Onüçüncü Mektub
بِاسْمِهِ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
َالسَّلاَمُ عَلَى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدَى وَالْمَلاَمُ علَى مَنِ اتَّبَعَ الْهَوَى
Aziz kardeşlerim,
Hâl ve istirahatımı ve vesika için adem-i müracaatımı ve hâl-i âlem siyasetine karşı lâkaydlığımı pek çok soruyorsunuz. Şu sualleriniz çok tekerrür ettiğinden, hem mânen de benden sorulduğundan; şu üç suale, Yeni Said değil, belki Eski Said lisaniyle cevap vermeğe mecbur oldum.
Birinci Sualiniz: İstirahatın nasıl? Hâlin nedir?..
Elcevap: Cenab-ı Erhamürrâhimîne yüzbin şükür ediyorum ki; ehl-i dünyanın bana ettiği envâ-ı zulmü, envâ-ı rahmete çevirdi. Şöyle ki:
Siyaseti terk ve dünyadan tecerrüd ederek bir dağın mağarasında âhireti düşünmekte iken, ehl-i dünya zulmen beni oradan çıkarıp nefyettiler. Hâlık-ı Rahîm ve Hakîm, o nefyi bana bir rahmete çevirdi. Emniyetsiz ve ihlâsı bozacak esbaba mâruz o dağdaki inzivayı emniyetli, ihlâslı Barla Dağlarındaki halvete çevirdi. Rusyada esarette iken niyet ettim ve niyaz ettim ki, âhir ömrümde bir mağaraya yüklemedi. Yalnız Barla'da iki üç adamda bir vehhamlık vardı. O vehhamlık sebebiyle bana eziyet verildi. Hatta o dostlarım, güya istirahatımı düşünüyorlar. Halbuki o vehhamlık sebebiyle hem kalbime, hem Kur'ânın hizmetine zarar verdiler. Hem ehl-i dünya bütün menfîlere vesika verdiği ve cânileri hapisten çıkarıp affettikleri halde, bana zulüm olarak vermediler. Benim Rabb-i Rahîmim, beni Kur'anın hizmetinde ziyade istihdam etmek ve Sözler nâmiyle envâr-ı Kur'aniyeyi bana fazla yazdırmak için, dağdağasız bir surette beni şu gurbette bırakıp, bir büyük merhamete çevirdi. Hem ehl-i dünya, dünyalarına karışabilecek bütün nüfuzlu ve kuvvetli rüesâları ve şeyhleri, kasabalarda ve şehirlerde bırakıp akrabalariyle beraber herkesle görüşmeye izin verdikleri halde, beni zulmen tecrid etti, bir köye gönderdi. Hiç akraba ve hemşehrilerimi, bir iki tanesi müstesna olmak üzere yanıma gelmeye izin vermedi. Benim Hâlık-ı Rahîmim, o tecridi, benim hakkımda bir azîm rahmete çevirdi. Zihnimi sâfi bırakıp, gıll ü gıştan âzâde olarak, Kur'an-ı Hakîmin feyzini, olduğu gibi almağa vesile etti. Hem ehl-i dünya, bidayette, iki sene zarfında iki âdi mektub yazdığımı çok gördü. Hattâ şimdi bile, on veya yirmi günde veya bir ayda bir iki misafirin sırf âhiret için yanıma gelmesini hoş görmediler, bana zulmettiler. Benim Rabb-ı Rahîmim ve Hâlık-ı Hakîmin, o zulmü bana merhamete çevirdi ki, doksan sene mânevî bir ömrü kazandıracak şu şuhûr-u selâsede, beni bir halvet-i mergûbeye ve bir uzlet-i makbûleye koymağa çevirdi. Elhamdülillâhi Alâ Külli Hal. İşte hâl ve istirahatım böyle...
İkinci Sualiniz: Neden vesika almak için müracaat etmiyorsun?
Elcevap: Şu mes'elede ben kaderin mahkûmuyum, ehl-i dünyanın mahkûmu değilim. Kadere müracaat ediyorum. Ne vakit izin verirse, rızkımı buradan ne vakit keserse, o vakit giderim. Şu mânânın hakikatı şudur ki:
Başa gelen her işte iki sebeb var: Biri zâhirî, diğeri hakikî. Ehl-i dünya zâhirî bir sebeb oldu, beni buraya getirdi. Kader-i İlâhî ise, sebeb-i hakikidir; beni bu inzivaya mahkûm etti. Sebeb-i zâhirî zulmetti, sebeb-i hakikî ise adalet etti. Zahirîsi şöyle düşündü: «Şu adam, ziyadesiyle ilme ve dine hizmet eder, belki dünyamıza karışır» ihtimaliyle beni nefyedip üç cihetle katmerli bir zulüm etti. Kader-i İlâhî ise, benim için gördü ki, hakkiyle ve ihlâsla ilme ve dine hizmet edemiyorum; beni bu nefye mahkûm etti. Onların bu katmerli zulmünü muzaaf bir rahmete çevirdi. Mademki nefyimde kader hâkimdir ve o kader âdildir, ona müracaat ederim. Zahîri sebep ise, zaten bahane nev'inden birşeyleri var. Demek onlara müracaat mânâsızdır. Eğer onların elinde bir hak veya kuvvetli bir esbab bulunsaydı, o vakit onlara karşı da müracaat olunurdu. Başlarını yesin, dünyalarını tamamen bıraktığım, ve ayaklarına dolaşsın, siyasetlerini büsbütün terk ettiğim halde, düşündükleri bahaneler, evhamlar elbette asılsız olduğundan, onlara müracaatla, o evhamlara bir hakikat vermek istemiyorum. Eğer uçları, ecnebi elinde olan dünya siyasetine karışmak için bir iştiham olsaydı, değil sekiz sene, belki sekiz saat kalmayacak, tereşşuh edecekti kendini gösterecekti. Halbuki sekiz senedir bir tek gazete okumak arzum olmadı ve okumadım.
Adem-i müracaatımın ikinci sebebi şudur ki: Haksızlığı hak zanneden adamlara karşı hak dâva etmek, bir nevi haksızlıktır. Bu nevi haksızlığı irtikâb etmek istemem.
Üçüncü Sualiniz: Dünyanın siyasetine karşı ne için bu kadar lâkaydsın? Bu kadar safahât-ı âleme karşı tavrını hiç bozmuyorsun? Bu safahâtı hoş mu görüyorsun? Veyahud korkuyormusun ki, sükût ediyorsun?
Elcevap: Kur'an-ı Hakîmin hizmeti, beni şiddetli bir surette siyaset âleminden menetti. Hattâ düşünmesini de bana unutturdu. Yoksa bütün sergüzeşt-i hayatım şâhiddir ki: Hak gördüğüm meslekte gitmeye karşı, korku, elimi tutup menedememiş ve edemiyor. Hem neden korkum olacak! Dünya ile, ecelimden başka bir alâkam yok. Çoluk çocuğumu düşüneceğim yok. Malımı düşüneceğim yok. Hânedanımın şerefini düşüneceğim yok. Riyakâr bir şöhret-i kâzibeden ibaret olan şan ve şeref-i dünyeviyenin muhafazasına değil, kırılmasına yardım edene rahmet... Kaldı ecelim; o, Hâlık-ı Zülcelâlin elindedir. Kimin haddi var ki, vakti gelmeden ona ilişsin. Zaten «İzzetle mevti, zilletle hayata tercih edenlerdeniz.» Eski Said gibi birisi şöyle demiş:
وَ نَحْنُ اُنَاسٌ لاَ تَوَسُّطَ بَيْنَنَا
لَنَا الصَّدْرُ دُونَ الْعَالَمِينَ اَوِ الْقَبْرُ
Belki hizmet-i Kur'an, beni hayat-ı içtimâiye-i siyâsiye-i beşeriyeyi düşünmekten menediyor. Şöyleki:
Hayât-ı beşeriye bir yolculuktur. Şu zamanda Kur'anın nuriyle gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi. Mülevves ve ufûnetli bir çamur içinde kafile-i beşer düşe kalka gidiyor. Bir kısmı, selâmetli bir yolda gider. Bir kısmı, mümkin olduğu kadar çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtaları bulmuş. Bir kısm-ı ekseri, o ufûnetli, pis, çamurlu bataklık içinde karanlıkta gidiyor. Yüzde yirmisi, sarhoşluk sebebiyle o pis çamuru, misk-ü amber zannederek yüzüne gözüne bulaştırıyor.. düşerek kalkarak gider, tâ boğulur. Yüzde sekseni ise, bataklığı anlar, ufûnetli, pis olduğunu hisseder, fakat mütehayyirdirler, selâmetli yolu göremiyorlar...
İşte bunlara karşı iki çare var.
Birisi: Topuz ile, sarhoş yirmisin ayıltmaktır.
İkincisi: Bir nur göstermekle mütehayyirlere selâmet yolunu irâe etmektir.
Ben bakıyorum ki, yirmiye karşı seksen adam elinde topuz tutuyor. Halbuki o bîçare mütehayyir olan seksene karşı hakkiyle nur gösterilmiyor.. gösterilse de; bir elinde hem sopa, hem nur olduğu için emniyetsiz oluyor. Mütehayyir adam, «Acaba nurla beni celbedip topuzla dövmek mi istiyor?» diye telâş eder. Hem de bazen ârızalarla topuz kırıldığı vakit.. nur dahi uçar veya söner.
İşte o bataklık ise, gafletkârane ve dalâlet-pîşe olan sefihane hayat-ı içtimaiye-i beşeriyedir. O sarhoşlar, dalâletle telezzüh eden mütemerridlerdir. O mütehayyir olanlar, dalâletten nefret edenlerdir; fakat çıkarmıyorlar.. kurtulmak istiyorlar, yol bulamıyorlar.. mütehayyir insanlardır. O topuzlar ise, siyaset cereyanlarıdır. O nurlar ise, hakaik-ı Kur'aniyedir. Nura karşı kavga edilmez. Ona karşı adâvet edilmez. Sırf şeytân-ı racîmden başka ondan nefret eden olmaz. İşte ben de Nur-u Kur'anı elde tutmak için,
اَعُوذُ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ deyip, siyaset topuzunu atarak, iki elim ile nura sarıldım. Gördüm ki: Siyaset cereyanlarında; hem muvafıkta, hem muhalifte, o nurların âşıkları var. Bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fevkinde ve onların garazkârane telâkkiyatlarından müberra ve sâfi olan bir makamda verilen ders-i Kur'an ve gösterilen envâr-ı Kuraniyeden hiçbir taraf ve hiçbir kısım çekinmemek ve ittiham etmemek gerektir. Meğer dinsizliği ve zındıkayı siyaset zannedip ona tarafgirlik eden insan suretinde şeytanlar ola veya beşer kıyafetinde hayvanlar ola. «Elhamdülillâh» siyasetten tecerrüd sebebiyle, Kur'anın elmas gibi hakikatlarını propaganda-i siyaset ittihamı altında cam parçalarının kıymetine indirmedim. Belki gittikçe o elmaslar, kıyametlerini her taifenin nazarında parlak bir tarzda ziyadeleştiriyor.
وَقَالُوا اْلحَمْدُ لِلّهِ الَّذِى هَدَينَا لِهذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِىَ لَوْلاَ اَنْ هَدَينَا اللّهُ لَقَدْ جَاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِاْلحَقِّ
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
SAİD NURSÎ
* * *
Yirmiikinci Lem'a
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Isparta'nın âdil vâlisine ve adliyesine ve zabıtasına, en mahrem ve en has ve hâlis kardeşlerime mahsus olarak yirmi iki sene evvel Isparta'nın Barla nahiyesinde iken yazdığım gayet mahrem bu risaleciğimi Isparta milletiyle ve hükûmetiyle alâkadarlığını gösterdiği için takdim ediyorum. Eğer münasip görülse, ya yeni veya eski harfle daktilo ile bir kaç nüsha yazılsın ki, yirmi beş otuz senedir esarımı arıyanlar ve tarassud edenler de anlasınlar: Gizli hiçbir sırrımız yok. Ve en gizli bir sırrımız, işte bu risaledir; bilsinler!
