birer şehâdet ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, keyfiyetçe birbirinden uzak, mâhiyetçe birbirine muhâlif olmakla beraber, birlik, beraberlik, birbiri içine girerek ve birbirinin vazifesine yardım etmek haysiyetiyle, Senin vahdetine ve birliğine gâyet kuvvetli işaret ederler.
Hem koca fezâyı mahşer-i acâip yapan ve bâzı günlerde birkaç defa doldurup boşaltan rubûbiyetinin haşmetine ve o geniş cevvi, yazar değiştirir bir levha gibi ve sıkar ve onunla zemin bahçesini sulandırır bir sünger gibi tasarruf eden kudretinin azametine ve herbir şeye şümûlüne şehâdet ettikleri gibi, umum zemine ve bütün mahlûkâta cevv perdesi altında bakan ve idâre eden rahmetinin ve hâkimiyetinin hadsiz genişliklerine ve her şeye yetişmelerine delâlet eder.
Hem fezâdaki hava, o kadar hakîmâne vazifelerde istihdam ve bulut ve yağmur, o kadar alîmâne faidelerde istimâl olunur ki, her şeye ihâta eden bir ilim ve her şeye şâmil bir hikmet olmazsa, o istimâl, o istihdam olamaz.
Ey Fa'âlün Limâ Yürîd!
Cevv-i fezâdaki faaliyetinle her vakit bir numune-i haşir ve kıyâmet göstermek, bir saatte yazı kışa ve kışı yaza döndürmek, bir âlem getirmek, bir âlem gayba göndermek misillü şuunâtta bulunan kudretin, dünyayı âhirete çevirecek ve âhirette şuunât-ı Sermediyeyi gösterecek işaretini veriyor.
Ey Kadîr-i Zülcelâl!
Cevv-i fezâdaki hava, bulut ve yağmur, berk ve ra'd, Senin mülkünde, Senin emrin ve havlinle, Senin kuvvet ve kudretinle musahhar ve vazifedardırlar. Mâhiyetçe birbirinden uzak olan bu fezâ mahlûkâtı, gâyet süratli ve âni emirlere ve çabuk ve acele kumandalara itaat ettiren âmir ve hâkimlerini takdîs ederek, rahmetini medh ü senâ ederler.
Ey Arz ve Semâvâtın Hâlık-ı Zülcelâi!
Senin Kur'ân-ı Hakîminin tâlimiyle ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın dersiyle îman ettim ve bildim ki: Nasıl semâvât yıldızlarıyla ve cevv-i fezâ müştemilâtıyla Senin vücûb-u vücuduna ve Senin birliğine ve vahdetine şehâdet ediyorlar; öyle de, arz bütün mahlûkâtıyla ve ahvâliyle Senin mevcudiyetine ve vahdetine, mevcudâtı adedince şehâdetler ve işaretler ederler.
Evet, zeminde hiçbir tahavvül ve ağaç ve hayvanlarda her senede urbasını değiştirmek gibi hiçbir tebeddül-cüz'î olsun, küllî olsun-yoktur ki, intizâmıyla Senin vücuduna ve vahdetine işaret etmesin.
Hem, hiçbir hayvan yoktur ki, zaafiyet ve ihtiyacının derecesine göre verilen rahîmâne rızkıyla ve yaşamasına lüzumu bulunan cihazâtın hakîmâne verilmesiye, Senin varlığına ve birliğine şehâdeti olmasın.
Hem, her baharda gözümüz önünde îcad edilen nebâtât ve hayvanâttan hiçbir tanesi yoktur ki, sanat-ı acîbesiyle ve latîf zînetiyle ve tam temeyyüzüyle ve intizâmıyla ve mevzûniyetiyle Seni bildirmesin. Ve zemin yüzünü dolduran ve nebâtât ve hayvanât denilen kudretinin hârikaları ve mu'cizeleri, mahdut ve maddeleri bir ve müteşâbih olan yumurta ve yumurtacıklardan ve katrelerden ve habbe ve habbeciklerden ve çekirdeklerden, yanlışsız, mükemmel süslü, alâmet-i fârikalı olarak yaratılışları, Sâni-i Hakîmlerinin vücuduna ve vahdetine ve hikmetine ve hadsiz kudretine öyle bir şehâdettir ki, ziyânın güneşe şehâdetinden daha kuvvetli ve parlaktır.
Hem, hava, su, nur, ateş, toprak gibi hiçbir unsur yoktur ki, şuursuzluklarıyla beraber, şuurkârâne, mükemmel vazifeleri görmesiyle, basit ve istilâ edici, intizamsız, her yere dağılmakla beraber, gâyet muntazam ve mütenevvi meyveleri ve mahsülleri hazîne-i gaybdan getirmesiyle, Senin birliğine ve varlığına şehâdeti bulunmasın.
Ey Fâtır-ı Kadîr! Ey Fettâh-ı Allâm! Ey Fa'âl-i Hallâk!
Nasıl arz, bütün sekenesiyle Hâlıkının Vâcibü'l-Vücud olduğuna şehâdet eder, öyle de, Senin-Ey Vâhid-i Ehad! Ey Hannân-ı Mennân! Ey Vehhâb-ı Rezzâk! vahdetine ve ehadiyetine, yüzündeki sikkesiyle ve sekenesinin yüzlerindeki sikkeleriyle ve birlik ve beraberlik ve birbiri içine girmek ve birbirine yardım etmek ve onlara bakan rubûbiyet isimlerinin ve fiillerinin bir olmak cihetinde, bedâhet derecesinde Senin vahdetine ve ehadetiyetine şehâdet, belki mevcudât adedince şehâdetler eder.
