BANA HİZMET EDEN KÜÇÜCÜK BİR RİSALE-İ NUR TALEBESİNİN
ÇOKLAR NAMINA SORDUĞU SUALINE CEVAPTIR.
Sual : Üstadım, yağmur duası ve namazın neticesi görünmedi, faydasız kaldı. İki üç defa bulut toplandı, yağmur vermeden dağıldı. Neden?
Elcevap : Yağmursuzluk, bu çeşit dua ve namazın vaktidir, illeti ve hikmeti değil. Nasıl ki güneş ve ayın tutulması zamanında küsuf ve husuf namazı kılınır ve güneşin gurubuyla akşam namazı kılınır; öyle de, yağmursuzluk, kuraklık, yağmur namazının ve duasının vaktidir. İbadet ve duanın sebebi ve neticesi emir ve rıza-i İlahidir, faydası uhrevidir. Eğer namazdan, ibadetten dünyevi maksatlar niyet edilse, yalnız onlar için yapılsa, o namaz battal olur. Mesela, akşam namazı güneşin batmaması için ve husuf namazı ayın açılması için kılınmaz. Öyle de, bu nevi ibadet, yağmuru getirmek için kılınsa yanlış olur. Yağmuru vermek Cenab-ı Hakkın vazifesidir. Biz vazifemizi yaptık; Onun vazifesine karışmayız.
Gerçi yağmur namazının zahir neticesi yağmurun gelmesidir; fakat asıl hakiki, en menfaatli neticesi ve en güzel ve tatlı meyvesi şudur ki: Herkes o vaziyetle anlar ki, onun tayınını veren babası, hanesi, dükkanı değil; belki onun tayınını ve yemeğini veren, koca bulutları sünger gibi ve zemin yüzünü bir tarla gibi tasarrufunda bulunduran bir Zat, onu besliyor, rızkını veriyor. Hatta en küçücük bir çocuk da, daima aç olduğu vakit validesine yalvarmaya alışmışken, o yağmur duasında, küçücük fikrinde büyük ve geniş bu manayı anlar ki: Bu dünyayı bir hane gibi idare eden bir Zat, hem beni, hem bu çocukları, hem validelerimizi besliyor, rızıklarını veriyor. O vermese, başkalarının faydası olmaz. Öyleyse Ona yalvarmalıyız der, tam imanlı bir çocuk olur. Bu münasebetle kısacık altı nokta beyan edilecek.
Birinci nokta : Nimet ve rahmet-i İlahiyenin fiyatı, şükürdür. Biz şükrü hakkıyla vermedik. Evet, rahmetin fiyatını şükürle vermediğimiz gibi; zulmümüzle, isyanımızla gazabı celb ediyoruz. Şimdi zemin yüzünde zulüm ve tahribat, küfür ve isyan ile, nev-i beşer tam tokada kendini müstahak etti ve dehşetli tokatlar yedi. Elbette bir parça hissemiz de olacak.
İkinci nokta : Hadiste var ki: "Hatta deniz dibindeki balıklar dahi günahkar ve zalimlerden şekva ediyorlar ki, onların yüzünden yağmur kesilir, hatta bizim de nafakamız azalır" derler. Evet, bu zamanlarda öyle günahlar, zulümler oluyor ki, rahmet istemeye yüzümüz kalmıyor, masum hayvanlar da azap çekerler.
Üçüncü nokta : Ayette vardır: "Öyle musibetten kaçınız ki, geldiği vakit zalimlere mahsus kalmaz, masumlar ve mazlumlar da içinde yanar." Çünkü, musibet-i ammeden masumlar harika bir tarzda, yangın içinde selamette kalsalar, hikmet-i diniye bozulur. Çünkü din bir imtihan, bir tecrübedir. O vakit, Ebu Cehil gibi fenalar, aynen Ebu Bekir-i Sıddık Radıyallahu Anh gibi tasdik ederler. Onun için, musibet-i ammede masumlar da bela çekerler.
Dördüncü nokta : Şimdi, malda ve rızıkta hilelerle suistimal ile, rüşvetle çok haram karıştığı ve ekinciler kendi malına hakkıyla sahip olmadığı ve on adamdan iki-üçü tam rahmete müstahak ise, ekincilerin malından istifade edenlerden beş-altısı ya zulümle, haram karıştırmakla, ya şükürsüzlükle rahmete istihkakını kaybediyor.
Beşinci nokta : Risale-i Nur, bu Anadolu memleketine, belaların def'ine ehemmiyetli bir vesiledir. Sadaka nasıl belayı def ediyor; onun intişarı ve okunması külli bir sadaka nev inde semavi ve arzi belaların def'ine çok emareler ve çok hadiselerle tebeyyün etmiş. Hatta Kur'ân ın işaretiyle tahakkuk etmiş. Ve yazmasını ve intişarını men etmek zamanlarında dört defa zelzelelerin başlaması ve intişarıyla durmaları ve Anadolu da ekser okunması İkinci Harb-i Umuminin Anadolu ya girmemesine bir vesile olduğu Sure-i Ve l-Asr işaret ettiği, bu iki ay kuraklık zamanında mahkemenin Risale-i Nur'un beraatine ve vatana menfaatli olduğuna dair kararını Mahkeme-i Temyiz tasdik ederek tam bir serbestiyetle Risale-i Nur'un intişar ve okunmasını beklerken, bütün bütün aksine olarak men edilmesi ve mahkemedeki risalelerin sahiplerine iade edilmemesi ve bizi de o cihetle konuşmaktan men etmeleri cihetiyle, belaların def'ine vesile olan bu külli sadaka-i maneviye karşı çıkamadı, günahımız neticesi kuraklık başladı.
Altıncı nokta : Yağmursuzluk bir musibettir ve ceza-yı amel bir azaptır. Buna karşı, ağlamakla ve hüzün ve kederle, niyaz ve hazinane yalvarmakla ve pek ciddi nedamet ve tevbe ve istiğfar ile karşılamak ve sünnet-i seniye dairesinde, bid alar karışmadan, şeriatin tayin ettiği tarzda dergah-ı İlahiyeye iltica etmek ve dua ve o hale mahsus ubudiyetle mukabele etmektir.
Hem böyle umumi musibetler, ekser nasın hatasından geldiği cihetle, o insanların ekseri (kısm-ı azamı) tevbe ve nedamet ve istiğfar etmekle def olur.
Biz Risale-i Nur şakirtleri dünyaya çok ehemmiyet vermediğimizden, dünyaya yalnız Risale-i Nur için baktığımızdan, bu yağmursuzlukta dahi o noktadan bakıyoruz. İşte, Denizli de mahkemeye verilen cüz i bir kısım Risale-i Nur, sahiplerine iadesinin aynı zamanında, burada dahi bir kısım zatlar yazmaya başlamaları aynı vaktinde, bu yağmursuzlukta bir derece rahmet yağdı. Fakat Risale-i Nur'un serbestiyeti cüz i olmasından, rahmet dahi cüz i kaldı. İnşaallah, yakında benim de risalelerim iade edilecek, tam serbest ve intişarı küllileşecek ve rahmet dahi tam olacak.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Hizbü'l-Kur'anü'l-Muazzam'ın hem fevkalade ehemmiyeti, hem faydaları, hem okumasında hiçbir vesvesenin gelmemesi, hem bütün Kur'ân'ın en sevaplı ayetlerinin ihtivası, hem Risale-i Nuriyenin bütün esaslarını ve hakikatlerini cem etmesi, hem herkese, hususan her vakit bütün Kur'ân'ı okumaya fırsat bulamayan ve Hafız olmayanlara tamam Kur'ân ın bir nümune-i kudsisi, hem tamam Kur'ân'ın tevafuklu tabında bir misal-i musağğarı ve müjdecisi, hem maddi ve lafzi ve manevi parlak bir i'caz göstermesi gibi pek çok hasiyetleri var ve bu şuhur-u mübarekedeki pek çok bereketlere ve Nurlara ve sevaplara medardır ve onun tab ına ve neşrine çalışmışlara çok büyük hayırlar kazandırır.
Risale-i Nur'un iki parlak ve kudsi istinad noktası ve ab-ı hayat çeşmesi olan -1- ayetiyle, -2- ayeti, her nasılsa sehven Sure-i Al-i İmran dan alınan ayetlerde yazılmamışlar. O iki ayeti de yazıp içine koyunuz.
Bugünlerde on ikinci sayfayı okurken birden -3- ayeti gözüme ilişti. Makabline baktım, -4- ila ahir gördüm. Arka sayfasına baktım, gördüm ki: Risale-i Nur'a işaret eden dört ayet var ve onlar Birinci Şuada izah edilmiş. Kalbime geldi: Herhalde bu dehşetli ayet, bu dehşetli ve zulümatlı ve nifakı kuvvetli asrımıza da hususi bakar. Dikkat ettim, kanaatim geldi. Bir emaresi şudur ki:
cifir ve ebced hesabıyla, tam tamına nifakın dört mertebesinin tarihlerine tevafukla parmak basıyor. Şöyle ki:
Şeddeler sayılır, eğer okunmayan hemze ler ve 'deki okunmayan sayılmazsa, tam tamına 1362 ederek bu seneye parmak basar. Eğer 'deki şedde bir bir -ı asli hesap olsa, 1342 ederek Birinci Harb-i Umuminin dehşetli nifakları netice veren tarihine tam tamına tevafukla haber verir. Eğer şedde iki sayılsa, okunmayan hemzeler ve 'de sayılsa, 1376 ederek, bu zulümatlı nifakın sukut mertebesine ve çok ayetlerde nur ile karşılaştırılan -1- kelimesinin makam-ı cifrisi olan 1372 ye dört farkla tevafuk ederek haber verir. Eğer okunmayanlar sayılsa -2- deki şedde -ı asli olsa, tam tamına 1306 ederek küfür ve nifakın dehşetli fırtınalarının tarihine tevafukla parmak basar gördüm.
Evet, iki 400, üç iki 300, bir , iki şeddeli 'lar 300, bir , bir 100, diğer , bir , bir , o da 100, iki , o da 100, yekunü 1300; bir , bir 50, şeddeli 8, ve iki medde, iki hemze 4, mecmuu 1362 eder. Öteki üç adedi de kıyas edilsin.
Hem on ikinci ve on üçüncü sayfalara dikkatle baktım, gördüm ki: Risale-i Nur'a ve şakirtlerine ve muarızlarına o derece mutabık geliyor ki, değil yalnız bir mana-yı işari ile bir remizdir; belki bu asra bakan mana-yı sarihiyle hususi bakar, külli manasına mümtaz bir fert olarak dahil eder diye kat'i anladım, hadsiz şükrettim. Bu hizmet-i Nuriyede şimdiye kadar başımıza gelen belalar yüz derece ziyade olsa yine ucuzdur; biz kazanıyoruz. O belalar, ehemmiyetsiz fani şişelerimizi ve cam parçalarımızı kırmalarıyla, baki ve uhrevi elmasları bize kazandırıyorlar diye sabır içinde şükretmeliyiz ve sevinmeliyiz bildim.
Hem beni bu sekizinci defadaki zehirlendirmeleri dahi yine akim kaldığını size beşaret veriyorum. -3- Gavs-ı Azamın teminatı, yine tahakkuk eyledi.
Umum kardeşlerime birer birer selam ve dua eder ve dualarını bu mübarek şuhur-u selasede isterim. Ve daire-i nuriyede kesretli bulunan masumların ve elleri boş dönmeyen mübarek ihtiyarların masumane dualarını bütün ruhumla arzu eden kardeşiniz
Said Nursi
� � �
Aziz kardeşlerim,
Size iki pusulayı Leyle-i Regaipten altı saat evvel yazdım. "Hizbü n-Nuriye" kağıt ile teslimden sonra, katiyen benim kanaatimde bir nevi Mucize-i Ahmediye olarak, iki aydan beri mütemadiyen kuraklık ve yağmursuzluk, her tarafta daima namazlardan sonra pek çok duaların akim kaldığı ve herkes me yusiyetten derd-i maişet endişesiyle kalben ağlarken, birden Leyle-i Regaip-bütün ömrümde hiç mislini işitmediğim ve başkalar da işitmediği-üç saatte yüz defa, belki fazla tekrarla melek-i ra dın yüksek ve şiddetli tesbihatıyla öyle bir rahmet yağdı ki, en muannide dahi Leyle-i Regaibin kudsiyetini ve Hazret-i Risaletin bir derece, bir cihette alem-i şehadete teşrifinin umum kainatça ve bütün asırlarda nazar-ı ehemmiyette ve Rahmeten li l-Alemin olduğunu ispat etti ve kainat o geceyi alkışlıyor diye gösterdi.
Acaba, dualarımızda Isparta bu memleketle beraberdi, bu yağmurda hissesi var mı, merak ediyorum. Şimdiye kadar çok emarelerle Risale-i Nur bir vesile-i rahmet olmasından, bu rahmet ima eder ki, herhalde ehemmiyetli bir fütuhatı perde altında vardır ve belki serbestiyetine bir işarettir. Hem burada Lem alar ın verdiği iştiyak cihetiyle yazıcıların çoğalması, inşaallah bir nevi makbul dua hükmüne geçti.
� � �
Aziz, sıddık, sarsılmaz kardeşlerim ve varislerim,
Bana karşı şimdiki tazyikatın üç sebebi var:
Birincisi: Heyet-i Vekilenin kararıyla, iaşem için hergün iki buçuk banknot ve sair masraflar için de bir tahsisat ve istediğim tarzda bir haneyi inşa edip bana vermek hakkında buraya emir gelmişti. Ben de kabul etmedim. Yalnız yol masrafı için Denizli de sevkiyatım için verilen bir kısmı kabul ettim. Onlar da kızdılar, tarassuta başladılar.
İkinci sebep: Denizli havalisindeki ahali Risale-i Nur hesabına bana karşı haddimden pek çok ziyade hüsn-ü teveccüh göstermesiyle ve buralarda dahi aynı hal başlaması, garazkarların evhamına dokunmasıdır.
Üçüncüsü: Malum ölmüş adamın hesabına benden intikamını almak için Afyon Valisinin garazkarane bahaneleridir. Fakat kader-i İlahi, onların bu zulümlerini hakkımızda merhametlere ve maslahatlara çeviriyor. Siz merak etmeyiniz. Bir maslahat şudur ki:
Onlar, yalnız Risale-i Nur yerinde beni susturuyorlar. Halbuki benim bedelime Risale-i Nur yüzer dillerle ve şakirtleri binler lisanlarıyla mükemmel konuşuyorlar; bu Nurları, zulmetli kafalara ders veriyorlar. En büyük memurların onlara gönderilen Risale-i Nur'un müdafaası olan Meyve nin tesiriyle başka risaleleri de-bilhassa Hüccetullahi l-Baliğa mecmuasını-kemal-i merakla tetkik etmeye başlamaları, onların inatlarını kırdığına çok emareler var.
Evet, nasıl ki, onlar şahsımla meşgul olmaları Risale-i Nur'un bir derece serbestiyetine ve intişarına faydadır; öyle de, kardeşlerimle görüştürmemek dahi ehemmiyetli bir maslahattır. Hatta bir defa görüşmek için yüz lirasını sarf edip buraya kadar gelen bir kardeşimizin görüşmeden geri gitmesi, tam bir maslahat oldu. Eğer kapı açılsa, her taraftan ziyaretçi tehacümüyle hem garazkar ve vehhamların evhamına dokunmak ihtimali, hem sırr-ı ihlasa ve mesleğimiz olan prensibimize zararı bulunması cihetiyle bu tecridim, hakkımızda bir inayettir.
Bu şuhur-u mübarekede kazanç bire yüzdür. Mübarek kardeşlerim ricalen ve nisaen ve masumlar ve muhterem ihtiyarlar dualarıyla bize yardım etmelerine pek ziyade ihtiyacımız var. İnşaallah daha hiçbir fırtına sizleri sarsmayacak, çelik gibi metanetiniz kırılmayacak.
� � �
Aziz, sıddık kardeşlerim,
[Hem manevi, hem maddi bir kaç cihette sorulan bir suale mecburiyet tahtında bir cevaptır.]
Sual: Neden, ne dahilde, ne hariçte bulunan cereyanlara ve bilhassa siyasetli cemaatlere hiçbir alaka peyda etmiyorsun? Ve Risale-i Nur ve şakirtlerini mümkün olduğu kadar o cereyanlara temastan men ediyorsun? Halbuki, eğer temas etsen ve alakadar olsan, birden binler adam Risale-i Nur dairesine girip, parlak hakikatlerini neşredeceklerdi; hem bu kadar sebepsiz sıkıntılara hedef olmayacaktın.
Elcevap: Bu alakasızlık ve içtinabın en ehemmiyetli sebebi: Mesleğimizin esası olan ihlas bizi men ediyor. Çünkü, bu gaflet zamanında, hususan tarafgirane mefkureler sahibi, herşeyi kendi mesleğine alet ederek, hatta dinini ve uhrevi harekatını da o dünyevi mesleğe bir nevi alet hükmüne getiriyor. Halbuki, hakaik-i imaniye ve hizmet-i nuriye-i kudsiye, kainatta hiçbirşeye alet olamaz. Rıza-ı İlahiden başka bir gayesi olamaz. Halbuki şimdiki cereyanların tarafgirane çarpışmaları hengamında bu sırr-ı ihlası muhafaza etmek, dinini dünyaya alet etmemek müşkülleşmiş. En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İlahiyeye dayanmaktır.
İçtinabımızın çok sebeplerinden bir sebebi de, Risale-i Nur'un dört esasından birisi olan "şefkat etmek, zulüm ve zarar etmemektir." Çünkü -1- yani, "Birisinin hatasıyla, başkası veya akrabası hatakar olmaz, cezaya müstehak olmaz" olan düstur-u irade-i İlahiyeye karşı, bu zamanda -2- sırrıyla şedit bir zulümle mukabele eder. Tarafgirlik hissiyle, bir caninin hatasıyla, değil yalnız akrabasına, belki taraftarlarına dahi adavet eder. Elinden gelse zulmeder. Elinde hüküm varsa, bir adamın hatasıyla bir köye bomba atar. Halbuki bir masumun hakkı, yüz cani için feda edilmez; onların yüzünden ona zulmedilmez. Şimdiki vaziyet, yüz masumu birkaç cani için zararlara sokar.
Mesela, hatalı bir adama müteallik, biçare ihtiyar valide ve pederi ve masum çoluk çocukları ezmek, perişan etmek, tarafgirane adavet etmek, şefkatin esasına zıttır.
Müslümanlar içinde tarafgirane cereyanlar yüzünden, böyle masumlar zulümden kurtulamıyorlar. Hususan ihtilale sebebiyet veren vaziyetler, bütün bütün zulmü dağıtır, genişletir. Cihad, dini de olsa, kafirlerin çoluk çocuklarının vaziyetleri aynıdır. Ganimet olabilir; Müslümanlar, onları kendi malikiyetine dahil edebilir. Fakat İslam dairesinde birisi dinsiz olsa, çoluk çocuğuna hiçbir cihetle temellük edilmez, hukukuna müdahale edilmez. Çünkü o masumlar, İslamiyet rabıtasıyla dinsiz pederine değil, belki İslamiyetle ve cemaat-i İslamiye ile bağlıdır. Fakat, kafirin çocukları, gerçi ehl-i necattırlar; fakat hukukta, hayatta pederlerine tabi ve alakadar olmasından, cihad harbinde o masumlar memluk ve esir olabilirler.
Umum kardeşlerime birer birer selam ve karı binler olan Leyle-i Miracınızı tebrik ederim. Merhum Hacı İbrahim in, Refet Bey gibi müteallikatlarına benim tarafımdan taziye edip deyiniz ki: "O merhum, Risale-i Nur talebeleri dairesi içindedir; daima onlara olan dualara mazhardır. Biz de hususi ona dua ederiz."
Said Nursi
� � �
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Sual : "Tevafukla bu keramet nasıl kat i sabit oluyor?" diye kardeşlerimizden birisinin sualine küçük cevaptır.
Elcevap : Birşeyde tevafuk olsa, küçük bir emare olur ki, onda bir kasıt var, bir irade var; rastgele bir tesadüf değil. Ve bilhassa tevafuk birkaç cihette olsa, o emare tam kuvvetleşir. Ve bilhassa, yüz ihtimal içinde iki şeye mahsus ve o iki şey birbiriyle tam münasebettar olsa, o tevafuktan gelen işaret sarih bir delalet hükmüne geçer ki, bir kasıt ve irade ile ve bir maksat için o tevafuk olmuş, tesadüfün ihtimali yok.
İşte, bu mesele-i Miraciye de aynen böyle oldu. Doksan dokuz gün içinde yalnız Leyle-i Regaip ve Leyle-i Miraca yağmur rahmetinin tevafuku ve o iki gece ve güne mahsus olması, daha evvel ve daha sonra olmaması ve ihtiyac-ı şedidin tam vaktine muvafakatı ve Miraciye Risalesinin burada çoklar tarafından şevkle kıraat ve kitabet ve neşrine rastgelmesi ve o iki mübarek gecenin birbiriyle bir kaç cihette tevafuk etmesi ve mevsimi olmadığı için acip gürültülerle, söylenmeyecek maddi manevi zemin gürültüleriyle feryatlarına tehditkarane ve tesellidarane tevafuk etmesi ve ehl-i imanın meyusiyetinden teselli aramalarına ve dalaletin savletinden gelen vesvese ve zaafiyetine karşı kuvve-i maneviyenin takviyesini istemelerine tam tevafuku, bu geceler gibi şeair-i İslamiyeye karşı hürmetsizlik edenlerin hatalarına bir tekdir olarak, "Kainat bu gecelere hürmet eder, neden siz etmiyorsunuz?" diye manasında, kesretli rahmetle şeair-i İslamiyeye karşı, hatta semavat ve feza-yı alem hürmetlerini göstermekle tevafuk etmesi, zerre miktar insafı olan bilir ki, bu işte hususi bir kasıt ve irade ve ehl-i imana hususi bir inayet ve merhamettir; hiçbir cihetle tesadüf ihtimali olamaz.
Demek hakikat-ı Miraç, bir mucize-i Ahmediye (a.s.m.) ve keramet-i kübrası olduğu ve Miraç merdiveniyle göklere çıkması ile zat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) semavat ehline ehemmiyetini ve kıymetini gösterdiği gibi, bu seneki Miraç da zemine ve bu memleket ahalisine kainatça hürmetini ve kıymetini gösterip bir keramet gösterdi.
� � �
Aziz, sıddık kardeşlerim,
İşarat-ı Gaybiye-i Gavsiye ve Aleviyede, "Altmış dörtte Risale-i Nur telifce tamam olur." Demek o tarihten sonra, yalnız izahat ve haşiyeler ve tetimmeler olacak. Bu münasebetle iki nokta ihtar etmek kalbime geldi.