Said Nursî
İşârât-ı Selâse
On Yedinci Lem'anın On Yedinci Notasının Üçüncü Mes'elesi iken, suallerin şiddet ve şumulüne ve cevaplarının kuvvet ve parlaklığına binaen, Otuz Birinci Mektubun Yirmi İkinci Lem'ası olarak lemeâta karıştı. Lem'alar bu lem'aya yer vermelidirler. Mahremdir, en has ve hâlis ve sâdık kardeşlerimize mahsustur.
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
وَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ فَهُوَ حَسْبُهُ اِنَّ اللّهَ بَالِغُ اَمْرِهِ قَدْ جَعَلَ اللّهُ لِكُلِّ شَيْءٍ قَدْرًا
Bu mes'ele «Üç İşaret» tir.
Birinci İşaret: Şahsıma ve Risale-i Nura ait mühim bir sual.
Çoklar tarafından deniliyor ki: Sen, ehl-i dünyanın dünyasına karışmadığın halde, nedendir ki her fırsatta onlar senin âhiretine karışıyorlar. Halbuki hiçbir hükûmetin kanunu, târik-üd-dünya ve münzevîlere karışmıyor?
Elcevab: Yeni Saidin bu suâle karşı cevabı sükûttur. Yeni Said:
«Benim cevabımı kader-i İlâhi versin» der. Bununla beraber mecburiyetle, emaneten istiâre ettiği Eski Saidin kafası diyor ki:
Bu suale cevap verecek, Isparta Vilâyetinin hükûmetidir ve şu vilâyetin milletidir. Çünki bu hükûmet ve şu millet, benden çok ziyade bu sualin altındaki mâna ile alâkadardırlar. Madem binler efradı bulunan bir hükûmet ve yüzbinler efradı bulunan bir millet benim bedelime düşünmeye ve müdafaa etmeye mecburdur, ben neden lüzumsuz olarak müddeîlerle konuşup müdafaa edeyim. Çünkü dokuz senedir ben bu vilâyetteyim, gittikçe daha ziyade dünyalarına arkamı çeviriyorum. Hiçbir halim de mestur kalmamış. En gizli, en mahrem risalelerim dahi hükûmetin ve bazı meb'usların ellerine geçmiş. Eğer ehl-i dünyayı telâşa ve endişeye düşürecek dünyevî bir karışmak hâlim ve karıştırmak teşebbüsüm ve fikrim olsaydı, bu vilâyet ve kazalardaki hükûmet, dokuz sene dikkat ve tecessüs ettikleri halde ve ben de çekinmiyerek yanıma gelenlere esrarımı beyan ettiğim halde, hükûmet bana karşı sükût edip ilişmediler. Eğer milletin ve vatanın saadetine ve istikbaline zarar verecek bir kabahatim varsa, dokuz seneden beri valisinden tut, köy karakol kumandanına kadar kendilerini mes'ul eder. Onlar kendilerini mes'uliyetten kurtarmak için, hakkımda habbeyi kubbe yapanlara karşı, kubbeyi habbe yapıp beni müdafaa etmeye mecburdurlar. Öyle ise bu sualin cevabını onlara havale ediyorum.
Amma şu vilâyetin milleti, umumiyetle benden ziyade beni müdafaa etmek mecburiyetleri şundandır ki, bu dokuz senedir; hem kardeş, hem dost, hem mübarek olan bu milletin hayat-ı ebediyesine ve kuvvet-i îmaniyesine ve saadet-i hayatiyesine bilfiil ve maddeten te'sirini gösteren yüzer risalelerle çalıştığımızı ve hiçbir dağdağa ve zarar, hiç kimseye o risaleler yüzünden gelmediği ve hiçbir garazkârane tereşşuhat-ı siyasiye ve dünyeviye görülmediği ve «Lillahil Hamd» şu Isparta Vilâyeti, eski zamanın Şam-ı Şerifinin mübarekiyetini Âlem-i İslamın medrese-i umumîsi olan Mısırın Câmi-ül-Ezher'i mübarekiyeti nev'inden, kuvve-i îmaniye ve salâbet-i dîniye cihetinde bir mübarekiyet makamını Risale-i Nur vasıtasiyle kazanarak; bu vilâyette îmanın kuvveti, lâkaydlığa ve ibadetin iştiyakı, sefahete hâkim olmasını ve umum vilâyetlerin fevkinde bir meziyet-i dindarâneyi Risali Nur bu vilâyete kazandırdığından; elbette bu vilâyetteki umum insanlar, hatta faraza dinsizi de olsa, beni ve Risale-i Nuru müdafaaya mecburdur. Onların çok ehemmiyetli müdafaa hakları içinde, benim gibi vazifesini bitirmiş ve «Lillâhil Hamd» binlerle şâkirdler benim gibi bir âcizin yerinde çalışmış ve çalıştığı hengâmda, ehemmiyetsiz cüz'î hakkım beni müdafaaya sevketmiyor. Bu kadar binlerle dava vekilleri bulunan bir adam, kendi dâvasını kendi müdafaa etmez.
İkinci İşaret: Tenkidkârâne bir suale cevaptır.
Ehl-i dünya tarafından deniliyor ki: Sen neden bizden küstün? Bir defa olsun hiç müracaat etmeyip sükût ettin. Bizden şiddetli şekvâ edip, «Bana zulmediyorsunuz» diyorsun. Halbuki bizim bir prensibimiz var, bu asrın muktezası olarak hususî düsturlarımız var. Bunların tatbikini sen kendine kabul etmiyorsun. Kanunu tatbik eden zâlim olmaz, kabul etmiyen isyan eder. Ezcümle: Bu asr-ı hürriyette ve bu yeni başladığımız cumhuriyetler devrinde, müsavat esası üzerine tahakküm ve tagallübü kaldırmak düsturu, bizim bir kanun-u esasimiz hükmüne geçtiği halde, sen kâh hocalık, kâh zahidlik suretinde teveccüh-ü âmmeyi kazanarak, nazar-ı dikkati kendine celbederek; hükûmetin nüfuzu haricinde bir kuvvet, bir makam-ı içtimaî elde etmeye çalıştığın, zâhir hâlin ve eski zamandaki macerâ-yı hayatının delâletiyle anlaşılıyor. Bu hal ise, şimdiki tabir ile, burjuvaların müstebidâne tahakkümleri içinde hoş görünebilir fakat bizim tabaka-i avâmın intibahiyle ve galebesiyle tezahür eden tam sosyalizm ve bolşevizm düsturları, bizim daha ziyade işimize yaradığı için, o sosyalizm düsturlarını kabul ettiğimiz halde, senin vaziyetin bize ağır geliyor, prensiplerimize muhalif düşüyor. Onun için sana verdiğimiz sıkıntıdan şekvâya ve küsmeye hakkın yoktur?
Elcevap: Hayat-ı içtimâiye-i beşeriyede bir çığır açan, eğer kâinattaki kanun-u fıtrata muvâfık hareket etmezse, hayırlı işlerde, terakkide muvaffak olamaz. Bütün hareketi, şer ve tahrip hesabına geçer. Madem kanun-u fıtrata tatbik-i harekete mecburiyet var. Elbette fıtrat-ı beşeriyeyi değiştirmek ve nev-i beşerin hilkatindeki hikmet-i esasiyeyi kaldırmakla mutlak müsavat kanunu tatbik edilebilir. Evet ben, neseden ve hayatça avâm tabakasındanım ve meşreben ve fikren, «müsâvât-ı hukuk» mesleğini kabul edenlerdenim ve şefkaten ve İslâmiyetten gelen sırr-ı adalet ile, burjuva denilen tabaka-i havassın istibdat ve tahakkümlerine karşı eskidenberi muhalefetle çalışanlardanım. Onun için bütün kuvvetimle adalet-i tâmme lehinde zulüm ve tagallüb ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim.
Fakat nev-i beşerin fıtratı ve sırr-ı hikmeti, müsavat-ı mutlaka kanununa zıddır. Çünki Fâtır-ı Hakîm, kemal-i kudret ve hikmetini göstermek için, az bir şeyden çok mahsulât aldırır ve bir sahifede çok kitabları yazdırır ve birşey ile çok vazifeleri yaptırdığı gibi, beşer nev'i ile de binler nev'in vazifelerini gördürür.
İşte o sırr-ı azîmdendir ki: Cenab-ı Hak, insan nev'ini binler nevileri sümbül verecek ve hayvanatın sair binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır. Sair hayvanat gibi; kuvâlarına, lâtifelerine, duygularına had konulmamış; serbest bırakıp hadsiz makamatta gezecek istidat verdiğinden, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçtiği içindir ki, Arzın halifesi ve kâinatın neticesi ve zîhayatın sultanı hükmüne geçmiştir.
İşte nev-i insanın tenevvüünün en mühim mâyesi ve zenbereği; müsabaka ile, hakikî îmanlı fazilettir. Fazileti kaldırmak; mahiyet-i beşeriyenin tebdîliyle, aklın söndürülmesiyle, kalbin öldürülmesiyle, ruhun mahvedilmesiyle olabilir. Evet şu hürriyet perdesi altında müdhiş bir istibdadı taşıyan şu asrın gaddar yüzüne çarpılmaya lâyık iken ve halbuki o tokada müstahak olmayan gayet mühim bir zâtın yanlış olarak yüzüne savrulan kâmilâne şu sözün:
Ne mümkün zulmile, bîdâd ile, imha-yı hürriyet;
Çalış, idraki kaldır muktedirsen âdemiyetten.
Sözünün yerine, bu asrın yüzüne çarpmak için ben de derim:
Ne mümkün zulmile, bîdâd ile, imha-yı fazilet;
Çalış vicdanı kaldır muktedirsen âdemiyyetten.
Veyahud:
Ne mümkün zulmile, bîdâd ile, imha-yı fazilet;
Çalış vicdanı kaldır muktedirsen âdemiyetten.
Evet, îmanlı fazilet; medar-ı tahakküm olmadığı gibi, sebeb-i istibdat da olamaz. Tahakküm ve tagallüb etmek, faziletsizliktir. Ve bilhassa ehl-i faziletin en mühim meşrebi, acz ve fakr ve tevazu ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye karışmamak tarzındadır. «Lillâhil Hamd» bu meşreb üstünde hayatımız gitmiş ve gidiyor. Ben kendimde fazilet var diye fahr suretinde dava etmiyorum; fakat nîmet-i İlâhîyyeyi tahdis suretinde şükretmek niyetiyle diyorum ki, Cenab-ı Hak fazl ve keremiyle, ulûm-u imaniye ve Kur'âniyeye çalışmak ve fetmetmek faziletini ihsan etmiştir. Bu ihsan-ı İlâhîyi bütün hayatımda «Lillâhil Hamd» tevfik-i İlâhî ile şu millet-i İslâmiyenin menfaatine, saadetine sarfederek; hiçbir vakit vasıta-i tahakküm ve tagallüb olmadığı gibi, ekser ehl-i gafletçe matlub olan teveccüh-ü nas ve hüsn-ü kabul-ü ehl-i gafletçe matlub olan teveccüh-ü nas ve hüsn-ü kabul-ü hak dahi, mühim bir sırra binaen benim menfûrumdur; onlardan kaçıyorum. Yirmi sene eski hayatımı zâyi ettiği içni, onları kendime muzır görüyorum. Fakat Risale-i Nuru beğenmelerine bir emare biliyorum, onları küstürmüyorum.
İşte ey ehl-i dünya! Dünyanıza hiç karışmadığım ve prensiplerinizle hiçbir cihet-i temasım bulunmadığı ve dokuz sene esaretteki bu hayatımın şehadetiyle yeniden dünyaya karışmaya hiçbir niyet ve arzum yokken, bana eski bir mütegallib ve daima fırsatı bekliyen ve fikr-i istibdat ve tahakkümü taşıyan bir adam gibi yapılan bunca tarassut ve tazyikiniz, hangi kanun iledir? Dünyada hiçbir hükûmet, böyle fevkal-kanun ve hiçbir ferdin tasvîbine mazhar olmıyan bir muameleye müsaade etmediği halde; bana karşı yapılan bu kadar bed muamelere, yalnız değil benim küsmem, belki eğer bilse nev-i beşer küser, belki Kâinat küsüyor!..