Hem nasıl zemin, bir ordugâh, bir meşher, bir tâlimgâh vaziyetiyle ve nebâtât ve hayvanât fırkalarında bulunan dört yüz bin muhtelif milletlerin ayrı ayrı cihazâtları muntazaman verilmesiyle, Senin rubûbiyetinin haşmetine ve kudretinin her şeye yetişmesine delâlet eder. Öyle de, hadsiz bütün zîhayatın ayrı ayrı rızıkları, vakti vaktine, kuru ve basit bir topraktan, rahîmâne, kerîmâne verilmesiyle ve hadsiz o efrâdın kemâl-i musahhariyetle evâmir-i Rabbâniyeye itaatleri, rahmetinin her şeye şümûlünü ve hâkimiyetinin her şeye ihâtasını gösteriyor.
Hem, zeminde değişmekte bulunan mahlûkât kâfilelerinin sevk ve idâreleri, mevt ve hayat münâvebeleri ve hayvan ve nebâtâtın idâre ve tedbîrleri dahi, her şeye taallûk eden bir ilimle ve herşeyde hükmeden nihayetsiz bir hikmetle olabilmesi, Senin ihâta-i ilmine ve hikmetine delâlet eder.
Hem, zeminde kısa bir zamanda hadsiz vazifeler gören ve hadsiz bir zaman yaşayacak gibi istidat ve mânevî cihazât ile teçhiz edilen ve zemin mevcudâtına tasarruf eden insan için, bu tâlimgâh-ı dünyada ve bu muvakkat ordugâh-ı zeminde ve bu muvakkat meşherde, bu kadar ehemmiyet, bu hadsiz masraf, bu nihayetsiz tecelliyât-ı Rubûbiyet, bu hadsiz hitâbât-ı Sübhâniye ve bu gâyetsiz ihsanât-ı İlâhiye, elbette ve herhalde, bu kısacık ve hüzünlü ömre ve bu karışık kederli hayata, bu belâlı ve fânî dünyaya sığışmaz. Belki, ancak, başka ve ebedî bir ömür ve bâkî bir dâr-ı saadet için olabildiği cihetinden, âlem-i bekâda bulunan ihsanât-ı uhreviyeye işaret, belki şehâdet eder.
Ey Hâlık-ı Küll-i Şey!
Zeminin bütün mahlûkâtı, Senin mülkünde, Senin arzında, Senin havl ve kuvvetin ile ve Senin kudretin ve irâdetin ile ve ilmin ve hikmetin ile idâre olunuyorlar ve musahhardırlar. Ve zemin yüzünde faaliyeti müşâhede edilen bir Rubûbiyet, öyle ihâta ve şümûl gösteriyor ve Onun idâresi ve tedbîri ve terbiyesi öyle mükemmel ve öyle hassastır ve her taraftaki icraatı öyle birlik ve beraberlik ve benzemeklik içindedir ki, tecezzî kabul etmeyen bir küll ve inkısâmı imkânsız bulunan bir küllî hükmünde bir tasarruf, bir Rubûbiyet olduğunu bildiriyor. Hem zemin, bütün sekenesiyle beraber, lisân-ı kâlden daha zâhir hadsiz lisânlarla Hâlıkını takdîs ve tesbih ve nihayetsiz nîmetlerinin lisân-ı halleriyle Rezzâk-ı Zülcelâlinin hamd ve medh ü senâsını ediyorlar.
Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyâsından istitâr etmiş olan Zât-ı Akdes! Zeminin bütün takdîsât ve tesbihâtıyla, Seni kusurdan, aczden, şerikten takdîs ve bütün tahmîdât ve senâlarıyla Sana hamd ve şükrederim.
Ey Rabbü'l-Berri ve'l-Bahr!
Kur'ân'ın dersiyle ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tâlimiyle anladım ki: Nasıl gökler ve fezâ ve zemin Senin birliğine ve varlığına şehâdet ederler; öyle de, bahirler, nehirler ve çeşmeler ve ırmaklar, Senin vücûb-u vücuduna ve vahdetine bedâhet derecesinde şehâdet ederler.
Evet, bu dünyamızın memba-ı acâip buhar kazanları hükmünde olan denizlerde hiçbir mevcut, hattâ hiçbir katre su yoktur ki, vücuduyla, intizâmıyla, menfaatiyle ve vaziyetiyle Hâlıkını bildirmesin.
Ve basit bir kumda ve basit bir suda rızıkları mükemmel bir sûrette verilen garip mahlûklardan ve hilkatleri gâyet muntazam hayvanât-ı bahriyeden, husûsan bir tanesi bir milyon yumurtacıkları ile denizleri şenlendiren balıklardan hiçbirisi yoktur ki, hilkatiyle ve vazifesiyle ve idâre ve iâşesiyle ve tedbîr ve terbiyesiyle Yaratanına işaret ve Rezzâkına şehâdet etmesin.
Hem denizde, kıymettar, hâsiyetli, zînetli cevherlerden hiçbirisi yoktur ki, güzel hilkatiyle ve câzibedar fıtratıyla ve menfaatli hâsiyetiyle Seni tanımasın, bildirmesin.