Birincisi : Risale-i Nur'un fıtraten ve zamanın vaziyetine göre talebesi olacak, başta, masum çocuklardır. Çünkü bir çocuk, küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imani alamazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslamiyet ve imanın erkanlarını ruhuna alabilir. Adeta gayr-ı müslim birisinin İslamiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer. Bilhassa, peder ve validesini dindar görmezse ve yalnız dünyevi fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanilik verir. O halde o çocuk, dünyada peder ve validesine hürmet yerinde istiskal edip çabuk ölmelerini arzu ile onlara bir nevi bela olur. Ahirette de onlara şefaatçi değil, belki davacı olur: "Neden imanımı terbiye-i İslamiye ile kurtarmadınız?"
İşte bu hakikate binaen, en bahtiyar çocuklar onlardır ki, Risale-i Nur dairesine girip dünyada peder ve validesine hürmet ve hizmet ve hasenatı ile onların defter-i a maline vefatlarından sonra hasenatı yazdırmakla ve ahirette onlara derecesine göre şefaat etmekle bahtiyar evlat olurlar.
Risale-i Nur'un ikinci kısım talebeleri: Fıtraten Risale-i Nur a muhtaç, bir derece de dünyadan ürkmüş veyahut küsmüş kadınlardır. Hususan bir derece yaşlı da olsa, Risale-i Nur, ona hakiki bir gıda-yı manevidir. Çünkü Risale-i Nur'un dört esasından birisi şefkattir ki, ism-i Rahim in mazhariyetinden gelmiş. Kadınların da en esaslı hassaları ve fıtri vazifelerinin mayası, şefkattir.
Üçüncü kısım: Fıtri olmasa da, vaziyeti itibarıyla Risale-i Nur a ekmek ve ilaç gibi muhtaç olan hastalar ve ihtiyarlardır. Çünkü, Risale-i Nur hayat-ı bakiyeyi güneş gibi gösterdiğinden ve dünyevi hayatın fanilik cihetinde mahiyetini tam gösterdiğinden, dünyevi hayatlarına ya hastalık veya ihtiyarlıkla darbe gelen ve gaflet veya dalalet cihetiyle ölümü idam tevehhüm eden hastalar ve ihtiyarlar Risale-i Nur a o derece muhtaçtırlar ve öyle bir teselli, bir nur alırlar ki, onların hastalık ve ihtiyarlığını sıhhat ve gençliğe tercih ettiriyor.
İhtar edilen ikinci nokta : Madem Arabice altmış dörde girdik, işaret-i gaybiye gelmesiyle Risale-i Nur tekemmül etmiş olur. Eğer Rumi tarihi olsa, daha iki senemiz var. Halbuki çok mühim yerde yazılmayan ve tehir edilen risaleler kalmış. Mesela, Otuzuncu Mektup ve Otuz İkinci Mektup ve Otuz İkinci Lem alar gibi ehemmiyetli mertebeler boş kalmış. Kalbime ihtar edilmiş ki: Eski Said in en mühim eseri ve Risale-i Nur'un Fatihası, Arabi ve matbu olan İşaratü l-İ caz tefsiri, Otuzuncu Mektup olacak ve olmuş. Eski Said in en son telifi ve yirmi gün Ramazan da telif edilen, kendi kendine manzum gelen Lemeat Risalesi Otuz İkinci Lem a olması ve Yeni Said in en evvel hakikatten şuhud derecesinde kalbine zahir olan ve Arabi ibaresinde Katre, Habbe, Şemme, Zerre, Hubab, Zühre, Şule ve onların zeyillerinden ibaret büyükçe bir mecmua Otuz Üçüncü Lem a olması ihtar edildi.
Hem Meyve, On Birinci Şua olduğu gibi, Denizli Müdafaanamesi de On İkinci Şua ve hapiste ve sonra Küçük Mektuplar Mecmuası On Üçüncü Şua olması ihtar edildi. Ben de aziz kardeşlerimin tensiplerine havale ediyorum. Demek birkaç mertebede kapı açıktır; bizlere daha iyi tetimmeler yazdırılabilir.
Aziz kardeşlerime birer birer selam ediyorum. Kastamonu ve civarındaki kardeşlerimi de-eski zamanda olduğu gibi-daima beraber görüyorum. Hiç merak etmesinler, Risale-i Nur tevakkuf etmiyor, perde altında büyük fütuhatı var. Sıkıntılarımızın neticeleri Risale-i Nur'un derslerine daha ziyade nazar-ı dikkati celb edip geniş bir dairede kendini okutturuyor. Onun için gayet çalışkan iki kardeşimiz olan baba ve oğlu; ve babası, ziyade sıkıntı çekmelerinde iftihar etsinler, orada muvakkat tevakkuftan müteessir olmasınlar. Benim ve bizim nazarımızda onlar eski mevkilerini tam muhafaza ediyorlar.
Başta Risale-i Nur'un fıtri talebeleri masum çocuklar demiştik. İşte bir nümunesi, bu mektubumu rahatsızlıktan kendim yazamadığım için ben söyleyip yeni hurufla yazan Ceylan, biri de ona mektup yazan masum Küçük Ali, biri de bu defa bana kamilane ve müdakkikane mektup yazan medrese-i Nuriyenin küçük şakirdi Küçük Mehmed dir. Ben de onlara "Barekallah, bahtiyar çocuklar" derim, peder ve validelerini de tebrik ederim.
� � �
Bir suale mecburi cevabın tetimmesidir.
Aziz sıddık kardeşlerim,
Bu yaz mevsimi, gaflet zamanı ve derd-i maişet meşgalesi hengamı ve şuhur-u selasenin çok sevaplı ibadet vakti ve zemin yüzündeki fırtınaların silahla değil, diplomatlıkla çarpışmaları zamanı olduğu cihetle, gayet kuvvetli bir metanet ve vazife-i nuriye-i kudsiyede bir sebat olmazsa, Risale-i Nur'un hizmeti zararına bir atalet, bir fütur ve tevakkuf başlar.
Aziz kardeşlerim, siz kat i biliniz ki, Risale-i Nur ve şakirtlerinin meşgul oldukları vazife, ru-yi zemindeki bütün muazzam mesailden daha büyüktür. Onun için, dünyevi merak aver meselelere bakıp, vazife-i bakiyenizde fütur getirmeyiniz. Meyvenin Dördüncü Meselesini çok defa okuyunuz; kuvve-i maneviyeniz kırılmasın.
Evet, ehl-i dünyanın bütün muazzam meseleleri, fani hayatta zalimane olan düstur-u cidal dairesinde, gaddarane, merhametsiz ve mukaddesat-ı diniyeyi dünyaya feda etmek cihetiyle, kader-i İlahi, onların o cinayetleri içinde, onlara bir manevi cehennem veriyor. Risale-i Nur ve şakirtlerinin çalıştıkları ve vazifedar oldukları fani hayata bedel, baki hayata perde olan ölümü ve hayat-ı dünyeviyenin perestişkarlarına gayet dehşetli ecel celladının, hayat-ı ebediyeye birer perde ve ehl-i imanın saadet-i ebediyelerine birer vesile olduğunu, iki kere iki dört eder derecesinde kat i ispat etmektedir. Şimdiye kadar o hakikati göstermişiz.
Elhasıl: Ehl-i dalalet, muvakkat hayata karşı mücadele ediyorlar. Bizler, ölüme karşı nur-u Kur'ân ile cidaldeyiz. Onların en büyük meselesi-muvakkat olduğu için-bizim meselemizin en küçüğüne-bekaya baktığı için-mukabil gelmiyor. Madem onlar divanelikleriyle bizim muazzam meselelerimize tenezzül edip karışmıyorlar; biz, neden kudsi vazifemizin zararına onların küçük meselelerini merakla takip ediyoruz?
Bu ayet -1- ve usul-ü İslamiyetin ehemmiyetli bir düsturu olan yani, "Başkasının dalaleti sizin hidayetinize zarar etmez; sizler, lüzumsuz onların dalaletleriyle meşgul olmayasınız"; düsturun manası: "Zarara kendi razı olanın lehinde bakılmaz. Ona şefkat edip acınmaz."
Madem bu ayet ve bu düstur, bizi, zarara bilerek razı olanlara acımaktan men ediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla, vaktimizi kudsi vazifeye hasretmeliyiz. Onun haricindekileri malayani bilip, vaktimizi zayi etmemeliyiz. Çünkü elimizde nur var, topuz yoktur. Biz tecavüz edemeyiz. Bize tecavüz edilse, nur gösteririz. Vaziyetimiz bir nevi nurani müdafaadır.
Bu tetimmenin yazılmasının sebeplerinden birisi:
Risale-i Nur'un bir talebesini tecrübe ettim. Acaba bu heyecan, şimdiki siyasete karşı ne fikirdedir diye, Boğazlar hakkında bir boşboğazlığı münasebetiyle bir iki şey sordum. Baktım, alakadarane ve bilerek cevap verdi. Kalben, "Yazık!" dedim. "Bu vazife-i nuriyede zararı olacak." Sonra şiddetle ikaz ettim.
-2- bir düsturumuz vardır. Eğer insanlara acıyorsan, geçmiş düstur onlara merhamete liyakatini selb ediyor. Cennet adamlar istediği gibi, Cehennem de adam ister.
Beşinci Şuanın yine kısmen verdiği haberler tezahür ediyor.
Said Nursi
� � �
Denizli tüccarı aslı Burdur lu Hafız Mustafa ya hitaptır
Aziz, sıddık kardeşim ve hizmet-i Kur'âniyede muvaffakıyetli arkadaşım,
Sen binler safalarla geldin, beni ebedi minnettar ettin. Ve sadık arkadaşlarınla Risale-i Nur'un serbestiyetine hizmetiniz o derece büyük ve kıymetlidir, değil yalnız bizi ve Risale-i Nur'un şakirtlerini, belki bu memleketi, belki alem-i İslamı manen minnettar ettiniz ki, ehl-i imanın imdadına yetişmeye Risale-i Nur'un yolunu serbestçe açtınız. Ben, bir seneden beri seni ve seninle beraber bu serbestiyetine çalışanları, merhum Hafız Ali ve Hüsrev gibi Risale-i Nur'un kahramanlarıyla beraber manevi kazançlarıma, dualarıma şerik etmişim; hem devam edecek... Buraya kadar herbir dakika, yoldaki bir gün, Risale-i Nur'un hizmetinde bulunduğun gibi beni minnettar eyledin. Hakim-i adil namını alan malum zatı ve lehimizde onunla beraber çalışanları, bu hakiki adalete hizmetleri için ahir ömrüme kadar unutmayacağım. Altı yedi aydır onları da aynen manevi kazançlarıma şerik ediyorum.
Bana teslim ettikleri Risale-i Nur'un bir kısmını, kardeşlerime cevap vereceğim, bütününü yazsınlar, onlara hediye edeceğim. Çünkü onlar, Risale-i Nur'un bundan sonraki hizmetine tam hissedardırlar. Bu meselede ben Denizli şehrini kendi karyeme arkadaş edip bütün emvatını ve ehl-i imanın hayatta olanlarını hem kendim, hem Risale-i Nur'un talebeleri, manevi kazançlarımıza hissedar etmeye karar verdik. Denizli Hapishanesini de, bir imtihan medresemiz telakki ediyoruz. Ve bizimle alakadar hem Denizli de, hem hapiste umumuna ve hususan tam adaletini gördüğümüz mahkeme heyetine çok selam ve dualar ederiz.
� � �
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Kat iyen şek ve şüphemiz kalmadı ki, bu hizmetimizin neticesi olan Risale-i Nur'un serbestiyetini değil yalnız biz ve bu Anadolu ve alem-i İslam alkışlıyor, takdir ediyor; belki kainat memnun olup cevv-i sema, feza-yı alem alkışlıyor ki, üç dört ayda yağmura şiddet-i ihtiyaç varken gelmedi ve Denizli de mahkemenin bilfiil teslimine karar vermesi, yine leyle-i Miraçta aynen Risale-i Nur'un bir rahmet olduğuna işareten leyle-i Regaibe tevafuk ederek kesretli melek-i ra dın alkışlamasıyla ve rahmetin Emirdağında gelmesi o teslim kararına tevafuk etmesi ve bir hafta sonra, demek Denizli de vekillerin eliyle alınması hengamlarında yine aynen leyle-i Miraca ve leyle-i Regaibe tevafuk ederek aynen onlar gibi Cuma gecesinde kesretli rahmet ve yağmurun bu memlekette gelmesi, o tevafuklarıyla kat i kanaat verdi ki:
Risale-i Nur'un müsaderesine ve hapsine dört zelzelelerin tevafuku küre-i arzca bir itiraz olduğu gibi, bu Emirdağı memleketinde dört ay zarfında yalnız üç Cuma gecesinde-biri leyle-i Regaip, biri leyle-i Miraç, biri de Şaban-ı Muazzamın birinci Cuma gecesinde-rahmetin kesretli gelmesi ve Risale-i Nur'un da serbestiyetinin üç devresine tam tamına tevafuk etmesi, küre-i havaiyenin bir tebriki, bir müjdesidir ve Risale-i Nur'un da manevi bir rahmet ve yağmur olduğuna kuvvetli bir işarettir.
Ve en latif bir emare şudur ki: Dün, birdenbire bir serçe kuşu pencereye geldi, vurdu. Biz, uçurmak için işaret ettik, gitmedi.
Mecbur oldum, Ceylan a dedim:
"Pencereyi aç; o ne diyecek?"
Girdi, durdu, ta bu sabaha kadar... Sonra odayı ona bıraktık, yatak odama geldim. Bu sabah çıktım, kapıyı açtım, yarım dakikada döndüm, baktım, "Kuddüs, Kuddüs" zikrini yapan bir kuş odamda gördüm. Gülerek dedim: "Bu misafir niçin geldi?" Tam bir saat bana baktı, uçmadı, ürkmedi. Ben de okuyordum; ekmek bıraktım, yemedi. Yine kapıyı açtım, çıktım, yarım dakikada geldim, o misafir kayboldu.
Sonra bana hizmet eden çocuk geldi, dedi ki: "Ben bu gece gördüm ki, Hafız Ali nin kardeşi yanımıza gelmiş."
Ben de dedim: "Hafız Ali ve Hüsrev gibi bir kardeşimiz buraya gelecek."
Aynı günde, iki saat sonra çocuk geldi, dedi: Hafız Mustafa geldi; hem Risale-i Nur'un serbestiyetinin müjdesini, hem mahkemedeki kitaplarımı da kısmen getirdi; hem serçe kuşunun ve senin, hem kuddüs kuşunun tabirini ispat etti-ki, tesadüf olmadığını ispat etti.
Acaba, emsalsiz bir tarzda hem serçe kuşu acip bir surette, hem kuddüs kuşu garip bir surette gelip bakması, sonra kaybolması ve masum çocuğun rüyası tam tamına çıkması, Risale-i Nur'un Hafız Mustafa gibi bir zatın eliyle buraya gelmesinin aynı zamanına tevafuku hiç tesadüf olabilir mi? Hiçbir ihtimali var mı ki, bir beşaret-i gaybiye olmasın?
Evet, bu mesele, küçük bir mesele değil; kainat ve hayvanat ile alakadardır. Ben Risale-i Nur'un bir şakirdi olmak itibarıyla, kendi hisseme düşen bu kar ve neticeyi, binler altın lira kadar kazancım var kanaat ediyorum. Başka yüz binler Risale-i Nur şakirtleri ve takviye-i imana muhtaç ehl-i imanın istifadeleri buna kıyas edilsin.
Evet, dinin, şeriatın ve Kur'ân ın yüzden ziyade tılsımlarını, muammalarını hal ve keşfeden; ve en muannid dinsizleri susturup ilzam eden; ve Miraç ve haşr-i cismani gibi sırf akıldan çok uzak zannedilen Kur'ân hakikatlerini en mütemerrid ve en muannid filozoflara ve zındıklara karşı güneş gibi ispat eden ve onların bir kısmını imana getiren Risale-i Nur eczaları, elbette küre-i arz ve küre-i havaiyeyi kendi ile alakadar eder ve bu asrı ve istikbali kendiyle meşgul edecek bir hakikat-i Kur'âniyedir ve ehl-i İmân elinde bir elmas kılınçtır.
� � �
Aziz kardeşim,
Risale-i Nur'un avukatı Ziya yı bizim tarafımızdan hem çok teşekkür, hem tebrik ediniz. Çoktan beri ruhuma ihtar edilmiş ki, Ziya namında birisi, Risale-i Nur namına büyük bir hizmet edecek. Bu mesele gösterdi ki, o Ziya, bu Ziya dır. Bizleri ebede kadar minnettar eyledi. Mahkemede zabıt katibi ve azadan Hesna Hanım ve sorgu hakimi gibi vicdanlı zatlara teşekkür ederiz. Ve onları unutmayacağımı, bilhassa başta Müftü Osman, Hasan Feyzi olarak çok ehemmiyetli kardeşlerime selamımızı ve minnettarlığımızı bildiriniz. Ve hakim-i adil olan zata, Risale-i Nur'un ekser eczalarını ona hediye etmek için yazdırmayı karar verdiğimi söyleyiniz. Ve Risale-i Nur'un fahri avukatı Ziya ya, kısm-ı mühimmini yazdırıp ona hediye etmek niyetindeyim.
Tab olunan Ayetü'l-Kübrâ risalesinin beş yüz matbu nüshaları da tab edenlere verilecek mi, merak ediyorum.
Biri de, İstanbul da müsadere edilen ne kadar Risale-i Nur varsa bana aittir. İçinde yirmi risale bulunan mecmua bana çok ehemmiyeti var.
Hem Denizli den mufarakat ederken, emanet Mucizat-ı Ahmediye risalesini orada bazılarına bırakmıştım, o da bana çok lazımdır. Belki Hoca Musa Efendi biliyor.
Risale-i Nur'un zayıf veya yeni şakirtlerini vesveseden kurtarmak için beyan ediyorum ki: Gizli bir komitenin desisesiyle safdil bazı hocalar veyahut bid a taraftarları bazı muarızlar, Risale-i Nur'un hiç zedelenmez bazı hakikatlerine karşı gelmek için, benim çok kusurlu ve-itiraf ediyorum-çok hatalı şahsımın noksanlarını ve hatalarını işaa etmek ve beni onlar ile çürütmekle Risale-i Nur a ilişmek ve darbe vurmak istediklerinin bu yirmi senedir yirmi ehemmiyetli hadisesi var. Hatta iki defa hapsimize de bir nevi vesilesi olduğundan, dostlarıma ve Risale-i Nur'un şakirtlerine ilan ediyorum ki:
Ben Cenab-ı Hakka şükrediyorum ki, nefsimi kendime beğendirmemiş ve kusurlarımı kendime bildirmiş. Değil kendimi satmak, hodfuruşluk etmek, belki kemal-i mahcubiyetle Risale-i Nur'un mübarek şakirtleri içinde onların samimiyet ve ihlasıyla kendimi affettirmek ve onların manevi şefaatiyle günahlarıma bir kefaret aramaktır.
Bana itiraz edenler, gizli ayıplarımı bilmiyorlar. Yalnız zahiri bazı hatalarımı bahane edip ve yanlış olarak Risale-i Nur u benim malım zannedip Risale-i Nur'un nurlarına perde çekmek, intişarına rekabet etmek için derler: "Said Cuma cemaatine gelmiyor, sakal bırakmıyor" gibi tenkitleri var.
Elcevap: Ben, çok kusurları kabul ile beraber derim: Bu iki meselede büyük mazeretlerim var.
Evvela: Ben Şafiiyim. Şafii Mezhebinde Cumanın bir şartı, kırk adam imam arkasında Fatiha okumaktır. Daha başka şartlar da var. Onun için burada bana Cuma farz değil. Ben, mezheb-i Azamiyi takliden, bazan sünnet olarak kılıyordum.
Saniyen: Yirmi senedir haksız olarak beni insanlarla görüştürmekten men ettikleri için-hem bu ahirde, resmen dört ay evvel perde altında insanlarla temas ettirmemek için tenbihat olmuş-hem yirmi beş senedir ben münzevi yaşadığım için, kalabalık yerlerde huzur bulamıyorum ve herkesin arkasında mezhebimce iktida edip namaz kılamıyorum ve okumakta yetişemiyorum ve daha Fatiha nın yarısını okumadan, imam rükua gidiyor. Bizde Fatiha okumak farzdır.
Sakal meselesi ise: Bu bir sünnettir, hocalara mahsus değil. Bu millette yüzde doksan sakalsız olanların içinde küçükten beri sakalsız bulundum. Bu yirmi senedir bana resmi hücumlarda bazı arkadaşlarımın sakallarını kestirmeleriyle, benim sakal bırakmadığım, bir hikmet, bir inayet-i İlahiye olduğunu ispat etti. Eğer sakal olsaydı, tıraş edilseydi, Risale-i Nur a büyük bir zarardı. Çünkü ölecektim, dayanamayacaktım.
Bazı alimler "Sakalı tıraş etmek caiz değildir" demişler. Muradları, sakalı bıraktıktan sonra tıraş etmek haramdır, demektir. Yoksa hiç bırakmayan, bir sünneti terk etmiş olur. Fakat bu zamanda, dehşetli pek çok günah-ı kebireden çekinmek için, bu terk-i sünnete mukabil, Risale-i Nur'un irşadıyla, yirmi sene haps-i münferit hükmünde işkenceli bir hayat geçirdik; inşaallah o sünnetin terkine bir kefarettir.
Hem bunu katiyen ilan ediyorum ki: Risale-i Nur, Kur'ân ın malıdır. Benim ne haddim var ki, sahip olayım, ta ki kusurlarım ona sirayet etsin. Belki o Nur'un kusurlu bir hadimi ve o elmas mücevherat dükkanının bir dellalıyım. Benim karma karışık vaziyetim ona sirayet edemez, ona dokunamaz. Zaten Risale-i Nur'un bize verdiği ders de, hakikat-i ihlas ve terk-i enaniyet ve daima kendini kusurlu bilmek ve hodfuruşluk etmemektir. Kendimizi değil, Risale-i Nur'un şahs-ı manevisini ehl-i imana gösteriyoruz. Bizler, kusurumuzu görene ve bize bildirene-fakat hakikat olmak şartıyla-minnettar oluyoruz, "Allah razı olsun" deriz. Boynumuzda bir akrep bulunsa, ısırmadan atılsa, nasıl memnun oluruz; kusurumuzu-fakat garaz ve inat olmamak şartıyla ve bid alara ve dalalete yardım etmemek kaydıyla-kabul edip minnettar oluyoruz.