Üçüncü İşâret: Mağlatalı dîvânecesine bir sual.
Bir kısım ehl-i hüküm diyorlar ki: Madem sen bu memlekette duruyorsun, şu memleketin cumhurî kanunlarına inkıyad etmek lâzım gelirken sen neden inziva perdesi altında kendini o kanunlardan kurtarıyorsun. Ezcümle: Şimdiki hükûmetin kanununda, vazife haricinde bir meziyeti, bir fazileti kendine takıp, onunla bir kısım millete tahakküm edip nüfuzunu icra etmek, müsavat esasına istinad eden cumhuriyetin bir düsturuna münâfidir. Sen neden vazifesiz olduğun halde elini öptürüyorsun? Halk beni dinlesin diye hodfuruşane bir vaziyet takınıyorsun?
Elcevap: Kanunu tatbik edenler evvelâ kendilerine tatbik ettikten sonra başkasına tatbik edebilirler. Siz kendinize tatbik etmediğiniz bir düsturu başkasına tatbik etmekle, herkesten evvel siz düsturunuzu, kanununuzu kırıyorsunuz ve karşı geliyorsunuz; çünki bu müsavat-ı mutlaka kanununun bana tatbikini istiyorsunuz. Ben de derim:
Ne vakit bir nefer, bir müşîrin makam-ı içtimaîsine çıkarsa ve milletin o müşîre karşı gösterdikleri hürmet ve teveccühe iştirak ederse ve onun gibi, o teveccüh ve hürmete mazhar olursa veyahut o müşîr, o nefer gibi âdîleşirse ve o neferin sönük vaziyetini alırsa ve o müşîrin vazife haricinde hiçbir ehemmiyeti kalmazsa; hem eğer, en zeki ve bir ordunun muzafferiyetine sebebiyet veren bir erkân-ı harb reisi, en aptal bir neferle teveccüh-ü ammede ve hürmet-i muhabbette müsavata girerse o vakit sizin bu müsavat kanununuz hükmünce bana şöyle diyebilirsiniz: «Kendine hoca deme! Hürmeti kabul etme! Faziletini inkâr et! Hizmetçine hizmet et! Dilencilere arkadaş ol!»
Eğer deseniz: Bu hürmet ve makam ve teveccüh, vazife başında olduğu vakte mahsustur ve vazifedarlara hasdır. Sen vazifesiz bir adamsın, vazifedarlar gibi milletin hürmetini kabul edemezsin.
Elcevap: Eğer insan yalnız bir cesedden ibaret olsa.. ve insan dünyada lâyemûtâne daimî kalsa.. ve kabir kapısı kapansa.. ve ölüm öldürülse.. o vakit vazife yalnız askerlik ve idare me'murlarına mahsus kalırsa.. sözünüzde dahi bir mânâ olurdu. Fakat madem insan yalnız cesedden ibaret değil.. cesedi beslemek için; kalb, dil, akıl dimağ koparılıp o cesede yedirilmez; onlar imha edilmez onlar da idare ister.
Ve madem kabir kapısı kapanmıyor ve madem kabrin öbür tarafındaki endişe-i istikbal her ferdin en mühim mes'elesidir. Elbette milletin itaat ve hürmetine istinad eden vazifeler, yalnız milletin hayat-ı dünyeviyesine ait içtimâî ve siyasî ve askerî vazifelere münhasır değildir. Evet, yolculara seyahat için vesika vermek bir vazife olduğu gibi, ebed tarafına yolculara da hem vesika, hem o zulümatlı yolda nur vermek öyle bir vazifedir ki, hiçbir vazife o vazife kadar ehemmiyetli değildir. Böyle bir vazifenin inkârı, ölümün inkâriyle ve her gün اَلْمَوْتُ حَقٌّ
dâvâsını, cenazelerinin mühürüyle imza edip tasdik eden otuzbin şahidin şehadetini tekzib ve inkâr etmekle olur. Madem mânevî hâcât-ı zaruriyeye istinad eden mânevî vazifeler var. Ve o vazifelerin en mühimmi, ebed yolunda seyahat için pasaport varakası ve berzah zulümatında kalbin ceb feneri ve saadet-i ebediyenin anahtarı olan îmandır ve îmanın ders ve takviyesidir. Elbette o vazifeyi gören ehl-i mârifet, herhalde küfrân-ı nîmet suretinde kendine edilen nîmet-i İlâhiyyeyi ve fazilet-i îmâniyyeyi hiçe sayıp, sefihler ve fâsıkların makamına sukut etmiyecektir. Kendini, aşağıların bid'alariyle, sefahetleriyle bulaştırmayacaktır!.. İşte beğenmediğiniz ve müsavatsızlık zannetiğiniz inziva bunun içindir.
İşte bu hakikatla beraber, beni işkence ile tâciz eden sizin gibi enaniyette ve bu kanun-u müsavatı kırmakta fir'avunluk derecesinde ileri giden mütekebbirlere karşı demiyorum. Çünki mütekebbirlere karşı tevazu, tezellül zannedildiğinden, tevazu etmemek gerektir. Belki ehl-i insaf ve mütevâzi ve âdil kısmına derim ki: Ben «Felillâhil Hamd» kendi kusurumu, aczimi biliyorum.
Değil müslümanlar üstünde mütekebbirane bir makam-ı ihtiram istemek, belki her vakit nihayetsiz kusurlarımı hiçliğimi görüp, istiğfar ile teselli bulup, halklardan ihtiram değil, dua istiyorum. Hem zannederim benim bu mesleğimi, benim bütün arkadaşlarım biliyorlar. Yalnız bu kadar var ki: Kur'an-ı Hakîmin hizmeti esnasında ve hakaik-ı îmaniyenin dersi vaktinde, o hakaik hesabına ve Kur'an şerefine, o makamın iktiza ettiği izzet ve vakar-ı ilmiyeyi ders vaktinde muhafaza edip, başımı ehl-i dalâlete eğmemek için, o izzetli vaziyeti muvakkaten takınıyorum. Zannederim, ehl-i dünyanın kanunlarının haddi yoktur ki bu noktalara karşı çıkabilsin!
Cây-ı Hayret Bir Tarz-ı Muamele: Malûmdur ki, heryerde ehl-i maârif, mârifet ve ilim noktasında muhakeme eder. Nerede ve kimde mârifet ve ilmi görse, meslek itibariyle ona karşı bir dostluk ve bir hürmet besler. Hattâ düşman bir hükûmetin bir profesörü bu memlekete gelse, ehl-i maârif, onun ilim ve mârifetine hürmeten onu ziyaret ederler ve ona hürmet ederler. Halbuki İngilizin en yüksek meclis-i ilmiyesinin, Meşihat-ı İslâmiyeden sorduğu altı sualin cevabını altıyüz kelime ile Meşihat-ı İslâmiyeden istedikleri zaman, bura maârifinin hürmetsizliğine uğrayan bir ehl-i mârifet, o altı suale altı kelime ile mazhar-ı takdir olmuş bir cevab veren.. ve ecnebilerin en mühim ve hükemaların en esaslı düsturlarına hakiki ilim ve mârifetle muaraza edip galebe çalan.. ve Kur'an'dan aldığı kuvvet-i mârifet ve ilme istidaneden Avrupa feylesoflarına meydan okuyan.. ve hürriyetten altı ay evvel İstanbulda, hem ulemâyı ve hem de mekteblileri münazaraya davet edip, kendisi bir sual sormadan suallerine noksansız olarak doğru cevap veren.. (Hâşiye) ve bütün hayatını bu milletin saadetine hasreden.. ve yüzer risale, o milletin Türkçe olan lisaniyle neşredip o milleti tenvir eden.. hem vatandaş, hem dindaş, hem dost, hem kardeş bir ehl-i mârifete karşı en ziyade sıkıntı veren ve hakkında adâvet besliyen ve belki hürmetsizlik eden; bir kısım maârif dairesine mensub olanlarla, az bir kısım resmî hocalardır. İşte gel bu hale ne diyeceksin? Medeniyet midir? Maârifperverlik midir? Vatanperverlik midir? Milliyetperverlik midir? Cumhuriyetperverlik midir? Hâşâ! Hâşâ! Hiçbir şey değil. Belki bir kader-i İlâhîdir ki, o kader-i İlâhî, o ehl-i mârifet adamın dostluk ümid ettiği yerden adavet gösterdi ki, hürmet yüzünden ilmi riyaya girmesin ve ihlâsı kazansın...
_____________________________
(Hâşiye): Yeni Said diyor ki: Şu makamda Eski Saidin iftiharkârane söylediği şu sözlere ben iştirak etmiyorum. Bu risalede sözü ona verdiğim için susturamıyorum. Enaniyetlilere karşı bir parça enaniyetini göstersin, diye sükût ediyorum.
Hâtime
Kendimce cây-ı hayret ve medar-ı şükran bir taarruz:
Bu fevkalâde enaniyetli ehl-i dünyanın enaniyet işinde o kadar hassasiyet var ki, eğer şuuren olsa idi, keramet derecesinde veyahut büyük bir deha derecesinde bir muamele olurdu. O muamele de şudur: Kendi nefsim ve aklım bende hissetmedikleri bir parça riyakârane enaniyet vaziyetini, onlar enaniyetlerinin hassasiyet mizaniyle hissediyorlar gibi, şiddetli bir surette ben hissetmediğim enaniyetimin karşısına çıkıyorlar. Bu sekiz dokuz senede, sekiz dokuz defa tecrübem var ki; onların zâlimâne bana karşı muamelelerinin vukuundan sonra, kader-i İlâhîyi düşünüp «Ne için bunları bana musallat etti» diye nefsimin desiselerini arıyordum. Her defada, ya nefsim şuursuz olarak enaniyete fıtrî meyletmiş veyahud bilerek beni aldatmış anlıyorum. O vakit, kader-i İlâhî, o zâlimlerin zulmü içerisinde hakkımda adalet etmiş, derdim. Ezcümle: Bu Yazın, arkadaşlarım güzel bir ata beni bindirdiler. Bir seyrangâha gittim. Şuursuz olarak nefsimde hodfuruşâne bir keyf arzusu uyanmakla ehl-i dünya öyle şiddetli o arzumun karşısına çıktılar ki, yalnız o gizli arzuyu değil, belki çok iştihalarımı kestiler. Hatta ezcümle; bu defa Ramazandan sonra, eski zamanda gayet büyük, kudsî bir imâmın bize karşı gaybî kerametiyle iltifatından sonra, kardeşlerimin takvâ ve ihlâsları ve ziyaretçilerin hürmet ve hüsn-ü zanları içinde -ben bilmiyerek- nefsim müftehirâne, güya müteşekkirâne perdesi altında riyâkarane bir enaniyet vaziyetini almak istedi. Birden bu ehl-i dünyanın hadsiz hassasiyetle ve hatta riyakârlığın zerrelerini de hissedebilir bir tarzda, birden bana iliştiler. Ben Cenab-ı Hakka şükrediyorum ki, bunların zulmü, bana bir vasıta-i ihlâs oldu...
