Yirmi Yedinci Mektubun lâhikasından alınmış mühim parçalar
Birinci Mesele
Birinci Şuada bir iki ayetin işaretinde, Risale-i Nur'un sadık talebeleri imanla kabre gireceklerini ve ehl-i Cennet olacaklarını kudsi bir müjde ve kuvvetli bir beşaret bulunduğu gösterilmiştir. Fakat bu pek büyük meseleye ve çok kıymettar işarata tam kuvvet verecek bir delil ister diye beklerdim; çoktan beri muntazırdım. Lillahilhamd, iki emare birden kalbime geldi.
Birinci Emare: İman-ı tahkiki ilmelyakinden hakkalyakine yakınlaştıkça daha selb edilmeyeceğine ehl-i keşf ve tahkik hükmetmişler. Demişler ki: "Sekerat vaktinde, şeytan, vesvesesiyle ancak akla Şüpheler verip tereddüde düşürebllir. Bu nevi iman-ı tahkiki ise yalnız akılda durmuyor, belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, öyle letaife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor; öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor. "
Bu iman-ı tahkikinin vüsulüne vesile olan bir yolu, velayet-i kamile ile, keşf ve şuhud ile hakikate yetişmektir. Bu yol, ehass-ı havassa mahsustur, iman-ı şuhudidir:
İkinci yol, iman-ı bilgayb cihetinde sırr-ı vahyin feyziyle bürhani ve Kurani bir tarzda akıl ve kalbin imtizacıyla hakkalyakin derecesinde bir kuvvetle zaruret ve bedahet derecesine gelen bir ilmelyakin ile hakaik-ı imaniyeyi tasdik etmektir. Bu ikinci yol, Risale-i Nur'un esası, mayesi, temeli, ruhu, hakikati olduğunu has talebeleri görüyorlar. Başkaları dahi insafla baksalar, Risale-i Nur'un, hakaik-ı imaniyeye muhalif olan yolları gayr-i mümkün ve muhal ve mümteni derecesinde gösterdiğini görecekler.
İkinci emare: Risale-i Nur'un sadık şakirdlerinin hüsn-ü akıbetlerine ve iman-ı kamil kazanmalarına o derece kesretli ve makbul ve samimi dualar oluyor ki, o duaların içinde hiçbiri kabul olmamasına akıl imkan veremiyor. Ezcümle, Risale-i Nur'un bir hadimi ve birtek şakirdi yirmi dört saatte laakal Risale-i Nur Talebelerinin hüsn-ü akıbetlerine ve saadet-i ebediyeye mazhar olmalarına, yüz defa Risale-i Nur Talebelerine ettiği duaları içinde hiç olmazsa yirmi-otuz defa selamet-i imanlarına ve hususi hüsn-ü akıbetlerine ve imanla kabre girmelerine aynı duayı en ziyade kabule medar olan şerait içinde ediyor.
Hem Risale-i Nur Talebeleri, bu zamanda her cihetten ziyade hücuma maruz İmân hususunda birbirine selamet-i İmân hakkındaki samimi, masum lisanlarıyla dualarının yekünü öyle bir kuvvettedir ki, rahmet ve hikmet, onun reddine müsaade etmez. Faraza mecmuu itibarıyle reddedilse de, tek bir tane onların içinde kabul olunsa, yine herbiri selamet-i imanla kabre gireceğine kafi geliyor. Çünkü herbir dua umuma bakar.
Said Nursi
(Risale-i Nurun kerametinin bu havalide zuhur eden çok tereşşuhatından bir iki hadise beyan ediyorum.)
Birincisi: Hatib Mehmed namında ciddi bir ihtiyar talebe İhtiyarlar Risalesini yazıyordu. Ta On Birinci Ricanın ahirlerinde merhum Abdurrahmanın vefatının tam mukabilinde kalemi yazıp ve lisanı dahi diyerek hüsn-ü hatimenin hatemiyle sahife-i hayatını mühürleyip Risaletü'n-Nur Talebelerinin imanla kabre gireceklerine dair olan işari beşaret-i Kur'aniyeyi vefatıyla imza etmiş. Rahmetullahi aleyhi rahmeten vasiaten, amin.
İkincisi: Sizin telifiniz olan Fihristenin tashihinde bir müstensihin noksan bıraktığı bir sahifeyi Tahsin'e dedim, "Yaz!" O da yazmaya başladı. Simsiyah mürekkepten ve temiz kalemle birden yazdığınız ikinci cilt fihristesinin makbuliyetine hüccet olarak o siyah mürekkep, güzel bir kırmızı suretini aldı. Ta yarım sahife kadar biz bu garip hadiseye taaccüb ederek bakarken, o mürekkep sim- siyaha döndü. Sahifenin öteki yarısı, aynı kalem, aynı hokka, tam siyah yazıldı.
Bir zaman Barla'da, bağlardaki köşkte, Şamlı Hafız ve Mesud, Süleyman'ın müşahedesiyle aynı hadiseyi başka şekilde gördük. Şöyle ki:
Ben sevmediğim için siyah bir mürekkebi kısmen döktüm. Birden mütebakisi, çok beğendiğim güzel bir kırmızıya tahavvül etti; Risale-i Nur katiplerini şevklendirdi, gözümüze silsile-i kerametin bir ucunu ve tereşşuhunu gösterdi.
Said Nursi
(Bugünlerde manevi bir muhaverede bir sual ve cevabı dinledim. Size bir kısa hülâsasını beyan edeyim.)
Biri dedi: "Risale-i Nur'un İmân ve Tevhid için büyük tahşidatları ve külli teçhizatları gittikçe çoğalıyor. Ve en muannid bir dinsizi susturmak için yüzde birisi kafı iken, neden bu derece hararetle daha yeni tahşidat yapıyor?"
Ona cevaben dediler: "Risale-i Nur, yalnız bir cüz'i tahribatı ve bir küçük haneyi tamir etmiyor; belki külli bir tahribatı ve İslamiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kaleyi tamir ediyor. Ve hususi bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarük ve teraküm edilen müfsid aletlerle dehşetli rahnelenen kalb-i umumiyi ve efkar-ı ammeyi ve umumun ve bahusus avam-ı mümininin istinadgahları olan İslami esasların ve cereyanların ve şeairlerin kırılmasıyla bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumiyi, Kur'an'ın icazıyla ve geniş yaralarını Kur'an'ın ve imanın ilaçlarıyla tedavi etmeye çalışıyor. Elbette böyle külli ve dehşetli tahribata ve rahnelere ve yaralara, hakkalyakin derecesinde ve dağlar kuvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hasiyetinde mücerreb ilaçlar ve hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki, bu zamanda Kur'an-ı Mucizü'l Beyanın i'caz-ı manevisinden çıkan Risale-i Nur, o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır" diye, uzun bir mükaleme cereyan etti. Ben de tamamen işittim, hadsiz şükrettim.
Bu hadise münasebetiyle, yine bu günlerde hatırıma gelen bir vakıayı beyan ediyorum:
Ben namaz tesbihatının ahirinde otuz üç defa kelime-i Tevhid zikrederken, birden kalbime geldi ki: Hadis-i şerifte, "Bazan bir saat tefekkür, bir sene ibadet hükmüne geçer." "Risaletü'n-Nur'da o saat var; çalış, o saati bul!" ihtar edildi. Adeta ihtiyarsız bir surette Kur'an'ın Ayetü'l-Kübrasının iki tefsiri olan iki Ayetü'l Kübra risalelerinden muhlis, tefekküri bir tekellüm tam bir saat devam etti.
Baktım, size gönderdiğim Ayetü'l Kübra risalesinin birinci makamının hülâsasından müntehab güzel bir sırrını hülâsa ile Yirmi Dokuzuncu Lema-i Arabiyeden müstahreç nurlu, tatlı fıkralardan terekküb ediyor. Ben kemal-i lezzetle hergün tefekkür ile okumaya başladım. Birkaç gün sonra hatırıma geldi ki: Madem Risale-i Nur bu zamanın bir mürşididir; talebelerine bir vird-i ekber olabilir diye kaleme aldım ve bütün risalelerin hususi menbaları, madenleri olan binden ziyade ayat-ı Kuraniyeyi kendi Kur'anımda evvelce işaretler koyup bir Hizb-i Azam-ı Kur'ani yapmak niyet ettim; şimdi bu "Hizb-i Azam" ve bu "Vird-i Ekber" Risale-i Nur mensuplarına, bazı eyyam-ı mübarekede okunması için, bir zaman size de göndermek hakkınız var. İnşaallah, bir zaman sonra size gönderilecek. Bazı kelimelerinitercüme ve bir kısım kayıtlarını tefhim için vakit bulsam gayet kısa haşiye ile birşey yazacağım.
Umum kardeşlerime ve hizmet-i Kur'aniyede bütün arkadaşlarıma hasret ve iştiyakla binler selam.