� � �
Aziz kardeşlerim,
Hazret-i Ali (r.a.) fıkrasında Ayetü'l-Kübrâ yüzünden şakirtleri bir musibete düşüp ve onun berekatıyla emniyet ve selamete çıkacaklarını kerametkarane haber verdiği gibi, Ayetü'l-Kübrâ risalesi Nurlar içinde yüzer matbu nüshasıyla serbestiyet noktasında daha ziyade mevki alması cihetiyle bu memlekete üç büyük yağmur rahmetine birinci vesile olduğu gibi; ben, dünya halini bilmiyorum, fakat eskiden beri boğazımızı sıkan ve daima bizi istila etmeye fırsat bekleyen ve dehşetli kuvvet alan ve taraftarlar bulan ve bizi istinadsız zannıyla fırsat bekleyenin istilasından ve esaretinden Ayetü'l-Kübrâ ve arkadaşlarının serbestiyeti çok hadise ve emarelerle, şimdiye kadar Risale-i Nur, sadaka gibi, belaların def'ine bir vesile olduğundan, bu da bu belaya karşı vesiledir denilebilir. Ve İmam-ı Ali Radıyallahu Anhın
fıkrasında bir vecihte Ayetü'l-Kübrâ risalesi maksut olduğu gibi, Denizli Meyvesinin on bir meselesi "Hüccetü l-Baliğa," on bir hüccetiyle, aynen Asa-yı Musa nın on bir mucizesine tevafuk edip, bu fıkrada aynen Ayetü'l-Kübrâ risalesi gibi İmam-ı Ali nin (r.a.) medar-ı nazarı olduğu kalbime ihtar edildi.
Demek Meyve Risalesi, Asa-yı Musa gibi, çok firavunları susturur, mağlup eder. Ayetü'l-Kübrâ yı tab eden kahraman ve mübarek kardeşlerimiz, pek büyük bir hizmet-i Nuriye yapmışlar. Merhum Hafız Ali nin (r.a.) hizmet-i Nuriyesi bununla da devam ediyor.
� � �
Aziz sıddık kardeşlerim,
Ayetü'l-Kübrâ nın matbu nüshaları perde altında çok hizmet görmüşler. Baştaki ihtarın ahirinde, beyaz yerde bir haşiye olarak size altı satır suretini gönderdik; siz münasip görürseniz yazdırırsınız, hem ıslah ve tashih edersiniz. Benim kat i kanaatim geldi ki:
Bu defa, Ayetü'l-Kübrâ yı dikkatle ve muarızları nazara alıp okudum. Şüphem kalmadı ki, Risale-i Nur'un çok şiddetli darbelerine karşı muarızlar zayıf bahaneler ve sinek kanadı kadar ehemmiyetsiz kusurları medar-ı mes uliyet gördükleri halde, bu dehşetli darbeleri nazara almayıp hem beraatimizi, hem Risale-i Nur'un serbestiyetini kabul etmelerinin sebebi: Başta Ayetü'l-Kübrâ olarak Risale-i Nur'un "Meyve" ve "Hüccetü l-Baliğa" gibi eczalarındaki harikulade ve sarsılmaz hakikatler, onların dehşetli inatlarını kırmasıdır. Çaresiz mecburiyetle serbestiyetini, beraatimizi resmen kabul etmişler. Fakat yine gizli zındıka komitesi, elinden geldiği kadar nazar-ı millette kendilerini lanetten, nefretten bir derece kurtarmak için, kusurlarımızı arıyorlar ve hükumeti iğfal etmeye çalışıyorlar. Onun için, biz, eskisi gibi ihtiyatımızı elden bırakmamalıyız. Haşiye
Umum kardeşlerimizin gelecek mübarek Ramazan-ı Şerifinizi ve geçmiş Beraat gecelerinizi bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Cenab-ı Hak, onların ve bizlerin hakkımızda bu Ramazan'daki Leyle-i Kadrimizi bin aydan hayırlı ve bin ay kadar medar-ı sevap eylesin, Ümmet-i Muhammediyeye saadet ve selamet versin. Amin.
Hem cümlenize birer birer selam eden kardeşiniz,
Said Nursi
� � �
Haşiye
Ayetü'l-Kübrâ nın başındaki ihtarın ahirinde, nazar-ı dikkati celb etmiş" cümlesine haşiyedir.
Evet, İmam-ı Ali nin (r.a.) Ayetü'l-Kübrâ hakkında verdiği haberi tam tamına Denizli hadisesi tasdik etti. Çünkü bu risalenin gizli tab ı hapsimize bir vesile oldu; ve onun kudsi ve çok kuvvetli hakikati galebesiyle beraat ve necatımıza ehemmiyetli bir sebep oldu. İmam-ı Ali nin (r.a.) keramet-i gaybiyesini körlere de gösterdi. [Ya Rab! Ayetül-Kübra hürmetine beni musibetten kurtar, eman ve emniyet ver.] hakkımızdaki duasının kabulünü ispat etti.
Aziz, sıddık, metin, sarsılmaz, sebatkar, fedakar, vefadar kardeşlerim,
Bilirsiniz ki, Ankara ehl-i vukufu Risale-i Nur a ait kerametleri ve işaret-i gaybiyeleri inkar edememişler. Yalnız, yanlış olarak o kerametlerde beni hissedar zannedip itiraz ederek, "Böyle şeyler kitapta yazılmamalıydı, keramet izhar edilmez" diye hafif bir tenkide mukabil, müdafaatımda onlara cevaben demiştim ki:
Onlar bana ait değil ve o kerametlere sahip olmak benim haddim değil. Belki Kur'ân ın mucize-i maneviyesinin tereşşuhatı ve lem alarıdır ki, hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur da kerametler şeklini alarak şakirtlerinin kuvve-i maneviyelerini takviye etmek için, ikramat-ı İlahiye nev indendir. İkram ise, izharı bir şükürdür, caizdir, hem makbuldür. Şimdi ehemmiyetli bir sebebe binaen cevabı bir parça izah edeceğim. Ve, "Niçin izhar ediyorum? Ve niçin bu noktada bu kadar tahşidat yapıyorum? Ve niçin birkaç aydır bu mevzuda çok ileri gidiyorum? Ekser mektuplar o keramete bakıyor?" diye sual edildi.
Elcevap: Risale-i Nur'un hizmet-i imaniyesinde bu zamanda binler tahribatçılara mukabil yüz binler tamiratçı lazım gelirken, hem benimle laakal yüzer katip ve yardımcı bulunmak ihtiyaç varken, değil çekinmek ve temas etmemek, belki millet ve ehl-i idare takdirle ve teşvikle yardım ve temas etmek zaruri iken ve o hizmet-i imaniye hayat-ı bakiyeye baktığı için hayat-ı faniyenin meşgalelerine ve faydalarına tercih etmek ehl-i imana vacip iken, kendimi misal alarak derim ki:
Beni herşeyden ve temastan ve yardımcılardan men etmekle beraber, aleyhimizde olanlar bütün kuvvetleriyle arkadaşlarımın kuvve-i maneviyelerini kırmak ve benden ve Risale-i Nur dan soğutmak ve benim gibi ihtiyar, hasta, zayıf, garip, kimsesiz bir biçareye, binler adamın göreceği vazifeyi başına yüklemek ve bu tecrid ve tazyiklerde maddi bir hastalık nev inde insanlarla temas ve ihtilattan çekilmeye mecbur olmak, hem o derece tesirli bir tarzda halkları ürküttürmek ki, en ziyade merbut görülen bazı dostların bana selam vermemek, hatta bazı namazı da terk etmek derecesinde ürkütmekle kuvve-i maneviyeyi kırmak cihetleriyle ve sebepleriyle., ihtiyarım haricinde bütün o manilere karşı, Risale-i Nur şakirtlerinin kuvve-i maneviyelerinin takviyesine medar ikramat-ı İlahiyeyi beyan ederek Risale-i Nur etrafında manevi bir tahşidat yaptırmak ve Risale-i Nur kendi kendine, tek başıyla, başkalarına muhtaç olmayarak, bir ordu kadar kuvvetli olduğunu göstermek hikmetiyle bu çeşit şeyler bana yazdırılmış. Yoksa (hâşâ) kendimizi satmak ve beğendirmek ve temeddüh etmek, hodfuruşluk etmek ise, Risale-i Nur'un ehemmiyetli bir esası olan ihlas sırrını bozmaktır.
İnşaallah, Risale-i Nur kendi kendine, hem kendini müdafaa ettiği, hem kıymetini tam gösterdiği gibi, bizi de manen müdafaa edip kusurlarımızı affettirmeye vesile olacaktır.
� � �
Aziz kardeşlerim,
Risale-i Nur'un zuhurundan kırk sene evvel, geniş bir hiss-i kablelvuku, acip bir tarzda, hem bende, hem bizim köyde, hem nahiyemizde tezahür ettiğini şimdi bir ihtar-ı manevi ile kat i kanaatim gelmiş. Şefik ve kardeşim Abdülmecid gibi eski talebelerime bu sırrı faş etmek isterdim. Şimdi Cenab-ı Hak sizlerde çok Abdülmecid leri ve çok Abdurrahman ları verdiği için, size beyan ediyorum:
Ben, on yaşında iken, büyük bir iftihar, hatta bazan temeddüh suretinde bir haletim vardı. İstemediğim halde pek büyük bir iş ve büyük bir kahramanlık tavrını takınıyordum. Kendi kendime derdim: Senin beş para kıymetin yok. Bu temeddühkarane, hususan cesarette çok fazla gösterişin niçindir? Bilmiyordum, hayret içindeydim. Bir iki aydır o hayrete cevap verildi ki: Risale-i Nur, kablelvuku kendini ihsas ediyordu. Sen, adi odun parçası gibi bir çekirdek iken, o firdevs salkımlarını bilfiil kendi malın gibi hiss-i kablelvuku ile hissedip hodfuruşluk ederdin.
Bizim Nurs köyümüz ise, hem eski talebelerim, hem hemşehrilerim biliyorlar ki, bizim köyümüz, fevkalade gösteriş ve cesarette ileri göstermek için temeddühü çok severdiler; güya büyük bir memleketi fetheder gibi kahramanane bir tavır almak istiyordular. Ben, hem kendime, hem onlara çok hayret ederdim. Şimdi hakiki bir ihtar ile bildim ki: O masum Nurslu insanlar, Nurs karyesi; Risale-i Nur'un nuruyla büyük bir iftihar kazanacak; o vilayetin, nahiyenin ismini işitmeyen, Nurs köyünü ehemmiyetle tanıyacak diye bir hiss-i kablelvuku ile o nimet-i İlahiyeye karşı teşekkürlerini temeddüh suretinde göstermişler.
Hem, o nahiyemiz olan Hizan kazasına tabi Isparta da, birden bire, meşhur Seyda namında Şeyh Abdurrahman-ı Taği himmetiyle o kadar çok talebeler ve hocalar ve alimler çıktılar ki, bütün Kürdistan onlarla iftihar eder bir şekil aldığı zaman, içlerinde münazara-i ilmiye ve pek büyük bir himmetle ve pek geniş bir daire-i ilim ve tarikat içinde öyle bir vaziyet hissediyordum ki, güya ru-yi zemini fethedecek bu hocalardır.
Eski meşhur ulema ve evliyalar ve allameler ve kutublar-onların medar-ı bahsi oldukça ben de dokuz on yaşındayken dinliyordum, kalbime geliyordu ki, bu talebeler, alimler, ilimde, dinde büyük bir fütuhat yapmışlar gibi vaziyet alıyorlardı. Bir talebenin bir parça ziyade zekaveti olsaydı, büyük bir ehemmiyet verilirdi. Münazarada, bir meselede birisi galebe çalsa büyük bir iftihar alırdı. Ben de hayret ediyordum, o hissiyat bende de vardı. Hatta tarikat şeyhleri ve dairelerinde medar-ı hayret bir müsabaka, hem nahiye, hem kaza, hem vilayetimizde vardı. O haletleri başka memleketlerde o derece göremedim.
Şimdi bir ihtar ile kat i kanaatim geldi: O talebe arkadaşlarım, o üstadlar hükmünde hocalarım, o mürşidlerim, evliya ve şeyhlerim, bir hiss-i kablelvuku ile ruhu hissedip akıl bilmeyerek-ki en lüzumlu bir zamanda-o talebeler içinde ve o hocaların şakirtleri içinde ve o mürşidlerin müridleri içinde parlak bir nur çıkacak, ehl-i imanın imdadına gelecek diye, o istikbaldeki nimet-i İlahiyeye gayet ağır ve acip şerait içinde ve hadsiz muarızların karşısında ve bin seneden beri kuvvet bulan dalaletin mukabilinde ve gayet vehham ve garazkar düşmanlarımızın desiselerinin ihatasında ve iki dehşetli mahkemenin uzun tetkikatında Risale-i Nur'un bu fevkalade galebesi ve harikulade perde altında tenviratı ve düşmanlarını mecbur edip serbestiyetini kazanması gösteriyor ki, o mevkiine layıktır ki, kablelvuku İmam-ı Ali Radıyallahu Anh ve Gavs-ı Azam (kuddise sırruhu) ondan haber verdikleri gibi, bunlar, köy ve nahiye ve vilayetim, benimle beraber şuursuz olarak geleceğini hissedip mesrur olmuşlar. Haşiye
Sizi eski talebelerim ve eski arkadaşlarım ve kardeşim ve biraderzadem Abdülmecid ve Abdurrahman lar bildiğimden, bu mahrem sırrı size açtım.
Evet, ben, yirmi dört saat evvel hassasiyetimle ve asabımın rutubetten tesiriyle rahmet ve yağmurun gelmesini hissettiğim gibi, aynen öyle de, ben ve köyüm ve nahiyem, kırk dört sene evvel Risale-i Nur daki rahmet yağmurunu bir hiss-i kablelvuku ile hissetmişiz demektir.
Umum kardeşlerimize ve hemşirelerimize selam ve dua ederiz ve dualarını rica ederiz.
� � �
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Risale-i Nur'un zuhuru hiss-i kablelvuku ile külli bir surette hissedilmesi gibi, Risale-i Nur'un has talebelerinin bir kısmının itirafıyla ve bir kısmının tarz-ı hayatı Risale-i Nur gibi bir hizmete namzetliğini gösterdiği cihetle bu tetimmeyi yazıyorum:
Evet, hiss-i kablelvuku, herkeste cüz i-külli vardır; hatta hayvanatta dahi vardır; hatta rüya-yı sadıkanın ehemmiyetli bir kısmı, bu hiss-i kablelvukuun nev indendir; hatta bazılarda hassasiyet cihetiyle keramet derecesine çıkar. Benim asabımdaki hassasiyetle yağmurdan yirmi dört saat evvelki rutubet-i havaiye ile yağmurun gelmesini hissetmem, bir cihette hiss-i kablelvuku sayılabilir ve bir cihette sayılmaz.
Ben, Risale-i Nur a ehemmiyetli hizmet eden kardeşlerimin tarz-ı hayatlarına dikkat ettim, gördüm ki, aynı benim güzeran-ı hayatım gibi, Risale-i Nur gibi bir neticeye göre techiz edilip sevk edilmiş.
Haşiye
Evet, Risale-i Nur un tercümanı hem fakir, hem adi iken, şansız ve ami bir haneden olduğu halde, tarihçe-i hayatında yazıldığı gibi fevkalade istiğna ve hediye ve sadakaları kabul etmemek ve emsalsiz bir izzet-i ilmiye namıyla kimseye baş eğmemek ve tenezzül etmemek ve haddinden bin derece ziyade işlere girişmek gibi haller, bu mezkur sırdan ileri gelmiştir.
Evet, Hüsrev, Feyzi, Hafız Ali, Nazif gibi çok kardeşlerimizin geçen tarz-ı hayatları bu hizmet-i Nuriyeye göre bir vaziyet verildiğini onlar hissettikleri gibi; ben de, çok has kardeşlerimde, hatta burada aynen tarz-ı hayatım gibi böyle bir nurani meyveyi vermek için tanzim edilmiş görüyorum. Hissetmeyen kısmı, dikkat etseler hissedecekler. Ben kendim, bütün hayatımın harika kısmını, evvelce Gavs-ı Azamın bir silsile-i kerameti telakki ediyordum; şimdi Risale-i Nur'un bir silsile-i kerameti olduğu tebeyyün etti.
Ezcümle: Ben Hürriyetten evvel İstanbul a gelirken, yolda, bir iki mühim ilm-i kelama ait kitaplar elime geçti. Dikkatle mütalaa ettim. İstanbul a geldikten sonra, sebepsiz olarak hem ulemayı, hem mektep muallimlerini münazaraya, "Kim ne isterse benden sorsun" diye ilan ettim. Medar-ı hayrettir ki, münazaraya gelenlerin bütün sordukları sualler, yolda mütalaa ettiğim ve hafızamda kaldığı meselelerdi. Hem, filozofların sordukları sualler, hafızamda bulunan meselelerdi.
Şimdi anlaşıldı ki, o fevkalade muvaffakıyet ve benim de haddimden çok ziyade o hodfuruşluk ve manasız izhar-ı fazilet ise, ileride Risale-i Nur'un İstanbulca ve ulemaca makbuliyetine ve ehemmiyetine zemin hazır etmek imiş.
İkincisi: Hatta ben, fakir ve muhtaç olduğum ve zahid ve sofu ve riyazetçi olmadığım ve büyük bir şeref ve haysiyet ve hanedanlık haysiyetinden, şan ve şerefinden hissedar olmadığım halde, tarihçe-i hayatımda yazıldığı gibi, küçükten beri halkların mallarını, hediyelerini kabul edemiyordum, ihtiyacımı izhara tenezzül edemiyordum. Beni bilenler gibi, ben de çok hayret ederdim. Şimdi hassaten birkaç sene zarfında anlaşıldı ki, Risale-i Nur'un dehşetli bir mücahedesinde, tamah ve mal yüzünden mağlup olmamak ve itiraz gelmemek için o halet-i ruhiye bize ihsan edilmişti. Yoksa, düşmanlarım o cihetten büyük bir darbe indirecektiler.
Hem ezcümle: Eski Said siyasette çok ileri gittiği halde, Yeni Said de taraftar bulmak için çok muhtaç olduğu zamanda, bütün insanları meşgul eden bu beş altı senedeki beşer tufanları, siyaset fırtınaları içinde kat a ve asla beni meşgul etmedi ve merakla mağlup etmedi ve beş sene, bilmeyi merak etmedim.
Beni bilenler gibi, ben de bu hale çok hayret ederdim. Hatta kendi kendime derdim: "Acaba ben mi divane olmuşum ki, bütün dünyayı kendiyle meşgul eden bu hadisata bakmıyorum, ehemmiyet vermiyorum? Yoksa insanlar mı divane olmuşlar?" diye hayret içindeydim. Şimdi hem manevi ihtarla, hem mezkur hiss-i kablelvuku ile, hem meydandaki Risale-i Nur'un galebe ve serbestiyetiyle tahakkuk etti ki, Risale-i Nur daki hakikat-i ihlas, rıza-yı İlahiden başka hiçbir şeye alet ve tabi olamaz ve Kur'ân dan başka hiçbir nokta-i istinadı olmadığını ispat etmek için o acip halet-i ruhiye verilmiş.
Said Nursi
� � �
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Meyve nin Dördüncü Meselesindeki bir hakikatin izahını eski Said in afaka bakmak damarıyla ve bana hizmet eden katibin Ramazan başlarında bayram alametini şarkta bir hadisenin tesiriyle heyecanla demesi ve bu Ramazan-ı Şerifteki kıymettar vakitleri radyonun malayaniyatıyla zayi etmemesi için manen kalbime kaç defa ihtar edildi ki, o geniş ve karışık fırtınalı hakikatin kısaca zararlarını beyan eyle. Ben de gayet muhtasar bazı işaretler nev inde, Risale-i Nur şakirtlerinin meraklarını tadil etmek niyetiyle beyan ediyorum. Fakat hem mesele çok geniş, vaktim de dar, halim de perişan olmasından, anlamasında zahmet çekeceksiniz, zekavetinize güveniyorum.
Meyvenin o Dördüncü Meselesinde denilmiş ki:
"Dünya siyasetine karışmadığımın sebebi: O geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, cazibedarlık cihetiyle meraklıları kendiyle meşgul eder, hakiki ve büyük vazifelerini onlara unutturur veya noksan bıraktırır. Hem her halde bir tarafgirlik meylini verir, zalimlerin zulümlerini hoş görür, şerik olur" mealinde orada denilmiştir.
Şimdi ben de derim ki: Merak yüzünden ve afaki hadisatın verdiği sarhoşane gafletten zevk alan biçareler! Eğer "İnsanın fıtratındaki merak, insaniyet damarıyla sizin, farz ve lazım vazifeniz zararına o hadise, o geniş boğuşmalara sevk ediyor. Bu da bir ihtiyac-ı manevidir, fıtridir" derseniz, ben de derim:
Kat iyen biliniz ki, insanın, çok mu'cizâtlı hilkatine merak etmeyip, dikkat etmeyerek iki başlı veya üç ayaklı bir insan görse kemal-i merakla temaşasına daldığı gibi; aynen bu asırda, nev-i beşerin muvakkat ve fani, tahripçi geniş hadiseleri ve zemin yüzünde yüz bin millet ve insan nev i gibi çok hadisat-ı acibeye mazhar o milletlerden, her baharda yalnız birtek arı milletine ve üzüm taifesine baksan, bu nev-i beşerdeki hadisatın yüz defa daha mucib-i merak ve ruhani, manevi zevklere medar hadiseler var. Bu hakiki zevklere ehemmiyet vermeyip beşerin zararlı, şerli, arızi hadiselerine bu kadar merak ve zevkle bağlanmak; dünyada ebedi kalmak ve o hadiseler daimi olmak ve herkese o hadiseden bir menfaat veya zarar gelmek ve o hadiseye sebebiyet verenlerin hakiki fail ve mucid olmak şartıyla olabilir. Halbuki, havanın fırtınaları gibi geçici hallerdir. Sebebiyet verenlerin tesirleri pek cüz i... Ondaki zarar ve menfaati, o vaziyet şarktan, Bahr-i Muhitten sana göndermez. Senden sana daha yakın ve senin kalbin Onun tasarrufunda ve senin cismin Onun tedbir ve icadında olan bir Zât-ı Akdesin rububiyetini ve hikmetini nazara almayıp, ta dünyanın nihayetinden zarar ve menfaati beklemek ne derece divanelik olduğu tarif edilmez.
Hem İmân ve hakikat noktasında, bu çeşit merakların büyük zararları var. Çünkü gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakiki vazife-i insaniyeti ve ahireti unutturacak olan en geniş daire ise siyaset dairesidir. Hususan böyle umumi ve mücadele suretindeki hadiseler, kalbi de boğuyor. Güneş gibi bir İmân lazım ki, herşeyde, her vaziyette, herbir harekette kader-i İlahi ve kudret-i Rabbaniyenin izini, eserini görsün, ta o zulm-ü zulmette kalb boğulmasın, İmân sönmesin; akıl, tabiat ve tesadüfe saplanmasın.
Hatta ehl-i hakikat, hakikat ve marifetullahı bulmak için, kesret dairelerini unutmaya çalışıyorlar-ta kalb dağılmasın ve lüzumlu ve kıymetli şeye sarf etmek lazım gelen merakı, zevki, şevki, lüzumsuz fani şeylerde telef olmasın. Hatta bu ehemmiyetli sırdandır ki, din düsturlarının bir hadimi olmak cihetinde güneş gibi imanlar taşıyan bir kısım Sahabeler ve onlara benzeyen mücahidinden, Selef-i Salihinden başka, siyasetçi, ekserce tam müttaki dindar olamaz. Tam ve hakiki dindar, müttaki olanlar, siyasetçi olmazlar. Yani, maksad-ı asli siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebei hükmüne geçer. Hakiki dindar ise, "Bütün kainatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir" diye, siyasete, aşk-ı merak ile değil, ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikate alet etmeye-eğer mümkünse-çalışabilir. Yoksa, baki elmasları kırılacak adi şişelere alet yapar.