رَبِّ اَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ وَاَعُوذُ بِكَ رَبِّ اَنْ يَحْضُرُونِ
اَللّهُمَّ يَا حَافِظُ يَاحَفِيظُ يَا خَيْرَ ا لْحَافِظِينَ اِحْفَظْنِى وَ احْفَظْ رُفَقَائِ مِنْ شَرِّ النَّفْسِ وَ الشَّيْطَانِ وَ مِنْ شَرِّ الْجِنِّ وَ اْلاِنْسَانِ وَ مِنْ شَرِّ اَهْلِ الضَّلاَلَةِ وَ اَهْلِ الطُّغْيَانِ آمِينَ آمِينَ آمِينَ
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
Yirmialtıncı Lem'anın Altıncı Ricası
Bir zaman elîm bir esaretimde, insanlardan tevahhuş edip, Barla yaylâsında Çam Dağının tepesinde yalnız kaldım. Yalnızlıkta bir nur arıyordum. Bir gece, o yüksek tepenin başındaki yüksek bir çam ağacının üstündeki üstü açık odacıkta idim. Üç dört gurbeti -birbiri içinde- ihtiyarlık bana ihtar etti. Altıncı Mektupta izah edildiği gibi, o gece; ıssız, sessiz, yalnız ağaçların hışırtılarından ve hemhemelerinden gelen hazin bir seda, bir ses; rikkatime, ihtiyarlığıma, gurbetime ziyade dokundu. İhtiyarlık bana ihtar etti ki: Gündüz nasıl şu siyah bir kabre tebeddül etti, dünya siyah kefenini giydi, öyle de: Senin ömrünün gündüzü de geceye ve dünya gündüzü de berzah gecesine ve hayatının yazı dahi ölümün kış gecesine inkılâb edeceğini kalbimin kulağına söyledi. Nefsim bilmecburiye dedi: «Evet, ben vatanımdan garip olduğum gibi, bu elli sene zarfındaki ömrümde zeval bulan sevdiklerimden ayrı düştüğümden ve arkalarında onlara ağlayarak kaldığımdan bu vatan gurbetinden daha ziyade hazin ve elîm bir gurbettir. Ve bu gece ve dağın garîbane vaziyetindeki hazin gurbetten daha ziyade hazin ve elîm bir gurbete yakınlaşıyorum ki, bütün dünyadan birden müfarakat zamanı yakınlaştığını ihtiyarlık bana haber veriyor.» Bu gurbet gurbet içinde ve bu hüzün hüzün içindeki vaziyetten bir rica, bir nur aradım. Birden İman-ı Billâh imdada yetişti, öyle bir ünsiyet verdi ki; bulunduğum muzaaf vahşet bin defa tezâuf etse idi, yine o teselli kâfi gelirdi.
Evet, ey ihtiyar ve ihtiyareler! Madem Rahîm bir Hâlikımız var, bizim için gurbet olamaz, madem o var, bizim için herşey var; madem o var, melâikeleri de var. Öyle ise bu dünya boş değil, hâli dağlar, boş sahralar Cenab-ı Hakkın ibâdiyle doludur. Zîşuur ibadından başka, onun nuruyla, onun hesabiyle taşı da ağacı da birer mûnis arkadaş, hükmüne geçer; lisan-ı hal ile bizim ile konuşabilirler ve eğlendirirler. Evet bu kâinatın mevcudatı adedince ve bu büyük kitab-ı âlemin harfleri sayısınca vücuduna şehadet eden ve zîruhların medar-ı şefkat ve rahmet ve inayet olabilen cihazatı ve mat'ûmatı ve nimetleri adedince rahmetini gösteren deliller, şahitler; bize Rahîm, Kerîm, Enîs, Vedûd olan Hâlikımızın, Sâniimizin, Hâmimizin dergâhını gösteriyorlar. O dergâhta en makbul bir şefaatçi, acz ve zaaftır. Ve acz ve zaafın tam zamanı da, ihtiyarlıktır. Böyle bir dergâha makbul bir şefaatçi olan ihtiyarlıktan küsmek değil, sevmek lâzımdır.
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ'NİN BİRKAÇ MEKTUBU VE NUR
RİSALELERİNİN TE'LİFİ ZAMANLARINDA RİSALE-İ NUR'U EL
YAZILARİYLE NEŞREDENLERDEN BAZILARININ FIKRALARDIR.
YİRMİ SEKİZİNCİ MEKTUBUN ÜÇÜNCÜ MES'ELESİNİN
TETİMMESİ OLABİLİR KÜÇÜK VE HUSUSÎ BİR MEKTUPTUR
Ahiret kardeşlerim ve çalışkan talebelerim Hüsrev Efendi ve Re'fet Bey,
Sözler namındaki envâr-ı Kur'âniyyede üç keramet-i Kur'âniyeyi hissediyorduk. Sizler dahi, gayret ve şevkinizle bir dördüncüsünü ilâve ettirdiniz. Bildiğimiz üç ise:
Birincisi: Te'lifinde fevkalâde sühûlet ve sürattir. Hattâ beş parça olan On Dokuzuncu Mektub iki üç günde ve her günde üç dört saat zarfında -mecmuu on iki saat eder- kitabsız, dağda, bağda te'lif edildi. Otuzuncu Söz; hastalıklı bir zamanda, beş altı saatte te'lif edildi. Yirmi Sekizinci Söz olan Cennet bahsi bir veya iki saatte, Süleyman'ın Dere Bahçesinde te'lif edildi. Ben ve Tevfik ile Süleyman, bu sürate hayrette kaldık. Ve hâkeza.. Te'lifinde bu keramet-i Kurâniyye olduğu gibi.
İkincisi: Yazmasında dahi fevkalâde bir sühulet, bir iştiyak ve usanmamak var. Şu zamanda ruhlara, akıllara usanç veren çok esbab içinde, bu «Söz» lerden biri çıkar; birden çok yerlerde kemal-i iştiyakla yazılmaya başlanıyor. Mühim meşgaleler içinde, onlar her şeye tercih ediliyor. Ve hâkeza...
Üçüncü Keramet-i Kur'âniyye: Bunların okunması dahi usanç vermiyor. Hususan ihtiyaç hissedilse, okundukça zevk alınıyor, usanılmıyor.
İşte siz dahi, dördüncü bir Keramet-i Kurâniyye'yi isbat ettiniz. Hüsrev gibi, kendine tenbel diyen ve beş senedir. Sözleri işittiği halde yazmaya cidden tenbellik edip başlamıyan bir kardeşimiz, bir ayda on dört kitabı güzel ve dikkatli yazması, şüphesiz dördüncü bir keramet-i esrâr-ı Kurâniyyedir. Hususan Otuz Üçüncü Mektub olan Otuz Üç Pencerelerin kıymeti tamamen takdir edilmiş ki, gayet dikkatle ve güzel yazılmış. Evet o risale, Marifetullah ve İman-ı Billâh için en kuvvetli ve en parlak bir risaledir. Yalnız baştaki pencereler gayet icmal ve ihtisar ile gidilmiştir; fakat gittikçe inkişaf eder; daha ziyade parlar. Zaten sair
te'lifata muhalif olarak ekser «Söz» lerin başları mücmel başlar, gittikçe genişler, tenevvür eder.
Yirmisekizinci Mektubun Yedinci Meselesi
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
قُلْ بِفَضْلِ اللّهِ وَبِرَحْمَتِهِ فَبِذلِكَ فَلْيَفْرَحُوا هُوَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ
Şu mesele «Yedi İşaret» tir.
Evvelâ, tahdis-i nimet suretinde birkaç sırr-ı inayeti izhar eden «Yedi Sebeb» i beyan ederiz.
Birinci Sebeb: Eski Harb-i Umumîden evvel ve evâilinde, bir vâkıa-i sâdıkada görüyorum ki: Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ, müthiş infilâk etti; dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. Dedim: «Ana, korkma! Cenab-ı Hakkın emridir; O rahîmdir ve hakîmdir» Birden o hâlette iken, baktım ki mühim bir zat, bana âmirane diyor ki: «İ'caz-ı Kur'anı beyan et.» Uyandım, anladım ki: Bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılâbtan sonra, Kur'ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur'ân kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur'âna hücum edilecek; i'cazı Onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i'cazın bir nev'inin şu zamanda izharına -haddimin fevkinde olarak- benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet olduğumu anladım.
Madem İ'caz-ı Kur'an'ı bir derecede beyan, Sözlerle oldu. Elbette o i'cazın hesabına geçen ve O'nun reşahatı ve berekâtı nev'inden olan hizmetimizdeki inâyâtı izhar etmek, i'caza yardımdır ve izhar etmek gerektir.
İkinci Sebeb: Madem Kur'ân-ı Hakîm mürşidimizdir, üstadımızdır, imamımızdır, herbir âdâbda rehberimizdir; O kendi kendini methediyor. Biz de O'nun dersine ittibaen, O'nun tefsirini methedeceğiz.
Hem madem yazılan Sözler onun bir nevi tefsiridir, ve o risaleler ki Hakaik-ı Kur'âniyyenin malıdır ve hakikatlarıdır; ve madem Kur'ân-ı Hakîm ekser sûrelerde, hususan الر larda حم lerde kendi kendini kemal-i haşmetle gösteriyor; kemâlâtını söylüyor; lâyık olduğu mehdi kendi kendine ediyor. Elbette sözlerde in'ikâs etmiş Kurân-ı Hakîmin lemeat-ı i'caziyyesinden ve o hizmetin makbuliyetine alâmet olan inâyât-ı Rabbaniye'nin izharına mükellefiz. Çünkü, o üstadımız öyle eder ve öyle ders verir.
Üçüncü Sebeb: Sözler hakkında tevazu suretinde demiyorum, belki bir hakikatı beyan etmek için derim ki: « Sözlerdeki hakaik ve kemâlât benim değil Kur'ânındır ve Kur'ândan tereşşuh etmiştir.» Hattâ Onuncu Söz, yüzer Âyât-ı Kur'âniyyeden süzülmüş bazı katarattır. Sair risaleler dahi umumen öyledir. Madem ben öyle biliyorum ve madem ben fâniyim, gideceğim: elbette bâki olacak bir şey ve bir eser, benimle bağlanmamak gerektir ve bağlanmamalı. Ve madem ehl-i dalâlet ve tuğyan, işlerine gelmeyen bir eseri, eser sahibini çürütmekle eseri çürütmek âdetleridir; elbette Semâ-yı Kur'ânının yıldızlariyle bağlanan risaleler, benim gibi çok itirazata ve tenkidata medar olabilen ve sukut edebilen çürük bir direk ile bağlanmamalı. Hem madem örf-i nâsda, bir eserdeki mezâya, o eserin masdarı ve menbaı zannettikleri müellifin etvarında aranılıyor ve bu örfe göre, o hakaik-i âliyeyi ve o cevahir-i galileyi kendim gibi bir müflise ve onların binde birini kendinde gösteremeyen şahsiyetime maletmek, hakikata karşı büyük bir haksızlık olduğu için risaleler kendi malım değil, Kur'ânın malı olarak Kur'ânın reşehat-ı meziyyatına mazhar olduklarını izhar etmeye mecburum. Evet, lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz! İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim.
Dördüncü Sebeb: Bazan tevazu, küfran-ı nimeti istilzam ediyor; belki küfran-ı nimet olur. Bazan da tahdis-i nimet, iftihar olur. İkisi de zarardır. Bunun çare-i yegânesi ki: -ne küfran-ı nimet çıksın, ne de iftihar olsun- meziyyet ve kemâlâtları ikrar edip fakat temellük etmeyerek, Mün'im-i Hakikînin eser-i in'amı olarak göstermektedir. Meselâ: Nasıl ki murassâ ve müzeyyen bir elbise-i fâhireyi biri sana giydirse ve onunla çok güzelleşsen, halk sana dese: «Maşaallah, çok güzelsin, çok güzelleştin.» Eğer sen tevazukârane desen: «Hâşâ!.. Ben neyim, hiç. Bu nedir, nerede güzellik!» O vakit küfran-ı nimet olur ve hulleyi sana giydiren mahir sanatkâra karşı hürmetsizlik olur. Eğer müftehirane desen: «Evet ben çok güzelim, benim gibi güzel nerede var, benim gibi birini gösteriniz...» O vakit, mağruraren bir fahirdir.
İşte; fahirden, küfrandan kurtulmak için demeli ki: «Evet ben güzelleştim, fakat güzellik libasındır ve dolayısiyle libası bana giydirenindir, benim değildir.»
İşte bunun gibi, ben de sesim yetişse, bütün küre-i arza bağırarak derim ki: «Sözler güzeldirler, hakikattırlar, fakat benim değildirler, Kur'ân-ı Kerîmin hakaikinden telemmu' etmiş şualardır...»
وَ مَا مَدَحْتُ مُحَمَّدًا بِمَقَالَتِى * وَ لكِنْ مَدَحْتُ مَقَالَتِى بِمُحَمَّدٍ
düsturuyla derim ki:
وَ مَا مَدَحْتُ الْقُرْآنَ بِكَلِمَاتِى * وَ لكِنْ مَدَحْتُ كَلِمَاتِى بِالْقُرْآنِ
yâni: «Kur'ânın hakaik-i i'cazını ben güzelleştiremedim, güzel gösteremedim, belki Kur'ânın güzel hakikatları, benim tâbiratlarımı da güzelleştirdi, ulvîleştirdi.» Madem böyledir; hakaik-ı Kur'ânın güzelliği namına, «Sözler» namındaki âyinelerinin güzelliklerini ve o âyinedarlığa terettüp eden İnâyât-ı İlâhiyyeyi izhar etmek, makbul bir tahdîs-i nimettir.