Said Nursi
(Yirmi Yedinci Mektubun Fıkraları İçine Girmeye Münasip Görüldü)
Bugünlerde ziyade bir hassasiyetle risalelere bakıldığından, inayetin himayeti dahi bir nevi hassasiyetle ikramını gösterdi. Gayet cüz'i bir nümunesi şudur ki:
Risale-i Nur Şakirdlerine maişet cihetinde bir ikram-ı İlahi ve küçük, fakat şayan-ı hayret ve gayet latif bir tevafuk, bir vakıadır. Risaletü'n-Nur hizmetinin şüphesiz bir kerametidir. Evet, Risale-i Nur'un bir silsile-i kerametinin menbaı olan tevafuk, bu vakıada o cinsten altı adet tevafuktan ittifakı ise, tesadüf ihtimalini köküyle keser diye hükmettik. Şöyle ki:
Birkaç günden beri Üstadımızın ziyaretine gitmediğimizden, kardeşim Emin ile beraber Üstadımızın ziyaretine gittik. İkindi vakti beraber namaz kıldıktan sonra, bize emretti ki: "Size yemek yedireceğim, burada tayınınız var." Mükerreren, "Yemezseniz bana dokuz zarar olur" dedi. "Çünkü yiyeceğinize karşı Cenab-ı Hak gönderecek." Yemek yemekten affımızı rica etmişsek de emretti: "Rızkınızı yiyin; bana gelir." Emrini kırmamak için lütuf buyurduğu tereyağı ve kabak tatlısını ekmekle yemeye başladık. Daha sofrada iken ümit edilmeyen bir vakitte ve bir tarzda ve aynı miktarda, bir adam geldi yediğimiz kadar taze ekmek, aynı yediğimiz miktarda-fındık kadar-tereyağı ve diğer elinde bize verilenin tam bir misli kabak tatlısı olarak kapıyı açtı. Artık taaccüb edilecek, hiçbir cihette tesadüfe mahal kalmayarak Risaletü'n şakirdlerinin rızkındaki bereket-i Rabbaniyeyi gözümüzle gördük. Üstadımız emretti: "İhsan on misli olacak. Halbuki bu ikram tamı tamına mislidir. Demek tayın ciheti galebe etti. Tayın temini ise mizan ile olur." Sonra aynı akşamda sadaka ciheti dahi hükmünü gösterdi. Biz gördük ki: Ekmek on misli; tereyağı tatlısı, o da on misli ve kabak tatlısı, çok sevmediği için kabak, patlıcan turşusu on misli, memul hilafında Risaletü'n-Nur'dan İkinci Şuanın bir hafta mütalaasına mukabil bir manevi ücret olarak geldi. Gözümüzle gördük. Demek kabak tatlısının tatlılığı, tereyağını un helvasına girdi, kendisi turşuda kaldı.
Risale-i Nur Şakirdlerinin, hüsn-ü hizmetine acele bir mükafat gördükleri gibi, hizmette kusur edenler dahi tokat yediklerini, Isparta'da olduğu gibi burada dahi gözümüzle gördük. Pekçok vukuatından beş altısını beyan ediyoruz:
Birincisi: Ben; yani Tahsin, birgün yeni açtığımız dükkan meşgalesiyle bana emrolunan vazife-i Nuriyeyi tenbellik edip yapamadım; aynı vakitte şefkatli bir tokat yedim.
Dükkanda otururken birisi bana geldi, tebdil edilmek için emanet olmak üzere yüz lira verdi. Bu paranın sahibine Allah için bir hizmet yapmak üzere tebdil için Maliye sandığına gittim. Bu parayı sayarken aralarında bir kalp lira bulundu. Bu yüzden ifadeye, sual ve cevab ve muahezeye maruz kaldığım gibi, evimizi de taharri etmek icap etti. Beni mahkemeye verdiler; fakat terbiye ve şefkat tokatı olmak cihetiyle, yine Risaletü'n-Nur kerametini gösterdi, zararsız kurtulduk.
İkincisi: Üstadımıza ve Risaletü'n-Nur'a dört-beş sene hizmet eden ve okutturan ve cidden taraftar bulunan bir zat, elinde dine ait bir gazeteyle geldi. Risale-i Nur'un mesleğine muhalif bir cereyanın sahiplerine taraftarane bir tavır gösterdiği zaman, Üstadımın canı çok sıkıldı. Bir-iki gün sonra şiddetli, fakat şefkatli bir tokat yedi. Bir doktor ona dedi ki: "Eğer ameliyat yaptırmazsan yüzde yüz ölüm var." O da bilmecburiye ameliyat yaptırdı. Fakat şefkat ciheti imdada yetişerek çabuk kurtuldu.
Üçüncüsü: Bir memur, Risaletü'n-Nur'u kemal-i iştiyakla okurdu. Hem Üstadla görüşmeye ve tam ders almaya çalışıyordu. Birden bir komiser tarafından ona evham verildi. O da görüşmeyi ve okumayı bırakıp başka şehre giderken, birden sebepsiz bir tarzda bir ayağı kırıldı, bir ay çekti. Yine şefkat yar oldu ki, şimdi tekrar okumaya şevkle başladı.
Dördüncüsü: Ehemmiyetli bir zat, Risaletü'n-Nur'u kemal-i takdirle okur yazardı. Birden sebatsızlık gösterdi; şefkatsiz bir tokat yedi. Gayet meftun olduğu refikası vefatla ve iki oğlu da başka yere gitmesiyle acınacak bir hale girdi.
Beşincisi: Dört senedir Üstadın çarşı içinde hizmetine bakan bir zat, birden sadakatini bırakıp mesleğini değiştirdi. Birden şefkatsiz bir tokat yedi, bir senedir daha çekiyor.
Altıncısı: Bir hocaya ait bir hadisedir. Belki helal etmez; biz de onu görmüyoruz. Tokatı şimdilik kaldı.
Bu vukuat nevinden hem çok var, hem Risale-i Nur a karşı kusura binaen tokat olduğundan katiyen şüphemiz kalmadı.
Risale-i Nur Şakirdlerinden
Emin, Tahsin, Hilmi
Evet, tasdik ediyorum.
Said Nursi
Hem, Risale-i Nur'un suhuletle intişarının bir kerametini, bu mektubu yazdığımız zamanda ve yemekteki keramet dakikasında gözümüzle gördük. Şöyle ki:
Ehemmiyetli yedi sekiz risale ve İşarat-ı Kur'aniye Şuaını, mühim bir mektupla beraber; bir torbada ehemmiyetli bir kardeşimize bir şehre göndermiştik. Şoför o paketi düşürmüştü. Böyle bir zamanda böyle eserleri münafıklar, casuslar haber almadan, emin bir el ile beş gün sonra elimize geçti. Kanatimiz geldi ki, bir inayet bizi himaye ediyor.
Hem, Risale-i Nurun hakkında inayet-i Rabbaniyenin latif bir himayeti şudur ki:
Karanlık bir vaziyette, korkutan bir zamanda casusların ve taharri memurlarının tecessüsleri Üstadımızın menzilini sarması dakikasında, bir fare, Üstadımızın bir çorabını aldı. Ne kadar aradık, hiçbir yerde bulamadık. O farenin yuvasını gördük; kabil değil, çorap oraya giremez. İki gün sonra gördük ki; o hayvan, o çorabı getirmiş, öyle yere ki, saklanmış, muhteviyatı unutulmuş olan mahrem mektupların ve evrakların tam yanında bırakılmış. Halbuki, iki defa oraya bakmıştık, görememiştik. Hem, o çorabı o yere getirmek, soba borusuna çıkıp, yukarıdan olur; gayet kurnaz ve zeki adam ancak o işi yapar. Hiçbir cihette tesadüf ihtimali kalmadığından, Üstadımız dedi: "Bu mektupları oradan kaldıracağız." Biz onlara baktık, gerçi siyasetle alakaları yoktur; fakat, vehham casuslara, aleyhimize habbeyi kubbe yapmaya ehemmiyetli bir vesile olurdu. Biz hem onlan, hem daha bahaneye medar olabilen başka şeyleri kaldırdık. O heyecanımızdan casuslar haber alıp anladılar ki, hazırlandık. Daha hücum etmeden yalnız ikinci gün Emin, elinde bir torba ile menzile girdi. Tam arkasında karakol komiseri, gizli, hissettirmeden girdi. Emin'in elinde kitaplar yerinde yoğurdu gördü, tavrını değiştirdi.
Elhasıl, Risaletü'n-Nur'un intişarına karşı gelen düşman ve casuslara mukabil, birtek fare çıktı, planlarını zir ü zeber etti.
Evet Evet Evet Evet Evet Evet
Tevfık Ahmed Tahsin Hilmi Feyzi Said Nursi
Aziz kardeşlerim
Sizinle pekçok alakadar ve görüşmeye çok müştakım ve vaziyetinizi bu soğuk kışta merak eder, hayalen sizinle görüşürken bir-iki nokta hatıra geldi; beyan ediyorum.
Birincisi: On Dokuzuncu Sözün ahirinde Kur'an'daki tekrarın ekser hikmetleri Risale-i Nur'da dahi cereyan eder. Bilhassa ikinci hikmeti tam tamına vardır. O hikmet şudur ki:
Herkes Kur'an'a muhtaçtır. Fakat, herkes her vakit bütün Kur'an'ı okumaya muktedir olamaz, fakat bir sureye galiben muktedir olur. Onun için, en mühim maksad-ı Kur'aniye, ekseri uzun surelerde derc edilerek herbir sure bir Kur'an hükmüne geçmiş. Demek hiç kimseyi mahrum etmemek için, haşir ve Tevhid ve kıssa-i Musa (a.s.) gibi bazı maksadlar tekrar edilmiş. Aynen bu ehemmiyetli hikmet içindir ki, bazı defa haberim olmadan, ihtiyarım ve rızam olmadığı halde, ince hakaik-ı imaniye ve kuvvetli hüccetler, müteaddit risalelerde tekrar edilmiş.