Elhasıl: Nasıl ki sarhoşluk, hakiki vazifelerden gelen elemleri ve ihtiyaçları sarhoşlukla muvakkaten unutturduğu cihetle menhus ve kısa bir zevk verir; öyle de, böyle fani boğuşmaları ve hadiseleri merakla takip etmek bir nevi sarhoşluktur ki, hakiki vazifelerden gelen ihtiyacat ve yapmamaktan gelen teellümatı muvakkaten unutturduğu için menhus bir zevk verir. Veya tehlikeli bir ye se düşüp -1- ayetindeki emr-i İlahiye muhalefet eder, tokada müstehak olur. Veya -2- olan şiddetli tehdid-i İlahi tokadına mazhar olur, zalimlerin zulümlerine hasbi olarak manen iştirak eder, bil istihkak cezasını da dünyada, ahirette çeker.
Yalnız ehemmiyetli bir endişe ve bir teselli kalbime geliyor ki:
Bu geniş boğuşmaların neticesinde, eski Harb-i Umumiden çıkan zarardan daha büyük bir zarar, medeniyetin istinadı, menbaı olan Avrupa da, deccalane bir vahşet doğurmasıdır. Bu endişeyi teselliye medar, alem-i İslamın tam intibahiyle ve yeni dünyanın, Hıristiyanlığın hakiki dinini düstur-u hareket ittihaz etmesiyle ve alem-i İslamla ittifak etmesi ve İncil, Kur'ân a ittihad edip tabi olması, o dehşetli gelecek iki cereyana karşı semavi bir muavenetle dayanıp inşaallah galebe eder.
Umum kardeşlerime birer birer selam. Gelen veya geçen leyle-i Kadirlerinizi tebrik ederiz.
� � �
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Denizli nin bir Hüsrev i Hasan Feyzi nin uzunca, tafsilatlı bir mektubunu vasıtanızla aldım. Ve bildim ki, nasıl bir dane toprak altına konulur, ta çok daneleri sümbül versin; aynen öyle de, şehid merhum Hafız Ali o tarlada, toprak altına girdi, otuz kırk Hafız Ali leri sümbül verdi ve verecek, kanaatım geldi. Siz, benim tarafımdan ona ve Risale-i Nur'un hizmetine çalışanlara yazınız ki:
Bir iki sene zarfında Denizli kahramanları, yirmi sene kadar Risale-i Nur a hizmet ettiklerinden, biz Risale-i Nur şakirtleri ebede kadar onların bu iyiliklerini unutmayız. Ve Denizli, nazarımızda ikinci bir Isparta hükmüne geçtiği gibi, hapishanesini dahi bir medrese-i Nuriye manasında biliyoruz.
Feyzi nin mektubunda isimleri bulunan ve bilhassa hakim-i adil ile beraber hakiki adalete çalışanlar (Ç.H.M.) ve Avukat Ziya gibi bütün o zatlar, değil yalnız bizi, belki Anadolu yu ve alem-i İslamı manen minnettar eylemişler. Onlar, bizim gibi Risale-i Nur a sahiptirler. Eğer lüzum olsa, elime teslim edilen bir kısım mecmuaları da onlara emaneten okutmak için göndereceğim. Orada kalan kitaplar, lüzumu varsa, muattal kalmamak şartıyla kalabilirler. Büyük mecmua elinde bulunan, muattal bırakmamak ve okutmak ve mümkünse hapishaneyi teşrik etmek şartıyla onun elinde kalsın. Daha isterse, daha başkaları da ona ve oraya göndereyim.
Ben Denizli gibi, az bir zamanda, bize ve Risale-i Nur a metin kahraman sahipleri ve kardeşleri verdiği için, elimden gelse, kemal-i sürur ve sevinçle onların mübarek hapishanesinde bakiye-i ömrümü geçirmek istiyorum. Bizimle çok alakadar ve hapishanede görüştüğümüz veya bana hizmet eden Beylerbeyli Süleyman ve Tavaslı Mehmed Çavuş gibi ne kadar dostlar varsa, hepsine çok selam ediyorum ve her vakit manevi kazançlarımıza ve dualarımıza dahildirler. Ve Feyzi nin mektubunda isimleri bulunan zatlara bilhassa birer birer selam ve umumunun Ramazanlarını ve leyle-i Kadirlerini ruh u canımızla tebrik ediyoruz.
Milaslı Halil İbrahim, hakikaten Risale-i Nur'un demir gibi metin ve sarsılmaz bir şakirdidir. O kasaba onunla iftihar etmeli. Hem o zatın, hem Hasan Feyzi nin haddimden yüz derece ziyade hüsn ü zanları neticesinde yazdıkları parlak manzum iki parçayı, Risale-i Nur a hitap ediyorlar ve benim ehemmiyetsiz şahsımı perde ve arizi bir ünvan olarak yapmışlar diye kabul ediyorum. Yoksa benim ne haddim var ki o meziyetlere sahip olayım. Hem ona, hem Risale-i Nur'un avukatı Ahmed Feyzi ye ve arkadaşlarına ve eski kahraman kardeşlerimizden Şefik e çok selam ve dua ediyoruz.
Kardeşlerim, Ayetü'l-Kübrâ Ramazan da zuhur ettiği gibi, zannımca Ramazan da da matbaadan çıktığını, Isparta ya geldiğini ve Ramazan da serbestiyetle okunması ve camilere okutmak için girmesi gibi, bu Ramazan-ı Şerifte Ayetü'l-Kübrâdan çıkan ve bir saat tefekkür bir sene ibadet manasını taşıyan Hizb-i Nuriye Ayetü'l-Kübrâ dan çıktığı misilli, bizim tesbihatımızda otuzüç defa Ayetü'l-Kübrâ nın berekatı ve feyziyle on dakikada aynı hakikat-ı tevhidi veren iki sayfa kadar Ramazan ın nuruyla kalbe ihtar edildi. Ben de on dakikada Ayetü'l-Kübrâ nın tamamını okuyor gibi ve herbir mertebede, mukaddemesinde denildiği gibi küre-i arzın külli dili benim hayalen lisanım olup der; ve denizler ve dağlar, o unsurların ve insan tabakatlarının lisan-ı halleri benim dillerim olup der diye, ben de herbir dedikçe, ya bilisan-ı arz, ya bilisan-ı semavat, ya bilisan-ı cev, ya bilisan-ı anasır derim; gibi. İnşaallah, sonra size gönderilecek.
Kardeşiniz
Said Nursi
� � �
Risale-i Nur'un makbuliyetine imza basan ve gaybi işaretlerle ondan haber veren sekiz parçadan birinci parçadır.
Aynı meseleye bu risalede yirmi dokuz işaret var. Sair parçalarla beraber bine yakın işaretler, rumuzlar, imalar, emareler aynı meseleye, aynı davaya bakmaları sarahat derecesindedir. Vahdet-i mesele cihetiyle, o emareler birbirine kuvvet verir, teyid eder. O sekizden üç tanesi, İmam-ı Ali Radiyallahu Anh, üç keramet-i gaybiyesiyle Risale-i Nur dan haber vermiş.
Bu sekiz parçayı Ankara ehl-i vukufu tetkik etmiş, itiraz etmemişler. Yalnız demişler: "Keramet sahibi, kerametini yazmaz."
Ben de onlara cevap verdim ki: Bu benim değil, Risale-i Nur'un kerametidir. Risale-i Nur ise, Kur'ân ın malıdır ve tefsiridir dedim, onlar sustular; demek kabul ettiler. Gerçi bu çeşit ikramlar yazılmasaydı daha münasip olurdu; fakat bu hadsiz ve kuvvetli ve kesretli düşmanlar karşısında az ve zayıf ve fakir olan bizlere kuvve-i maneviye ve gaybi imdat ve teşci ve sebat ve metanet vermek için mecburiyet-i kat iye oldu, ben de yazdım. Benim benliğime bir hodfuruşluk verip sukutuma sebep olsa da, ehemmiyeti yok. Bu hizmete, yani ehl-i imanı dalalet-i mutlakadan kurtarmaya, lüzum olsa dünyevi hayat gibi, uhrevi hayatımı da feda etmek bir saadet bilirim. Binler dostlarım ve kardeşlerim Cennete girmeleri için, Cehennemi kabul ederim.
� � �
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Şimdi bir halimi size beyan etmek lazım geliyor ta başka sebepler sizi müteessir etmesin. O hal de şudur:
Bu yirmi sene tazyik neticesi, ehemmiyetli ve müzmin bir hastalık bana arız olmuş. Zaten eskiden beri o hastalığın esası bende vardı ki, ona merdümgirizlik, yani, insanlardan çekinmek, temas etmemek, temastan müteessir olmak... Hatta şimdi en hafif ruhlu bir kardeşim, bir şakirdimle görüşmeyi-fakat Risale-i Nur hizmetine ait olmamak şartıyla-ruhum kaldırmıyor. Hatta dostane bakmaktan cidden müteessir oluyorum. Bu ehemmiyetli halde insanların bana karşı zulüm ve cinayetleri bir vesile olduğu gibi, inayet-i İlahiye ve kaderin adaleti ve hizmet-i imaniyedeki ihlasın muhafazası en ehemmiyetli bir sebeptir ki, hem zulm-ü cinayet-i beşeriyeyi hiçe indiriyor, hem bu hastalığı tam bana sevdiriyor, sabır ve tahammül verir. Nasıl ki insanlar evham yüzünden beni temastan men ede ede asabıma dokundurdular; inayet-i İlahiye dahi, hizmet-i imaniyedeki ihlası kırmamak ve tasannukarane hodfuruşluk vaziyetine girmeye mecbur etmemek ve ziyade hüsn-ü zan edenlerin karşısında beni tekellüflere ve gösterişlere mecbur etmemek ve bu zamanda çok tesir eden şahsıma karşı teveccüh, muhabbet ve hizmete zarar veren kendini makam sahibi göstermek vaziyetinden kurtarmak ve Kur'ân dan gelen Risale-i Nur'un elmas gibi hakikatlerini bana maletmekle cam parçalarına indirmemek hikmetleriyle, Cenab-ı Erhamürrahimin bana bu hastalığı vermiştir. Ben, Cenab-ı Hakka şükrediyorum. Siz de müteessir olmayınız, memnun olunuz. Fakat fıtri teellümlere karşı, tahammülüm için duanıza muhtacım.
Aziz kardeşlerim, bize teslim olunan kitaplarımın yaldızlı kaplı büyük mecmualardan bir kısmına baktım, gördüm ki: Nur, gül fabrikalarının elmas kalemleriyle yazdıkları risaleler, o yaldızlı kaplar içinde bazan on beş yirmi risale içinde bulunan mecmualar o kadar güzel birer elmas kılıç hükmünde düşmanlarına karşı kendilerini büyük makamlarca ve mahkemelerde müdafaa etmek hikmetiyle-hiçbir sebep yokken, birden bire Risale-i Nur u büyük mecmualar tarzında yaptırmaya hapsimizden beş ay evvel başladık-bunda büyük bir inayet-i İlahiye olduğuna şüphem kalmadı ve filozofların mağlubiyetinin hikmetini anladık. Çünkü içtimada eczaların kuvvetinden çok ziyade bir kuvvet, hususan müdafaa vaktinde içtima ve tesanüdden ileri geliyor.
Kardeşlerim, çoktan size söylemek lazım gelirken unutmuştum. Kerametli Yirmi Dokuzuncu Söz, o Sözün yalnız birinci makamıdır. O Sözün ikinci makamı ise, ehemmiyetine binaen-ki, bir vecihte ona da "Ayetü'l-Kübrâ" namını İmam-ı Ali Radiyallahu Anhu vermiş olan-Yirmi Dokuzuncu Lem a-i Arabiyedir ki, "Allahu Ekber" gibi sair tesbihatın mertebelerindeki Nur ları beyan ediyor ve Hizb-i Nuriyenin de bir me hazıdır.
Umum kardeşlerime birer birer selam ve dua ederim. Gizli olan her gecede muhtemel bulunan leyle-i Kadirlerinizi tebrik ederim.
Kardeşiniz
Said Nursi
� � �
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bilmukabele, biz de Ramazanınızı tebrik ediyoruz. Rüyalarınız pek çok mübarektirler. İnşaallah, Cenab-ı Hak sizi büyük ihsanlara mazhar eyleyecek diye bir işarettir.
Bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife, imanını kurtarmaktır, başkaların imanına kuvvet verecek bir surette çalışmaktır. Sakın, benlik ve gurura medar şeylerden çekin. Tevazu, mahviyet ve terk-i enaniyet, bu zamanda ehl-i hakikate lazım ve elzemdir. Çünkü, bu asırda en büyük tehlike benlikten ve hodfuruşluktan ileri geldiğinden, ehl-i hak ve hakikat, mahviyetkarane daima kusurunu görmek ve nefsini itham etmek gerektir. Sizin gibilerin ağır şerait içinde kahramancasına imanını ve ubudiyetini muhafaza etmesi, büyük bir makamdır. Senin rüyalarının bir tabiri de, bu noktadan seni tebşir etmektir.
Risale-i Nur eczalarında tarikat hakikatine dair "Telvihat-ı Tis a" namındaki risaleyi elde edip bakınız. Hem, zatınız gibi metin ve imanlı ve hakikatli zatlar Risale-i Nur dairesine giriniz. Çünkü, bu asırda Risale-i Nur, bütün tehacümata karşı mağlup olmadı. En muannid düşmanlarına da serbestiyetini resmen teslim ettirdi. Hatta iki seneden beridir büyük makamatlar ve adliyeler, tetkikat neticesinde, Risale-i Nur'un serbestiyetini tasdik ve mahrem ve gayr-ı mahrem bütün eczalarını sahiplerine teslime karar verdiler.
Risale-i Nur'un mesleği, sair tarikatlar, meslekler gibi mağlup olmayarak, belki galebe ederek pek çok muannidleri imana getirmesi, pek çok hadisatın şehadetiyle, bu asırda bir mucize-i maneviye-i Kur'âniye olduğunu ispat eder. O dairenin haricinde, ekseriyetle, bu memlekette, bu hususi ve cüz i ve yalnız şahsi hizmet veya mağlubane perde altında veya bid alara müsamaha suretinde ve te vilat ile bir nevi tahrifat içinde hizmet-i diniye tam olamaz diye, hadisat bize kanaat vermiş.
Madem sizde büyük bir himmet ve kuvvetli bir İmân var; tam bir ihlas ve tam bir mahviyetle, sebatkarane Risale-i Nur a şakirt ol-ta binler, belki yüz binler şakirtlerin şirket-i maneviye-i uhreviyelerine hissedar ol. Ta senin hayırların, iyiliklerin cüz iyetten çıkıp küllileşsin, ahirette tam karlı bir ticaret olsun.
Said Nursi
� � �
Aziz, sıddık kardeşlerim,
İki sene tetkikattan sonra mahkeme tarafından bana teslim olunan mecmualardan bugün, masumlar taifesinin ve ümmi ihtiyarlar cemaatinin bana yadigar olarak gönderdikleri parçaları havi büyük ve yaldızlı ciltli bir mecmua gördüm. Bu mecmuanın başında ta Kastamonu ya yazdığım bir fıkrayı size göndermek hatırıma geldi. Belki de eskiden bir sureti size gönderilmiş. Bunda kanaatım geldi ki:
Filozoflara ve muannidlere karşı masumlar ve ümmilerin masumane ve halisane olan bu elimdeki mecmuası, en büyük bir vasıta-i galebedir; inatları kırıp insafsızları insafa getirmiştir. İşte çok yerlerden bana gönderilen mecmualar ve ümmilerin parçalarını üç mecmua içinde cem etmiştik. Ve mecmuanın başında, bu gelen parça yazılı gördüm, size de gönderiyorum.
Hem bununla, Risale-i Nur'un makbuliyetine delalet eden sekiz parçadan mürekkep yaptığımız bir mecmua ve keramet-i Gavsiye ve Aleviye ve işaret-i Kur'âniyeden başka, lahika ve saireden üç dört parça daha ilave edilen mecmuanın başında yazılmaya layık bir parçayı leffen beraber gönderiyorum.
Umum kardeşlerime, bilhassa masum ve ümmilere selam ve dua eder ve dualarını istiyoruz. Ve bin maşaallah ve barekallah onlara deriz. Onların yazılarını kimler görüyorsa, takdirkarane meftun olur.
Risale-i Nur'un küçük ve masum şakirtlerinden elli altmış talebenin yazdıkları nüshaları bize göndermişler, o parçaları üç cilt içinde cem ettik.
İşte bu mecmuadaki parçaları yazanların nümune olarak bir kısmı şunlardır:
İsimleri Yaşları
Ömer 15
Mustafa 13
Hafız Nebi 14
Hicret 15
Hüseyin 11
Ahmed Zeki 13
Ayşe 11
Hafız Ahmed 12
Mustafa 14
Bekir 9
Ali 12
Ayşe 11
İşte bu mecmuadaki risaleler, bu masum çocukların Risale-i Nur dan ders aldıkları ve yazdıklarının bir kısmıdır. Onların bu zamanda bu ciddi çalışmaları gösteriyor ki, Risale-i Nur da öyle bir manevi zevk ve cazibedar bir nur var ki, mekteplerde çocukları okumaya şevkle sevk etmek için icad ettikleri her nevi eğlence ve teşviklere galebe edecek bir lezzet, bir sürur, bir şevk, Risale-i Nur veriyor ki, çocuklar böyle hareket ediyorlar. Hem bu hal gösteriyor ki, Risale-i Nur kökleşiyor. İnşaallah, daha hiçbir şey onu koparamayacak; ensal-i atiyede devam edecek, gidecek.
Aynen bu masum çocuk şakirtler gibi, Risale-i Nur'un cazibedar dairesine giren ümmi ihtiyarların dahi kırkelli yaşından sonra Risale-i Nur'un hatırı için yazıya başlayıp yazdıkları kırk elli parça, iki üç mecmua içinde derc edildi. Bu ümmi ihtiyarların ve kısmen çoban ve efelerin, bu zamanda, bu acip şerait içinde, herşeye tercihan Risale-i Nur a bu surette çalışmaları gösteriyor ki, bu zamanda Risale-i Nur a ekmekten ziyade ihtiyaç var ki, harmancılar, çiftçiler, çobanlar, yörük efeleri, hacat-ı zaruriyeden ziyade bir hacat-ı zaruriyeyi, Risale-i Nur'un hakaikini görüyorlar.
Bu ciltte az ve sair altı cild-i ahirde masumların ve ihtiyar ümmilerin yazılarının tashihinde çok zahmet çektim. Vakit müsaade etmiyordu. Hatırıma geldi ve manen denildi ki: Sıkılma! Bunların yazıları çabuk okunmadığından, acelecileri yavaş yavaş okumaya mecbur ettiğinden, Risale-i Nur'un gıda ve taam hükmündeki hakikatlerinden hem akıl, hem kalb, hem ruh, hem nefis, hem his, hisselerini alabilir. Yoksa, yalnız akıl cüz i bir hisse alır, ötekiler gıdasız kalabilirler.
Risale-i Nur, sair ilimler ve kitaplar gibi okunmamalı. Çünkü ondaki iman-ı tahkiki ilimleri, başka ilimlere ve maariflere benzemez. Akıldan başka çok letaif-i insaniyenin kut ve nurlarıdır.
Elhasıl: Masumların ve ümmi ihtiyarların noksan yazılarında iki fayda var:
Birincisi: Teenni ve dikkatle okunmaya mecbur etmektir.
İkincisi: O masumane ve halisane ve samimi ve tatlı dillerinden, derslerinden Risale-i Nur'un şirin ve derin meselelerini lezzetli bir hayretle dinlemek ve ders almaktır.
Kardeşiniz
Said Nursi
� � �
Elhamdülillah, bu sene Isparta daki talebelerinizi dünyevi meşağil daha çok gaflete sokmadı. Hizmet-i Nuriyedeki gayretlerimiz ciddi bir surette devam ediyor. Herbirimizin kalblerimizdeki Nura karşı incizap, simalarımızda okunuyor. Sanki bu talebelerinizin kalbleri sevinçle doludur.
Evet sevgili Üstadımız, bütün talebeleriniz hep birden diyorlar: Liyakatsizliğimiz, hiçliğimizle beraber safiyane istihdam edildiğimiz bu hizmet-i Nuriyede bedi bir Üstada hem talebe, hem katip, hem muhatap, hem naşir, hem mücahid, hem halka nasih, hem Hakka abid olmak gibi cihandeğer güzelliklerin hepsini birden bize veren Hazret-i Allah a ne kadar şükretsek azdır. Ve bu yapmak istediğimiz şükürler dahi, Halıkımızın fazlıyla kalbimize gelen bir ihsan olduğunu tahattur eden biz talebelerinizin kalblerini sürur ve sevinç dolduruyor. Masum Nursluların Üstadımızın küçüklüğünde geçirdikleri hayatın müteşekkirane bir tarzı, hal ve etvarımızda okunuyor. Hudutsuz şükürler, nihayetsiz senalar olsun o Zât-ı Zülcelâle ki, bizleri cehl-i mutlak derelerinden, isyan ve küfran bataklıklarından lütuf ve keremiyle çıkarıp, gözleri kamaştıran en parlak bir Nur a talebe etmiştir.
Eğer sevgili Üstadımız "iktiran" tabir edilen iki nimetin beraber geldiğini daha evvelden bize izah etmeseydi, çok minnettarlıklarımızı kalblerimize tercüman olan kalemlerimizden okuyacaklardı.
Evet, sevgili Üstadımız, biz kendimize bakıyoruz, Risale-i Nur a muhatap olamıyoruz. Buna rağmen, ihtiyaç şiddetlendikçe, Halık-ı Rahimin merhametli tecellilerini müşahede ediyoruz.
Kalb-i Üstad, parlak bir ayna, bir mazhar, bir ma kes; lisan-ı Üstad; ali bir mübelliğ, bir muallim, bir mürşid; hal-i Üstad, tecessüm etmiş en güzel bir örnek, bir nümune, bir misal oluyor. Tavaif-i beşerin ihtiyaçları yazılıyor, gösteriliyor.
İşte, yedi seneden beri ateş püsküren zalim beşerin hali, bugün daha çok ıztıraplı bir hale girmiş bulunuyor. Her bir ziidrak, acaba yarın ne olacak düşüncesiyle kulaklarını radyoların ağızlarına koymuşlar, mütehayyir duruyorlar. Şarkta Japonların mağlup olmasıyla, dünyanın salah-ı selamete ve emn ü emana kavuşması beklenirken, deccalane bir hareket şimalde kendini gösterdiği görülüyor. Şu vaziyet herkesi heyecana, endişeye sevk ediyor. İstikbalin zulmetlerine gittiği zannıyla, merakla radyoları takibe koşturuyor. Lillahilhamd, Risale-i Nur, ali beyanatıyla ruhlarımızı teskin ediyor, hakiki dersleriyle kalblerimizi tatmin ediyor.