Beşinci Sebeb: Çok zaman evvel bir ehl-i velâyetten işittim ki; o zat, eski velîlerin gaybî işeretlerinden istihraç etmiş ve kanaatı gelmiş ki: «Şark tarafından bir nur zuhur edecek, bid'alar zulümatını dağıtacak.» Ben, böyle bir nurun zuhuruna çok intizar ettim ve ediyorum. Fakat çiçekler baharda gelir. Öyle kudsî çiçeklere zemin hazır etmek lâzım gelir. Ve anladık ki, bu hizmetimizle o nuranî zatlara zemin ihzar ediyoruz. Madem kendimize ait değil, elbette Sözler namındaki nurlara ait olan inâyât-ı İlâhiyyeyi beyan etmekte medar-ı fahr ve gurur olamaz; belki medar-ı hamd ve şükür ve tahdîs-i nimet olur.
Altıncı Sebeb: Sözlerin te'lifi vasıtasiyle Kur'âna hizmetimize bir mükâfat-ı âcile ve bir vasıta-i teşvik olan inâyât-ı Rabbaniyye, bir muvaffakiyettir. Muvaffakiyet ise, izhar edilir. Muvaffakiyetten geçse, olsa olsa bir ikram-ı İlâhî olur. İkram-ı İlâhî ise; izharı, bir şükr-ü mânevîdir. Ondan dahi geçse; olsa olsa, hiç ihtiyarımız karışmadan bir Keramet-i Kur'âniyye olur. Biz mazhar olmuşuz. Bu nevi ihtiyarsız ve habersiz gelen bir kerametin izharı, zararsızdır. Eğer âdi kerâmâtın fevkine çıksa, o vakit olsa olsa Kur'ânın i'caz-ı mânevîsinin şûleleri olur. Madem i'caz hesabına geçer, hiç medar-ı fahr ve gurur olamaz, belki medar-ı hamd ve şükrandır.
Yedinci Sebeb: Nev-i insanın yüzde sekseni ehl-i tahkik değildir ki, hakikata nüfuz etsin ve hakikatı hakikat tanıyıp kabul etsin. Belki sûrete, hüsn-ü zanna binaen, makbul ve mutemed insanlardan işittikleri mesâili, taklîden kabul ederler. Hattâ kuvvetli bir hakikatı, zaif bir adamın elinde zaif görür; ve kıymetsiz bir mes'eleyi kıymetdar bir adamın elinde görse, kıymetdar telâkki eder. İşte ona binaen, benim gibi zaif ve kıymetsiz bir biçarenin elindeki hakaik-ı îmaniyye ve Kur'aniyyenin kıymetini, ekser nâsın nokta-i nazarında düşürmemek için bilmecburuye ilan ediyorum ki: ihtiyarımız ve haberimiz olmadan, birisi bizi istihdam ediyor; biz bilmiyerek, bizi mühim işlerde çalıştırıyor. Delilimiz de şudur ki: Şuurumuz ve ihtiyarımızdan hariç bir kısım inâyâta ve teshilâta mazhar oluyoruz. Öyle ise, o inayetleri bağırarak ilân etmeye mecburuz.
İşte geçmiş «Yedi Esbab» a binaen, küllî birkaç inâyet-i Rabbaniyye'ye işaret edeceğiz.
Birinci İşaret: Yirmi Sekizinci Mektubun Sekizinci Mes'elesinin Birinci nüktesinde beyan edilmiştir ki, «tevâfukat» tır. Ezcümle: Mu'cizat-ı Ahmediyye Mektubatında, Üçüncü işaretinden tâ On Sekizinci İşaretine kadar altmış sahife, habersiz, bilmeyerek, bir müstensihin nüshasında, iki sahife müstesna olmak üzere mütebaki bütün sahifelerde -kemâl-i müvazenetle- iki yüzden ziyade «Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm» kelimeleri birbirine bakıyorlar. Kim insaf ile iki sahifeye dikkat etse, tesadüf olmadığını tasdik edecek. Halbuki tesadüf, olsa olsa bir sahifede kesretli emsâl kelimeleri bulunsa, yarı yarıya tevafuk olur; ancak bir iki sahifede tamamen tevafuk edebilir. O halde böyle umum sahifelerde Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kelimesi; iki olsun, üç olsun, dört olsun veya daha ziyade olsun, kemal-i mizan ile birbirinin yüzüne baksa; elbette tesadüf olması mümkün değildir. Hem sekiz ayrı ayrı müstensihin bozamadığı bir tevafukun, kuvvetli bir işaret-i gaybiyye içinde olduğunu gösterir.
Nasıl ki ehl-i belâgatın kitablarında, belâgatın derecatı bulunduğu halde, Kur'ân-ı Hakîmdeki belâgat, derece-i i'caza çıkmış. Kimsenin haddi değil ki ona yetişsin. Öyle de: Mu'cizat-ı Ahmediyyenin bir âyinesi olan On Dokuzuncu Mektub ve Mu'cizat-ı Kurâniyyenin bir tercümanı olan Yirmi Beşinci Söz ve Kur'ânın bir nevi tefsiri olan Risale-i Nur eczalarında tevafukat, umum kitabların fevkinde bir derece-i garabet gösteriyor. Ve ondan anlaşılıyor ki: Mu'cizat-ı Kur'âniyye ve Mu'cizat-ı Ahmediyyenin bir nevi kerametidir ki, o âyinelerde tecelli ve temessül ediyor.
İkinci İşaret: Hizmet-i Kur'âniyyeye ait inâyât-ı Rabbaniyye'nin ikincisi şudur ki: Cenab-ı Hak, benim gibi kalemsiz, yarım ümmî, diyar-ı gurbette, kimsesiz, ihtilâttan menedilmiş bir tarzda; kuvvetli, ciddî, samimî, gayyur, fedakâr ve kalemleri birer elmas kılınç olan kardeşleri bana muavin ihsan etti. Zaif ve âciz omuzuma çok ağır gelen vazife-i Kur'aniyyeyi, o kuvvetli omuzlara bindirdi; kemal-i kereminden yükümü hafifleştirdi. O mübarek cemaat ise; Hulûsi'in tâbiriyle, telsiz telgrafın âhizeleri hükmünde ve Sabri'nin tâbiriyle, nur fabrikasının elektriklerini yetiştiren makineler hükmünde ayrı ayrı meziyetleri ve kıymettar muhtelif hasiyetleriyle beraber; yine Sabri'nin tâbiriyle bir tevafukat-ı gaybiyye nev'inden olarak, şevk ve sa'y ü gayret ve ciddiyette, birbirine benzer bir surette, esrar-ı Kur'âniyyeyi envar-ı îmaniyyeyi etrafa neşretmeleri ve her yere eriştirmeleri; ve şu zaman da (yâni hurufat değişmiş, matbaa yok, herkes envar-ı îmaniyyeye muhtaç olduğu bir zamanda) ve fütur verecek ve şevki kıracak çok esbab varken bunların fütursuz, kemal-i şevk ve gayretle bu hizmetleri, doğrudan doğruya bir keramet-i Kurâniyye ve zâhir bir inâyet-i İlâhiyyedir.
Evet, velâyetin kerameti olduğu gibi, niyet-i hâlisenin dahi kerameti vardır; samimiyetin dahi kerameti vardır... Bâhusus, Lillâh için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde, ciddî, samimî tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı mânevîsi, bir velîyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inâyâta mazhar olur.
İşte ey kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur'ânda arkadaşlarım! Bir kal'ayı fetheden bir bölüğün çavuşuna bütün şerefi ve bütün ganimeti vermek nasıl zulümdür, bir hatâdır; öyle de: Şahs-ı mânevînizin kuvvetiyle ve kalemleriniz ile hâsıl olan fütuhattaki inâyâtı benim gibi bir biçareye veremezsiniz!... Elbette böyle mübarek bir cemaatte, tevafûkat-ı gaybiyyeden daha ziyade kuvvetli bir işaret-i gaybiyye var ve ben görüyorum; fakat herkese ve umuma gösteremiyorum.
Üçüncü İşaret: Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-i îmaniyye ve Kur'âniyyeyi hattâ en muannide karşı dahi parlak bir surette isbatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiyye ve bir İnayet-i İlâhiyyedir. Çünkü: Hakaik-i îmaniyye ve Kur'âniyye içinde öyleleri var ki, en büyük bir dâhi telâkki edilen İbn-i Sina, fehminde aczini itiraf etmiş, «Akıl buna yol bulamaz...» demiş. Onuncu Söz Risalesi, o zatın dehasiyle yetişemediği hakaiki avamlara da, çocuklara da bildiriyor.
Hem meselâ: Sırr-ı kader ve cüz-ü ihtiyarînin halli için, koca Sa'd-ı Teftezanî gibi bir allâme, kırk elli sahifede -meşhur Mukaddemat-ı İsna Aşer namiyle «Telvih» nam kitabında- ancak hallettiği ve ancak havassa bildirdiği aynı mesail, Kadere dair olan Yirmi Altıncı Sözde, İkinci Mebhasın iki sahifesinde tamamiyle, hem herkese bildirecek bir tarzda beyanı, eser-i inâyet olmazsa nedir?
Hem bütün ukulü hayrette bırakan ve hiçbir felsefenin eliyle keşfedilemeyen ve sırr-ı hilkat-i âlem ve tılsım-ı kâinat denilen ve Kur'ân-ı Azîmüşşanın i'cazıyla keşfedilen o tılsım-ı müşkil-küşa ve o muamma-yı hayret-nüma, Yirmi Dördüncü Mektub ve Yirmi Dokuzuncu Sözün âhirindeki remizli nüktede ve Otuzuncu Sözün tahavvülât-ı zerratın altı adet hikmetinde keşfedilmiştir. Kâinattaki faaliyet-i hayret-nümasının tılsımını ve hilkat-i kâinatın ve âkıbetinin muammasını ve tahavvülât-ı zerrattaki harekâtın sırr-ı hikmetini keşf ve beyan etmişlerdir; meydandadır, bakılabilir.
Hem sırr-ı Ehadiyet ile, şeriksiz vahdet-i Rububiyeti, hem nihayetsiz kurbiyet-i İlâhiyye ile, nihayetsiz bu'diyetimiz olan hayret-engiz hakikatları kemal-i vuzuh ile On Altıncı Söz ve Otuz İkinci Söz beyan ettikleri gibi kudret-i İlâhiyyeye nisbeten zerrat ve seyyarât müsavi olduğunu ve Haşr-i Âzam'da umum zîruhun ihyası, bir nefsin ihyası kadar o kudrete kolay olduğunu; ve şirkin, hilkat-i kâinatta müdahelesi imtina' derecesinde akıldan uzak olduğunu kemal-i vuzuh ile gösteren Yirminci Mektubdaki, وَ هُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ kelimesi beyanında ve üç temsili havi onun zeyli, şu azîm sırr-ı vahdeti keşfetmiştir.
Hem hakaik-i îmaniyye ve Kur'âniyyede öyle bir genişlik var ki; en büyük zekâ-i beşerî ihata edemediği halde; benim gibi zihni müşevveş, vaziyeti perişan, müracaat edilecek kitab yokken sıkıntılı ve sür'atle yazan bir adamda o hakaikin ekseriyet-i mutlakası dekaikiyle zuhuru; doğrudan doğruya Kur'ân-ı Hakîmin i'caz-ı mânevîsinin eseri ve inayet-i Rabbaniyyenin bir cilvesi ve kuvvetli bir işaret-i gaybiyyedir.