Ben çok hayret ediyordum; neden bunlar bana unutturulmuş, tekrar yazdırılmış? Sonra kati bir surette bildim ki; herkes bu zanıanda Risale-i Nur'a muhtaçtır. Fakat, umumunu elde edemez; etse de, tam okuyamaz. Fakat küçük bir Risale-i Nur hükmüne geçmiş bir risale-i camiayı elde edebilir ve ekser vakitlerde muhtaç olduğu meseleleri ondan okuyabilir. Ve gıda gibi, her zaman ihtiyaç tekerrür ettiği gibi, o da mütalaasını tekrar eder.
İkinci nokta: Ayetü'l-Kübra'dan çıkan "Vird-i Ekber" namındaki Arabi risaleciğin ahirinde risale-i Münacat'ın başındaki ayetin tefsiri diye Arabi kısımları ilave edilse, beraber okunsa, iyidir. Biz de nüshamıza yazdık.
Üçüncüsü: Aziz kardeşlerim, çok defa kalbime geliyordu: "Neden İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, Risaletü'n-Nur'a ve bihassa Ayetü'l-Kübra risalesine ehemmiyet vermiş?" diye sırrını beklerdim. Lillahilhamd, o sır ihtar edildi. İnkişaf eden o sırra yalnız kısa bir işaret ediyorum. Şöyle ki:
Risaletü'n-Nur'un mümtaz bir hasiyeti, imanın en son ve en külli istinad noktası kavi ve kati beyan edildiğinden, bu hasiyet, Ayetü'l-Kübra risalesinde fevkalade parlak görünüyor. Bu acib asırda mübareze-i küfür ve iman, en son nokta-i istinada dayandığı için, en son istinad noktasını kuvvetli ve kati beyan olduğundan, bu hasiyet, Ayetü'l-Kübra risalesinde fevkalade parlak görünüyor. Bu acib asırda, mübareze-i küfür ve iman, en son nokta-i istinada sirayet ederek, ona dayandırıyor.
Mesela: Nasıl ki gayet büyük bir meydan muharebesinde ve iki tarafın büyük kuvvetleri toplandığı bir sırada iki tabur çarpışıyorlar; düşman tarafı en büyük ordusunun cihazat-ı muharebesini kendi taburuna imdat ve kuvve-i maneviyesini fevkalade takviye için her vasıtayı istimal ederek, ehl-i İmân taburunun kuvve-i maneviyesini bozmak ve efradının tesanüdünü kırmak için her vesileyi kullanır, ehemmiyetli bir istinadgahı kendine temayül ederek ihtiyat kuvvetini dağıtır, Müslüman taburunun herbir neferine karşı cemiyet ve komitecilik ruhuyla mütesanid bir cemaat gönderir, bütün bütün kuvve-i maneviyesini mahvetmeye çalıştığı bir hengamda Hızır gibi biri çıkar, der: "Meyus olma! Senin öyle sarsılmaz bir nokta-i istinadın ve öyle mağlup olmaz muhteşem orduların, tükenmez ihtiyat kuvvetlerin var ki, dünya toplansa karşısına çıkamaz, kainatı dağıtamayan onu dağıtamaz. Şimdilik mağlubiyetin sebebi, bir cemaate ve bir şahs-ı maneviye karşı bir neferi göndermenizdir. Çalış ki; herbir neferin, istinad noktaları olan dairelerden manen istifade ettiği kuvvetli kuvve-i maneviye ile bir şahs-ı manevi ve bir cemiyet hükmüne geçsin." dedi ve tam kanaat verdi.
Aynen öyle de, ehl-i imana hücum eden ehl-i dalalet, bu asır cemaat zamanı olduğu cihetle, cemiyet ve komitecilik mayesiyle bir şahs-ı manevi ve bir ruh-u habis olmuş; Müslüman alemindeki vicdan-ı umumi ve kalb-i külliyi bozuyor ve avamın taklidi olan itikadlarını himaye eden İslami perde-i ulviyeyi yırtıyor ve hayat-ı imaniyeyi yaşatan anane ile gelen hissiyat-ı mütevariseyi yandırıyor. Herbir Müslüman tek başıyla bu dehşetli yangından kurtulmaya meyusane çabalarken, Risalei'n-Nur (Risaletü'n-Nur) Hızır gibi imdada yetişti. Kainatı ihata eden son ordusunun Haşiye gösterip ve ondan mukavemetsuz maddi ve manevi imdat getirmek hizmetinde harika bir emirber neferi olarak Ayetü'l-Kübra risalesini İmam-ı Ali Radıyallahü Anh keşfen görmüş, ehemmiyetle göstermiş. Temsildeki sair noktaları tatbik ediniz, ta o sırrın bir hülâsası görünsün.
Said Nursi
[Risaletü'n-Nur'a ait dört-beş kerametten bahseder]
Hizmet-i Kur 'aniyede bize sebkat eden sadık ve halis, metin ve vefakar kardeşlerimizden mübarek Hüsrev ve Rüşdü gibi zatlar, Risaletü'n-Nur'un hadimlerine ve vazifelerinin makbuliyetine bir emare olan, ihsan olunan bereket hakkında müteaddit fıkralar yazmışlar. Biz de bu kardeşlerimizin fıkraları gibi, bu yakın zamanda beraber tezahür eden, gördüğümüz bazı hadisatı kaydedeceğiz. Hem numune için yalnız bir kısmını beyan ederiz.
Birincisi: Bu yakında Üstadımızla beraber kıra çıkmıştık. Çay yapılmasını, hem ikişer çay, üçer şekerle içilmesini emir buyurdular. Hepimiz üçer şekerle ikişer çay içtik. Yalnız Emin kardeşimiz, bir şeker kendisine noksan olarak içmiş. Akşam üzeri, Risaletü'n-Nur'un menba-ı intişarı olan Üstadımızın odasına geldik. Emin, şeker kutusuna sarf olunan şekerleri koymak istemiş, fakat kutu sekiz şekerden fazla almamış. Emin, "Fesübhanallah!" der. On yedi şeker yerine, kutu sekiz şekerle dolsun diye taaccüb ettik. Bu vaka bize şuhud derecesinde kanaat verdi ki, şu sırr-ı bereket, Risalei'n-Nur hadimlerine bir inayet-i İlahiye ve bir iltifat-ı Rabbaniyedir.
İkincisi: Yine aynı günde, ben, yani Mehmed Feyzi, evvelce yazıp Üstada teslim ettiğim Hücumat-ı Sitte risalesini bana vermek için sakladığı yerden ararken, fevkalade bir surette bulunmaz. Birden o anda adetlerinin hilafına olarak hiç vuku bulmamış bir tarzda bir hadise zuhuruyla, gözlüklerini bırakarak merdivene müteveccih olurlar. Aynı vakitte Risale-i Nur'un intişarına ve hizmetine zarar vermek niyetiyle casus bir adamın merdivene doğru zahiren ziyaret maksadıyla geldiği görülür. Üstadımızın telaşlı olduğunu hisseder. Hem Üstadımız onun nazarını öteki hadise-i bedeniyeye çevirir, ona der ki: "Görüyorsun, ben mazurum, ziyareti başka vakte bırak!" O da döner gider. Hem Hücumat-ı Sitte, hem Mehmed Feyzi, hem başka işlerimiz o tecessüsten kurtuldu.
Evet, Hucümat-ı Sitte saklandığı muayyen yerinde fevkalade bir surette kaybolması, ehemmiyetli bir hadisenin önünü aldı. Üstada arız olan bu hilaf-ı adet halet ve o risalenin yerinde bulunmaması, katiyen tesadüfe hamledilmez.
Bir hafta sonra o risaleyi hilaf-ı memul bir yerde bulduk. Üstadımızın emriyle Emin kardeşime ehemmiyetli bir surette okudum. Üstadımız izahat veriyordu. O vakte kadar öyle mühim ve tesirli ders almamıştık.
Demek bu iki mühim sırra binaen, risale kendini göstermedi. Bu hadise, Risale-i Nur'un sadık ve ihlaslı şakirdleri daima bir hıfz-ı inayet ve himayet altında olduklarına şüphe bırakmıyor.
Üçüncüsü: Yine bir vaka-i bereket: Üstadımızın bir okka (1 kilo 220 gram) peyniri vardı. Ekser günlerde, o peynirden, hoşuna gittiği için, bir-iki defa yiyordu ve bize de veriyordu. Hem, yemeksiz olduğu ekser vakitlerde ondan yediği halde, altı ay kadar devam ettiğini ve halen de yüz dirhem kadar o peynirden bulunduğunu görüp yakinen tasdik ediyoruz. Fakat, bu hadise-i bereketin ifşasından sonra, evvelce görünmeyen dibi, görünmeye başladı, noksaniyetini gösterdi. Evet, bereket hususunda şayan-ı hayret bir hadisedir. Hem, yarım kilo tereyağı, ekser günlerde fazla sarf olunduğu halde, elli güne yakın devamıyla anladık ki, şüphesiz bir bereket içine girmiş.