İşte, bu günde meydana çıkan bu dehşetli cereyanı, ancak ve ancak Hıristiyanlık aleminin Müslümanlıkla ittihadı, yani İncil, Kur'ân ile ittihad ederek ve Kur'ân a tabi olması neticesi elde edilecek semavi bir kuvvetle mağlup edileceği iş ar buyuruluyor ki, Hazret-i İsa Aleyhisselamın da vüruduna intizar etmek zamanının geldiğini mana-yı işari ile ihtar ediyor.
Mesmuata göre, bugünkü Amerika, aktar-ı aleme tetkikat için gönderdiği dört heyetten birisini, bugünkü beşeriyetin saadetini temin edecek salim bir din taharrisine memur etmiştir. Bu ise, müceddidliğini mahkeme lisanıyla her tarafa ilan eden Risale-i Nur, bu muztarip, perişan beşeriyetin en büyük bir saadeti olacağına imanımız pek kuvvetlidir.
Sevgili Üstadımız başımızda ve en ali hakikatleri taşıyan ve Kur'ân ın en yüksek ve mübarek tefsiri bulunan Risale-i Nur elimizde oldukça, sevinçlerimiz had ve hududa alınmaz.
İşte bu hakikatlerin herbir cüz ü saha-i faaliyete çıksa, her tarafta merakla, zevkle kendini okutturuyor. Buna bariz deliller pek çok var. Hususuyla, inkar-ı haşir mefkuresini mağlup eden Onuncu Söz matbu nüshaları ve bilhassa gizli tab edildiği halde kendini serbest okutan ve takviye-i imanda pek yüksek harikaları taşıyan Ayetü'l-Kübrâ risaleleri; ve inkar-ı uluhiyet mefkuresini zir ü zeber eden Külliyat-ı Nur, Hüccetü l-Baliğa ve Meyve gibi eczaları meydanda...
İnşaallah, Kur'ân ın etrafına çevrilmek istenilen imansızlığın emansız surunu, Risale-i Nur temelinden kaldıracak, imansızlığın emansız ateşini söndürüp, ab-ı hayat bahşeden şarab-ı kevserini, bütün dünyaya emanlı İmân vermekle içirecektir.
Çok kusurlu talebeniz
Hüsrev
Zatınızın şahsıma karşı haddimden pek çok ziyade hüsn-ü zannınızı, Risale-i Nur'un şahs-ı manevisi namına kabul edebilirim. Yoksa kendimi o makamlarda görmek benim haddim değil.
Hem, "Risale-i Nur mesleği, tarikat değil, hakikattir, Sahabe mesleğinin bir cilvesidir. Bu zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır." Risale-i Nur, bu hizmeti lillahilhamd en müşkül ve ağır zamanlarda yapmış ve yapıyor. Risale-i Nur dairesi, Hazret-i Ali ve Hasan ve Hüseyin in (r.a.) ve Gavs-ı Azamın (k.s.) ihbarat-ı gaybiyeleriyle, şakirtlerinin bu zamanda bir dairesidir. Çünkü Hazret-i Ali, üç keramet-i gaybiyesiyle Risale-i Nur dan haber verdiği gibi, Gavs-ı Azam (k.s.) da kuvvetli bir surette Risale-i Nur dan haber verip tercümanını teşci etmiş. Bu mahrem dört Risale-i Keramet-i Aleviye ve Gavsiyeye ait dört risale inşaallah bir vakit size gönderilebilir. Mahkeme ehl-i vukufu, onlara itiraz edememiş. Yalnız "Bu yazılmamalıydı" diye küçük bir tenkit etmişler. Ben de cevap verdim, onlar sustular. Zaten Üveysi bir surette doğrudan doğruya hakikat dersimi Gavs-ı Azamdan (k.s.) ve Zeynelabidin (r.a.) ve Hasan, Hüseyin (r.a.) vasıtasıyla İmam-ı Ali den (r.a.) almışım. Onun için, hizmet ettiğimiz daire onların dairesidir.
Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, duanızın himmetiyle, on beş günden ziyade şiddetli bir hararet içinde tehlikeli ve zehirli hastalığın iki gündür tehlikesi geçti. Hastalıkla bir saat ibadet bir gün kadar olması cihetiyle, inşaallah yapamadığım çok hayratın yerini bu hastalık doldurmuş ve çok kusuratıma da kefaret olmuş. Fakat zafiyet ve hastalık devam ediyor.
Latif ve manidar bir tevafuktur ki, dünkü gün, masumların mecmuası elime geçti, açtım. O mecmuanın başında, o masumların bir kumandanı hükmünde ve medrese-i Nuriyenin kahramanlarından Marangoz Ahmed in gayet ziynetli ve nakışlı ve dikkatli yazdığı Küçük Sözler, başında derc edilmiş gördüm. "Maşaallah Marangoz Ahmed, dedim, masumların çavuşu olmuş." Aynı günde bir mektubu elime geçti, açtım. Marangoz Ahmed in gönderdiğimiz mektupları arkadaşlara gecede okumak zamanında, iki çekirge mektubun başına gelip ta bitinceye kadar dinlemelerini gördüm. Birkaç gün evvel biz mektubu yazarken, iki güvercin, mektubun makbuliyetini ve müjdeci serçe ve kuddüs kuşlarının müjdelerini tasdik ettikleri gibi, marangozun iki çekirgeleri de güvercinleri ve müjdeci kuşları tasdik ederek, "Biz dahi Risale-i Nur u tanıyoruz diye" lisan-ı halleri ifade ediyor diye latif ve manidar tevafuk olmuş.
Bu münasebetle, o mecmua içinde mübarek kahramanlardan Küçük Ali nin biraderzadesi masum ve küçük bir Abdurrahman olan Hafız Ahmed in yazdığı Sekizinci şuanın Sekizinci Remzinden bir sayfa evvel bir fıkra nazarıma değdi. Bir iki aydır size Risale-i Nur'un makbuliyetine dair yazılan mektuplarda şahsımın hisse-i şerefi ve hüneri olmadığını ve sırf bir ikram-ı İlahi olmasına dair yazılan parçayı bu fıkrayı, o fıkraya alakadar gördüm, size gönderiyorum, onlara münasip bir yerde ilhak edersiniz. O fıkra, Celcelutiyenin fevkalade Risale-i Nur a verdiği ehemmiyetten şahsımın bir lem ası, bir hüneri olmadığına dairdir. Şöyle ki, orada demiştim:
Hem ben itiraf ediyorum ki, böyle makbul bir eserin mazharı olmak, hiçbir vecihle o makama liyakatim yoktur. Fakat küçük, ehemmiyetsiz bir çekirdekten, koca, dağ gibi bir ağacı halk etmek kudret-i İlahiyenin şe nlerindendir ve adetidir ve azametine delildir.
Ben kasemle temin ederim ki, Risale-i Nur u senadan maksadım, Kur'ân ın hakikatlerini ve imanın rükünlerini teyid ve ispat ve neşirdir. Halık-ı Rahimime hadsiz şükür olsun ki, kendimi kendime beğendirmemiş, nefsimin ayıplarını ve kusurlarını bana göstermiş ve o nefs-i emmareyi başkalara beğendirmek arzusu kalmamış.
Evet, kabir kapısında bekleyen bir adam, arkasındaki fani dünyaya riyakarane bakması, acınacak bir hamakattır ve dehşetli bir hasarettir. Cenab-ı Hak, beni böyle hasaretlerden muhafaza eylesin, amin!
Umum kardeşlerime birer birer selam ve dua eder ve dualarını rica ederiz.
� � �
Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim,
Sizin mübarek Ramazan ınızı ve leyle-i Kadrinizi ve bayramınızı bütün ruh u canımızla tebrik ve tes id ediyoruz. Cenab-ı Erhamürrahimin, emsal-i kesiresiyle sizleri müşerref eylesin. Amin.
Bu Ramazan-ı Şerifte gerçi bir tesmim neticesinde ziyade sıkıntı ve ıztırap çektimse de, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, sabır ve tahammül ihsan eyledi. Ve hastalığın ehemmiyetli sevabı da ıztırabın verdiği gaflet noktalarını izale eyledi. Dualarınız berekatıyla bu defa da o tesmimden tam kurtuldum. Fakat verdiği zafiyet ve sarsıntı, ara sıra sıkıntı verir.
Size yazmıştım ki: Nasıl Hizb-i Nuriye Risale-i Nur'un ve Ayetü'l-Kübrâ nın bir hülasasıdır; öyle de, on dakika zarfında Hizb-i Nuriyenin bir hülasası, bu Ramazan-ı Şerifin feyzinden ve Ramazan da telif edilen ve yeni intişar eden Ramazaniye Risalesi olan Ayetü'l-Kübrâ nın otuz üç mertebe-i vücub ve vücud ve tevhid otuz üç elsine-i külliye ile tezahür ettiği gibi, ruh ve hayal ve kalb o noktadan öyle bir inbisat ve inkişaf etti ki, herbir mertebenin söylediği şehadetini dediğim vakit, o külli lisan benim oluyor gibi azametli bir tevhid hissettiğimden, Ayetü'l-Kübrâ, güneş gibi İmân nurlarını ruhlara telkin edebilir. Şeksiz şüphesiz kanaat ettim ve gördüm ve İmam-ı Ali nin (r.a.) ona verdiği ehemmiyetin sırrını bildim.
Bu defa Isparta umum şakirtlerinin hissiyatıyla Risale-i Nur kahramanı Hüsrev in yazdığı mektup, gerçi hakkım olmayarak bana ziyade hisse vermiş, fakat Isparta ve civarı kahraman şakirtlerinin tam derece-i irtibatlarını ve Risale-i Nur'un tam kıymetini gösterdiğinden ve mektuplarım içinde ve lahikaya, hem daha münasip gördüğünüz makamlarda yazmaya layıktır. Size bir sureti yeni hurufla gönderiliyor.
Pek çok alakadar olduğum Kastamonu ve içindeki ehemmiyetli kardeşlerim, Isparta şakirtleriyle vasıta-i irtibat, Mustafa Osman, hakikaten az bir zamanda çok ehemmiyetli bir iş görmesinden, birinci saftaki haslar içine girmeye hak kazanmış. Demek ihlası tamdır ki, az bir zamanda çok zaman işini gördü. Cenab-ı Hak, onun emsalini o havalide çoğaltsın ve selamet versin. Amin.
Umum kardeşlerime ve hemşirelerime birer birer selam ve tebrik ve dua ediyorum.
Said Nursi
� � �
Gayet ehemmiyetli iki meseleyi, sizlere, zekavetinize itimaden, Risale-i Nur da müteferrikan parçaları bulunmalarına binaen, gayet muhtasar konuşacağım.
Birincisi : Risale-i Nur'un hakiki ve hakikatli bir şakirdi bulunan ve Kur'ân-ı Mucizü l-Beyanın katibi, bu defa yazdığı mektupta, haddimden bin derece ziyade hüsn-ü zannına istinaden, bir hakikat soruyor. Risale-i Nur'un şahs-ı manevisinin gayet ehemmiyetli ve kudsi vazifesini; ve hilafet-i Nübüvvetin de gayet ulvi vazifelerinden bir vazifesini benim adi şahsımda, Üstadı noktasından bir cilvesini gördüğünden, bana o hilafet-i maneviyenin bir mazharı nazarıyla bakmak istiyor.
Evvela: Baki bir hakikat, fani şahsiyetler üstüne bina edilmez. Edilse, hakikate zulümdür. Her cihetle kemalde ve devamda bulunan bir vazife, çürümeye ve çürütülmeye maruz ve müptela şahsiyetlerle bağlanmaz; bağlansa, vazifeye ehemmiyetli zarardır.
Saniyen: Risale-i Nur'un tezahürü, yalnız tercümanının fikriyle, veyahut onun ihtiyac-ı manevi lisanıyla Kur'ân dan gelmiş. Yalnız o tercümanın istidadına bakan feyizler değil, belki o tercümanın muhatapları ve ders-i Kur'ân da arkadaşları olan halis ve metin ve sadık zatların o feyizleri ruhen istemeleri ve kabul ve tasdik ve tatbik etmeleri gibi çok cihetlerle, o tercümanın istidadından çok ziyade o Nurların zuhuruna medar oldukları gibi, Risale-i Nur'un ve şakirtlerinin şahs-ı manevisinin hakikatini onlar teşkil ediyorlar. Tercümanının da içinde bir hissesi var. Eğer ihlassızlıkla bozmazsa, bir tekaddüm şerefi bulunabilir.
Salisen: Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdi şahısların dehası, ne kadar harika da olsalar, cemaatın şahs-ı manevisinden gelen dehasına karşı mağlup düşebilir. Onun için, o mübarek kardeşimin yazdığı gibi, alem-i İslamı bir cihette tenvir edecek ve kudsi bir dehanın Nurları olan bir vazife-i imaniye, biçare, zayıf, mağlup, hadsiz düşmanları ve onu ihanetle, hakaretle çürütmeye çalışan muannid hasımları bulunan bir şahsa yüklenmez. Yüklense, o kusurlu şahıs ihanet darbeleriyle düşmanları tarafından sarsılsa, o yük düşer, dağılır.
Rabian: Eski zamandan beri çok zatlar, üstadını veya mürşidini veya muallimini veya reisini kıymet-i şahsiyelerinden çok ziyade hüsn-ü zan etmeleri, dersinden ve irşadından istifadeye vesile olması noktasında o pek fazla hüsn-ü zanlar bir derece kabul edilmiş, hilaf-ı vakıadır diye tenkit edilmezdi. Fakat şimdi, Risale-i Nur şakirtlerine layık bir üstada muvafık bir ulvi mertebe ve fazileti, biçare, kusurlu bu şahsımda kabul ettikleri sebebiyle gayret ve şevkleriyle çalışmaları, bu noktada haddimden ziyade hüsn-ü zanları kabul edilebilir; fakat Risale-i Nur'un şahs-ı manevisinin malı olarak elimde bulunuyor diye bilmek gerektir. Fakat, başta zındıklar ve ehl-i dalalet ve ehl-i siyaset ve ehl-i gaflet, hatta safi-kalb ehl-i diyanet, şahsa fazla ehemmiyet verdikleri cihetinde haksızlar, o şahsı çürütmekle hakikatlere darbe vurmak; ve o Nurlara benim gibi bir biçareyi maden zannederek, bütün kuvvetleriyle beni çürütüp o Nurları söndürmeye ve safi-kalblileri de inandırmaya çalışıyorlar. Ezcümle, İkinci Meselede bir hadise bu hakikati gösteriyor.
İkinci Mesele : Bayramın ikinci gününde, teneffüs için kırlara çıktığım zaman, ehemmiyetli bir memur tarafından beş vecihle kanunsuz bir taarruza maruz kaldım. Cenab-ı Hak, rahmet ve keremiyle, belime, başıma yüklenen Risale-i Nur eczalarını ve ruhuma ve kalbime yüklenen şakirtlerinin haysiyet ve izzet ve rahatlarını muhafaza için, fevkalade bir tahammül ve sabır ihsan eyledi. Yoksa, bir plan neticesinde beni hiddete getirip, Risale-i Nur'un, bahusus Ayetü'l-Kübrâ nın fütuhatına karşı bir perde çekmek olduğu tahakkuk etti.
Sakın, sakın, hiç kederlenmeyiniz, merak etmeyiniz, hem telaş etmeyiniz, hem bana acımayınız. Şeksiz şüphesiz, inayet-i İlahiye perde altında bizi muhafaza etmekle ayetine mazhar etsin.
Onların o planları da yine akim kaldı. Fakat bu vilayette, doğrudan doğruya büyük bir makamdan kuvvet alıp şahsımla uğraşanlar var. Eğer mümkün olsa, buranın havasıyla hiç imtizaç edemediğim cihetini vesile edip, münasip bir yere naklime, Denizli Mahkemesini ve Ankara Temyiz Mahkemelerini vasıta yapıp çalışmak lazım geliyor. Ben kendim yapamadığım için, benden, bana daha ziyade alakadar Denizli dostları teşebbüs etseler iyi olur. Hiç olmazsa oranın hapsine, bir daha bahaneyle beni alsınlar.
Said Nursi
� � �
Aziz, sıddık, çok mübarek, çok faal, çok halis, çok kıymettar kardeşim Hüsrev,
Senin bayramın ikinci gününde elime geçen mektubun bir güvercin haber veriyor gibi geldiği aynı günde beni çok müteessir eden hadise-i taarruziyeden neş et eden elemlerime, kederlerime bir merhem, bir ilaç hükmüne geçti, bu manayı hatıra getirdi: "Sana ihanet eden ehemmiyetsiz adamlara karşı, Gül ve Nur fabrikasının kahramanlarının harikulade hürmet ve ihtiramları varken, böyle bir iki vicdansızın hakaretine değil, milyonlarca düşmanların ihanetlerine karşı gelebilir ve hükümden iskat edebilir" diye kalbime geldi. Fakat kendi şahsıma baktım ki, kurumuş, çürümüş, vazifesi bitmiş bir hurma çekirdeği hükmünde iken, Risale-i Nur bahçesinde bir derece o çekirdekten tezahür eden meyvedar, muhteşem koca bir ağaç nazarıyla baktığınızı gördüm. Sizin fevkalade hüsn-ü zannınız o ağaçtan ileri geldiğini ve çekirdeğin de bir cihette, bir nevi vesile olduğu cihetinde hüsn-ü zanna mazhar olmuş gördüm.
O mektubun birinci sayfası güzeldir; ben de iştirak ediyorum. İkinci sayfada birkaç yerde kalem karıştırdım, tadil ettim. Ezcümle: Hazret-i Hasan Radıyallahu Anhın altı aylık hilafetiyle beraber Risale-i Nur'un Cevşenü l-Kebirden ve Celcelutiyeden aldığı bir kuvvet ve feyizle vazife-i hilafetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-i imaniye noktasında Hazret-i Hasan Radıyallahu Anhın kısacık müddetini uzun bir zamana çevirerek tam beşinci halife nazarıyla bakabiliriz. Çünkü, adalet-i hakikiye ile bu asırda insanları mes ud edebilir bir istidatta bulunan, Risale-i Nur dur ve onun şahs-ı manevisi, Hazret-i Hasan Radıyallahu Anhın bir muavini, bir mütemmimi, bir manevi veledi hükmündedir diye senin mektubunu tadil ettim. Buna kıyasen, sana vekaleten bir iki yerde kalem karıştırdım. Fakat aynı günde mahkeme, kitaplarım içinde bana teslim ettikleri mektuplar, müsveddeleri ve onların üstünde yeşil kalemle işaretlerine göre çok ehemmiyet verdikleri o müsveddeler içinde bu size yazdığım noksan bir parçayı gördüm, fesübhanallah dedim. Mektubuna benimle cevap ver diye manasını aldım. Belki bu parça lahikaya girmiş; ben de size aynını yazıyorum.
Parça budur:
"Benim çok kusurlu şahsıma hüsn-ü zanla verdiğiniz makamlar cihetinde değil, belki vazifeye, hizmete bakıp o noktada bakmalısınız. Perde açılsa, benim baştan aşağıya kadar kusurat ile alude mahiyetim, benden kaçmaya bir vesile olur. Sizi kardeşliğimden kaçırmamak, pişman etmemek için, şahsiyetime karşı haddimin pek fevkınde tasavvur ettiğiniz makamlara irtibatınızı bağlamayınız. Ben, size nisbeten kardeşim; mürşidlik haddim değil. Üstad da değilim, belki ders arkadaşıyım. Ben, sizin kusuratıma karşı şefkatkarane dua ve himmetinize muhtacım; benden himmet beklemeniz değil, bana himmet etmenize istihkakım var. Cenab-ı Hakkın ihsan ve keremiyle, sizlerle, gayet kudsi ve gayet ehemmiyetli ve gayet kıymettar ve her ehl-i imana menfaatli bir hizmette, taksim-i mesai kaidesiyle iştirak etmişiz. Tesanüdümüzden hasıl olan bir şahs-ı manevinin fevkalade ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşadı, bize kafidir.
"Madem bu zamanda, herşeyin fevkinde hizmet-i imaniye bir kudsi vazifedir. Hem kemiyet, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti azdır. Hem muvakkat ve mütehavvil siyaset daireleri, ebedi, daimi, sabit hizmet-i imaniyeye nisbeten ehemmiyetsizdir, mikyas olmaz. Risale-i Nur'un talimatı dairesinde bize bahşettiği feyizli makamlara kanaat etmeliyiz. Haddimden fazla fevkalade hüsn-ü zan ile müfritane ali makam vermek yerine, fevkalade sadakat ve sebat ve müfritane irtibat ve ihlas lazımdır; onda terakki etmeliyiz. Elhak, bunda tam terakki etmişsiniz." (Parça bitti)
� � �
Aziz, sıddık, sebatkar, muhlis kardeşlerim,
Hem maddi, hem manevi, hem nefsim, hem benimle, temas edenler gayet ehemmiyetli benden sual ediyorlar ki: "Neden herkese muhalif olarak, hiç kimsenin yapmadığı gibi, sana yardım edecek çok ehemmiyetli kuvvetlere bakmıyorsun, istiğna gösteriyorsun? Ve herkes müştak ve talip olduğu ve Risale-i Nur'un intişarına, fütuhatına çok hizmet edeceğine o Risale-i Nur şakirtlerinin hasları müttefik oldukları ve senden kabul ettikleri büyük makamları kabul etmiyorsun, şiddetle çekiniyorsun?"
Elcevap: Bu zamanda ehl-i İmân öyle bir hakikate muhtaçtırlar ki, kainatta hiçbirşeye alet ve tabi ve basamak olamaz; ve hiçbir garaz ve maksat onu kirletemez; ve hiçbir şüphe ve felsefe onu mağlup edemez bir tarzda İmân hakikatlerini ders versin. Umum ehl-i imanın bin seneden beri teraküm etmiş dalaletlerin hücumuna karşı imanları muhafaza edilsin.
İşte bu nokta içindir ki, dahili ve harici yardımcılara ve ehemmiyetli kuvvetlerine, Risale-i Nur ehemmiyet vermiyor, onları arayıp tabi olmuyor-ta avam-ı ehl-i imanın nazarında, hayat-ı dünyeviyenin bazı gayelerine basamak olmasın; ve doğrudan doğruya hayat-ı bakiyeden başka hiçbir şeye alet olmadığından, fevkalade kuvveti ve hakikatı, hücum eden şüpheleri ve tereddütleri izale eylesin.
Amma, "Manevi ve makbul ve zararsız ve bütün ehl-i İmân ve hakikatın istedikleri nurani makamlar ve uhrevi rütbelerden, halis kardeşlerimizden hüsn-ü zanla verilen ve ihlasınıza zarar gelmediği halde, eğer kabul etsen, reddedilmeyecek derecede senetler, hüccetler bulunduğu halde; sen, değil tevazu ve mahviyetle, belki şiddet ve hiddetle ve o makamı sana veren kardeşlerinin hatırını kırmakla o rütbelerden ve makamlardan kaçıyorsun."