Dördüncü İşaret: Elli, altmış risaleler öyle bir tarzda ihsan edilmiş ki; değil benim gibi az düşünen ve zuhurata tebaiyet eden ve tedkike vakit bulamayan bir insanın, belki büyük zekâlardan mürekkep bir ehl-i tedkikin sa'y ve gayretiyle yapılmayan bir tarzda te'lifleri, doğrudan doğruya bir eser-i inayet olduklarını gösteriyor. Çünki: Bütün bu risalelerde bütün derin hakaik, temsilât vasıtasiyle, en âmi ve ümmî olanlara kadar ders veriliyor. Halbuki o hakaikın çoğunu, büyük âlimler, tefhim edilmez deyip; değil avama, belki havassa da bildiremiyorlar.
İşte en uzak hakikatları, en yakın bir tarzda, en âmi bir adama ders verecek derecede, benim gibi Türkçesi az, sözleri muğlâk, çoğu anlaşılmaz ve zâhir hakikatları dahi müşkülleştiriyor diye eskidenberi iştihar bulmuş ve eski eserleri o sû-i iştiharı tasdik etmiş bir şahsın elinde bu hârika teshilât ve sühulet-i beyan; elbette bilâşüphe bir eser-i inâyettir ve onun hüneri olamaz ve Kur'ân-ı Kerîmin i'caz-ı mânevîsinin bir cilvesidir ve temsilât-ı Kur'âniyyenin bir temessülüdür ve in'ikâsıdır.
Beşinci İşaret: Risaleler, umumiyetle pek çok intişar ettiği halde; en büyük âlimden tut, tâ en âmi adama kadar ve ehl-i kalb büyük bir velîden tut, tâ en muannid dinsiz bir feylesofa kadar olan tabakat-ı nâs ve taifeler o risaleleri gördükleri ve okudukları ve bir kısmı tokatlarını yedikleri halde, tenkid edilmemesi ve her taife derecesine göre istifade etmesi, doğrudan doğruya bir eser-i inayet-i Rabbaniyye ve bir keramet-i Kur'âniyye olduğu gibi; çok tetkikat ve taharriyatın neticesiyle ancak husûl bulan o çeşit risaleler, fevkalâde bir süratle, hem idrakimi ve fikrimi müşevveş eden sıkıntılı inkıbaz vakitlerinde yazılması dahi bir eser-i inâyet ve bir ikram-ı Rabbanîdir.
Evet, ekser kardeşlerim ve yanımdaki umum arkadaşlarım ve müstensihler biliyorlar ki; On Dokuzuncu Mektubun beş parçası birkaç gün zarfında her gün iki üç saatte ve mecmuu on iki saatte hiçbir kitaba müracaat edilmeden yazılması hattâ en mühim bir parça ve o parçada lâfz-ı Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kelimesinde zâhir bir Hatem-i Nübüvveti gösteren Dördüncü Cüz; üç dört saatte, dağda, yağmur aldında ezber yazılmış. Ve Otuzuncu Söz gibi mühim ve bir dakik bir risale, altı saat içinde bir bağda yazılmış. Ve Yirmi Sekizinci Söz, Süleyman'ın bahçesinde, bir, nihayet iki saat içinde yazılması gibi, ekser risaleler böyle olması; ve eskidenberi sıkıntılı ve münkabız olduğum zaman, en zâhir hakikatları dahi beyan edemediğimi belki bilemediğimi yakın dostlarım biliyorlar. Hususan o sıkıntıya hastalık da ilâve edilse, daha ziyade beni dersten, te'liften menetmekle beraber en mühim Sözler ve risaleler, en sıkıntılı ve hastalıklı zamanımda, en süratli bir tarzda yazılması; doğrudan doğruya bir inâyet-i İlâhiyye ve bir ikram-ı Rabbanî ve bir keramet-i Kur'âniyye olmazsa nedir?
Hem, hangi kitab olursa olsun (böyle Hakaik-i İlâhiyyeden ve îmaniyyeden bahsetmiş ise) -alâ külli hal- bir kısım mesaili, bir kısım insanlara zarar verir.. ve zarar verdikleri için, her mes'ele herkese neşredilmemiş. Halbuki şu risaleler ise; şimdiye kadar hiç kimsede, -çoklardan sorduğum halde- sû-i te'sir ve aksülâmel ve tahdiş-i ezhan gibi bir zarar vermedikleri, doğrudan doğruya bir işaret-i gaybiyye ve bir inâyet-i Rabbaniyye olduğu bizce muhakkaktır.
Altıncı İşaret: Şimdi bence kat'iyet peyda etmiştir ki; ekser hayatım, ihtiyar ve iktidarımın şuur ve tedbirimin haricinde öyle bir tarzda geçmiş ve öyle garip bir surette ona cereyan verilmiş; tâ Kur'ân-ı Hakîme hizmet edecek olan bu nevi risaleleri netice versin. Âdeta bütün hayat-ı ilmiyyem, mukaddemât-ı ihzariyye hükmüne geçmiş. Ve Sözler ile İ'caz-ı Kur'ânın izharı, onun neticesi olacak bir surette olmuştur. Hattâ şu yedi sene nefyimde ve gurbetimde ve sebebsiz ve arzumun hilâfında tecerrüdüm; ve meşrebime muhalif yalnız bir köyde imrar-ı hayat etmekliğim; ve eskidenberi ülfet ettiğim hayat-ı içtimaiyyenin çok rabıtalarından ve kaidelerinden nefret edip terketmekliğim; doğrudan doğruya bu Hizmet-i Kur'âniyyeyi hâlis, sâfi bir surette yaptırmak için bu vaziyet verildiğine şüphem kalmamıştır. Hattâ çok defa bana verilen sıkıntı ve zulmen bana karşı olan tazyikat perdesi altında, bir dest-i inâyet tarafından, merhametkârâne, Kur'ânın esrarına hasr-ı fikr ettirmek ve nazarı dağıtmamak için yapılmıştır kanaatindeyim. Hattâ eskiden mütalâaya çok müştak olduğum halde, bütün bütün sair kitapların mütalâasından bir men', bir mücanebet ruhuma verilmiştir. Böyle gurbette medar-ı teselli ve ünsiyet olan mütalâayı bana terkettiren, anladım ki, doğrudan doğruya Âyât-ı Kur'âniyyenin üstad-ı mutlak olmaları içindir.
Hem yazılan eserler, risaleler -ekseriyet-i mutlakası- hariçten hiçbir sebep gelmeyerek, ruhumdan tevellüd eden bir hâcete binaen, âni ve def'i olarak ihsan edilmiş. Sonra bazı dostlarıma gösterdiğim vakit demişler: «Şu zamanın yaralarına devadır.» İntişar ettikten sonra ekser kardeşlerimden anladım ki, tam şu zamandaki ihtiyaca muvafık ve derde lâyık bir ilâç hükmüne geçiyor.
İşte ihtiyar ve şuurumun dairesi haricinde, mezkûr hâletler ve sergüzeşt-i hayatım ve ulûmların enva'larındaki hilâf-ı âdet ihtiyarsız tetebbuatım, böyle bir netice-i kudsiyeye müncer olmak için, kuvvetli bir inâyet-i İlâhiyye ve bir ikram-ı Rabbanî olduğuna bende şüphe bırakmamıştır.
Yedinci İşaret: Bu hizmetimiz zamanında, beş altı sene zarfında, bilâmübalâğa yüz eser-i ikram-ı İlâhî ve inâyet-i Rabbaniyye ve keramet-i Kur'âniyyeyi gözümüzle gördük. Bir kısmını, On Altıncı Mektubda işaret ettik; bir kısmını, Yirmi Altıncı Mektubun Dördüncü Mebhasının mesail-i müteferrikasında, bir kısmını, Yirmi Sekizinci Mektubun Üçüncü Mes'elesinde beyan ettik. Benim yakın arkadaşlarım bunu biliyorlar. Daimî arkadaşım Süleyman Efendi çoklarını biliyor. Hususan, Sözlerin ve risalelerin neşrinde ve tashihatında ve yerlerine yerleştirmekte ve tesvid ve tebyîzinde, fekalme'mûl kerametkârane bir teshilâta mazhar oluyoruz; keramet-i Kur'âniyye olduğuna şüphemiz kalmıyor. Bunun misalleri yüzlerdir:
Hem maişet hususunda o kadar şefkatle besleniyoruz ki; en küçük bir arzu-yu kalbimizi, bizi istihdam eden sahib-i inâyet tatmin etmek için fevkalme'mûl bir surette ihsan ediyor. Ve hâkeza... İşte bu hal, gayet kuvvetli bir işaret-i gaybiyyedir ki, biz istihdam olunuyoruz; hem rıza dairesinde, hem inayet altında bize hizmet-i Kur'âniyye yaptırılıyor.
اَلْحَمْدُ لِلّهِ هذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّى
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلاَةً تَكُونُ لَكَ رِضَاءً وَ لِحَقِّهِ اَدَاءً وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ سَلِّمْ تَسْلِيمًا كَثِيرًا آمِينَ
Mahrem Bir Suale Cevaptır
Şu sırr-ı inayet, eskiden mahremce yazılmış. On Dördüncü Sözün âhirine ilhak edilmişti; her nasılsa ekser müstensihler unutup yazmamışlardı; demek münasip ve lâyık mevkii burası imiş ki, gizli kalmış.
Benden sual ediyorsun: «Neden senin Kur'ândan yazdığın Sözlerde bir kuvvet, bir tesir var ki, müfessirlerin ve âriflerin sözlerinde nâdiren bulunur. Bazan bir satırda, bir sahife kadar kuvvet var; bir sahifede, bir kitab kadar tesir bulunuyor?...»
Elcevap: Şeref, İ'caz-ı Kur'âna ait olduğundan ve bana ait olmadığından, bilâperva derim: «Ekseriyet itibariyle öyledir.» Çünkü:
Yazılan sözler tasavvur değil, tasdiktir; teslim değil, îmandır; marifet değil, şehadettir, şuhuddur; taklid değil, tahkikdir; iltizam değil, iz'andır; tasavvuf değil, hakikattır; dâvâ değil, dâvâ içinde bürhandır. Şu sırrın hikmeti budur ki:
Eski zamanda esâsât-ı îmaniyye mahfuzdu, teslim kavi idi. Teferruatta, âriflerin marifetleri delilsiz de olsa beyanatları makbul idi; kâfi idi. Fakat şu zamanda dalâlet-i fenniye, elini, esâsata ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devayı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, Kur'ân-ı Kerîmin en parlak mazhar-ı i'cazından olan temsilâtından bir şûlesini; acz ve zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten, hizmet-i Kur'âna ait yazılarıma ihsan etti. Felillâhilhamd, sırr-ı temsil cihetül-vahdetiyle, en dağınık meseleler toplattırıldı. Hem sırr-ı temsil dürbünüyle en uzak hakikatlar gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaika kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil penceresiyle, hakaik-i gaybiyyeye, esâsât-ı İslâmiyyeye şuhuda yakın bir yakîn-i imaniyye hâsıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayâl hattâ nefs ve hevâ teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu.
Elhâsıl: Yazılarımda ne kadar güzellik ve te'sir bulunsa, ancak Temsilât-ı Kur'âniyyenin lemeatındandır. Benim hissem, yalnız şiddet-i ihtiyacımla talebdir ve gayet aczimle tazarruumdur. Dert benimdir, deva Kur'ânındır.
Yedinci Mes'elenin Hatimesidir
-Sekiz İnayet-i İlâhiyye suretinde gelen- işârât-ı gaybiyyeye dair gelen veya gelmek ihtimali olan evhamı izale etmek ve bir sırr-ı azîm-i inâyeti beyan etmeye dairdir. Şu hâtime «Dört Nükte» dir.