Hem, yine Ramazan Bayramında Üstadın rızası olmadığı halde Tahsin ve ben, yani Emin, bir kilo kadar ince şeker getirmiştik. Ekser yoğurt ve süt ve tatlı kabağa vesair şeylere bazan yirmi-otuz dirhemden fazla kattıkları halde, beş ay devam etti. Halen o şekerden yüz dirhem kadar kalması, elbette bereket sebebiyledir.
Hem, bu havalideki şakirdler, herkes, cüz'i-külli hissetmiş ve itiraf ediyorlar ki: Risaletü'n-Nur'a çalıştığımız zaman, hem rızkımızda bereket ve suhulet, hem kalbimizde bir inşirah ve ferah, zahiren hissediyoruz. Ezcümle, ben kendim, yani Emin, itiraf ediyorum ki: Risaletü'n-Nur dairesine girmezden evvel bütün sene çalışırdım. Ne vakit Risaletü'n-Nur dairesine girdim, beş seneden beri üç-dört ay kadar çalıştığım halde evvelkinden daha müferrah ve daha mesud bir halde yaşamaklığım, yüzde yüz Risaletü'n-Nur'nn hizmetinin bereketiyle olduğunda hiç şüphem yoktur. Haşiye
Hem, ezcümle, Üstadımız diyor ki: "Benim de kanaat-i katiyem çok tecrübelerle gelmiş ki; ben Risaletü'n-Nur'un tashihatıyla meşgul olduğum zaman, pek zahir bir tarzda hem rızkımda bereket, hem suhulet görüyordum. Ne vakit çalışmazsam, o hali göremiyordum."
Hem, Üstadımız diyor ve biz de tasdik ediyoruz ki: "Ben son zamanda anladım; şimdiye kadar hem ben, hem dostlarım, bir hakikatin suretini başka şekilde görmüşüz. Şöyle ki:
"Hapishanede birtek ekmek, sekiz ve bazan on gün bana kafi geldiği gibi, burada da aynen o tarzda yaşıyordum. Hem ben, hem kardeşlerim, bunu benim az yemek ve iştihasızlığıma veriyorduk. Halbuki, çok emarelerle katiyen anladık ki; o acib hal, bereket neticeleri imiş. Birkaç defa sekiz günde bana kafi gelen bir ekmeği, aynı iştiha ile, çalışmadığımdan berekete mazhar olmadığım zaman iki günde, bazan bir buçuk günde bitiriyordum. Demek bu on altı ve on yedi seneden beri benim mükemmel tayınatım, Risaletün-Nurun hizmetinden gelen bir bereket idi."
Evet, bize de aynelyakin derecesinde kanaat gelmiş ki; bu kesretli hadisat-ı bereket, Kur'an-ı Mucizü'l-Beyan'ın icaz-ı manevisinin bir şuaıdır. Manen der: "Ey Kur'an şakirdleri! Sizi vazife-i mukaddesenizden ekseriyetle geri bırakan, maişet telaşesidir. O ise, Kur'an'ın feyziyle bereket nevinden sizlere veriliyor; vazifenize bakınız!"
Hem, hadisat-ı bereketin aynı zamanda Risaletü'n-Nur'un bir kerameti olarak bir şakirdinin binler lira kıymetinde hanesinin, ona pek yakın dehşetli bir yangından fevkal-memul bir surette Risaletü'n-Nur'un bereketiyle kurtulması; ve Risaletü'n-Nur'un Tercümanına ahiret cihetinde çok alakadarlık gösteren bir hanım, o dehşetli yangında hanesinin üçüncü katında bulunan elmas ve mücevherat ve altınlarını kurtarmak için koşup çıktığı vakit ateş her tarafını sarmış, elmas ve mücevheratını kurtaramadığı gibi, kendi nefsini de bütün bütün tehlike-i katiyede gördüğü vakitte Risale-i Nur Tercümanı, o ateşten, talebesinin hanesini kurtarmasına şiddetli dua ederken, o biçare hanım hatırına gelmiş, "Acaba o yangında o ahiret hemşirem bulunmasın?" diye ona da Risaletü'n-Nur'u şefaatçi edip dua etmiş.
Haşiye Evet, bütün kuvvetimle tasdik ediyorum ki. Emin kardeşimiz memleketimize geldiği zaman mütemadiyen faal bir surette her ay çalışıyordu. Şinıdi ise, Risaletün-Nurun dairesine girdikten sonra, üç-dört aydan fazla çalıştığını görmüyoruz.
Feyzi
"Ya Rabbi, ona merhamet eyle!" niyaz etmiş. Aynı zamanda o hanım, pencereyi kırmış, kendini iki kat yüksekliğinde avluya atmış, fevkalade bir surette ne incinmiş, ne de bir yeri kırılmış. Hem bakır ve demiri eriten o dehşetli ve şiddetli yangından bütün konak yandıktan sonra bütün mücevheratını ve altınını, hiçbiri zayi olmayarak muhafaza etmiş; bulmuş, almış. Risaletü'n-Nur'un bereketinden hem canını, hem malını kurtarmış.
Hem, mezkur hadisatın aynı zamanında vuku bulması münasebetiyle, Risaletü'n-Nur'un kerametkarane iki tokatını yiyen, aynı anda vazifece ehemmiyetli iki mütecaviz ve muacciz iki adamın tecavüz ve taciz anında birisinin kafasına, diğerinin ciğerine vurması Haşiye bizde hiç şüphe bırakmadı ki, hizmet-i Kur'aniyedeki inayet-i Rabbaniyenin bir hıfz ve himayet sillesidir, "Artık durunuz, yeter! Tokata müstehak oldunuz!" diye manen söylemesidir.
Risaletün-Nur şakirdlerinden
Emin ve Feyzi
Mehmed Feyzi'nin yediği şefkat tokadıdır.
Evet, Üstadım bana "Mucizat-ı Ahmediyeyi kardeşim Hüsrev tarzında yaz" diyordu. Ben, yani Feyzi, bir parça tembellik ettim. Birden yirmi sekizlilerle askere istenildim. Yine Üstadım dedi: "Git, Mucizat-ı Ahmediyeyi (a.s.m.) yaz. Seni şimdi vermeyeceğim." Sonra başladım. O emir bir hafta geri kaldı. Tekrar bir ârıza ile nasılsa Mucizat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) yazılması noksanlaştı. Tekrar askere çağrıldım. Üstadım "Git, yaz" dedi. Ben gidip kemal-i ciddiyet ve sadakatle Mucizat-ı Ahmediyeyi (a.s.m.) yazmaya başladım. Fevkalme'mul ikinci defa emir geri kaldı. Tekrar bir mazerete binaen Mucizat-ı Ahmediyeyi (a.s.m.) yazamadım. Üstadım dedi, "Madem Mucizat-ı Ahmediyeyi (a.s.m.) yazmakla tekâsül ettin, şimdi senin vazifen Risaletü'n-Nur hesabına askerliktedir." Birden emir gelip bir şefkat tokadı yiyip vazifeme gönderildim. Cenab-ı Hakka şükürler olsun, mümkün olduğu kadar Risaletü'n-Nur'a çalıştım ve çalıştırıldım. Üstadım bize söylediği gibi, altı-yedi ay sonra terhis edilip sevgili Üstadıma, Risaletü'n-Nur'un kudsî vazifesine kavuştum. İnşaallah bu kabahatim affolmuştur. Hem Risaletü'n-Nur'da, hem hizmet-i Kur'âniyede bizleri sebkat eden Hüsrev, Rüşdü, Hâfız Ali, Hulusi, Sabri gibi hâlis Kur'ân şakirtlerini ve kıymettar kardeşlerimi şefaatçi ederek o kusurumun affını bütün ruhumla Kur'ân'dan ve Üstadımdan rica ediyorum. Ben itiraf ediyorum ki, tembelliğimin cezası olarak fevkalme'mul bir şefkat tokadı yedim.
Risale-i Nur'un tembel bir şakirdi, fakat elmas
kalemli kardeşlerinin gayret ve faaliyetiyle iftihar eden
Mehmed Feyzi
Haşiye
Evet, o mütecavizlerden birisi dehalet etti, ölümden kurtuldu; diğeri bir sene azap çekti, hem öldü.
HİTABEN BEYAN EDİLEN BİR HAKİKATTİR
Kardeşim Feyzi
Madem sen Isparta vilayetindeki kahramanlara benzemek istiyorsan, tam onlar gibi olmalısın. Eskişehir hasiphanesinde, Allah rahmet etsin, mühim bir şeyh-i mürşid ve cazibedar bir Nakşi evliyasından bir zat, dört ay mütemadiyen Risaletü'n Nur'un elli-altmış şakirdleri içinde ve celbkarane onların içlerinde sohbet ettiği halde, yalnız birtek şakirdi muvakkaten kendine çekebildi. Mütebakisi, o cazibedar şeyhe karşı müstağni kaldılar. Risaletü'n-Nur'un yüksek, kıymettar hizmet-i imaniyesi, onlara kafi olarak kanat veriyordu. O şakirdlerin gayet keskin kalb basireti, şöyle bir hakikati anlamış ki:
Risaletü'n-Nur'a hizmet eden, imanını kurtarıyor. Tarikat ve şeyhlik ise, velayet mertebeleri kazandırıyor. Bir adamın imanını kurtarmak, on mümini velayet derecesine çıkartmaktan daha mühim ve daha sevaplıdır. Çünkü, iman, saadet-i ebediyeyi kazandırdığı için, bir mümine küre-i arz kadar bir saltanat-ı bakiyeyi temin eder; velayet ise, müminin Cennetini genişlettirir, parlattırır. Bir adamı sultan yapmak, on neferi paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise, bir adamın imanını kurtarmak, on adamı veli yapmaktan daha sevaptır.