Evet, onlar birer birer şehâdet ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, beraberlik ve birbiri içinde karışmak ve sikke-i hilkatte birlik ve îcadça gâyet kolay ve efradça gâyet çokluk noktalarından Senin vahdetine şehâdet ettikleri gibi; arzı, toprağıyla beraber bu küre-i arzı kuşatan muhît denizlerini muallâkta durdurmak ve dökmeden ve dağıtmadan güneşin etrâfında gezdirmek ve toprağı istilâ ettirmemek; ve basit kumundan ve suyundan, mütenevvi ve muntazam hayvanâtını ve cevherlerini halk etmek; ve erzak ve sâir umûrlarını küllî ve tam bir sûrette idâre etmek ve tedbîrlerini görmek; ve yüzünde bulunmak lâzım gelen hadsiz cenazelerinden hiçbirisi bulunmamak noktalarından, Senin varlığına ve Vâcibü'l-Vücud olduğuna, mevcudâtı adedince işaretler ederek şehâdet eder.
Ve Senin saltanât-ı rubûbiyetinin haşmetine ve her şeye muhît olan kudretinin azametine pek zâhir delâlet ettikleri gibi, göklerin fevkındeki gâyet büyük ve muntazam yıldızlardan, tâ denizlerin dibinde bulunan gâyet küçücük ve intizamla iâşe edilen balıklara kadar her şeye yetişen ve hükmeden rahmetinin ve hâkimiyetinin hadsiz genişliklerine delâlet; ve intizâmâtıyla ve faideleriyle ve hikmetleriyle ve mîzan ve mevzûniyetleriyle, Senin her şeye muhît ilmine ve her şeye şâmil hikmetine işaret ederler.
Ve Senin, bu misâfirhâne-i dünyada, yolcular için, böyle rahmet havuzlan bulunması ve insanın seyr ü seyahatine ve gemisine ve istifâdesine musahhar olması işaret eder ki, yolda yapılmış bir handa, bir gece misâfrlerine bu kadar deniz hediyeleriyle ikram eden Zât, elbette makarr-ı saltanât-ı ebediyesinde öyle ebedî rahmet denizleri bulundurmuş ki, bunlar onların fânî ve küçük numûneleridirler.
İşte, denizlerin böyle gâyet hârika bir tarzda arzın etrâfında vaziyet-i acîbesiyle bulunması ve denizlerin mahlûkâtı dahi gâyet muntazam idâre ve terbiye edilmesi bilbedâhe gösterir ki, yalnız Senin kuvvetin ve kudretin ile ve Senin irâde ve tedbîrin ile, Senin mülkünde, Senin emrine musahhardırlar, Ve lisân-ı halleriyle Hâlıkını takdîs edip Allahü Ekber derler.
Ey dağları zemin sefînesine hazîneli direkler yapan Kadîr-i Zülcelâl!
Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tâlimiyle ve Kur'ân-ı Hakîminin dersiyle anladım ki: Nasıl denizler acâipleriyle Seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar; öyle de, dağlar dahi, zelzele tesirâtından zeminin sükûnetine ve içindeki dahilî inkılâbât fırtınalarından sükûtuna ve denizlerin istilâsından kurtulmasına; ve havanın gâzât-ı muzırradan tasfiyesine; ve suyun muhâfaza ve iddiharlarına; ve zîhayatlara lâzım olan mâdenlerin hazînedarlığına ettiği hizmetleriyle ve hikmetleriyle Seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar.
Evet, dağlardaki taşların envâından ve muhtelif hastalıklara ilâç olan maddelerin aksâmından ve zîhayata, hususan insanlara çok lâzım ve çok mütenevvi olan mâdeniyâtın ecnâsından ve dağları, sahrâları çiçekleriyle süslendiren ve meyveleriyle şenlendiren nebâtâtın esnâfından hiçbirisi yoktur ki, tesâdüfe havâlesi mümkün olmayan hikmetleriyle, intizâmıyla, hüsn-ü hilkatiyle, faideleriyle, husûsan mâdeniyâtın tuz, limon tuzu, sulfato ve şap gibi, sureten birbirine benzemekle beraber, tatlarının şiddet-i muhâlefetiyle ve bilhassa nebâtâtın basit bir topraktan, çeşit çeşit envâlarıyla, ayrı ayrı çiçek ve meyveleriyle, nihayetsiz kadîr, nihayetsiz hakîm, nihayetsiz rahîm ve kerîm bir Sâniin vücub-u vücuduna bedâhetle şehâdet ettikleri gibi, heyet-i mecmuasındaki vahdet-i idâre ve vahdet-i tedbîr ve menşe ve mesken ve hilkat ve sanatça beraberlik ve birlik ve ucuzluk ve kolaylık ve çokluk ve yapılmakta çabukluk noktalarından, o vahdetine ve ehadiyetine şehâdet ederler.
Hem nasıl ki, dağların yüzünde ve karnındaki masnûlar, zeminin her tarafında, herbir nevi aynı zamanda, aynı tarzda, yanlışsız, gâyet mükemmel ve çabuk yapılmaları ve bir iş bir işe mâni olmadan, sâir nevler ile beraber karışık iken karıştırmaksızın îcadları, Senin rubûbiyetinin haşmetine ve hiçbir şey ona ağır gelmeyen kudretinin azametine delâlet eder. Öyle de, zeminin yüzündeki bütün zîhayat mahlukların hadsiz hâcetlerini, hattâ mütenevvi hastalıklarını, hattâ muhtelif zevklerini ve ayrı ayrı iştihâlarını tatmin edecek bir sûrette, dağların yüzlerini ve içlerini muntazam eşcar ve nebâtât ve mâdeniyâtla doldurmak ve muhtaçlara teshîr etmek cihetiyle, Senin rahmetinin hadsiz genişliğine ve hâkimiyetinin nihayetsiz vüs'atine delâlet; ve toprak tabakâtı içinde gizli ve karanlık ve karışık bulunduğu halde, bilerek, görerek, şaşırmayarak, intizamla, hâcetlere göre ihzar edilmeleriyle, Senin her şeye taalluk eden ilminin ihâtasına ve herbir şeyi tanzim eden hikmetinin bütün eşyaya şümûlüne ve ilâçların ihzarâtı ve mâdenî maddelerin iddiharâtıyla, rubûbiyetinin rahîmâne ve kerîmâne olan tedâbirinin, mehâsinine ve inâyetinin ihtiyatlı letâifine pek zâhir bir sûrette işaret ve delâlet ederler.