Elcevap: Nasıl ki ehl-i hamiyet bir insan, dostların hayatını kurtarmak için kendini feda eder. Öyle de, ehl-i imanın hayat-ı ebediyelerini tehlikeli düşmanlardan muhafaza etmek için, lüzum olsa-hem lüzum var-kendim, değil yalnız layık olmadığım o makamları, belki hakiki hayat-ı ebediyenin makamlarını dahi feda etmeye, Risale-i Nur dan aldığım ders-i şefkat cihetiyle terk ederim.
Evet, her vakit, hususan bu zamanda ve bilhassa dalaletten gelen gaflet-i umumiyede, siyaset ve felsefenin galebesinde ve enaniyet ve hodfuruşluğun heyecanlı asrında büyük makamlar herşeyi kendine tabi ve basamak yapar. Hatta dünyevi makamlar için dahi mukaddesatını alet eder. Manevi makamlar olsa, daha ziyade alet eder. Umumun nazarında kendini muhafaza etmek ve o makamlara kendini yakıştırmak için bazı kudsi hizmetlerini ve hakikatleri basamak ve vesile yapıyor diye itham altında kalıp, neşrettiği hakikatler dahi tereddütlerle revacı zedelenir. Şahsa, makama faydası bir ise, revaçsızlıkla umuma zararı bindir.
Elhasıl: Hakikat-i ihlas, benim için şan ve şerefe ve maddi ve manevi rütbelere vesile olabilen şeylerden beni men ediyor. Hizmet-i Nuriyeye, gerçi büyük zarar olur; fakat, kemiyet keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, halis bir hadim olarak, hakikat-i ihlas ile, herşeyin fevkinde hakaik-i imaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görüyorum.
Çünkü o on adam, tam o hakikati herşeyin fevkinde gördüklerinden, sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalbleri, birer ağaç olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler ve vesveselerle, o kutbun derslerini, "Hususi makamından ve hususi hissiyatından geliyor" nazarıyla bakıp, mağlup olarak dağıtılabilirler. Bu mana için hizmetkarlığı, makamatlara tercih ediyorum.
Hatta bu defa bana, beş vecihle kanunsuz, bayramda, düşmanlarımın planıyla bana ihanet eden o malum adama şimdilik bir bela gelmesin diye telaş ettim. Çünkü, mesele şaşalandığı için, doğrudan doğruya avam-ı nas bana makam verip harika bir keramet sayabilirler diye, dedim: "Ya Rabbi, bunu ıslah et veya cezasını ver. Fakat böyle kerametvari bir surette olmasın."
Bu münasebetle birşeyi beyan edeceğim. Şöyle ki:
Bu defa mahkemeden bana teslim olunan talebelerin mektupları içinde, çok imzalar üstünde bulunan bir mektup gördüm; belki lahikaya girmiş. Risale-i Nur'un şakirtlerinin maişet cihetindeki bereketine ve bazıların tokatlarına dairdi. Burada, aynen Kastamonu daki tokat yiyenler * gibi şüphe kalmamış. Beş adam, aynen burada da tokat yediler.
Risale-i Nur'un bir katibi dedi ki: "Neden dostların kusuratına tokat gelir; hücum eden düşmanlara bu tarzda gelmiyor?"
Elcevap: Memur olmayan, veya hususi, şahsı itibarıyla hiyanet eden, hususi tokat yer. Bu nevi vukuat pek çoktur. Ve tam sadakat edenlerde, maişetindeki bereket ve kalbindeki rahat cihetinde ikramlara mazhar olanlar dahi pek çoktur. Eğer memur ise, kanun namına kanunsuz hiyanet eden, ilişen, o memlekete, o biçare ahaliye bir umumi tokada vesile olur. Ya zelzele, ya yağmursuzluk, ya hastalık, ya fırtına gibi umumi belalara bir vesile olur. Kendisi, zahiren hususi tokat yememiş gibi görünüyor.
Hem eğer dinsizlik hesabına, imani hizmetimize ilişenler olsa kaidesince, küfür derecesine giren öylelerin zulümleri-büyük olduğu için-ahirete tehir edilir, ekseriyetçe küçük zulümler gibi cezaları dünyaca tacil edilmez.
Said Nursi
� � �
*Evet, biz gözümüzle gördük, hiç şüphemiz kalmadı.
Buranın talebeleri namına
Ceylan, İbrahim
Yirmi senedir gayr-ı resmi, hem haps-i münferit, hem tecrid-i mutlak içinde bulunduğu ve sebepsiz evham yüzünden emsalsiz tazyik gördüğü halde sükut eden bir biçare ile resmi değil, hakiki ve ciddi görüşmek istersen, az sizinle konuşacağım.
Evvela : İki sene, iki mahkeme, yirmi sene hayatımın eserlerini, mektuplarını tetkikten sonra, idare ve asayiş aleyhinde hiçbir madde bulunmadığına ve bulmadıklarına delil, mahrem ve gayr-ı mahrem bütün kitaplarımı beraatimle beraber iade etmeleri cerh edilmez bir hüccettir, bir senettir.
Yirmi seneden evvelki hayatım ise, bu vatan ve millet lehinde fedakarane sarf olunduğuna delil, eski Harb-i Umumide gönüllü alay kumandanı olarak Başkumandanın takdiratı altında hizmetlerimle ve harekat-ı milliyede fevkalade hizmetimi Ankara daki hükumet reisleri takdirle ve Meclis-i Mebusan beni orada görmekle alkışlamasıdır. Demek bu yirmi senede bana verilen azap, bütün bütün kanunsuz ve keyfi bir muameledir. Bu yirmi sene kırk bayramımı münzevi, yalnız geçirdim. Artık yeter! Kabir kapısındayım, beni dünyaya baktırmayınız.
Hem Emniyet-i Umumiye Reisi olduğunuz cihetle, benim hizmetime taraftar olmanız lazım. Çünkü mahkemelerce sabit olduğu gibi, Risale-i Nur'un dersleri, dünyaya baktığı vakit bütün kuvvetleriyle asayişin temellerini muhafaza etmek, korumak ve fesat ve ihtilallerin önünü kesmek olmasından, kudsi ve manevi inzibat komiserleri hükmünde olduğuna delil, üç vilayet zabıtaları anlamışlar.
Bu ahirde pek ziyade, ahaliyi, memurlar, benimle görüşmekten ürkütmek cihetiyle anladım ki, hakkımda haddimden fazla ve layık olmadığım teveccüh-ü ammeyi kırmak içinmiş. Ben de size bunu katiyen beyan edip ve has kardeşlerime mahremce yazdığım mektuplarda teveccüh-ü ammeyi katiyen-mesleğimize ve ihlasımıza muhalif olduğu için-şahsıma kabul etmiyorum ve reddediyorum. Ve o hususta, çok has kardeşlerimin de hatırlarını kırmışım. Yalnız Kur'ân-ı Hakimin hakikatını emsalsiz bir surette tefsir eden Risale-i Nur'un kıymetini gösteren eski zatların gaybi haberlerini kabul edip yazmışım. Ve kendim, adi bir hizmetkar olduğumu ispat etmişim. Farz-ı muhal olarak, bu teveccüh-ü ammeye taraftar olsam da, asayiş lehinde hizmet edecek ve sizin gibi asayiş memurlarına faydası dokunacak.
Madem ölüm öldürülmüyor; hayattan çok ziyade ehemmiyetli bir meseledir. Yüzde doksanı bu hayatın selametine çalışıyorlar. Biz Risale-i Nur şakirtleri de, herkesin başına muhakkak gelecek olan ölümün dehşetli hücumuna karşı mücadele ediyoruz. Hadsiz şükür olsun ki, şimdiye kadar o ölüm idam-ı ebedisini, yüz binler adam hakkında terhis tezkeresine Risale-i Nur ile çevirdiğine yüzbinler şahit gösterebiliriz. Bu hakikat noktasını sizin gibi vatanperver, milliyetperverler bizi teşviklerle alkışlaması lazım gelirken, evhamlarla itham altına alıp tarassutlarla taciz etmek, ne kadar insaftan ve hamiyetten uzak olduğunu insafınıza havale ediyorum.
Gayr-ı resmi, tecrit ve haps-i münferitte
Said Nursi
� � �
Ben, sizin, insaniyet ve vicdanınıza itimaden, mahrem işlerimi size beyan ediyorum. Hem vazife itibarıyla, siz, bizimle pek çok alakadarsınız. Çünkü Risale-i Nur'un asayiş noktasında yirmi seneden beri yüz bin şakirdinden hiçbir vukuat olmadığı gibi; pek çok zabıta memurlarının itiraflarıyla ve birşey aleyhimizde kaydetmemeleriyle bunu ispat eder. Buraya, Ankara Emniyet-i Umumiye Müdürü geldiğini bir çocuktan işittim. Herhalde benim halimi soracak diye birşey kaleme aldım ki, rahatsızlığım münasebetiyle ona konuşmak yerinde takdim edeyim. Birden, gittiğini işittim. Size leffen onu gönderiyorum; münasip görseniz, bera-yı malumat ona gönderirsiniz. Ben, dünya işlerini bilmiyorum, halklarla görüşemiyorum. Senden başka burada kimsem yok ki reyini alayım. Benim şahsıma ait mesele gerçi çok ehemmiyetsizdir, cüz idir; fakat Risale-i Nur a ait mesele, bu vatan ve millete pek çok ehemmiyeti var.
Size katiyen ve çok emarelerle ve kat i kanaatimle beyan ediyorum ki, gelecek yakın bir zamanda, bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükumet, alem-i İslama ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risale-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak; mevcudiyetini, haysiyetini, şerefini, mefahir-i tarihiyesini onun ibrazıyla gösterecektir.
Said Nursi
� � �
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Ali köyünde Risale-i Nur şakirtlerinden Ali Efendi, münafıklar hakkında bir ayet-i kerimeyi soruyor. Şimdi zamanım izaha müsait olmadığı için, kısaca bir iki cümle beyan ediyorum.
"Münafık öldükten sonra namazı kılınmaz" mealindeki ayet, o zamandaki ihbar-ı İlahi ile bilinen kat i münafıklar demektir. Yoksa zan ile, şüphe ile münafık deyip namaz kılmamak olmaz. Madem der, ehl-i kıbledir. Sarih küfür söylemese veyahut tevbe etse, namazı kılınabilir. O Aliköyde Aleviler çok olduğunu ve bir kısmı Rafiziliğe kadar gidebilmesi nazarıyla, onların en fenası da, münafık hakikatine dahil olmamak lazım gelir. Çünkü münafık itikatsızdır, kalbsizdir ve vicdansızdır, Peygamber (a.s.m.) aleyhindedir. (Şimdiki bazı zındıklar gibi.) Alevi ve Şiilerin müfritleri ise, değil Peygamber (a.s.m.) aleyhinde, belki Al-i Beytin muhabbetinden, ifratkarane muhabbet besliyorlar. Münafıkların tefritlerine mukabil, bunlar ifrat ediyorlar. Hadd-i şeriattan çıktıkları vakit, münafık değil, ehl-i bid a oluyorlar, fasık oluyorlar; zındıkaya girmiyorlar. Hazret-i Ali (radıyallahu anh), yirmi sene hürmet ettiği ve onlara Şeyhülislam mertebesinde onların hükmünü kabul ettiği, Ebu Bekir, Ömer, Osman a (radıyallahu anhüm) ilişmeseler, Hazret-i Ali (radıyallahu anh) o üç halifeye hürmet ettiği gibi, onlar da hürmet etseler, farz namazını kılsalar, yeter.
Hem, madem Risale-i Nur şakirtlerinin en büyük üstadı, Peygamberden (a.s.m.) sonra Celcelutiye nin şehadetiyle İmam-ı Ali Radıyallahu Anhtır; onun muhabbetini dava eden Şiiler, Aleviler, Risale-i Nur'un derslerini Sünnilerden ziyade dinlemeseler, Al-i Beyte muhabbet davaları yanlış olur. Zaten kaç sene evvel, o Alevi köyünde üç Ali nin himmetiyle masumlar Risale-i Nur u şevkle yazmalarını işittim. Hatta o zamanda, o köyü de duama dahil etmiştim. İnşaallah, yine orada imam olmak istenilen kardeşimiz Ali nin himmetiyle ve Hafız Ali nin (r.h.) varisi Küçük Ali gibi kardeşlerimizin gayretiyle, onların hakkındaki dualarım boş gitmeyecek; o köydeki iki kısım Sünni, Alevi ittifak edecek.
� � �
Geçen hadise-i ihanetten merak etmeyiniz. O hadise söndü, planları akim kaldı. O yapan adam da, şimdi kendini nefret-i umumiden kurtarmak için yeminlerle inkar ediyor. Ben onu, o olduğunu bilmedim. Yoksa ilişmezdim. Zaten iliştiği yoktur. Elini uzattı, başımdaki mendili açtı; hem de buraya Ankara Emniyet-i Umumisi mühim memurlarla buraya gelmesini haber aldığı için o ihanete cesaret etti. O büyük memurlar buraya geldiler. Benim aleyhimde olan vali Rumelili olmasından, benimle görüştürmedi. Ben de size gönderdiğim konuşmak parçasını Afyon Emniyet Müdürü vasıtasıyla Ankara da ona göndermek için, bununla melfuf pusula ile Afyon Emniyeti dairesine gönderdim. Ben de katiyen müteessir değilim. Zaten ehemmiyeti de kalmadı. Siz de hiç merak etmeyiniz. Hem herşeyde olduğu gibi, bunda da kader-i İlahi benim hakkımda onların o zulmünü ehemmiyetli bir merhamete çevirdiğini katiyen gördüm, Allah a şükrettim.
Dünkü gün, bayramdan sonra bana göndereceğiniz emanetleri beklerken, mektubunuzu aldım, "Bir iş ar olmazsa on gün sonra takdim edeceğiz" cümlesini gördüm. Demek telaş etmişsiniz, onun için göndermediniz. Endişe edilecek birşey yok. Fakat buraya ehemmiyetli memurlar geldikleri zamanda göndermemek, emanet buraya gelmemek, ihtiyarsız bir güzel ihtiyat olmuş.
� � �
Salahaddin in pek uzun ve on mektup kadar beni memnun eden ve sadakatine ve sebatına bu fırtınalar hiç tesir etmediğini ve daima bir Abdurrahman hükmünde bulunduğunu ve o havalideki kardeşlerimiz fütursuz çalıştıklarını bildiren mektubunu aldım, maşaallah dedim. Baba ve oğlu Isparta kahramanları gibi sarsılmıyorlar. Fakat şimdi Risale-i Nur'un tab suretiyle intişarı, hakiki bir ihlas ve kuvvetli bir tesanüd ve birbirinin kusuruna bakmamak lazım geldiğinden, Kastamonu vilayetindeki kardeşlerimiz, Ispartalılara ihlas ve tesanüdde benzemeye mecburdurlar. İnşaallah, onlar dahi, şahsi hissiyatlarını bu kudsi hizmetin zararına istimal etmeyecekler.
Hem gerçi Risale-i Nur, parlak ve kuvvetli hakikatleriyle serbestiyetini kazanmış ve düşmanlarını bir cihette mağlup etmiş, fakat, eskiden ziyade ihtiyata ihtiyacımız var. Çünkü münafık düşmanlar durmuyorlar, bahaneler arıyorlar, hükumeti iğfale çalışıyorlar.
Salahaddin, hususi, kendine ait bir meseleyi soruyor. Dünya, hayat-ı içtimaiyeye bağlanmak istiyor. Madem o haslar içindedir, katiyen Risale-i Nur'un hizmetine zararı varsa, girmeyecek. Eğer bilse ki, o refika-i hayatını bazı has kardeşlerimiz gibi Risale-i Nur'un hizmetinde yardımcı olarak çalıştırsa, o hayata girebilir. Çünkü hasların hayatı, Risale-i Nur a aittir ve şahs-ı manevisini temsil eden şakirtlerinin tensibiyle kayıt altına girebilir. Peder ve validesinin reyleri de varsa, inşaallah zararı olmaz.
� � �
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Merak etmeyiniz, telaş edecek birşey yok. Yalnız bayramdan sonra Ankara Emniyet-i Umumi Müdürü, mühim memurlarla buraya gelmeleri ve bir cihette benimle de gizli alakadar bir surette gelmesinden evvel bir kumandan, onların gelmesinden cesaret alıp hafifçe bana ilişti. Fakat sonra pişman oldular. O büyük memurlar geldikten sonra mucib-i endişe birşey olmadı. Tahminimce, bana ait mesele bir derece kardeşlerime sirayet etmesi cihetiyle, Feyzi ye zahiren hafifçe ilişilmiş. Fakat ben merak ediyorum, onu taharri etmekte neyi bahane etmişler? Neyi aramışlar? Tafsilatı nedir? Madem iki sene tetkikattan sonra üç mahkeme kitap ve mektublarımızı bilaistisna bize iade etmiş, biz de dünya siyasetiyle alakadar olmadığımız onlarca tahakkuk etmiş, daha ne arayabilirler? Olsa olsa hususi, belki kıskançlık eseri veyahut garaz veyahut gizli zındıkların tahrikiyle böyle bazı kanunsuzluklar kanun namına yapılıyor. Bu hallere mukabil, tam metanet ve tesanüd ve sarsılmamak ve telaş etmemek lazımdır.
� � �
Aziz, sıddık kardeşim,
Camide az görüştük; lüzumlu bazı şeyler söyleyeceğim, hatırında kalsın.
Evvela: Bedre deki yüz senelik vazifeyi on sene zarfında gören Sabri kardeşimizin samimi dostları olan Hakkı, Hulusi, Mehmed ve Barla da Şamlı, Süleyman, Bahri gibi kıymettar kardeşlerimize benim tarafımdan çok selam ediyorum.
Saniyen: Küçük Ali nin büyük kardeşi mübarek Mustafa nın Abdurrahman dan irsiyet aldığı vazifesini, kahraman kardeşi ve mübarek mahdumu o vazifeyi tamamıyla görüyorlar. Onun vazifesi ve hizmeti devam ediyor, merak etmesin. Hafız Mustafa, elhak merhum Hafız Ali nin zamanında onunla beraber ektikleri Nur ani tohumların çok mübarek mahsulatı var.
Hem Hafız Ali nin (r.h.) vefatından sonra hapiste onun yerinde bana hizmeti, her vakit onu benim hatırıma getiriyor. Merhum Lütfi nin ehemmiyetli varislerinden Abdullah Çavuş, kahraman Tahiri ile, Atabeyi, Nurs karyem hükmüne getirmişler. İslamköylü Abdullah, Hafız Ali (r.h.) zamanında Risale-i Nur a çok hizmet etmiş. Onlara umumen selam ediyorum. Mübarek Tahiri nin küçücük bir medrese-i Nuriye hükmünde hanesindeki mübareklere dua ediyorum. Yeni bir Hafız Ali (r.h.) nümunesini gösteren ve Milaslı Halil İbrahim in sadakatini andıran İslamköylü Halil İbrahim ve orada ona benzeyen kardeşlerime de pek çok selam ve bilhassa Isparta da kahraman Rüştü nün kahraman kardeşi Burhan bizi çok minnettar ettiğini ve az bir işle bize ve Risale-i Nur a pek çok iş gördüğünü söyleyiniz. Zaten sana şifahen söylemiştim, unutma, hususi Zekai yi de gör ve de ki: Cenab-ı Hakka şükrediyorum, yine Zekai namında ve suretinde biraderzadem Abdurrahman ı yine bana verdi. Daha şifahen söylediklerimi sen bilirsin; sen benim mektubumsun.
� � �
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Sizin bu defa neşeli, güzel mektuplarınız, Risale-i Nur'un serbestiyeti ve matbaa kapısıyla intişarı hakkında beni çok mesrur eyledi ve kahraman Tahiri nin yine bu ehemmiyetli işte çalışması için buraya gelmesi, beni şiddetle dünyaya bakmaya sevk etti. Kalben dedim: Madem kardeşlerim bu derece istiyorlar, çaresini arayacağız. Gecede kalbime geldi ki: İki ehemmiyetli sebepten inayet-i İlahiye tam serbestiyet ve eski harflerle tamamını tab' etmek tam müsaade etmiyor.
Birinci sebep: İmam-ı Ali nin (r.a.) işaret ettiği gibi, perde altında her müştak, kendi kalemiyle veyahut başka kalemi çalıştırmasıyla büyük bir ibadet ve ahirette şehidlerin kanıyla racihane muvazene edilen mürekkep ile mücahede hükmündeki kitabetle envar-ı imanı neşretmektir. Eğer tab' edilse, herkes kolayca elde ettiği için, kemal-i merakla ona çalışamaz, bilfiil neşrine hizmet vazifesini kaybeder.
İkinci sebep: Risale-i Nur'un mühim bir vazifesi, alem-i İslamın ekseriyet-i mutlakasının yazısı ve hattı olan huruf-u Arabiyeyi muhafaza etmek olduğundan, tab yoluyla işe girişilse, şimdi ekser halk yalnız yeni hurufu bildikleri için, en çok risaleleri yeni hurufla tab etmek lazım gelecek. Bu ise, Risale-i Nur'un yeni hurufa bir fetvası olup şakirtleri de o kolay yazıyı tercih etmeye sebep olur. Onun için, şimdiye kadar pek çok müstehak ve layık iken, Risale-i Nur'a serbestiyet verilmemişti. Lillahilhamd, şimdi hakikatlerinin kuvvetiyle serbestiyeti kazandı. Hatta eski harfle tab yasak iken, Ayetü'l-Kübra yı bize teslim ettirip bir keramet-i ekber gösterdi.
Biz şimdi gayet mühim ve herkese lazım Meyve ile Hüccetü'l-Baliğa yı ikisi bir cilt olarak yeni hurufla tab' etmek için Tahiri ile İstanbul a gönderdim. Yalnız Meyve nin Onuncu ve On Birinci Meselelerini vakit bulamayıp tashihsiz ona verdim. Şayet tab' edilse, o iki meseleyi tam tashih edip ona gönderirsiniz.
Hem o iki risale, dahilde, ya hariçte, aşikare veya gizli, İstanbul da veya dışarıda eski harflerle tab etmek lazımdır.
Hem Mucizat-ı Kur'âniye Zeyilleriyle ve Mucizat-ı Ahmediye (a.s.m.) dahi zeyilleriyle beraber ikisi bir cilt içinde eski harflerle imkan dairesinde ya İstanbul veya başka yerde eski harflerle, tevafuklu Hizbü'n-Nuriye, Hizbü'l-Kur'ân gibi tab etmesine çalışmak lazımdır ki; Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyanın göze görünen tevafuk mucizesinin muhafaza ile tab edilmesine mukaddeme olsun. Fakat teenni ile, meşveretle, ihtiyatla bu kudsi meseleye çalışmak lazımdır.