İşte bu dakik sırrı, senin Isparta'lı kardeşlerin bir kısmının akılları görmese de, umumunun keskin kalbleri görmüş ki; benim gibi biçare, günahkar bir adamın arkadaşlığını, evliyalara-belki, eğer olsaydı, müçtehidlere-dahi tercih ettiler.
Bu hakikate binaen, bu şehre bir kutub, bir Gavs-ı Azam gelse, dese: "Seni on günde velayet derecesine çıkaracağım." Sen, Risale-i Nur'u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.
Lillâhilhamd, bu zamanda Sünnet-i Seniyye dairesinde kemâl-i imanı kazanan Risale-i Nur şakirtleri, evliyaların, mürşidlerin nazar-ı dikkatini celbedecek vaziyeti aldığından, her zamanda bulunan hakikî mürşidler, herhalde bu zamanda Risaletü'n-Nur şakirtlerine müşteri olurlar. Birisini elde etseler, yirmi mürid kadar kıymet verirler. Hem zevkli ve cazibedar velâyet tereşşuhatı karşısında Risaletü'n-Nur'un hizmetindeki meşakkat, mücahede, külfet bulunduğundan, Feyzi'ye hitaben beyan edilen bu hakikat kaleme alındı.
Said Nursî
Yüksek ve ciddî irşadlarınızla adım atmayı en büyük bir maksat bilen talebeleriniz, son zamanlarda şâyân-ı şükran bir vaziyete girdiler. Hulusi-i Sâni, beş-on arkadaşıyla; Hâfız Ali, civarındaki yirmi-yirmi beş arkadaşıyla; Mübarekler, otuz-otuz beş refikleriyle ve bilhassa Hacı Hafız Köyünde Ahmedler ve Mehmed'lerin çok hâlis gayretleriyle umumiyet itibarıyla, hem hiç mübalâğasız bin kalemle, belki daha fazla, en geride kalan Isparta'da ise kahraman Rüşdü'nün ve risaleleri kendine tamamen yazan Mehmed Zühtü'nün ve Küçük Ali'nin ve Osman Nuri gibi faal talebelerin gayret ve himmetleriyle otuz ile kırk arasında, hattâ bir cihette mümtaziyet kazanan Mehmed Zühdü'nün Küçük Hâfız Ali gibi hem Risaletü'n-Nur'u yazarak hem kendi evinde yüz elli kadar çocuğu serbest olarak üç aydanberi okutmasıyla ve civarında diğer köylerde bulunan on beş yirmişer arkadaşlarıyla talebeleriniz, Kur'ânî hizmetlerinde gayretli bir surette çalışmaktadırlar. Mübareklerin yazdıkları gibi, dört köyde dört ay zarfında, elifba okumayan kırkelli adam, Risaletü'n-Nur'u mükemmel yazmaya muvaffak olmaları harika bir keramet-i Risaletü'n-Nur olduğuna kanaatimiz geldi.
Risale-i Nur şakirtlerinden
Hüsrev
On Dokuzuncu Mektubu bir mecliste ve bir Cuma gecesi okumak niyetiyle üzerime almıştım. Şiddetli yağmurlu bir gece idi. O mecliste okumak üzere elimi cebime koydum, o mübarek eser yerinde olmadığını hayretle gördüm. Eseri koyduğum cep yırtık ve delik olmadığı gibi, ben de başka hiçbir yerde durmadığıma göre bu hale hayret etmemek kabil mi? O geceyi uykusuz geçirdim, müteessir oldum. Hazret-i Gavstan bu mübarek eseri istedim. Lillâhilhamd, ertesi günü, bu eseri dinlemekle namaza başlamış olan bir muallim vasıtasıyla bulundu. Şakır şakır yağmur altında ve çamur içinde bu mübarek eser bulunsa bile artık okunmayacak derecede olacağını tahmin edersiniz, değil mi? Şâyân-ı hayret ve câ-yı dikkat ve medâr-ı ibrettir ki, en ufak bir leke bile olmamıştır. Hâfız-ı Hakikî, o mübarek eseri, ona mânen ve cidden bağlı olanlar gibi muhafaza buyurmuş. Hafîz ve Alîm ve Hakîm isimlerinin zâhir bir tecellisi böylece lemean etmiş oldu.
Hulusi
Mahrem olan "Sırr-ı İnna Atayna"da cifir le istihracım, aynen Münazarat risalesinde, "Bir nur çıkacak; göreceğiz" diye gaybi müjdelerdeki gibi ilhami ve hak bir hakikati, fikrimle tatbikatımda bir kusur vardı. O kusur, beni bir zaman düşündürüyordu. Münazarat ve Sünuhat gibi risalelerdeki müjde-i Nuriyeyi, Risale-i Nur halletti. Daire-i siyasiye yerine, yüksek bir daire-i Nuriye ile o kusuru izale ettiği gibi; mahrem "Sırrı-ı İnna Atayna"da, "On iki-on üç sene sonra, İslamiyete darbe vuranların başlarına öyle müthiş bir patlayış olacak ki, Kıyamete kadar unutulmayacak" mealindeki istihrac-ı cifri çok geniş bir dairede olduğu halde, "nur sırrı"nın aksine olarak dar bir dairede ve hususi bir hükümette tatbik etmek suretiyle fikrim o geniş daireyi ihata edemeyerek, o hakikatin suretini değiştirmiş.
Halbuki, o istihracın gösterdiği aynı tarihte, o rejimin müessisi ve başı dünyadan göçtü, darbesini yedi. Ve aynı senede perde altında, bilinmeyen ve küre-i arzın ekserisini ve nev-i beşerin kısm-ı azamını istibdadı altına alan bir müthiş cereyanın düğümü ve düğmesi ve manen başı ve en müthiş olan o göçüp giden adam tokat yediği aynı zamanda, daha sene tamam olmadan, o müthiş cereyanın bütün başları ve taraftarları öyle semavi ve müthiş tokatlara ve şiddetli fırtınalı musibetlere tutulmaya başladılar ki, Kıyamete kadar azabını çekecekler ve çekiyorlar; ve edyan-ı semaviye ve İslamiyete ettikleri cinayetlerin cezasını çok geniş bir dairede gördüler ve görüyorlar. "Mimsiz medeniyetin bu istifrağ ve kusması ile dünyayı mülevves ettikleri için, aynı istihracın gösterdiği tarihte o medeniyetin başına öyle semavi tokat indi ki, en karanlık vahşetten daha aşağı indirdi.
Elhasıl: "Sırr-ı İnna A'tayna"da, çok geniş bir daireyi, dar bir dairede tatbik edilmiş. Nur müjdesi ise, dar ve manevi, fakat yüksek bir daireyi, geniş ve maddi bir daire suretinde tasvir edilmi. Cenab-ı Hakka yüz bin şükür ediyorum ki, bu iki kusurumu sırrına mazhar eyledi.
Said Nursi
Çok kıymettar ve çok sevgili Üstadım efendim,
Hazret-i İsa Aleyhisselâmla Deccal hakkındaki ehâdîs-i müteşabiheden bir hadisin üç cihetle hakiki tevilini beyan ve izah eden Mehmed Feyzi ve Emin kardeşlerimizin mübarek fıkralarını Sabri kardeşim göndermiş; bugün aldım, okudum. Bu hadis-i şerifin meâline ve hakiki tevillerine o kadar muhtaçmışım ki, kızgın kum sahralarında senelerden beri susamışlara âb-ı hayat uzatır gibi ruh ve kalbim bir taze hayat buldu. Derinden derine nefes aldım, bütün letâiflerim sürurla doldu, zâhirî cesedimden mânevî kalbime kadar sirayet etti. Sevgili Üstadımız talebelerini ve Kastamonulu kardeşlerimiz de bizleri lütuflarıyla doyurduklarından, Cenab-ı Hakka hadsiz şükrettim. Başta sevgili Üstadım, Risaletü'n-Nur'un kerametine ve bu fıkranın feyzine bakan üç ikram ile karşılaştık.
Birincisi: Mektubunu birlikte takdim ettiğim Sabri kardeşimiz, bu âli fıkra eline vâsıl olacağı anda, bir diğer kardeşine hâdisattan bahsederken bu fıkranın münderecatını anlatması...
İkincisi: Bu hakir talebeniz Hüsrev de, bu fıkranın vusulünden birgün evvel Refet Beyle konuşurken demiştim: "Aziz Refet, biz Hazret-i İsa Aleyhisselâmın nüzulüne intizar ediyoruz. Bu peygamber-i âlişân, din lehinde hareket eden cereyanın başlarına nüzul etse gerektir; ve o millet de Müslüman olacaktır. Sevgili Üstadımızın son mektuplarından böyle anlıyorum. Bu hususta ümidim kuvvetlidir. İnşaallah öyle de olacaktır" demiştim.