Hem, bu dünya hanında misâfir yolcular için, koca dağlan levâzımâtlarına ve istikbâldeki ihtiyaçlarına muntazam ihtiyat deposu ve cihazât ambarı ve hayata lüzumu olan çok defînelerin mükemmel mahzeni olmak cihetinde işaret, belki delâlet, belki şehâdet eder ki, bu kadar kerîm ve misafirperver ve bu kadar hakîm ve şefkatperver ve bu kadar kadîr ve rûbubiyetperver bir , elbette ve herhalde, çok sevdiği o misâfırleri için, ebedî bir âlemde, ebedî ihsanâtının ebedî hazîneleri vardır. Buradaki dağlara bedel, orada yıldızlar o vazifeyi görürler.
Ey Kâdir-i Küll-i Şey!
Dağlar ve içindeki mahlûklar Senin mülkünde ve Senin kuvvet ve kudretinle ve ilim ve hikmetinle musahhar ve müdahhardırlar. Onları bu tarzda tavzif ve teshîr eden Hâlıkını takdîs ve tesbih ederler.
Ey Hâlık-ı Rahmân! Ve ey Rabb-i Rahîm!
Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tâlimiyle ve Kur'ân-ı Hakîminin dersiyle anladım: Nasıl ki semâ ve fezâ ve arz ve deniz ve dağ, müştemilât ve mahlûklarıyla beraber Seni tanıyorlar ve tanıttırıyorlar; öyle de, zemindeki bütün ağaç ve nebâtât, yaprakları ve çiçekleri ve meyveleriyle, Seni bedâhet derecesinde tanıttırıyorlar ve tanıyorlar.
Ve umum eşcârın ve nebâtâtın cezbedarâne hareket-i zikriyede bulunan yapraklarından ve zinetleriyle Saniinin isimlerini tavsif ve târif eden çiçeklerinden ve letâfet ve cilve-i merhametinden tebessüm eden meyvelerinden herbirisi, tesâdüfe havâlesi hiçbir cihet-i imkânı olmayan hârika sanat içindeki nizam ve nizam içindeki mîzan ve mîzan içindeki zînet ve zînet içindeki nakışlar ve nakışlar içindeki güzel ve ayrı ayrı kokular ve kokular içindeki meyvelerin muhtelif tatlarıyla, nihayetsiz rahîm ve kerim bir vücûb-u vücuduna bedâhet derecesinde şehâdet ettikleri gibi; heyet-i mecmuasıyla, bütün zemin yüzünde birlik ve beraberlik, birbirine benzemeklik ve sikke-i hilkatte müşâbehet ve tedbîr ve idârede münâsebet ve onlara taallûk eden icad fiilleri ve Rabbânî isimlerde muvâfakat ve o yüz bin envâın hadsiz efradlarını birbiri içinde şaşırmayarak birden idâreleri gibi noktalarıyla, o Vâcibü'l-Vücud bilbedâhe vahdetine ve ehadiyetine şehâdet ederler.
Hem nasıl ki onlar Senin vücûb-u vücuduna ve vahdetine şehâdet ediyorlar; öyle de, rûy-i zeminde dört yüz bin milletlerden teşekkül eden zîhayat ordusundaki hadsiz efrâdın yüz binler tarzda iâşe ve idâreleri, şaşırmayarak, karıştırmayarak, mükemmel yapılmasıyla, Senin rubûbiyetinin vahdâniyetteki haşmetine ve bir baharı, bir çiçek kadar kolay îcad eden kudretinin azametine ve her şeye taallûkuna delâlet ettikleri gibi; koca zeminin her tarafında, hadsiz hayvanâtına ve insanlara, hadsiz taamların çeşit çeşit aksâmını ihzar eden rahmetinin hadsiz genişliğine; ve o hadsiz işler ve in'amlar ve idâreler ve iâşeler ve icraatlar kemâl-i intizamla cereyanları ve her şey, hattâ zerreler o emirlere ve icraata itaat ve musahhariyetleriyle, hâkimiyetinin hadsiz vüs'atine katî delâlet etmekle beraber; o ağaçların ve nebatların ve herbir yaprak ve çiçek ve meyve ve kök ve dal ve budak gibi herbirisinin herbir şeyini, herbir işini bilerek, görerek, faydalara, maslahatlara, hikmetlere göre yapılmakla, Senin ilminin her şeye ihâtasına ve hikmetinin her şeye şümûlüne pek zâhir bir surette delâlet ve hadsiz parmaklarıyla işaret ederler. Ve Senin gâyet kemâldeki cemâl-i sanatına ve nihayet cemaldeki kemâl-i nîmetine hadsiz dilleriyle senâ ve methederler.
mahlûkât tarafından, "Bize tattırdı, fakat yedirmeden bizi îdam etti" dememek ve dedirmemek ve saltanât-ı ulûhiyetini iskât etmemek ve nihayetsiz rahmetini inkâr etmemek ve ettirmemek ve bütün müştak dostlarını mahrumiyet cihetinde düşmanlara çevirmemek noktalarından, elbette ve herhalde, ebedî bir âlemde, ebedî bir memlekette, ebedî bırakacak abdlerine, ebedî rahmet hazînelerinden, ebedî Cennetlerinde, ebedî ve Cennete lâyık bir sûrette meyvedar eşcar ve çiçekli nebatlar ihzar etmiştir. Buradakiler ise, müşterilere göstermek için numûnelerdir.