Umum kardeşlerime birer birer selam ve selametlerine dua ederiz. Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun, en eski şakirtlerden olan Katip Osman ve Halil İbrahim, hiç sarsılmadan, değişmeden, sadakatlerinde demir gibi devam edip çoklara da hüsn-ü misal oluyorlar.
Zatınızı tanımadan bir defa gördüğüm vakit insaflı ve adaletli gördüğümden herkesten evvel, alakadar olduğum bir hakikati size beyan ediyorum. O hakikati alakadar makamata vazifeniz itibarıyla bildirmeyi, size bırakıyorum. O hakikat de şudur:
Benim şimdiki vaziyetim, tarihte emsali yoktur. Herşeyden tecrid-i mutlak içinde, herkesten, hatta camideki cemaat adamlarından ve temastan memnu olduğum halde; ihtiyarlık, hastalık, yoksuzluk içinde birden kalbime geldi ki:
Madem ben de bu vatanın bir evladıyım, bu vatanın saadetine hizmet etmek benim için farzdır. Maddi cihette elimden hiçbir şey gelmiyor. Yalnız Kur'ân dan anladığım ve kaleme aldığım Meyve Risalesi ile Hüccetü l-Baliğa yı yeni hurufla tab etmek için bazı kardeşlerime izin verdim. O iki risaleyi iki seneye yakın alakadar Ankara makamatı ve ehl-i vukufu, hem Denizli Mahkemesi tetkikten sonra mucib-i mesuliyet hiçbir şey bulamayarak bize resmen teslim ettiler.
Hem cevap gönderdim ki, sansüre ve büyük muharrirlere göstersinler, sonra tab etsinler. Hem tab dan sonra resmen hükumetin on iki makamatına vermek bir usuldür. Sonra da İhlâs Risalesi ile İktisat Risalesini de o iki risalenin ahirine ilhak edip yeni hurufla tab edilsin.
Kat iyen size beyan ediyorum ki benim maksadım, bunun tab'ında, bu mübarek milleti ve vatanı manevi ve maddi anarşilikten muhafaza etmek ve asayiş ve inzibata manevi yardım etmek ve anarşiliği uyandıran harici bir cereyanın istilasına manevi sed çekmek ve alem-i İslamın bize karşı itiraz ve ithamını izaleye ve eski muhabbet ve uhuvvetini celb etmeye çalışmaktır. Fakat maatteessüf ben dünya ile alakadar olmadığımdan ve ehl-i idare ile de görüşmediğimden ve dünya halini bilmediğimden ve kanunsuz ilişmek belasına maruz kaldığımdan, eskiden beri perde altında bana husumet eden bazı insanlar, fırsat bulup zabıtayı, ya adliyeyi evhamlandırıyorlar.
Ezcümle: Acip bir tesadüfle işittim ki, dört risalemle bu iki sene zarfında yazdığım mektupların suretini taharri memurları şimendiferde tutmuşlar.
O risalelerin ikisi, "İhlas"tır. Gerçi bir derece mahremdir; fakat mahkeme, hem Ankara ehl-i vukufu tetkikten sonra zararsız görmüşler ki, bize iade ettiler. Hem, sansüre ve büyük muharrirlere göstermek için İstanbul a gönderilmiş.
"İktisat" ise, bu zamanda herkese lazımdır. On Sekizinci Lem a olan keramet-i Aleviye ise, yanlışlıkla onlara, beraber gönderilmiş. Değil o risaleyi tab etmek, belki en mahrem kardeşlerime de ancak okumasına izin veriyorum. Hem o, dünyaya bakmıyor. Hem ehl-i vukuf ve mahkeme tetkik etmiş, bize iade etmişler.
Hem, on sene evvel Eskişehir Hapishanesinde çok sıkıntılı bir zamanımda ve teselliye çok muhtaç olduğum bir zamanda bir müjde-i manevi kalbime geldi, ben de kaleme aldım. Amma benim bu iki sene, belki dört beş senede yazdığım mektupların suretleri, değil o risalelerle beraber tab ve neşretmek, belki mahrem bir iki dostumun arzusuyla okunmasını merak edip beraber gönderilmiş. Bu mektupları kendim yazdığımın sebebi, benim yüzümden hapiste sıkıntı çekenlere bir teselli, bir musahebe ve bu vatan ve millete dünya ve ahiretlerine yirmi seneden beri büyük menfaati görülen Risale-i Nur hakkında bir müdavele-i efkar etmek içindir. Hem zatınıza, hem Ankara makamatına yazdığım bazı hasbihaller, belki içinde bulunmuş.
İşte bu mahiyetteki risaleler ve mektuplar, taharri memurları tarafından alınmış. Belki size de gelmiş veya gelecek ihtimaliyle size bu hakikati beyan ediyorum. Benim şimdi pek ağır beş altı cihetteki sıkıntılarıma evham yüzünden kanunsuz bana iliştirmeye meydan vermemenizi sizin vazifeperverliğinizden ve ciddiyetinizden ümit ediyorum.
Aziz kardeşlerim,
, dün, Nurun manevi bir fütuhatı, bütün azamet ve dehşetiyle İstanbul da görüldü. Küfr-ü mutlakı dünyaya, hususan alem-i İslama yerleştirmek isteyen bir cemiyet ve onun naşir-i efkarı ve mürevvic-i amali olan bir iki gazete matbaası ve kütüphanesi darmadağın edilerek, dinsiz yaptık, komünist yaptık zannedilen gençlik ve mekteplilerin ağzıyla ve harekatıyla ve fiilleriyle protesto edildi. "Kahrolsun komünistlik" diye beddualar edildi. Bu cemiyetin, binler lira maddi, milyonlar lira da manevi zararı oldu. Ve üzülen bizlere, kalbimiz ve ruhumuzla çok alakadar bir şahs-ı manevi, "Ey Nurcular! Şimdi maddi imkan hasıl olmuyor diye üzülmeyiniz. Nurun fütuhatı geniş bir sahada devam ediyor. Külli bir muvaffakıyet hasıl oluyor. Vesaire, vesaire" diye bağırdı.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Size, manidar ve acip ve Risale-i Nur'un talebeleriyle ve Risale-i Nur a ve Ayetü'l-Kübrâ nın kerametiyle ve ehl-i dünyanın ilişmek niyetleriyle alakadar karşımda eskiden belediye bulunan hükumet dairelerinden birisi, hiçbirşey kurtulmayarak, hiç görmediğimiz acip bir parlamakla gecenin en soğuk bir vaktinde üç saat cehennem gibi yandığı halde, tam bitişiğinde, Risale-i Nur'un Çalışkanlarından bir talebesi, yine iki kardeşinin, masum Ceylan ın sermayelerinin kısm-ı azamı bulunan büyük mağazaları, o yangın yeriyle iki küçük dükkan fasıla ile o dehşetli yangın bütün şiddetiyle mağazaya doğru gelirken biçare Ceylan yanıma geldi, dedi: "Biz yanıyoruz, mahvolduk."
Ben de iki gün evvel mağazalarında bulunan Ayetü'l-Kübrâ nın bir kısım matbu nüshalarını yanıma getirmek için söyledim, fakat getirmedi. Demek o ateşi söndürmek için orada kalmıştı.
Ben de Risale-i Nur u ve Ayetü'l-Kübrâ yı şefaatçı yapıp, "Ya Rabbi, kurtar" dedim. Üç saat o dehşetli yangın hücumunda bütün o büyük daireyi mahvetti. Altında ve bitişiğindeki dükkanları bütün yaktı, yıktırdı. Risale-i Nur'un ve Ayetü'l-Kübrâ nın hıfzında olan mağazaya katiyen ilişmedi ve altındaki şakirdin dükkanı da müstesna olarak sağlam kaldı. Yalnız ahali camlarını kırdılar. Eğer ahali ilişmeseydi, eşyalarını almasaydılar, hiçbir zarar olmayacaktı.
İşte, Isparta halıcıhanesinin yangını ile, Risale-i Nur'un derslerine köşklerini tahsis eden zatların o dehşetli yangınla bitişik iki kardeşinin iki hanesinin kurtulması Risale-i Nur'un bir kerameti olduğu gibi, Kastamonu da aynen bu Emirdağı yangını gibi, orada, karşımdaki dehşetli bir yangının ittisalindeki Risale-i Nur şakirtlerinden Hafız Ahmed in evi harika bir surette kurtulması ve hemşiresinin üçüncü kat yangın içinde harika bir tarzda, hem elmas ve altın mücevheratını, hem canını Risale-i Nur'un berekatıyla kurtarması misilli, burada da, bu yangında, Risale-i Nur'un çalışkan talebelerinden ve Çalışkan hanedanından üç kardeşi olarak dört zatın o dehşetli yangından kurtulması, Risale-i Nur'un ve Ayetü'l-Kübrâ nın bir kerameti olduğuna hem benim, hem onların, hem sair kardeşlerimizin kat i kanaatimiz geldi. Burada eksik olmayan az bir rüzgar esseydi, o çarşı dükkanlarının ekserisini yandırabilirdi. Hatta Ayetü'l-Kübrâ mağazasından on onbeş dükkan ta uzakta eşyalarını çıkarıp kaçırdılar.
Bazı emarelerle, Sandıklı da, hem Afyon, Kütahya ortasında, Risale-i Nur a ve yeni mektuplarımı elde etmeleriyle bana karşı bir ilişmek emareleri göründü. O iki hadisede, İstanbul hadiseleriyle tokat yediler. Bu defa, niyetlerinde bana ilişmek cezası olarak bu tokat geldi, inşaallah o niyetten onları vazgeçirdi ve korkutup susturdu.
Kardeşlerim, sizin zekavetiniz ve tedbiriniz, benim tesanüdünüz hakkında nasihatime ihtiyaç bırakmıyor. Fakat bu ahirde hissettim ki, Risale-i Nur şakirtlerinin tesanüdlerine zarar vermek için birbirinin hakkında su-i zan verdiriyorlar, ta birbirini itham etsin. Belki "Filan talebe bize casusluk ediyor der, ta bir inşikak düşsün.
Dikkat ediniz, gözünüzle görseniz dahi perdeyi yırtmayınız. Fenalığa karşı iyilikle mukabele ediniz. Fakat çok ihtiyat ediniz, sır vermeyiniz. Zaten sırrımız yok; fakat vehhamlar çoktur. Eğer tahakkuk etse, bir talebe onlara hafiyelik ediyor, ıslahına çalışınız, perdeyi yırtmayınız.
Sizin, hususan Isparta medresesindeki tesanüdünüz, hem Risale-i Nur u, hem şakirtlerini, hem bu memleketin yüzünü ak etmiş. Ve her tarafta Risale-i Nur a çalıştıran ehemmiyetli bir sebep, tesanüdünüzdür ve şevk ve gayretinizdir. Cenab-ı Hak, sizleri bu hizmet-i imaniyede daim ve muvaffak eylesin. Amin, amin.
Umum kardeşlerime taife taife, birer birer selam ve dua; ve dualarını rica ediyoruz.
Said Nursi
Yangın hakkında Üstadımızın yazdığı hakikate kat i kanaatımız geldi; gözümüzle gördük.
Osman, Mehmed, Hasan, Ceylan ve yardım eden İbrahim
� � �
Aziz kardeşim,
Senin mektuplarını iyi gördüm. Fakat şimdiki gazeteciler ve baştakiler, hakikatleri tam takdir edemiyorlar. Hem Risale-i Nur yalvarmaz; onlar yalvarmalı ve aramalı. Ve kıymetini takdir edip müşteri olduktan sonra onların yardımını kabul eder.
Hem şimdi nazar-ı dikkati Risale-i Nur şakirtlerine celb etmemek münasiptir diye düşünüyorum. Fakat yedi sene Harb-i Umumiye bakmayan ve yirmi beş sene gazeteleri okumayan, dinlemeyen bu kardeşinizin fikri, bu meselede sorulmaz. Asıl fikir sahibi, sizler ve Risale-i Nur'un has şakirtleri ve müdakkik naşirleri, meşveretle, hususan Ispartadakilerle, maslahat ne ise yaparsınız.
Senin bu güzel mektubunu Lahikaya yazdık. Risale-i Nur'un Lahika Risalesinde Feyzi ile Emin ehemmiyetli mevki kazanmışlar; acaba ne haldedirler? O ehemmiyetli mevkie muvafık vaziyete muvaffak oluyorlar mı? Kederleri yok mu?
Hem, hapishanede hakikaten merdane ve fedakarane istirahatime çalışan ve on sene şahsıma hizmet kadar beni minnettar eden Taşköprülü Sadık ve Hilmi ve İhsan ne haldedirler? Ve o civarda, hususan İnebolu daki kardeşlerimi unutamıyorum; beni merak etmesinler. Risale-i Nur'un bazı ara sıra bazı yerlerde tevakkufuna mukabil, pek tesirli ve ehemmiyetli bir tarzda perde altında fütuhatı var. Telaş etmesinler; ihtiyat ile beraber sebat, metanet ve yazıda devam etsinler.
Umuma binler selam ve dua ediyoruz.
� � �
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Evvela: Sizleri, birinci vazife-i Nuriyeyi, Asa-yı Musa ya ait hizmete başlamanızı tebrik ve Isparta nızı, diyanette ve adab-ı İslamiyede geri değil, ileri gitmesini ruh u canımızla tahsin ve tebrik ediyoruz.
Saniyen: Denizli nin Hüsrev i Hasan Feyzi nin Risale-i Nur hakkında ve Risale-i Nur'un aslı ve esası ve madeni olan hakikat-ı Kur'âniye ve sırr-ı İmân ve nur-u Ahmedi tarifinde yazdığı manzum fıkrası, içinde tam bir samimiyet ve metin bir kanaat-ı imaniye bulunduğundan; hem herşeyi çabuk kabul etmeyen ve delilsiz teslim olmayan alim, hususan muallim olduğu halde Risale-i Nur'un hakkaniyetini hem kendi namına, hem etrafındaki rüfekasının şahs-ı manevisi hesabına bir derece fevkalade, halisane tarif etmesinden Sikke-i Tasdik-i Gaybi ahirinde, Lahikadan alınan parçaların sonunda yazılmasını, hem ayrıca Lahikada da kaydedilmesini ve Halil İbrahim in de son Risale-i Nur hakkındaki tavsifnamesini dahi bunun gibi Sikke-i Tasdik-ı Gaybi nin arkasında yazılmasını münasip gördük ve burada da öyle yaptık. Çünkü bu kadar kuvvetli ve samimi bir kanaat, Sikke-i Gaybi deki imalar nev inde hakkaniyetine bir ima, bir emare olabilir.
Salisen: Hasan Feyzi nin mektubunda bahsettiği bütün oradaki kardeşlerimize pek çok selam, tebrik ediyoruz. Hapishaneleri bir dershane-i Nuriye olduğu gibi, inşaallah Denizli vilayeti de bir nevi Medresetü z-Zehra hükmüne geçecek. Ve çokların yüzünü ak eden ve Nuru zulümlerden kurtarmaya çalışan ve Nurun şakirtlerinin her birisine ona hediye edilen risalelerden ziyade hediye vermiş hükmünde manen bizlere hediyesi var. Bu Nurun tebriki umum ona minnettar olanların hatıralarıdır. Yüzer misli mukabili alınmış bir hatıra-i adalettir.
Rabian: İşaret-i gaybiye ile, " 64 te Risale-i Nur telifçe tamam olur" diye haber-i gaybiyeyi iki hal tasdik ediyor.
Birincisi: Çok mühim noktalar hatıra geldiği halde, risaleyi telif cihetine sevk edilmiyor.
İkincisi: Risale-i Nur'un hıfz ve neşrine ve sahabet ve himayetine çalışmak için hayat isterdim. Fakat hadsiz şükür olsun ki, bir biçare ihtiyar Said yerinde çok genç Said ler o vazifeyi yapıyorlar. Hususan Hüsrev ler, Feyzi ler, Ahmed ler, Mehmed ler biraderzadem gibi çok Abdurrahman lar, ve hakeza. Hafız Ali yi kabrinde mesrur, müferrah ettikleri gibi, inşaallah kabrimde de öyle mesrur edecekler.
Umum kardeşlerime, masumlara, ümmiler, hemşireler gibi her taifenin herbirisine birer birer selam ve dua ediyoruz. Çalışkanların da Risale-i Nur'un bereketiyle o yangından ziyanları yoktur, sizlere arz-ı hürmet ve selam edip ellerinizden öperler.
� � �
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Birkaç aydan beri aleyhime çevrilen desiseleri meydana çıktı. Hıfz-ı İlahi ile o musibet, yirmiden bire indi.
Hali zamanda camiye gidiyordum. Haberim olmadan, talebeler beni üşütmemek için, mahfelde bir kulübecik yapmıştılar. Ben de dört beş gündür kendi kendime karar verdim, daha gitmeyeceğim. O malum zabit adam vasıta olup kulübeciği kaldırdılar. Bana da resmen tebliğ ettiler ki, "Daha camiye gitmeyeceksin." Fakat manasız habbeyi kubbe yapıp bir heyecan verdiler. Hiç ehemmiyeti yok, hiç de merak etmeyiniz. Tahminimce, her tarafta haddimden pek fazla teveccüh-ü ammeyi kırmak için, bana böyle bazı bahanelerle ihanet ediyorlar. Eski zamanımı düşünüp güya tahammül etmeyeceğim. Halbuki-Risale-i Nur'un selamet ve intişarına halel gelmemek şartıyla-her gün bin ihanet ve tazipler de gelse, Allah a şükrederim. Ben ehemmiyet vermediğim gibi, buradaki talebeler de hiç sarsılmıyorlar. Çoktan beri beklediğimiz bu hadise de inayet-i İlahiye ile hafif geçti.
Umum kardeşlerimize birer birer selam ve dua ediyoruz.
� � �
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Nur-u Muhammediye ve Sahabeye bakan dört sayfa çok güzeldir. Ahirinde, Risale-i Nur a ve dolayısıyla bize bakan kısımlar, Hasan Feyzi nin hüsn-ü zannı pek fazla gitmiş. Gerçi o ahir kasidesinde Risale-i Nur'un hakikatini ve şahs-ı manevisini murad etmiş. Yine tadile muhtaç gördüm. Bazı kelimeleri ilave ve birkaçını tebdil ettiğim halde, yine ondan benim hisseme düşen, bin derece haddimden ziyadedir diye titredim. Fakat madem şakirtleri şevke ve gayrete getiriyor, size havale ediyorum. Siz, hem bu zamandaki vehhamlıları, hem mesleğimizin muktezası olan mahviyet ve ihlas ve terk-i enaniyet noktalarını nazara alınız; münasip gördüğünüz kelimeleri tadil ediniz. Bu fütur zamanında ehemmiyetli bir kamçı-yı teşviktir, arkadaşlara gönderebilirsiniz.
Hem o kıymetli kardeşimiz, merhum Hafız Ali nin (r.h.) varisi ve halefi yerinde Risale-i Nur a fevkalade irtibat ve sadakatle bağlıdır. Benim tadilimden gücenmesin.
Gayet samimi bir kanaatle ve kuvvetli bir itimatla ve derin bir ilimle ve parlak bir imanla Risale-i Nur'un mahiyetini iki defadır tarif eden Risale-i Nur'un has şakirtlerinden ve ehemmiyetli eski muallimlerinden Hasan Feyzi nin Sikke-i Tasdik-i Gaybi den aldığı bir ilhamla Risale-i Nur hakkında ve o Nurun menbaı ve esası olan Nur-u Muhammedi (a.s.m.) ve hakikat-i Kur'ân ve sırr-ı İmân tarifinde bu kasideyi yazmıştır.
� � �
Ahmed yaratılmış o büyük Nur-u Ehadden,
Her zerrede nurdur, o ezelden, hem ebedden.
Bir nur ki odur hem yüce, hem layetenahi,
Ol fahr-i cihan Hazret-i Mahbub-u İlahi.
Parlattı cihanı bu güzel nur-u Muhammed (a.s.m.)
Halk olmasa, olmazdı bir zerre ve bir fert.
Ol nuru anın, her yeri, her zerreyi sarmış,
Baştan başa her dem bu kesif zulmeti yarmış.
Bir nur ki odur sade ve hem layetezelzel,
Ari ve beri cümleden üstün ve mükemmel.
Bir nur ki bütün zerrede ancak o nümayan,
Bir nur ki verir kalblere hem aşk ile iman.
Bir nur ki eğer olmasa ol nur hele bir an,
Baştan başa zulmette kalır hem de bu ekvan.
Bir nur ki değil öyle muhat, hem dahi mahsur
Bir nur ki eder kalbi de pürnur, çeşmi de pürnur.
Bir lem adır andan, şu büyük şems ve kamerler.
Hep işte o nurdan bu acaib koca alem,
Halk oldu o nurdan yine Cennetle Cehennem.
Şek yok ki o nurdur okunan Hazret-i Kur'ân,
Ol nur-u ezel hem sebeb-i hilkat-i insan.
Herşeye odur mebde ve asıl ve esas hem,
Ondan görünür nev-i beşer böyle mükerrem.
Bir zerre değil, bahr-i muhit o bahr-i münirden,
Hem nasıl beşer hiç kalıyor hepsi de birden.
Şek yok ki cihan, katre-i nurundan o nurun,
Şek yok ki bu can, zerre-i nurundan o nurun.
Sönsün diye üflense, o derya gibi kaynar,
Söndürmeye hem kimde acep zerre mecal var?
Söndürmeye kalkmıştı asırlar dolu küffar,
Kahreyledi her hepsini ol Hazret-i Kahhar.
Hep sönmüş asırlar, yanıyor sönmeden ol,
Tarihe sorun, kimdir o nur, hem kimmiş menfur?
Alnında yanan nur-u Muhammeddi Halil in,
Yetmezdi gücü bakmaya her çeşm-i alilin.
Görseydi Resulün o güzel nurunu Nemrud,
Yakmazdı o dem, narını ol kafir-i matrud.
Bir sivrisinek öldürüyor o şah-ı cihanı,
Atmıştı Halil i ateşe çünkü o cani.
Bir perde açıp söyledi Hak gizli kelamdan,
Ol ateşe bahseyledi hem berd ü selamdan.
"Dostum ve Resulüm yüce İbrahim i, ey nar,
At adetini, yakma bugün, sen onu zinhar!"
Bir gizli hitap geldi de ol dem yine Haktan
Bir abd-i mükerrem dahi kurtuldu bıçaktan.
Ol nurdan için Yunus u hıfzeyledi ol hut,
Ol nur ile kahreyledi hem kavmini ol Lut.
Ol hüsn-ü cemal, eyledi alemleri hayran,
Nerden onu bulmuş, acaba Yusuf-u Ken an?
Hikmet nedir, ol dertlere sabreyledi Eyyub,
Hem sırrı nedir, Yusuf için ağladı Yakub.
Öldükçe dirildikçe neden duymadı bir his?
Ol namlı nebi, şanlı şehid Hazret-i Cercis.
Hasretle neden ağladılar Adem ve Havva?
Kimdendi bu yıllarca süren koskoca dava?