Üçüncüsü: Atabeyli kardeşlerimin sevgili Üstadıma yazdıkları mektup ki, onu da bu akşam aldım, okudum, çok acip gördüm. O kardeşlerim de Osman Halidî'nin bahsettiği müceddid-i din ve o şerefe Cenab-ı Hakkın nâil ettiği zatı da sevgili Üstadımız olan Risaletü'n-Nur olduğundan bahsediyorlar. O mektubu da birlikte takdim ettim.
Evet muhterem Üstadım, bugünlerde Risaletü'n-Nur'un, fevkalade faaliyeti içinde çok kerametlerini müşahede ediyoruz. Hattâ şöyle diyebilirim ki: Herbir talebeniz, başlı başına, birer birer, belki de kerratla böyle ikrama ve böyle in'âma mazhardırlar.
Milâslı Mehmed Efendi, "Bir karyede, bin kalemle Nura sarılan kardeşlerimizin köyündeki faaliyeti biraz mübalâğalı görmüşler. Ben onun tahkiki için geldim" dedi. Risaletü'n-Nur'un bir kerameti idi ki, bu köyün kıymetli faal bir talebesi Marangoz Ahmed yanımda idi. Ben dedim: Vâkıa ben bu köye gitmedim, kardeşlerimden soruyorum, onlar da diyordu: "Kadın-erkek, çoluk-çocuk, Risaletü'n-Nur'u yazan bin kalem vardır." Sonra Marangoz Ahmed dedi ki: "Bizim köyümüz üç yüz elli hanedir. İki hoca, bir hacı, üç adamdan başka bütün evlerimize Risaletü'n-Nur girmiştir. Kadınlara, kız çocuklarına varıncaya kadar yazıyorlar. Hattâ ümmîlerden, kırk yaşından yukarı yazı yazan on kadar kardeşimiz vardır" cevabında bulundu. Milâslı Mehmed Efendi bu faaliyete hayran oldu.
Talebeniz
Hüsrev
Bin üç yüz yirmi yedi Rumî senesi Atabey'de sünnet ve hıfz cemiyetlerinden birinde müşarün ileyh Osman Hâlidî Hazretlerinin evlâtlarından sonuncusu Ahmed Efendi merhumdan, "Müceddid, müceddid diyorsunuz. Nerede ve kimdir?" İrad olunan suale cevaben, "Evet, şimdi mevcuttur ve hem otuz beş yaşlarındadır" demiştir.
Saniyen: Isparta'nın Yenice Mahallesinden ve kardeşlerimizden Nuri tarafından merhum mumaileyh Ahmed Efendiden "Pederiniz, 'Benim evlâdımdan birisi o müceddidle mükâleme ve musafahada olacaktır' demiş. Nasıldır?" diye sorulmuş. Cevaben, Ahmed Efendi merhumun "Evet doğrudur. Ben onunla görüştüm" cevabında bulunması, işbu keşfiyat ve beyanata medar olmuştur. Müşarün ileyh Osman Hâlidî Hazretlerinin müstesna tesbihat ve tahmidatının biri, âyet-i kerimesinin fazl-ı tevfikine sığınarak, Isparta'nın cenubunda, dağda Sidre nam mevkide erbaîn eyyâm-ı mübarekesini tes'id ve hasr-ı tesbihata niyetle kırk günlük iaşeye tahsis ettiği ki, herbir gün için elli dirhem miktarında bir bezdirme ekmeğinden kırk tane olan bir tahsisatı bir-iki günde yer ve kırk gün de daha yemek yemeden o mevki-i mahsusada imrar-ı evkat ve tesbihatta bulunurlar. İkmalinde, geri avdetlerinde mübarek dudakları birbirine yapışır, bıçakla tekrar açarlar. Biraz ileride şu asr-ı hâzırın uğradığı ve uğrayacağı kaviyyen me'mul ve melhuz olan sefahet ve atâlete rağmen düstur-u şüyuhatını tahdit ve ancak anâsır-ı mecrûha cerrahını unutmayıp ve ihmal dahi etmeyerek şehadet-i kat'iyesini gösterip sahife-i hayatını bin iki yüz doksan ikide imzalamıştır.
Van'da tesisine başlanan Medrese-i Zehranın tehiri, "Doktor hastaya elzemdir" fehvasıyla, on dokuz bin altın tahsisat ve arkasında Sultan Reşad, daha beride iki yüz meb'ustan yüz altmış küsurun inzimam-ı reyi yüz elli bin banknot kabul ettikleri halde, maddeten mevki-i fiile isal edilememiş. Herhalde Hakîm-i Mutlak, Kadîr-i Mutlak, daha ahsen suretini dilemiş ki, o Sultan-ı Ezelinin lûtfuyla, maddiyata minnet etmeden, hâzâ min fazlı Rabbî, elhamdü lillâh, Isparta'da Risale-i Nur'un telifine menba olması ve mânevî Medresetü'z-Zehra hükmüne geçmesi, pâyansız kusurlarımızın belki de setrine inşaallah vesile olmasını Cenab-ı Erhamürrâhimînden dileyerek, işbu destgâh-ı mânevîyi tahkîmen Osman-ı Hâlidînin kıymettar ve mânidar, sadık ve meşhur ihbaratının hedef ve masruf-u lehi günden daha âşikâr bir halde zuhur etmiştir.
Şu mütevâli vekayi-i müsbete biz âciz hizmetçilere vazife-i aslîmizde ayrıca nazar-ı dikkati celbettiğine muttali olduktan sonra, bin hamd ü sena ile huzur-u Üstada birer birer vücud-u mânevîmizle arz-ı endam eder ve bübarek ellerini öperiz. Aynı gayeye yardıma koşan ve aynı destgâhın alâkadarları olan Küçük Hüsrev ve Feyzi, Nazif, Emin, Tahsin, Tevfik, Hilmi gibi kardeşlerimize arz ederiz.
Risale-i Nur şakirtlerinden
Hasan, Osman, Tâhirî, Abdullah
Hulûsi-i Sâni Sabri
Aziz kardeşlerim
Bugünlerde Tefsirin ve Onuncu Sözün tevafukatına baktım. Kendi kendime dedim ki: "Bu ziyade tafsilat israftır. Ehemmiyetli meseleler çoktur; vakit zayi olmasın." Birden ihtar edildi ki: "O tevafuk altında çok ehemmiyetli meseleler vardır. Hem madem tevafukta bir inayet-i hassa ve bir iltifat-ı Rahmani Risaletün-Nura karşı tezahür etmiş; o iltifata karşı hüsn-ü şükran ve memnuniyet ve müteşekkirane sevinç ne kadar ifratkarane de olsa, israf olamaz." Bu ihtar mücmelini iki cihetle izah edeceğim.
Birincisi: Herşeyde-ne kadar cüz i olsa da-bir kast ve iradenin cilvesi bulunmasıdır, tesadüf hakiki olarak bulunmamasıdır.
Evet, kesretin en dağınık ve en ziyade tesadüfe verilen, kelimattaki hurufatın vaziyetleridir. Hususan kitabette, madem hiç münasebeti olmayan ve ihtiyar-ı beşer karışmayan hurufatın vaziyetlerinde bir tenasüb, bir nizam bulunuyor; elbette bir irade-i gaybi tahtında vaziyetler veriliyor. Hiçbir şey, daire-i ilim ve kudretinden hariç olmadığı gibi, daire-i irade ve meşietten dahi hariç değildir ki, böyle cüz'i ve dağınık şeylerde dahi bir tenasüb gözetiliyor ve tanzim ediliyor. Ve o tanzim içinde irade-i amme cilvesinden inayet-i hassa suretinde Risaletün-Nura bir imtiyaz nevinden hususi bir teveccüh görülmüş. Ben bu derin meseleyi tam görmek için İşaratül-İcazın tevafukatına dikkat ettim ve kati bir kanaatle o sırrı bildim ve hissettim.
İkincisi: Nasıl ki çok mübarek ve kudsi büyük bir zat, gayet fakir ve muhtaç bir adama ümit edilmediği bir tarzda iltifatkarane bir kapta bazı kağıtlara sarılı bir hediye ihsan etse, elbette o biçare adam, o pek büyük zata karşı hediyesinin binler mislinden fazla teşekkür etmek ister. Ve bin o hediye kadar kıymetli bulunan o hediye ile gösterilen iltifata karşı ne kadar teşekkürde israf ve ifrat da etse, makbuldür. Ve o çok mübarek zatın hediyesine sardığı kağıtları da teberrük deyip şeker gibi yese, hatta o hediye içindeki cevizlerin kabuklarını da teberrük deyip ekmek gibi yese, başına koysa, israf olmadığı gibi, Risaletün-Nur yüzünde, irade-i ammede inayet-i hassa iltifatı, tevafuk zarfıyla ihsan edilmiş. Elbette tevafuka dair tafsilat, tasvirat, füli teşekküratın bir nevidir ve sevincin ve minnettarlığın heyecanlı bir tereşşuhatıdır. Evet, böyle, bir zatın iltifatını gösteren maddi kırk para ihsanına karşı, kırk bin liraya değer iltifatına karşı ne kadar teşekkür eylese, israf değil.