Birinci Nükte: Yirmi Sekizinci Mektubun Yedinci Mes'elesinde, yedi sekiz küllî ve mânevî inâyât-ı İlâhiyyeden hissettiğimiz bir işeret-i gaybiyyeyi, «Sekizinci inâyet» namiyle «tevâfukat» tâbiri altındaki nakş'da o işârâtın cilvesini gördüğümüzü iddia etmiştik. Ve iddia ediyoruz ki: Bu yedi sekiz küllî inâyâtlar o derece kuvvetli ve kat'îdirler ki, her birisi tek başiyle o işârât-ı gaybiyyeyi isbat eder. -farz-ı muhal olarak- bir kısmı zaif görülse hattâ inkâr edilse, o işârât-ı gaybiyyenin kat'îyetine halel vermez. O sekiz inâyâtı inkâr edemiyen, o işârâtı inkâr edemez. Fakat tabakat-ı nâs muhtelif olduğu, hem kesretli tabaka olan tabaka-i avam gözüne daha ziyade itimad ettiği için, o sekiz inâyâtın içinde en kuvvettlisi değil, belki ne zâhirîsi tevafukat olduğundan; -çendan ötekiler daha kuvvetli, fakat bu daha umumî olduğu için- ona gelen evhamı defetmek maksadiyle, bir muvazene nev'inden; bir hakikatı beyan etmeye mecbur kaldım. Şöyleki:
O zahirî inayet hakkında demiştik: Yazdığımız risalelerde Kur'ân kelimesi ve Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kelimesinde öyle bir derece tevafukat görünüyor ki, hiçbir şüphe bırakmıyor. Bir kasd ile tanzim edilip, muvazi bir vaziyet verilir. Kasd ve irade ise, bizlerin olmadığına delilimiz: Üç-dört sene sonra muttali olduğumuzdur. Öyle ise, bu kasd ve irade bir inayet eseri olarak gaybîdir. Sırf İ'caz-ı Kur'ân ve İ'caz-ı Ahmediyye'yi te'yid suretinde ve iki kelimede tevafuk suretinde o garip vaziyet verilmiştir. Bu iki kelimenin mübarekiyeti i'caz-ı kur'an ve İ'caz-ı Ahmediyye'ye bir hatem-i tasdik olmakla beraber; sair misil kelimeleri dahi, ekseriyet-i azîme ile tevafuka mazhar etmişler; fakat onlar, birer sahifeye mahsus, şu iki kelime, bir iki risalenin umumunda ve ekser risalelerde görünüyor. Fakat mükerrer demişiz: Bu tevafukun aslı sair kitablarda da çok bulunabilir; amma, kasd ve irade-i âliyeyi gösterecek bu derece garabette değildir. Şimdi bu dâvâmızı çürütmek kabil olmadığı halde zâhir nazarlarda çürümüş gibi görmekte, bir iki cihet olabilir:
Birisi: «Sizler, düşünüp, böyle bir tevafuku rastgetirmişsiniz» diyebilirler... Böyle bir şey yapmak kasd ile olsa, rahat ve kolay bir şeydir. Buna karşı deriz ki: Bir dâvâda iki şâhid-i sâdık kâfidir. Bu dâvamızdaki kasd ve irademiz taallûk etmiyerek, üç dört sene sonra muttali olduğumuza yüz şâhid-i sâdık bulunabilir. Bu münasebetle bir nokta söyleyeceğim. Bu keramet-i i'caziyye, Kur'ân-ı Hakîm belâgat cihetinde derece-i i'cazda olduğu nev'inden değildir. Çünkü: İ'caz-ı Kur'ânda, kudret-i beşer o yolda giderek o dereceye yetişemiyor. Şu keramet-i i'caziyye ise, kudret-i beşerle olamıyor; kudret-i beşer, o işe karışamıyor. (Hâşiye)
Üçüncü Nükte: İşaret-i hassa, işaret-i âmme münasebetiyle bir sırr-ı dakik-i Rububiyet ve Rahmaniyete işaret edeceğiz.
Bir kardeşimin güzel bir sözü var. O sözü, bu meseleye mevzu edeceğim. Sözü de şudur ki: Bir gün güzel bir tevafukatı ona gösterdim, dedi: «Güzel, zaten her hakikat güzeldir; fakat bu Sözlerdeki tevafukat ve muvaffakiyet daha güzeldir.» Ben de dedim: «Evet, her şey ya hakikaten güzeldir, ya bizzat güzeldir veya neticeleri itibariyle güzeldir.» Ve bu güzellik, Rububiyet-i Âmmeye ve şümûl-ü rahmete ve tecelli-i âmmeye bakar. Dediğin gibi, bu muvaffakiyetteki işaret-i gaybiyye daha güzeldir. Çünkü bu, rahmet-i hassaya ve rububiyet-i hassaya ve tecelli-i hassaya bakar bir surettedir. Bunu bir temsil ile fehme takrib edeceğiz. Şöyle ki:
Bir padişahın umumî saltanatı ve kanunu ile merhamet-i şâhânesi, umum efrad-ı millete teşmil edilebilir. Her fert doğrudan doğruya o padişahın lûtfuna, saltanatına mazhardır. O suret-i umumiyyede, efradın çok münasebât-ı hususiyesi vardır.
İkinci cihet, padişahın ihsanat-ı hususiyesidir ve evamir-i hassasıdır ki; umumî kanunun fevkinde, bir ferde ihsan eder, iltifat eder, emir verir.
İşte bu temsil gibi, Zât-ı Vâcibül-Vücud ve Hâlik-ı Hakîm ve Rahîmin umumî Rububiyet ve şümûl-ü rahmeti noktasında her şey hissedardır, her şeyin hissesine isabet eden cihette hususî
_____________________________
(Hâşiye): On Dokuzuncu Mektubun On Sekizinci İşaretinde; bir nüshada, bir sahifede dokuz Kur'an tevafuk suretinde bulunduğu halde birbirine hat çekdik, mecmuunda Muhammed lafzı çıktı. O sahifenin mukabilindeki sahifede sekiz Kur'an tevafukla beraber, mecmuunda Lâfzullah çıktı. Tevafukatta böyle bedi' şeyler çok var. Bu hâşiyenin mealini gözümüzle gördük.
Bekir, Tevfik, Süleyman, Galib, Said.
onunla münasebattardır. Hem kudret ve irade ve ilm-i muhitiyle her şeye tasarrufatı, her şeyin en cüz'î işlerine müdahalesi, Rububiyeti vardır. Herşey, her şe'ninde Ona muhtaçtır. Onun ilim ve hikmetiyle işleri görülür, tanzim edilir. Ne tabiatın haddi var ki, o daire-i tasarruf-u Rububiyetinde saklansın ve te'sir sahibi olup müdahale etsin; ve ne de tesadüfün hakkı var ki, o hassas mizan-ı hikmet dairesindeki işlerine karışsın. Risalelerde -yirmi yerde- kat'î hüccetlerle tesadüfü ve tabiatı nefyetmişiz ve Kur'ân kılıncıyla idam etmişiz; müdahalelerini muhal göstermişiz. Fakat, Rububiyet-i âmmedeki daire-i esbab-ı zâhiriyede, ehl-i gafletin nazarında, hikmeti ve sebebi bilinmeyen işlerde, tesadüf namını vermişler. Ve hikmetleri ihata edilmeyen bazı Ef'al-i İlâhaiyyenin kanunlarını (tabiat perdesi altında gizlenmiş) görememişler, tabiata müracaat etmişler: İkincisi; hususî Rububiyetidir ve has iltifat ve imdad-ı Rahmanîsidir ki, umumî kanunların tazyikatı altında tahammül edemiyen fertlerin imdadına Rahman-ı Rahîm isimleri imdada yetişirler, hususî bir surette muavenet ederler, o tazyikattan kurtarırlar. Onun için her zîhayat, hususan insan, her anda ondan istimdat eder ve medet alabilir.
İşte bu hususî Rububiyetindeki ihsanatı, ehl-i gaflete karşı da tesadüf altına gizlenmez ve tabiata havale edilmez.
İşte bu sırra binaendir ki, i'caz-ı Kur'ân ve i'caz-ı Ahmediye'deki işârât-ı gaybiyyeyi, hususî bir işaret telâkki ve itikad etmişiz. Ve bir imdad-ı hususî ve muannidlere karşı kendini gösterecek bir inayet-i hassa olduğunu yakîn ettik. Ve sırf Lillâh için ilâh ettik. Kusur etmişsek ALLAH affetsin, âmin...
رَبَّنَا لاَتُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَآ اَوْ اَخْطَاْنَا
* * *
Kardeşlerim,
Size, üstad ve talebeler ve ders arkadaşları içinde faide verecek bir fikrimi beyan edeceğim. Şöyle ki:
Sizler -haddimin fevkinde- bir cihette talebemsiniz.. ve bir cihette ders arkadaşlarımsınız.. ve bir cihette muin ve müşavirlerimsiniz.
Aziz kardeşlerim, üstadınız lâyuhtî değil, onu hatâsız zannetmek hatâdır. Bir bahçede çürük bir elma bulunmakla, bahçeye zarar vermez; bir hazinede silik para bulunmakla, hazineyi kıymetten düşürtmez. Hasenenin on sayılmasiyle, seyyienin bir sayılmak sırriyle, insaf odur ki; bir seyyie, bir hatâ görünse de, sair hasenata karşı kalbi bulandırıp itiraz etmemektir. Hakaike dair mesailde, külliyatları ve bazan da tafsilâtları sünûhat-ı ilhamiye nev'inden olduğundan; hemen umumiyetle şüphesizdir, kat'îdir.
Biliniz, kardeşlerim ve ders arkadaşlarım! Benim hatâmı gördüğünüz vakit serbestçe bana söyleseniz mesrûr olacağım. Hattâ başıma vursanız, Allah razı olsun diyeceğim. Hakkın hatırını muhafaza için başka hatırlara bakılmaz. Nefs-i emmarenin enaniyeti hesabına, hakkın hatırı olan bilmediğimiz bir hakikatı müdafaa değil, «Alerre's vel'ayn» kabul ederim.
Bilirsiniz ki, şu zamanda, şu vazife-i imaniye çok mühimdir; benim gibi zaif, fikri çok cihetlerde inkısam etmiş bir biçareye yükletmemeli; elden geldiği kadar yardım etmeli. Cenab-ı Hak, kemal-i rahmetinden, iki senedir ciddî hakaike nisbeten; yemişler, fâkiheler nev'inden tevafukat-ı lâtife ile ezhanımızı taltif etti, zihnimizi neş'elendirdi. Kemal-i merhametinden, o tevafukat-ı lâtife meyveleriyle ciddî bir hakikat-ı Kur'âniyyeye zihnimizi sevketti ve ruhumuza o meyveleri gıda ve kut yaptı. Hurma gibi hem fâkihe, hem kut oldu. Hem hakikat, hem ziynet ve meziyet birleşti.
Kardeşlerim, bu zamanda, dalâlet ve gaflete karşı pek çok mânevî kuvvete muhtacız. Maatteessüf, ben şahsım itibariyle çok zaif ve müflisim. Hârika kerametim yok ki, bu hakaiki onunla isbat edeyim. Ve kudsî bir himmetim yok ki, onunla kulûbu celbedeyim. Ulvî bir deham yok ki onunla, ukulü teshir edeyim. Belki, Kur'ân-ı Hakîmin dergâhında bir dilenci hadîm hükmündeyim. Bu muannid ehl-i dalâletin inadını kırmak ve insafa getirmek için Kur'ân-ı Hakîmin esrarından bazan istimdat ederim. Kerâmât-ı Kur'âniye olarak, tevafukatta bir ikram-ı İlâhî hissettim, iki elimle sarıldım. Evet Kur'ândan tereşşuh eden «İşârâtül-İ'caz» ve «Risale-i Haşir» de kat'î bir işaret hissettim. Emsalleri bulunsun bulunmasın, bence bir keramet-i Kur'âniyyedir.
* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık, çalışkan kardeşim,
Senin gördüğün vazife-i Kur'âniyyenin hepsi mübarektir. Cenab-ı Hak sizi muvaffak etsin, fütur vermesin, şevkinizi arttırsın. Uhuvvet için bir düstûr beyan edeceğim. O düstûru cidden nazara almalısınız. Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizackârâne ittihad gittiği vakit, mânevî hayat da gider.
وَلاَ تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ işaret ettiği gibi, tesanüd bozulsa cemaatin tadı kaçar.