Hem ah, neden terk edilip Ravza-i Cennet?
Bir dar-ı karar oldu neden alem-i mihnet?
Nur şehri olan Tur da o dem Hazret-i Musa
Esrar-ı kelam hep çözülüp buldu tecella.
Bir parça Zebur dan okusa Hazret-i Davud,
Başlardı hemen sanki büyük mahşer-i mev ud.
Bilmem ki neden, yel ve sular hep onu dinler,
Bilmem ki neden, hep işiten ah diye inler.
Mahluku bütün kendine ram etti Süleyman,
Nerdendi bu kuvvet, ona kimdendi bu ferman?
Yellerle uçan şanlı büyük taht-ı mukaddes
Esrar-ı ezelden o da duymuş yine bir ses.
Ol hangi acip sır ki, çıkar göklere İsa,
Kimdir çekilen çarmıha, kimdir yine Yuda.
Nur dediği için tahtını terk eyledi Edhem,
Bir başkasının tahtı olur derdine merhem.
Çok şahs-ı veli, nur ile hem etti kanaat,
Çok şahs-ı deni, nur ile hem buldu keramet.
Her hepsi de pervanesi, üftadesi nurun,
Her hepsi muamma, gücü yetmez bu şuurun.
Fillerle varıp Kabe ye, hem Ebrehe zalim;
İsterdi ki, yapsın nice bin türlü mezalim...
İsterdi ki, o beyt yıkılıp şöhreti sönsün,
Halk Kabe yi terkederek, kiliseye dönsün.
İsterdi ki, çeksin doğacak nura bir sed,
Hem doğmadan ölsün diye "Mahbub-u Müebbed."
Günlerce gidip Kabe ye, hem yaklaşan ordu,
Birden bire bir tehlike sezmiş gibi durdu.
Sür atle gelip bir sürü kuş, semt-i bahirden,
Taş harbine başlar, pek acip hepsi birden.
İndikçe havadan, o muamma gibi taşlar,
Cansız yıkılıp yerlere yatmış nice başlar.
Şahıyla beraber kocaman ordu-yu Mevla,
Olsun diye mahbuba nişan, eyledi muta.
Hem kavm-i Kureyş, söndürelim derken o nuru,
Erkek ve kadın, cümlesinin kaçtı huzuru.
Müşrik ve muvahhid, iki fırka olup urban,
Yıllarca dökülmüş yine üstüne bir kan.
Şakk etti kamer, Fahr-i Beşer, ol Yüce Server,
Her yerde ve her anda onun nuru muzaffer.
Kur'ân dı kali, nurdu yolu, ümmeti mutlu,
Ümmet olanın kalbi bütün nur ile doldu.
Çekmezdi keder, ol sözü cevher, özü kevser,
Ol Sure-i Kevser, dedi a dasına "ebter!"
Ol Şems-i Ezelden kaçınan ol kuru başlar,
Gayya-i Cehennemde bütün yakmış ateşler.
Bitmişti nefes, çıkmadı ses, bıktı da herkes,
Ol nura varıp baş eğerek hem dediler pes!
İdraki olan kafile ayrıldı Kureyşten,
Feyz almak için doğmuş olan şanlı güneşten.
Ol kevser-i Ahmed den içip herbiri tas tas,
Olmuştu o gün sanki mücella birer elmas.
Ol başlara taç, derde ilaç, mürşid-i alem,
Eylerdi nazar bunlara nuruyla demadem.
Bunlardı o a dayı boğan bir alay arslan,
Hak uğruna, nur uğruna olmuş çoğu kurban.
Bunlardan o gün ehl-i nifak cümle kaçardı,
Müşrik ise, ol aklı anın kalmaz, uçardı.
Bunlardı o Peygamberin ashabı ve ali,
Dünyada ve ukbada da hem şanları ali.
Tavsif ediyor bunları hep şöylece Kur'ân,
Sulh vakti koyun, kavgada kükrek birer arslan!
Hep yüzleri pak, sözleri hak, yolları haktı,
Merkebleri yeller gibi Düldüldü, Burakdı.
Bir cezbe-i "Ya Hayy!" ile seller gibi aktı,
A daya varıp herbiri şimşek gibi çaktı.
Bunlardı o gün halka-i tevhidi kuranlar,
Bunlardı o gün baltalayıp küfrü kıranlar.
Bunlardı mübarek yüce cem iyet-i şura,
Bunlardı o nurdan dizilen halka-i kübra.
Bunlardı alan Suriye, Irak, ülke-i Kisra,
Bunlarla ziyadar o karanlık koca sahra.
Bunlardı veren hasta, alil gözlere bir fer,
Bunlardı o tarihe geçen şanlı gazanfer.
Her hepsi de bir zerre-i nuru o Habibin,
Her an görünür gözlere ondan nice yüz bin.
Nur altına girmiş bulunan türlü cemaat,
Hem buldu beka, hem de bütün gördü adalet.
Ecdad-ı izamın o büyük ruhları küskün,
Zira ne küfürler okunur onlara hergün.
Yağmıştı o gün ah ne kederler, ne elemler,
Aciz onu hep yazmaya, eller ve kalemler.
Binlerce yetimin yıkılan kalbini sen yap,
Affet yeter artık, o Habib aşkına, ya Rab!
Derken yeter artık, bizi affet güzel Allah!
Sarsıldı cihan, öldü de bir gümgüme nagah.
Buz parçası halinde bulut, bir yere düşmüş,
Erkek ve kadın hepsi de ol semte üşüşmüş...
Derhal açılıp gökyüzü hem parladı ol nurdan gelen Risalei n-Nur
Hallak-ı Rahim eyledi mahlukunu mesrur.
Zulmet dağılıp başladı bir yep yeni gündüz,
Bir neş e duyup sustu biraz ağlayan o göz.
Bir dem bile düşmezken onun ahı dilinden,
Kurtuldu, yazık dertli beşer derdin elinden.
Ol taze güneş, ülkeye serptikçe ışıklar,
Hep şad olacak, şevk bulacak kalbi kırıklar.
Her kalbe sürur, her göze nur doldu bugünden,
Bir müjde verir sanki o bir şanlı düğünden.
Arz eyleyelim ol yüce Allah a şükürler,
Kalkar bu kahr ü cehl ve dalal, şirk ve küfürler.
Ol nur-u Hüda saldı ziya, kalbe safa hem,
Gösterdi beka, göçtü fena, buldu vefa hem.
Çıkmıştı şaki, geldi naki gördü adavet,
Eylerdi nefiy, oldu hafi nur-u hidayet.
Fışkırdı Risale-i Nur, ufuktan nur-u Risalet
Ol nur-u Risalet verecek emn ü adalet.
Allah a şükür, kalkmada hep cümle karanlık,
Allah a şükür, dolmada hep kalbe ferahlık.
Allah a şükür, işte bugün perde açıldı,
Alemlere artık yine bir neş e saçıldı.
Artık bu sönük canlara can üfledi canan,
Artık bu gönül derdine ol eyledi derman.
Bir fasl-ı bahar başladı illerde bu günden,
Bir sohbet-i gül başladı dillerde bu günden.
Benden bana ben gitmek için Risale-i Nur diye koştum,
Nur derdine düştüm de denizler gibi coştum.
Bir zerrecik olsun bulayım der de ararken
Düştüm yine derya gibi bir nura bugün ben.
Verdim ona ben gönlümü baştan başa artık,
Maşukum odur, şimdi benim, ben ona aşık.
Ol nur-u ezel hem kararan kalblere layık,
Ol nurdan alır feyzini hem cümle halayık.
Kahreyledi ol zulmeti Risale-i Nur a akanlar,
Nur kahrına uğrar, ona hasmane bakanlar.
Küfrün bütün alayı hücum etse de ey nur,
Etmez seni dur, kendi olur belki de makhur.
Sensin yine hazır, yine sensin bize nazır
Ey nur-u Rahim, ey ebedi bir cilve-i kudret-i Fatır!
Bir neş e duyurdun imanla sırr-ı ezelden,
Bir müjde getirdin bize ol namlı güzelden.
Madem ki içirdin bize ol ab-ı hayattan
Bir zerre kadar kalmadı havf şimdi memattan.
Hasret yaşadık nuruna yıllarca bütün biz,
Masum ve alil, türlü bela çekti sebepsiz.
Yıllarca akan, kan dolu göz yaşları dinsin,
Zalim yere batsın, o zulüm bir yere sinsin.
Yıllarca, asırlarca bu nurun yine yansın,
Öksüz ve yetim, dul ve alil hepsi de kansın.
Ey nur gülü, nur çehreni öpsem dudağından,
Kalb bahçesinin kalbine diksem budağından.
Her dem kokarak hem o güzel rayihasından
Çıksam yine ben alem-i fani tasasından.
Nur güllerin açsın, yine miskler gibi tütsün,
Sinemde bu can bülbülü tevhid ile ötsün.
Sensin bize bir neş e veren ol gül-ü halis,
Sensin bize hem cümleden ala, dahi muhlis.
Ey nur-u Risaletten gelen bir bürhan-ı Kur'ân!
Ey sırr-ı Furkan dan çıkan hüccet-i iman!
Sendin bize matlub, yine sendin bize mev ud,
Sayende bugün herkes olur zinde ve mes ud.
Her an seni bekler ve sayıklardı bu dünya,
Hak kendini gösterdi, bugün bitti o rüya.
Bin üç yüz senedir toprağa dönmüş nice milyar
Mü min ve muvahhid seni gözlerdi hep ey yar!
Her hepsi de senden yana söylerdi kelamı
Her hepsi de her an sana eylerdi selamı.
Nur çehreni açsan, atarak perdeyi yüzden
Söyler bana ruhum yine -1-
Vallah, ezelden bunu ben eyledim ezber:
Risalei n-Nurdur vallah o son müceddid-i ekber.
Yüzlerce sened, hem nice yüzlerce işaret,
Eyler bu mukaddes koca davaya şehadet.
En başta gelen şahid-i adl Hazret-i Kur'ân
Göstermiş ayanen otuz üç yerde o bürhan.
-2- 'in kalbine gömmüş Esedullah,
Çok sır ki, bilenler oluyor hep sana agah.
-3- demiş ol pir-i muazzam,
Binlerce veli hem yine yapmış buna bin zam.
Mu cizdir o söz, haktır o öz, görmedi her göz,
Artık bu muammaları gel sen bize bir çöz.
Altıncı Sözün aldı bütün fiil ve sıfatı,
Verdim de arındım ona hem zat ve hayatı.
Müflis ve fakir bekliyordum şimdi kapında
Tevhide eriştir beni, gel varını sun da.
"Ben!.. Ben!.." diye yazdımsa da sensin yine ol Ben,
Hiçten ne çıkar, hem bana benlik yine senden.
Affet beni ey affı büyük lütfu büyük Risalei n-Nur!
Bir dem bile hem eyleme senden beni ya Rabbena mehcur!
Nur aşkına, Hak aşkına, dost aşkına ey nur!
Nurunla ve sırrınla bugün kıl bizi mesrur.
Ey nur-u ezelden gelen nur-u Muhammed (asm.),
Ey sırr-ı imandan gelen nur-u müebbed!
Binlerce yetimin duyulan ahını bir kes,
Sarsar o büyük arşı da vallah bu çıkan ses.
Vallah cemilsin, yeter artık bu celalin!
Göster bize ey nur-u Muhammed, bir kere cemalin!
Dergahını aç, et bize ihsan, yine ey nur-u Risalet!
Biz dertli kuluz, kıl bize derman, yine ey nur-u hakikat!
Emmare olan nefsimizin emrine uyduk,
Ver bizlere sen nur ile ikan, yine ey nur-u Kur'ân!
Hırs ateşi sönsün de gönül gülşene dönsün,
Saç nurunu, hem feyzini her an, yine ey nur-u iman!
Sen nur-u Bedi , nur-u Rahimsin, bize lutfet,
Hep isteğimiz aşk ile iman, yine ey nur-u İlahi!
Dinin çekilip, dev gibi saldırmada vahşet,
Rahmet bizi, gark etmeye tufan, yine ey nur-u Rahmani!
Pürnura boyansın bütün afak-ı cihanın,
Her yerde okunsun da bu Kur'ân, yine ey nur-u Sübhani!
Mahbubuna uyduk, hepimiz ümmeti olduk,
Ağlatma yeter, et bizi handan, yine Ey nur-u Rabbani!
Ol Ravza-i Pak-i Ahmedi (a.s.m.) göster bize bir dem,
Artık olalım hep ona kurban, yine Ey nur-u Samedani!
İslama zafer ver bizi kurtar, bizi güldür,
A'damızı et hak ile yeksan, yine ey nur-u Furkani!
Her belde-i İslam ile, olsun bu yeşil yurd,
Ta haşre kadar Cennet-i canan, yine ey nur-u imani!
Ol Fahr-i Cihan, Al-i Aba hakkı için, ya Rab.
Hıfzet bizi afat ve beladan, ya Nura l-Envar, Bihakkı ismike n-Nur!
Aciz, biçare talebeniz
Hasan Feyzi
(Rahmetullahi Aleyh)
� � �
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Gayet ehemmiyetli bir meseleyi-bundan evvel size icmalen beyan ettiğim meseleyi-tekrar size söylememe kuvvetli, manevi bir ihtar aldım. Şöyle ki:
Perde altındaki düşmanımız münafıklar, şimdiye kadar yaptıkları gibi, adliyeyi ve siyaset ve idareyi zahiri dinsizliğe alet edip, bize hücumları akim kaldığı; ve Risale-i Nur'un fütuhatına menfaati olan eski planlarını bırakıp daha münafıkane ve şeytanı da hayrette bırakacak bir plan çevirdiklerine dair buralarda emareleri göründü.
O planların en mühim bir esası, has, sebatkar kardeşlerimizi soğutmak, fütur vermek, mümkünse Risale-i Nur dan vazgeçirmektir. Bu noktada o kadar acip yalanları ve desiseleri istimal ediyorlar ki, Isparta ve havalisi, Gül ve Nur fabrikasının kahraman şakirtleri gibi, çelik ve demir gibi bir sebat ve sadakat ve metanet lazım ki dayanabilsin. Bazı da dost suretinde hulul edip, korkutmak mümkünse, habbeyi kubbe edip evham veriyorlar. "Aman, aman Said e yanaşmayınız! Hükumet takip ediyor" diye zayıfları vazgeçirmeye çalışıyorlar. Hatta bazı genç talebelere, hevesatlarını tahrik için, bazı genç kızları musallat ediyorlar. Hatta Risale-i Nur erkanlarına karşı da, benim şahsımın kusuratını, çürüklüğünü gösterip, zahiren dindar ehl-i bid adan bazı şöhretli zatları gösterip, "Biz de Müslümanız, din yalnız Said in mesleğine mahsus değil" deyip, bize karşı perde altında cephe alan zındıklara ve anarşilik hesabına o safdil ehl-i diyanet ve hocaları alet edip istimal ediyorlar. İnşaallah bunların bu planları da akim kalacak. Böyle heriflere dersiniz:
"Biz, Risale-i Nur'un şakirtleriyiz. Said de, bizim gibi bir şakirttir. Risale-i Nur'un menbaı, madeni, esası da Kur'ân dır. Yirmi senedir emsalsiz tetkikat ve takibatla beraber, kıymetini ve galebesini en muannid düşmana da ispat etmiştir. Onun tercümanı ve bir hizmetkarı olan Said ne halde olursa olsun, hatta Said de-el iyazü billah-Risale-i Nur'un aleyhine dönse, bizim sadakatimiz ve alakımızı inşaallah sarsmayacak" deyip, o kapıyı kaparsınız. Fakat, mümkün olduğu kadar Risale-i Nur la meşgul olmak, elinden gelirse yazmak, ve mübalağalı propagandalara hiç ehemmiyet vermemek, ve eskisi gibi tam ihtiyat etmek gerektir.
Umum kardeşlerimize birer birer selam ve dua ediyoruz.
Said Nursi
� � �
Bu vatandaki milletin en büyük kuvveti olan alem-i İslamın teveccühünü ve hamiyetini ve uhuvvetini kırmak ve nefret verdirmek için, siyaseti dinsizliğe alet ederek, perde altında küfr-ü mutlakı yerleştirmek isteyenler, hükumeti iğfal ve adliyeyi iki defadır şaşırtıp, der: "Risale-i Nur şakirtleri, dini siyasete alet eder; emniyete zarar vermek ihtimali var."
Halbuki, bu memlekete maddi ve manevi bereketi ve fevkalade hizmeti ve umum alem-i İslama taalluk edecek hakaiki cami olduğu, otuz üç ayat-ı Kur'âniyenin işaretiyle ve İmam-ı Ali nin (r.a.) üç keramet-i gaybiyesiyle ve Gavs-ı Azamın kat i ihbarıyla tahakkuk etmiş olan Risale-i Nur'un siyasetle alakası yoktur. Fakat, küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan anarşilik ve üstü olan istibdad-ı mutlakı, esasıyla bozar, reddeder. Emniyeti ve asayişi ve hürriyeti ve adaleti temin eder.
Risale-i Nur a, daha vatana, idareye zararı dokunmak bahanesiyle tecavüz edilmez. Daha kimseyi o bahaneyle inandıramazlar. Fakat cepheyi değiştirip, din perdesi altında bazı safdil hocaları veya bid a taraftarları veya enaniyetli sofi meşreplileri, bazı kurnazlıklarla Risale-i Nur a karşı iki sene evvel İstanbul da ve Denizli civarında olduğu gibi istimal etmeye münafıklar belki çabalayacaklar. İnşaallah muvaffak olamazlar.
� � �
Kardeşlerim,
Şimdi tam tahakkuk etti ki, resmen bana ihanet ve hakaret etmek, onunla, teveccüh-ü ammeyi hakkımda kırmak için gizli bir tedbir kurulmuş. Benim bütün dostlarımı perde altında soğutmak ve ürkütmeye çalışıyorlar. Halbuki, Sikke-i Tasdik-i Gaybi onların bütün propagandalarını zir ü zeber ediyor.
Gerçi böyle dinsizlik hesabına bana olan hakaret, bir derece beni sıkıyor, eski Said den kalma bazı damarlarıma dokunuyor. Fakat Risale-i Nur'un harika fütuhatı ve şakirtlerinin ehl-i hakikat nazarında ve ruhani ve melaikeler yanında hürmet ve merhametle karşılanmaları, benim şahsıma gelen ihanet ve hakaretlerin sivrisinek kanadı kadar ehemmiyeti kalmaz. O bedbaht ehl-i ihanet, dindarlık cihetiyle, ehl-i din ve ehl-i ulum-u diniyenin hürmetini kırmak dine bir ihanet olduğu cihetinde, ruhani ve melaikelerin ve ehl-i İmân ve ehl-i hakikatın nazarında mel un olduğu gibi, binden ancak bir iki serserinin veya zındığın aferinini kazanırlar.
O bedbahtlar bana hakaret etmekle, güya Risale-i Nur'un nüfuzunu kırıyor; şahsımı menba zannedip beni çürütmekle, Risale-i Nur sukut edecek gibi ahmakane bir zan ile şahsıma tecavüz oluyor.
Ben de derim: Ey bana dinsizlik hesabına ihanet ve hakaret eden bedbahtlar! Kat iyen size haber veriyorum, yakında-tevbe etmemek şartıyla-hiç çare-i halas yok ki, ecel celladıyla sen, idam-ı ebedi ile ölüm darağacı ile asılacaksın! Şeraretli ruhun dahi ebedi bir haps-i münferitte mahkum olmakla beraber, ehl-i İmân ve ruhanilerin nefret ve lanetini kazanacaksın. Tevbe etmemek şartıyla, benim intikamım, senden pek muzaaf bir suretle alınıyor bildiğimden, hiddet değil, hatta sana acıyorum!
Amma Risale-i Nur'un, senin gibi sinekler kadar ehemmiyeti olmayanların perde çekmesi, zerre kadar nüfuzunu kıramaz. Yüz binler adam onunla imanlarını kurtardıkları için, ruh u canla hürmet ve perestiş ederler.
Amma şahsımın teessürü ise, katiyen size haber veriyorum ki, bir iki dakika asabiyetle bir teessüratıma mukabil, birden öyle bir teselli buluyorum ki, bin derece sizlerin hakaret ve ihaneti ziyadeleşse o teselliyi kıramaz. Çünkü, Risale-i Nur'un keşf-i kat isiyle, dinsizlik hesabına bize hücum edenler, ebedi azaplar ve haps-i münferitte ve idam-ı ebedi ile ihanetini gördükleri gibi, Risale-i Nur la imanını kurtaran şakirtleri, ölümle terhis tezkeresi ve saadet-i ebediye vesikasını alıp, ebedi bir hürmet ve merhamet ve ikrama mazhar olacaklarını, filozofları susturan binler hüccetlerle beyan etmişiz.
Hem bu Yeni Said, Eski Said gibi kendine hürmet ve teveccüh kazanmak ve şan ve şeref bulmak, katiyen aleyhindedir, katiyen kabul etmez. Onun için, yirmi senedir inzivayı tercih etmiş.
Eğer asayiş ve idare hesabına nüfuzunu kırmak ve umumun nazarında çürütmek için yapıyorsanız, pek büyük bir hata ediyorsunuz. İki sene üç mahkeme, yirmi senelik hayatımın yüz yirmi eserinde, yüz yirmi bin Risale-i Nur şakirtlerinden, mucib-i ihtilal ve medar-ı mesuliyet ve vatan ve millet aleyhinde hiçbir şey bulmadıklarına, beraatimizle ve Risale-i Nur eczalarının bütününü iade etmeleriyle gösterdiği cihetle, katiyen size beyan ediyorum ki, dinsizlik hesabına bizi ezen sizler, vatan ve millet, asayiş ve idare aleyhinde ve anarşilik lehinde ve müthiş bir ecnebi hesabına beni sıkıştırıp, bir sarsıntı çıkarıp, o cereyanın müdahalesini istiyorsunuz. Onun için, bütün ihanet ve hakaretlerinize beş para kıymet vermem; asayiş, idare lehinde sabır ve tahammüle karar verdim.
Elbette dünya daimi olmadığı gibi, hadisatı da fırtınalı, daima değişir. Birkaç saat cinayetlerle, dünyevi ve uhrevi binler zakkum ve azap neticeleri var. O zaman, faydasız yüz binler teessüf diyeceksiniz. Ben, resmi makamata ve bizimle tam alakadar vazifedarlara yazdığım gibi, sizin gibi bedbahtlara dahi derim: Biz, Risale-i Nur la, bu memleketin ve istikbalinin en büyük iki tehlikesini def etmeye çalışıyoruz ve bilfiil çok emarelerle, hatta mahkemede de kısmen ispat etmişiz.
Birinci tehlike: Bu memlekette, hariçten kuvvetli bir surette girmeye çalışan anarşiliğe karşı sed çekmek.
İkincisi: Üç yüz elli milyon Müslümanların nefretlerini kardeşliğe çevirmekle, bu memleketin en büyük nokta-i istinadını temin etmektir.
� � �