Said Nursi
Aziz sıddık kardeşlerim
Sizin fevkalade sadakat ve uluvv-ü himmetinizden tereşşuh eden bir hafta evvelki mektubunuza karşı hüsn-ü zannınızı bir derece cerh eden benim cevabımın hikmeti şudur ki:
Bu zamanda öyle fevkalade hakim cereyanlar var ki, herşeyi kendi hesabına aldığı için, faraza hakiki beklenilen o zat dahi bu zamanda gelse, harekatını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset alemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.
Hem, üç mesele var. Biri hayat, biri Şeriat, biri imandır. Hakikat noktasında en mühimmi ve en azamı, İmân meselesidir. Fakat, şimdi umumun nazarında ve hal-i alem ilcaatında en mühim mesele, hayat ve Şeriat göründüğünden, o zat şimdi olsa da, üç meseleyi birden umum ruy-i zeminde vaziyetlerini değiştirmek nev-i beşerdeki cari olan adetullaha muvafık gelmediğinden, herhalde en azim meseleyi esas yapıp, öteki meseleleri esas yapmayacak, ta ki İmân hizmeti, safvetini umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında o hizmet başkao hizmet başka maksatlara âlet olmadığı tahakkuk etsin.
Hem de, yirmi seneden beri tahripkar eşedd-i zulüm altında o derece ahlak bozulmuş, o derece metanet ve sadakat kaybolmuş ki; ondan, belki yirmiden birisine itimad edilmez. Bu acib halata karşı çok fevkalade sebat ve metanet ve hamiyet-i İslamiye lazımdır. Yoksa akim kalır, zarar verir.
Demek, en halis ve en selametli ve en mühim ve en muvaffakıyetli hizmet, Risaletün-Nur Şakirdlerinin çalıştıkları daire içindeki kudsi hizmettir.
Her ne ise, şimdilik bu meseleye bu kadar yeter.
Said Nursi
Evet, Üstadım, gözümüzle görüyoruz ki: Ehl-i tarikat, bid'alara dayanamamışlar; hem girmişler, içinden çıkamıyorlar, hem sâlikleri ondan bir ikiye inmiş. Hem onlar da itiraf ediyorlar ki: Zevklerinden, cezb edici güzelliklerinden ellerinde çok şeyleri kalmamış. Cenab-ı Hakkın sırf bir ihsanı olarak Risaletü'n-Nur'un parlak, nuranî nâsiyesini müşahede ediyoruz ki, in'ikâs eden lemeat-ı Nuriyesi bütün ihtiyacımıza kâfi ve vâfi geliyor, herkesi hayrette bırakıyor. Hem, ehl-i bid'ayı serfüru ettiriyor. Öylelerin lisanlarından, nedamet ve teessüfü ifade eden "Bilmemişiz!" kelimeleri dökülüyor.
Muhitimizde, Risaletü'n-Nur'a karşı câzibedar ve çok âli hakikatlerinden başka ehl-i bid'a lisanları susmuş; güya karanlıklı girdaplara sokulmuşlar, konuşuyorlar. Konuşsalar da tesirleri kalmamıştır. Câzibedar ve i'cazkâr lisanıyla ancak Risaletü'n-Nur konuşuyor. Bid'a ve dalâlet zulmetlerine karşı ancak onun talebeleri kuvvet-i imanla çelikten bir kale gibi duruyorlar. Hem öyle fevkalâde fütuhat yapıyor ve öyle harikulâde bir surette emir ve nehy-i Kur'ânîyi temessük ettiriyor ki, pek çok müşahedatımızdan yalnız birisini bin kalemli kardeşimiz söylüyorlar ki... Sükût.
Hüsrev
Şâbân-ı Şerifin on beşinci Cumartesi leyle-i Berat gecesi rüyamda, büyük berrak, küçük bir deniz olan bir göl sahilinde İngiliz veyahut Almanla biz, yani Türk hükûmeti harp ediyormuş. Harp esnasında semadan bir karaltı zuhur etmeye başladı. "Acaba bu semadan inen nedir?" diye hepimizin nazar-ı dikkatini celb etti. Yakınlaştıkça bir insan ve sonra üzeri ihramlı yüzü bir parça esmer, başı beyaz ve büyük tülbentle sarılı bir kadın şeklini alarak, gölün ortasında, hemen ineceği zaman derhal oraya bir mermerden minber yapılarak minberin üzerine indi. Sonra, zât-ı âlinizden gelen umum mektupları okumaya başladı. Her iki tarafta sükûnet hasıl oldu. Okuduğu mektupları herkes can kulağıyla dinledi. Sonra nihayetinde "Evet, Hazret-i Kur'ân-ı Azîmüşşanın ahkâm-ı şer'iyesince amel ederseniz yakayı kurtarırsınız. Eğer Kur'ân-ı Azîmüşşanın ahkâm-ı şer'iyesine riayet etmezseniz, hepiniz mahv ü perişan olacaksınız" diye söyledi. Sonra evime geldim. Bizim Refet Beyle Rüşdü Efendi bizim eve geldiler, bendenize dediler: "Bu sırrı sen mi ifşa ettin? Bu mektuplar minber üzerinde okundu." Bendeniz de cevaben, "Hayır kardeşlerim, bu sırrı siz anlamadınız mı? Bu gelen zat, semadan geliyor, bu mektupları oradan getiriyor. Ben kim oluyorum ki o havadisi oraya çıkarayım?" diye onlara söyledim. Sonra bunlara bir hediye ikram edeyim diye baktım, evimizin deliğinde dört top helva gördüm. Birisini birine, diğerini öbürüne ve iki tanesini de kendim yedim. Ağzım tatlı olarak uyandım.
İnşaallah leyle-i Berat hürmetine ve duanız bereketiyle hakkımızda mübarektir. Lütfen tâbirini beklemekteyiz.
Talebeniz
Kâtip Osman
Aziz kardeşlerim,
Bu defa mektup yerinde bu meyveyi gönderiyoruz.
Bir ayetin mana-yı işârîsinin külliyetinden bir ferdi, Hürriyetten bu ana kadar, Teşrin-i Sâni otuzuncu gün, bin üç yüz elli sekizde, Karadağ başına yalnız çıkıyordum. "İnsanların, hususan Müslümanların bu teselsül eden helâketleri ve hasaretleri ne vakitten başladı, ne vakte kadar devam eder?" hatıra geldi. Birden, her müşkülümü halleden Kur'an-ı Mucizü'l-Beyan Sûre-i Ve'l-Asri'yi karşıma çıkardı. Dedi: "Bak." Baktım. Her asra hitap ettiği gibi, bu asrımıza daha ziyade bakan -1- ayetindeki (şedde ve tenvin sayılır) makam-ı cifrîsi bin üç yüz yirmi dört edip (1324), Hürriyet inkılâbıyla başlayan tebeddül-ü saltanat ve Balkan ve İtalyan harpleri ve Birinci Harb-i Umumî mağlubiyetleri ve dehşetli muahedeleri ve şeair-i İslamiyenin sarsılmaları ve bu memleketin zelzeleleri ve yangınları ve İkinci Harb-i Umumînin zemin yüzünde fırtınaları gibi, semavi ve arzî musibetlerle hasâret-i insaniyeyle ayetinin bu asra dahi bir hakikati, maddeten aynı tarihiyle gösterip, bir lem'a-i i'câzını gösteriyor. -2- ahirdeki , sayılır.
Şedde sayılır ise, makam-ı cifrîsi bin üç yüz elli sekiz olan bu senenin ve gelecek senenin aynı tarihini göstermekle o hasâretlerden, bâhusus manevi hasâretlerden kurtulmanın çare-i yegânesi İmân ve âmâl-i saliha olduğu gibi ve mefhum-u muhalifiyle, o hasâretin de sebeb-i yegânesi küfür ve küfran, şükürsüzlük, yani imansızlık, fısk ve sefahet olduğunu gösterdi. Sûre-i Ve'l-Asri'nin azametini ve kudsiyetini ve kısalığıyla beraber gayet geniş ve uzun hakaikin hazinesi olduğunu tasdik ederek Cenab-ı Hakka şükrettik.
Evet, âlem-i İslamın, bu asrın en büyük hasâreti olan bu dehşetli İkinci Harb-i Umumîden kurtulmasının sebebi, Kur'an'dan gelen İmân ve âmâl-i saliha olduğu gibi; fakirlere gelen acı, açlık ve kahtın sebebi dahi, orucun tatlı açlığını çekmedikleri ve zenginlere gelen hasâret ve zayiatın sebebi de, zekât yerinde ihtikâr etmeleridir. Ve Anadolu'nun bir meydan-ı harp olmamasının sebebi, kelime-i kudsiyesinin hakikatini fevkalade bir surette yüz bin insanın kalblerine tahkiki bir tarzda ders veren Risale-i Nur olduğunu, pek çok emareler ve şakirtlerinden binler ehl-i hakikat ve dikkatin kanaatleri ispat eder.