Bilirsiniz ki; üç elif ayrı ayrı yazılsa, kıymeti üçtür; tesanüd-ü adedî ile yazılsa, yüz onbir kıymetinde olduğu gibi, sizin gibi üç-dört hâdim-i Hak, ayrı ayrı ve taksimül-a'mâl olmamak cihetiyle hareket etseler, kuvvetleri üç-dört adam kadardır. Eğer hakikî bir uhuvvetle, birbirinin faziletleriyle iftihar edecek bir tesanüdle, birbirinin aynı olmak derecede bir tefani sırriyle hareket etseler; o dört adam, dörtyüz adam kuvvetinin kıymetindedirler. Sizler, koca Isparta değil, belki büyük bir memleketi tenvir edecek elektriklerin makinistleri hükmündesiniz... Makinenin çarkları birbirine muavenete mecburdur. Birbirini kıskanmak değil, belki bilâkis birbirinin fazla kuvvetinden memnun olurlar. Şuurlu farzettiğimiz bir çark, daha kuvvetli bir çarkı görse memnun olur; çünkü vazifesini tahfif ediyor. Hak ve hakikatın, Kur'ân ve imanın hizmeti olan büyük bir hazine-i âliyeyi omuzlarında taşıyan zatlar; kuvvetli omuzlar altına girdikçe iftihar eder, minnettar olur, şükreder. Sakın birbirinize tenkid kapısını açmayınız. Tenkid edilecek, kardeşlerinizden hariç dairelerde çok var. Ben nasıl meziyetinizle iftihar ediyorum; o meziyetlerden ben mahrum kaldıkça, sizde bulunduğundan memnun oluyorum; kendimindir telâkki ediyorum. Siz de üstadınızın nazariyle birbirinize bakmalısınız.. âdetâ her biriniz, ötekinin faziletlerine nâşir olunuz.
Said Nursî
* * *
Sevgili ve Muhterem Üstadım,
«Söz» lerinizin, yani risalelerinizin herbiri, birer deva-yı azîmdir. «Söz» lerinizden, pek çok feyiz alıyorum. O kadar ki, okudukça tekrar etmeyi istiyorum. Ve tekrarında duyduğum İlâhî bir zevki târif edemeyeceğim. Bugün «Söz» lerinizden değil hepsini, bir tanesini alan insafla okursa hakkı teslime; ve münkir ise, gittiği yolu terke; fâsık ise, tövbeye mecbur olacağına kat'iyyen ümitvarım...
Hüsrev
* * *
Nur Risalelerine çok müştak ve onların mütalâasından intibaha gelen bir doktara yazılan mektuptur:
Merhaba, ey kendi hastalağını teşhis edebilen bahtiyar doktor, samimî ve aziz dostum!
Senin hararetli mektubunun gösterdiği intibah-ı ruhî, şayan-ı tebriktir.
Biliniz ki, mevcudat içinde en kıymettar, hayattır; ve vazifeler içinde en kıymettar, hayata hizmettir; ve hidemat-ı hayatiye içinde en kıymettar, hayat-ı fâniyenin hayat-ı bakiyeye inkılâb etmesi için sa'yetmektir. Şu hayatın bütün kıymeti ve ehemmiyeti ise, hayat-ı bakiyeye çekirdek ve mebde' ve menşe' cihetindedir. Yoksa, hayat-ı ebediyeyi zehirleyecek ve bozacak bir tarzda şu hayat-ı fâniyeye hasr-ı nazar etmek; âni bir şimşeği, sermedî bir güneşe tercih etmek gibi bir divaneliktir. Hakikat nazarında herkesten ziyade hasta olan, maddî ve gafil doktorlardır. Eğer eczahane-i kudsiye-i Kur'âniyeden tiryak-misal îmanî ilâçları alabilseler, hem kendi hastalıklarını, hem beşeriyetin yaralarını tedavi ederler. İnşâallah, senin şu intibahın senin yarana bir merhem olacağı gibi, seni dahi doktorların marazına bir ilâç yapar.
Hem bilirsin; me'yus ve ümitsiz bir hastaya mânevî bir teselli, bazan bin ilâçtan daha nâfidir. Halbuki tabiat bataklığında boğulmuş bir tabib, o biçare marîzin elîm ye'sine bir zulmet daha katar. İnşâallah, bu intibahın, seni öyle bîçarelere medar-ı teselli ve nurlu bir tabib yapar.
Bilirsin ki ömür kısadır, lüzumlu işler pek çoktur. Acaba benim gibi sen dahi kafanı teftiş etsen, malûmatın içinde ne kadar lüzumsuz, faidesiz, ehemmiyetsiz odun yığınları gibi câmid şeyleri bulursun. Çünkü ben teftiş ettim, çük lüzumsuz şeyleri buldum. İşte, o fennî malûmatı, o felsefî maarifi; faideli, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır. Sen dahi, Cenab-ı Haktan bir intibah iste ki; senin fikrini, Hakîm-i Zülcelâlin hesabına çevirsin, o odunlara bir ateş verip nurlandırsın; lüzumsuz maarif-i fenniye, kıymettar maarif-i İlâhiyye hükmüne geçsin.
Zeki dostum! Kalb çok arzu ederdi; ehl-i fenden, envar-ı imaniyyede ve esrar-ı Kur'âniyeye iştiyak derecesinde ihtiyacını hissetmek cihetinde Hulûsi Beye benzeyecek adamlar ileri atılsın. Hem madem, Sözler, senin vicdanınla konuşabilirler; herbir Sözü, şahsımdan değil, belki Kur'ânın dellâlından sana bir mektubdur ve eczahane-i kudsiye-i Kur'âniyeden birer reçetedir farzet. Gaybubet içinde, hâzırane bir müsahabe dairesini onlarla aç. Hem arzu ettiğin vakit bana mektup yaz; ben cevap vermesem de gücenme. Çünkü eskidenberi mektupları pek az yazarım. Hattâ üç senedir, kardeşimin çok mektuplarına karşı, bir tek cevap yazdım.
Said Nursî
* * *
RİSALE-İ NUR TESVİDİNDE ÇOK HİZMETİ SEBKAT EDEN
TEMİZ KALBLİ, İHLÂSLI BİR HÂFIZ, MÜDAKKİ BİR
HOCA OLAN HÂFIZ HÂLİDİN BİR FIKRASIDIR
Risale-i Nur'un Müellifi Bediüzzaman, nadire-i cihan, hâdim-i Kur'an Said Nursî hakkında hissiyatımdan binden birini beyan ediyorum:
Üstadım, kendisi Nur ism-i celîline mazhardır. Bu ism-i şerif, kendileri hakkında bir ism-i âzamdır. Kendi karyesinin adı Nurs, validesinin ismi Nuriye, Kâdirî üstadının ismi Nureddin, Nakşî üstadının ismi, Seyyid Nur Mehmed, Kur'ân üstadlarından Hâfız Nuri, hizmet-i Kur'âniyede hususî imamı Zinnureyn, fikrini ve kalbini tenvir eden Âyet-i Nur olması ve müşkül mesailini izaha vasıta olan nur temsilâtı gayet kıymettardır. Resailin mecmuuna «Risale-i Nur» tesmiyesi, Nur ismi onun hakkında ism-i âzam olduğunu te'yid etmektedir. «Risale-i Nur» adlı hârika te'lifatının bir kısmı arabî olmakla beraber, Risale-i Nur eczaları şimdiye kadar yüz ondokuza baliğ olmuştur. (*). Her bir risale kendi mevzuunda hârikadır. Gayet yüksek olmakla beraber «Onuncu Söz» ismiyle iştihar eden, haşre ait olan risalesi pek hârikadır, câmidir. Ulemaca sırf naklî olan haşri ve neşri, gayet kuvvetli ve kat'î delâil-i akliye ile isbat etmiştir. Onunla çokları imanını kurtarmış.
هُوَ الَّذِى جَعَلَ الشَّمْسَ ضِيَآءً وَالْقَمَرَ نُورًا
Âyetinin sırriyle diyebilirim ki: Risale-i Nur; bir kamer-i marifettir ki, şems-i hakikat olan Kur'ân-ı Mu'cizül-Beyandan nurunu istifaza eylemiş ki, نُورُ الْقَمَرِ مُسْتَفَادٌ مِنَ الشَّمْسِ
olan meşhur kaziye-i felekiyeye masadak olmuştur.
Hem diyebilirim ki: Üstadım; Kur'ân hakkında bir kamer hükmünde olup, sema-i risaletin şemsi olan Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan nuru istifade edip «Risale-i Nur» şeklinde tezahür etmiş.
Üstadım, başkalarında nadiren bulunan mümtaz hasletlerin zâhirî tavrının pek fevkinde bir vaziyet gösteriyor. Zâhir hale bakılsa, ilmihali bilmiyor gibi görünür, birden bakarsın bir derya kesiliyor. Mezun olduğu miktarı, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan istifade derecesi nisbetinde söyler. Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan istifadesi olmadığı vakitlerde, yeni ay gibi mahviyet gösterir. «Bende nur yok, kıymet yok» der. Bu hasleti de tam tevazudur.
مَنْ تَوَاضَعَ رَفَعَهُ اللَّهُ Hadîsiyle, tam âmil olmasıdır.
İşte; bu haslet icabatındandır ki, bizim gibi talebelerinden bazı mesail-i ilmiyede muhalefet bulunsa, onların sözlerini içinde arar; hak bulduğu vakit kemal-i tevazu ile ve lezzetle kabul ederek teslim eder. «Maşâallah, siz benden daha iyi bildiniz.. Allah razı olsun.» der. Hak ve hakikatı, nefsin gurur ve enaniyetine daima tercih eder.
_____________________________________
(*) Şimdi yüz otuz'a baliğ olmuştur.
Hattâ ben bazı meselelerde muhalefet ediyordum. Bana karşı gayet mültefit, memnunane bir tavır alır; eğer yanlış yapsam, güzelce damarıma dokunmayarak beni îkaz eder. Eğer güzel bir şey söylemiş isem, çok memnun olur.
Üstadım; bilhassa hikmet-i hakikiye fenninde, yani hikmet-i şeriat ve İslâmiyet noktasında pek hârikadır ve hikmet-i beşeriyede dahi çok ileridir. Hattâ o ilimde Eflâtun ve İbn-i Sinâ'yı geçmiş diyebilirim. Bundan on üç sene evvel; Darül-Hikmetil-İslâmiye âzasından iken, küçüktenberi, şimdiye kadar izn-i İlâhî ile onun bir muini ve nâsırı ve muhafızı olan kutb-u Rabbanî ve kandil-i nuranî Abdülkadir-i Geylâni (R.A.) Hazretlerinin «Fütuhül-Gayb» risalesini tefe'ülen açtığı esnada,
اَنْتَ فِى دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَبِيبًا يُدَاوِى قَلْبَكَ
ibaresi çıktı. O ibare, onun hakkında pek mânidar olarak, Eski Saidi (R.A.) Yeni Saide (R.A.) çevirmesine sebebiyet vermiştir. Eski Said olduğu zamanlarda, İngilizlerin dinî suallerine gayet lâtif ve müskit bir cevap vermiştir. Ve İlm-i Mantıkta, İbn-i Sinâ'nın te'lifatını geçecek «Ta'likat» namında hârika bir risalesi var. Eşkâl-i mantıkiyeyi «Kıyas-ı İstikraî» cihetiyle on bine kadar iblâğ edip, hiçbir âlimin yetişemediği bir derece-i ihata göstermiş, «Sünûhat» isminde bir risalesinde gördüm ki, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm âlem-i mânada bir medresede ona ders verdiğini görmüş; o ders-i mânevîye binane «İşârâtül-İ'caz» namındaki hârika tefsiri yazmış. Bana bir gün dedi ki:
- Harb-i Umumî hâdisat ve netaicleri mâni olmasaydı, İşârâtü'l-İ'caz'ı, Allahın izniyle altmış cilt yazacaktım. İnşâallah Risale-i Nur, âhiren, o mutasavver hârika tefsirin yerini tutacak.
Üstadımla yedi-sekiz sene müsahabetim esnasında mühîm meşhudatım çoktur. Fakat اَلْقَطْرَةُ تَدُلُّ عَلَى بَحْرِ mucibince, deryaya delâlet maksadiyle bu fıkra kâfi görüldü. Çünkü üstadımdan iftirak zamanı idi; acele yazdım. Üstadım وَالصًّاحِبِ بِالْجَنْبِ Âyetinin sırriyle, çok defa yanlarında beni musabih bulmak hakkını ve teveccüh duasiyle yerine getireceklerine eminim.
Hâfız Hâlid
* * *