Hem ağaçlar ve nebatlar, umûmen yaprak ve çiçek ve meyvelerinin kelimeleriyle Seni takdîs ve tesbih ve tahmîd ettikleri gibi, o kelimelerden herbirisi dahi ayrıca Seni takdîs eder. Husûsan meyvelerin bedî bir sûrette etleri çok muhtelif, sanatları çok acîb, çekirdekleri çok hârika olarak yapılarak, o yemek tablalarını ağaçların ellerine verip ve nebatların başlarına koyarak zîhayat misâfirlerine göndermek cihetinde, lisân-ı hâl olan tesbihâtları, zuhurca lisân-ı kâl derecesine çıkar. Bütün onlar Senin mülkünde, Senin kuvvet ve kudretinle, Senin irâde ve ihsanâtınla, Senin rahmet ve hikmetinle musahhardırlar ve Senin herbir emrine mutîdirler.
Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey kibriyâ-i azametinden tesettür etmiş olan Sâni-i Hakîm ve Hâlık-ı Rahîm!
Bütün eşcar ve nebâtâtın, bütün yaprak ve çiçek ve meyvelerin dilleriyle ve adediyle, Seni kusurdan, aczden, şerikten takdîs ederek hamd ü senâ ederim.
Ey Fâtır-ı Kadîr! Ey Müdebbîr-i Hakîm! Ey Mürebbî-i Rahîm!
Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tâlimiyle ve Kur'ân-ı Hakîmin dersiyle anladım ve îman ettim ki, nasıl nebâtât ve eşcar Seni tanıyorlar, Senin sıfat-ı kudsiyeni ve Esmâ-i Hüsnânı bildiriyorlar. Öyle de, zîhayatlardan ruhlu kısmı olan insan ve hayvanâttan hiçbirisi yoktur ki, cisminde gâyet muntazam saatler gibi işleyen ve işlettirilen dahilî ve haricî âzâlarıyla ve bedeninde gâyet ince bir nizam ve gâyet hassas bir mîzan ve gâyet mühim faydalar ile yerleştirilen âlât ve duygularıyla ve cesedinde gâyet sanatlı bir yapılış ve gâyet hikmetli bir tefriş ve gâyet dikkatli bir muvâzene içinde konulan cihazât-ı bedeniyesiyle, senin vücûb-u vücuduna ve sıfatlarının tahakkukuna şehâdet etmesin. Çünkü, bu kadar basîrâne nâzik sanat ve şuurkârâne ince hikmet ve müdebbirâne tam muvâzeneye, elbette, kör kuvvet ve şuursuz tabiat ve serseri tesâdüf karışamazlar ve onların işi olamaz ve mümkün değildir. Ve kendi kendine teşekkül edip öyle olması ise, yüz derece muhâl içinde muhâldir. Çünkü, o halde herbir zerresi, herbir şeyini ve cesedinin teşekkülünü, belki dünyada alâkadar olduğu herşeyini bilecek, görecek, yapabilecek, âdetâ ilâh gibi ihâtalı bir ilmi ve kudreti bulunacak. Sonra, teşkil-i cesed ona havâle edilir ve "Kendi kendine oluyor" denilebilir.
Ve heyet-i mecmuasındaki vahdet-i tedbîr ve vahdet-i idâre ve vahdet-i neviye ve vahdet-i cinsiye ve umûmun yüzlerinde göz, kulak, ağız gibi noktalardá ittifak cihetinde müşâhede edilen sikke-i fıtratta birlik ve herbir nevin efrâdı sîmâlarında görülen sikke-i hikmette ittihat ve iâşede ve îcadda beraberlik ve birbirinin içinde bulunmak gibi keyfiyetlerinden hiçbirisi yoktur ki, Senin vahdetine katî şehâdette bulunmasın. Ve herbir ferdinde, kâinata bakan bütün isimlerin cilveleri bulunmakla, vâhidiyet içinde Senin ehadiyetine işareti olmasın.
Hem, nasıl ki, insan ile beraber hayvanâtın, zeminin bütün yüzünde yayılan yüz bin envâı, muntazam bir ordu gibi teçhiz ve tâlimât ve itaat ve musahhariyetle ve en küçükten tâ en büyüğe kadar, Rubûbiyetin emirleri, intizamıyla cereyanlarıyla o Rubûbiyetinin derece-i haşmetine; ve gâyet çoklukla beraber gâyet kıymetli; ve gâyet mükemmel olmakla beraber gâyet çabuk yapılmaları; ve gâyet sanatlı olmakla beraber gâyet kolay yapılışlarıyla kudretinin derece-i azametine delâlet ettikleri gibi; şarktan garba, şimalden cenuba kadar yayılan, mikroptan tâ gergedana kadar, en küçücük sinekten tâ en büyük kuşa kadar bütün onların rızıklarını yetiştiren rahmetinin hadsiz vüs'atine; ve herbiri emirber nefer gibi vazife-i fıtriyesini yapmak, zemin yüzü her baharda, güz mevsiminde terhis edilenler yerinde yeniden taht-ı silâha alınmış bir orduya ordugâh olmak cihetiyle hâkimiyetinin nihayetsiz genişliğine katî delâlet ederler.
Hem, nasıl ki hayvanâttan herbirisi, kâinatın bir küçük nüshası ve bir misâl-i musağğar hükmünde, gâyet derin bir ilim ve gâyet dakîk bir hikmetle, karışık eczâları karıştırmayarak ve bütün hayvanların ayrı ayrı sûretlerini şaşırmayarak, hatâsız, sehivsiz, noksansız yapılmalarıyla, ilminin her şeye ihâtasına ve hikmetinin her şeye şümûlüne, adetlerince işaretler ederler. Öyle de, herbiri birer mu'cize-i sanat ve birer hârika-i hikmet olacak kadar sanatlı ve güzel yapılmasıyla, çok sevdiğin ve teşhirini istediğin sanat-ı Rabbâniyenin kemâl-i hüsnüne ve gâyet derecede güzelliğine işaret ve herbirisi, husûsan yavrular, gâyet nazdar, nâzenin bir sûrette beslenmeleriyle ve heveslerinin ve arzularının tatmini cihetiyle, Senin inâyetinin gâyet şirin cemâline hadsiz işaretler ederler.
Ey Rahmânü'r-Rahîm! Ey Sâdıku'l-Va'di'l-Emîn! Ey Mâlik-i Yevmiddîn!
Senin Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmının tâlimiyle ve Kur'ân-ı Hakîminin irşâdıyla anladım ki: Mâdem kâinatın en müntehap neticesi hayattır; ve hayatın en müntehap hulâsası ruhtur; ve zîrûhun en müntehap kısmı zîşuurdur; ve zîşuurun en câmii insandır. Ve bütün kâinat ise, hayata musahhardır ve onun için çalışıyor; ve zîhayatlar zîruhlara musahhardır, onlar için dünyaya gönderiliyorlar; ve zîruhlar insanlara musahhardır, onlara yardım ediyorlar. Ve insanlar fıtraten Halıkını pek ciddi severler; ve Halıkları onları hem sever, hem Kendini onlara her vesîle ile sevdirir; ve insanın istidâdı ve cihazât-ı mâneviyesi, başka bir bâkî âleme ve ebedî bir hayata bakıyor; ve insanın kalbi ve şuuru bütün kuvvetiyle bekâ istiyor; ve lisânı, hadsiz duâlarıyla bekâ için Hâlıkına yalvarıyor. Elbette ve herhalde, o çok seven ve sevilen ve mahbûb ve muhib olan insanları dirilmemek üzere öldürmekle,
ebedî bir muhabbet için yaratılmış iken, ebedî bir adâvetle gücendirmek olamaz ve kâbil değildir. Belki başka bir ebedî âlemde mesûdâne yaşaması hikmetiyle, bu dünyada çalışmak ve onu kazanmak için gönderilmiştir. Ve insana tecellî eden isimlerin bu fânî ve kısa hayattaki cilveleriyle, âlem-i bekâda onların âyinesi olan insanların, ebedî cilvelerine mazhar olacaklarına işaret ederler. Evet, Ebedînin sâdık dostu, ebedî olacak. Ve Bâkînin âyine-i zîşuuru, bâkî olmak lâzım gelir.
Hayvanların ruhları bâkî kalacağını ve hüdhüd-ü Süleymânî (a.s.) ve neml'i, ve nâka-i Sâlih (a.s.) ve kelb-i Ashâb-ı Kehf gibi bâzı efrâd-ı mahsûsa, hem ruhu, hem cesediyle bâkî âleme gideceği ve herbir nevin, ara sıra istimâl için birtek cesedi bulunacağı, rivâyât-ı sahîhadan anlaşılmakla beraber, hikmet ve hakîkat, hem Rahmet ve Rubûbiyet öyle iktizâ ederler.
Ey Kadîr-i Kayyûm!
Bütün zîhayat, zîruh, zîşuur, Senin mülkünde, yalnız Senin kuvvet ve kudretinle ve ancak Senin irâde ve tedbîrinle ve rahmet ve hikmetinle, rubûbiyetinin emirlerine teshîr ve fıtrî vazifelerle tavzif edilmişler. Ve bir kısmı, insanın kuvveti ve galebesi için değil, belki fıtraten insanın zaafı ve aczi için, Rahmet tarafından ona musahhar olmuşlar. Ve lisân-ı hâl ve lisân-ı kâl ile Sâni'lerini ve Mâbudlarını kusurdan, şerikten takdîs ve nîmetlerine şükür ve hamd ederek, herbiri ibâdet-i mahsûsasını yapıyorlar.
Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyâsından perdelenmiş olan Zât-t Akdes!
Bütün zîruhların tesbihâtıyla Seni takdîs etmek niyet edip, diyorum.
Yâ Rabbe'l-Âlemîn! Yâ İlâhe'l-Evvelîne ve'l-Âhirîn! Ya Rabbe's-Semâvâti ve'l-Arâdîn!
Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tâlimiyle ve Kur'ân-ı Hakîmin dersiyle anladım ve îman ettim ki; nasıl semâ, fezâ, arz, berr ve bahr, şecer, nebat, hayvan, efrâdıyla, eczâsıyla, zerrâtıyla Seni biliyorlar, tanıyorlar ve varlığına ve birliğine şehâdet ve delâlet ve işaret ediyorlar. Öyle de, kâinatın hulâsası olan zîhayat; ve zîhayatın hulâsası olan insan; ve insanın hulâsası olan enbiyâ, evliyâ, asfiyânın hulâsası olan kalblerin ve akılların müşâhedât ve keşfıyât ve ilhâmât ve istihrâcâtla, yüzer icmâ ve yüzer tevâtür kuvvetinde bir katiyetle Senin vücûb-u vücuduna ve Senin vahdâniyet ve ehadiyetine şehâdet edip ihbar ediyorlar. Mu'cizât ve kerâmât ve yakînî bürhanlarıyla, haberlerini ispat ediyorlar.
Evet, kalblerde, perde-i gaybda ihtar edici bir Zâta bakan hiçbir hâtırât-ı gaybiye; ve ilhâm edici bir Zâta baktıran hiçbir ilhâmât-ı sâdıka; ve hakkalyakîn sûretinde sıfat-ı Kudsiye ve Esmâ-i Hüsnânı keşfeden hiçbir îtikâd-ı yakîne; ve enbiyâ ve evliyâda bir Vâcibü'l-Vücudun envârını aynelyakîn ile müşâhede eden hiçbir nûrânî kalb; ve asfiyâ ve sıddıkînde bir Hâlık-ı Küll-i Şeyin âyât-ı vücûbunu ve berâhin-i vahdetini ilmelyakîn ile tasdik eden, ispat eden hiçbir münevver akıl yoktur ki, Senin vücûb-u vücuduna ve sıfat-ı kudsiyene ve Senin vahdetine ve ehadiyetine ve Esmâ-i Hüsnâna şehâdet etmesin, delâleti bulunmasın ve işareti olmasın.
Ve bilhassa, bütün enbiyâ ve evliyâ ve asfiyâ ve sıddîkînin imamı ve reisi ve hulâsası olan Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ihbârını tasdik eden hiçbir mu'cizât-ı bâhiresi; ve hakkâniyetini· gösteren hiçbir hakîkat-i âliyesi; ve bütün mukaddes ve hakîkatli kitapların hulâsatü'l-hulâsası olan Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın hiçbir âyet-i tevhîdiye-i kâtıası; ve mesâil-i îmâniyeden hiçbir mesele-i kudsiyesi yoktur ki, Senin vücûb-u vücuduna ve kudsî sıfatlarına ve Senin vahdetine ve ehadiyetine ve esmâ ve sıfatına şehâdet etmesin ve delâleti olmasın ve işareti bulunmasın.
Hem, nasıl ki, bütün o yüz binler muhbir-i sâdıklar, mu'cizâtlarına ve kerâmâtlarına ve hüccetlerine istinad ederek Senin varlığına ve birliğine şehâdet ederler. Öyle de, her şeye muhît olan Arş-ı Âzamın külliyât-ı umûrunu idâreden, tâ kalbin gâyet gizli ve cüz'î hâtırâtını ve arzularını ve duâlarını bilmek ve işitmek ve idâre etmeye kadar cereyan eden rubûbiyetinin derece-i haşmetini ve gözümüz önünde hadsiz muhtelif eşyayı birden îcad eden, hiçbir fiil bir fiile, bir iş bir işe mâni olmadan, en büyük bir şeyi en küçük bir sinek gibi kolayca yapan kudretinin derece-i azametini icmâ ile, ittifak ile îlân ve ihbar ve ispat ediyorlar.
Hem, nasıl ki bu kâinatı, zîrûha, husûsan insana mükemmel bir saray hükmüne getiren; ve Cenneti ve saadet-i ebediyeyi cin ve inse ihzar eden; ve en küçük bir zîhayatı unutmayan; ve en âciz bir kalbin tatminine ve taltifine çalışan rahmetinin hadsiz genişliğini ve zerrâttan tâ seyyârâta kadar bütün envâ-ı mahlûkâtı emirlerine itaat ettiren ve teshîr ve tavzif eden hâkimiyetinin nihayetsiz vüs'atini haber vererek, mu'cizât ve hüccetleriyle ispat ederler. Öyle de, kâinatı, eczâları adedince risâleler içinde bulunan bir kitâb-ı kebîr hükmüne getiren; ve Levh-i Mahfûzun defterleri olan İmâm-ı Mübîn ve Kitâb-ı Mübînde, bütün mevcudâtın bütün sergüzeştlerini kaydedip yazan; ve umum çekirdeklerde umum ağaçlarının fihristelerini ve programlarını ve zîşuurun başlarında, bütün kuvve-i hâfızalarda, sahiplerinin tarihçe-i hayatlarını yanlışsız muntazaman yazdıran ilminin her şeye ihâtasına; ve herbir mevcuda çok hikmetleri takan, hattâ herbir ağaçta meyveleri sayısınca neticeleri verdiren; ve herbir zîhayatta âzâları, belki eczâları ve hüceyrâtları adedince maslahatları tâkip eden; hattâ insanın lisânını çok vazifelerde tavzif etmekle beraber, taamların tatları adedince, zevkî olan mîzancıklar ile teçhiz ettiren hikmet-i kudsiyenin herbir şeye şümûlüne; hem, bu dünyada numûneleri görülen celâlî ve cemâlî isimlerinin tecellîleri, daha parlak bir sûrette ebedü'l-âbâdda devam edeceğine; ve bu fânî âlemde numûneleri müşâhede edilen ihsanâtının daha şâşaalı bir sûrette dâr-ı saadette istimrârına ve bekâsına; ve bu dünyada onları gören müştakların ebedde dahi refâkatlerine ve beraber bulunmalarına bilicmâ, bilittifak şehâdet ve delâlet ve işaret ederler.
Hem, yüzer mu'cizât-ı bâhiresine ve âyât-ı kâtıasına istinâden, başta Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve Kur'ân-ı Hakîmin olarak, bütün ervâh-ı neyyire ashâbı olan enbiyâlar ve kulûb-u nûrâniye aktâbı olan evliyâlar ve ukûl-ü münevvere erbâbı olan asfiyâlar, bütün suhuf ve kütüb-ü mukaddesede Senin çok tekrar ile ettiğin vaadlerine ve tehditlerine istinâden; ve Senin, kudret ve rahmet ve inâyet ve hikmet ve celâl ve cemâlin gibi kudsî sıfatlarına ve şe'nlerine ve izzet-i celâline ve saltanât-ı rubûbiyetine îtimâden ve keşfiyât ve müşâhedât ve ilmelyakîn îtikadlarıyla, saadet-i ebediyeyi cin ve inse müjdeliyorlar. Ve ehl-i dalâlet için Cehennem bulunduğunu haber verip îlân ediyorlar ve îman edip şehâdet ediyorlar.
Ey Kadîr-i Hakîm! Ey Rahmân-ı Rahîm! Ey Sâdıku'l-Va'di'l-Kerîm! Ey izzet ve azamet ve celâl sahibi Kahhâr-ı Zülcelâl!
Bu kadar sâdık dostlarını ve bu kadar vaadlerini ve bu kadar sıfat ve şuunâtını tekzib edip, saltanât-ı rubûbiyetinin katî mukteziyâtını ve sevdiğin ve onlar dahi Seni tasdik ve itaatle kendilerini Sana sevdiren hadsiz makbul ibâdının hadsiz duâlarını ve dâvâlarını reddederek, küfür ve isyan ile ve Seni vaadinde tekzib etmekle Senin azamet-i kibriyâna dokunan ve izzet-i celâline dokunduran ve ulûhiyetinin haysiyetine ilişen ve şefkat-i rubûbiyetini müteessir eden ehl-i dalâlet ve ehl-i küfrü, haşrin inkârında tasdik etmekten yüz bin derece mukaddessin. Ve hadsiz derece münezzeh ve âlîsin. Böyle nihayetsiz bir zulümden, bir çirkinlikten Senin nihayetsiz adâletini ve cemâlini ve rahmetini takdîs ediyorum. âyetini, vücudumun bütün zerrâtı adedince söylemek istiyorum!
Belki Senin o sâdık elçilerin ve o doğru dellâl-ı saltanâtının hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn sûretinde Senin uhrevî rahmet hazînelerine ve âlem-i bekâda ihsanâtının defînelerine ve dâr-ı saadette tamamıyla zuhur eden güzel isimlerinin hârika güzel cilvelerine şehâdet, işaret, beşâret ederler. Ve bütün hakîkatlerin mercîi ve güneşi ve hâmîsi olan Hak isminin en büyük bir şuâı, bu hakîkat-i ekber-i haşriye olduğunu îman ederek, Senin ibâdına ders veriyorlar.
Allah, onların söyledikleri şeylerden pek münezzehtir ve pek büyük bir yücelikle yücedir. (İsra Sûresi: 43.)
Ey Rabbü'l-Enbiyâ ve's-Sıddîkîn!
Bütün onlar Senin mülkünde, Senin emrin ve kudretin ile, Senin irâde ve tedbîrin ile, Senin ilmin ve hikmetin ile musahhar ve muvazzaftırlar. Takdîs, tekbir, tahmîd, tehlîl ile, küre-i arzı bir zikirhâne-i âzam, bu kâinatı bir mescid-i ekber hükmünde göstermişler.
Yâ Rabbî ve yâ Rabbe's-Semâvâti ve'l-Arâdîn! Yâ Hâlıkî ve yâ Hâlık-ı Küll-i Şey!
Gökleri yıldızlarıyla, zemini müştemilâtıyla ve bütün mahlûkâtı bütün keyfiyâtıyla teshîr eden kudretinin ve irâdetinin ve hikmetinin ve hâkimiyetinin ve rahmetinin hakkı için, nefsimi bana musahhar eyle! Ve matlûbumu bana musahhar kıl! Kur'ân'a ve îmâna hizmet için, insanların kalblerini Risâle-i Nur'a musahhar yap! Ve bana ve ihvânıma, îmân-ı kâmil ve hüsn-ü hâtime ver! Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâma denizi ve Hazret-i İbrâhim Aleyhisselâma ateşi ve Hazret-i Dâvud Aleyhisselâma dağı, demiri ve Hazret-i Süleyman Aleyhisselâma cinni ve insi ve Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma şems ve kameri teshîr ettiğin gibi, Risâle-i Nur' a kalbleri ve akılları musahhar kıl! Ve beni ve Risâle-i Nur talebelerini, nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azâbından ve Cehennem ateşinden muhâfaza eyle ve Cennetü'l-Firdevste mesut kıl! Âmin, âmin, âmin!
Kur'ân'dan ve münâcât-ı Nebeviye olan Cevşenü'l-Kebîrden aldığım bu dersimi, bir ibâdet-i tefekküriye olarak, Rabb-i Rahîmimin dergâhına arz etmekte kusur etmişsem, kusurumun affı için, Kur'ân'ı ve Cevşenü'l-Kebîri şefaatçi ederek, rahmetinden, affimı niyaz ediyorum.
Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara Sûresi: 32.) Duâları ise şu sözlerde sona erer: "Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur." (Yûnus Sûresi: 10.)