Ezcümle: Emarelerden biri, Risale-i Nur'a sıkıntı veren, veyahut hizmetinden çekilen pek çok adamların tokat yemeleri gibi, bu sene, bu memleketin etrafında umumî bir tarzda Risale-i Nur'un intişarına sıkıntı verip şimdiki bir nevi tevakkuf devresi vermek hatasıyla, şimdiki umumî sıkıntının bir sebebi olduğunu göstermesidir.
'daki ahirdeki ta'lar, ekseriyetçe vakfa rastgelmesiyle, cifirce sayılabilir. Bu noktada beraberdir (1358); bu zamanımızı gösterir Ve telâffuzca okunmadığından kalabilir. Bu noktadan şeddeler sayılmazsa ve beraber değil iki yüz küsur sene zamana kadar İmân ve amel-i salihle beraber bir taife-i azime, hasârât-ı azimeye karşı mücahedeye devam edeceğine işaret edip, Fatiha'nın ahirinde -1- gösterdiği zamana; hem -2- birinci cümle, binbeş yüz makamıyla ahirzamanda bir taife-i mücahidînin son zamanlarına ve ikinci cümle, bin beş yüz altı makamıyla, galibane mücahedenin tarihine ve üçüncü cümle, bin beş yüz kırk beş makamıyla, pek az bir farkla hem Fatiha'nın, hem Ve'l-Asri Sûresinin iki cümlesinin gaybî işaretlerine işaret edip, tevafuk eder. Demek, bu hadis-i şerifin üç cümlesinden herbirisi, bin beş yüz tarihine ve mücahedenin ne kadar devam edeceğine dair işaretlerine, aynen bu -şedde sayılmazsa-bin beş yüz altmış bir makamıyla, hem -şedde sayılır fakat 'da lâmdır-bin beş yüz altmış makamıyla iştirak edip, o taife-i azimenin mücahedatları ne kadar devam edeceğini mana-yı işârî ve cifriyle gösterirler. Ve Fatiha ve hadisin irae ettikleri tarihe, makam-ı ebcedleriyle takarrüp edip, farklı bir derece tevafuk ederler ve manalarıyla da, tam tetabuk ederek, parlak bir lem'a-i i'câziye-i gaybiyeyi gösteriyorlar.
Kur'an'a ait en cüz'î, en küçük bir nüktenin de kıymeti büyük olduğundan, İşârât-ı Kur'aniyenin bu zamanımıza temas eden küçük bir şuası, bugün, Sûre-i ve'l-Asrî nükte-i i'câziyesi münasebetiyle, Sûre-i Fil'den, mana-yı işârî tabakasından, tevafuk düsturuna istinaden bir nüktesini beyan etmem ihtar edildi. Şöyle ki:
Sûre-i meşhur ve tarihî bir hâdise-i cüz'iyeyi beyânla küllî ve her asırda efradı bulunan o gibi ve ona benzeyen hâdiseleri ihtar ve tabakat-ı işariyeden her tabakaya göre bir manayı ifade etmek, umum asırlarda, umum nev-i beşerle konuşan Kur'an-ı Mucizü'l-Beyânın belağatının muktezası olmasından, bu kudsi sûre, bu asrımıza da bakıyor, ders veriyor. Fenaları tokatlıyor. Mânâyı işârî tabakasında bu asrın en büyük hâdisesini haber vermekle beraber, dünyayı her cihetle dine tercih etmek ve dalâlette gitmenin cezası olarak, cifir ve hesab-ı ebcedle, üç cümlesi, aynı hadisenin zamanına tetabuk edip işaret ediyor.
Birinci cümlesi: Kâbe-i Muazzamaya hücum eden Ebrehe askerlerinin başlarına ebâbil tayyareleriyle semavi bombalar yağdırmasını ifade eden cümle-i kudsiyesi, bin üç yüz elli dokuz edip, dünyayı dine tercih eden ve nev-i beşeri yoldan çıkaran medeniyetçilerin başlarına semavi bombalar ve taşları yağdırmasına tevafukla işaret ediyor.
İkinci cümle: -1- kelime-i kudsiyesi, eski zaman hâdisesindeki Kâbe'nin nurunu söndürmek için, hilelerle hücum edenlerin kendileri yokluk, zulümat dalâletinde aksü'l-amelle aleyhlerine dönmesiyle tokat yedikleri gibi; bu asrın aynen hilelerle, desiselerle, zulümlerle edyan-ı semaviye kâbesini, kıblegâhını dalâlet hesabına tahribe çalışan cebbar; mağrur ehl-i dalâletin tadlil ve idlâllerine semavi bombalar tokadıyla cezalanmasına, aynı tarihî kelime-i kudsiyesi bin üç yüz altmış makam-ı cifrîsiyle tevafuk edip işaret ediyor.
Üçüncüsü: -2- cümle-i kudsiyesi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselama hitaben, "Senin mübarek vatanın ve kıblegâhın olan Mekke-i Mükerremeyi ve Kâbe-i Muazzamayı hârikulâde bir surette düşmanlarından kurtarmasını ve o düşmanların nasıl bir tokat yediklerini görmüyor musun?" diye mana-yı sarîhiyle ifade ettiği gibi; bu asra dahi hitap eden o cümle-i kudsiye, mana-yı işârîsiyle der ki: "Senin dinin ve İslamiyetin ve Kur'an'ın ve ehl-i hak ve hakikatın cebbar düşmanları olan dünyaperest ve dünyanın menfaati için mukaddesatı çiğneyen o ashab-ı dünyaya senin Rabbin nasıl tokatlarla cezalarını verdiğini görmüyor musun? Gör, bak!" diye mana-yı işârîsiyle bu cümle aynen makam-ı cifrîsiyle tam bin üç yüz elli dokuz (1359) tarihiyle, aynen âfât-ı semavi nev'inde semavi tokatlarla, "İslamiyete ihanet cezası olarak..." diye mana-yı işârî ifade ediyor. Yalnız yerinde gelir. kalkar, gelir. Haşiye
Tahlil
: iki sekiz yüz; iki dört yüz, iki bir bir bir
Haşiye
Bu fil lâfzı kalkmasının sırrı, eski zamanda, dehşetli fil-i Mahmudî azametine, heybetine dayanmış, hücum etmişler. Şimdi ise, dünya servetine ve malına ve o servetle filolar teşkil edip, hatta, kırk milyon bir millet, o fil gibi filolarla dört yüz milyonu esaret altına almış. Ve Avrupa medeniyetçileri, medeniyetin mehasiniyle, iyilikleriyle, menfaatleriyle değil, belki medeniyetin seyyiatıyla ve sefahetiyle ve dinsizliğiyle ve üç yüz elli milyon Müslümanların her tarafta hâkimiyetlerini imha edip, istibdadına serfüru etmiş ve bu musibet-i semaviyeye sebebiyet vermiş. Ve dünyaperest, gaddar zalimler, zulümlerine ceza olarak tokatlar gelmeye ve fakir ve masumlar ve mazlumlara, fâni mallarını ve hayatlarını ahiretlerine çevirmek ve kıymettar eylemek ve dünyadaki günahlarına keffaretü'z-zünûb etmeye kader-i İlahîye fetva verdiler. Ben, bir buçuk senedir dünyaperestlerin bu musibette vaziyetlerini ve sefâhetlerini ve İkinci Harb--i Umumî sayfalarını kat'iyen bilmiyorum. Fakat iki sene evvelki vaziyetleri, bu sûre-i kudsiyenin mana-yı işari tabakasından gelen tokatlar tam tamına onların başlarına iniyorlar. Ve sûrenin bir mâna-yı işarisini tam tefsir ediyor.
yüz; tenvin vakıf olmadığından ' dur, elli; bir bir bir medde dokuz, mecmuu bin üç yüz elli dokuz. : sekiz yüz, seksen, dört yüz, iki yirmi, iki altmış, tenvin-vakfa rastgelmiş-sayılmaz; yekûnu bin üç yüz altmış. iki bir sekiz yüz; iki , iki iki yüz; iki bir yüz; bir bir yüz altmış; dört üç bir bir yirmi dokuz; yerine gelen ' daki iki bir dokuz; bir elli; bir on, bir bir. Bu yekûn bin üç yüz elli dokuz, eğer okunmayan sayılmazsa bin üç yüz elli sekiz eder. Hem Arabî, hem Rumî tarihiyle bu semavi tokatların ayrı ayrı çeşitlerinin zamanlarına tevafukla parmak basıyor. Haşiye
Haşiye Evet, bu tokattan, pürşer beşer şirkten şükre girmezse ve Kur'an'a tarziye vermezse, melâike elleriyle de ahcâr-ı semaviye başlarına yağacağını bu sûre bir mâna-yı işari ile tehdit ediyor.
Otuz üçüncü ayetten Hafız Ali'nin istihracının bir zeyli ve lâhikasıdır.
Sûre-i Zümer'de ayet-i azimenin mana-yı sarihinden başka, bir mana-yı işârî tabakasının külliyetinde dahil bir ferdi Risale-i Nur ve tercümanı olduğuna kuvvetli bir delil buldum. Çünkü, cümlesi, hesab-ı cifrî ve ebcedî ve riyazîyle bin üç yüz yirmi dokuz veya sekiz eder. Demek külliyetinde ve işaretinde dahil ve medâr-ı nazar bir fert, inşirah-ı sadır Haşiye nuruyla başka bir hâlete girip eski sıkıntıdan kurtulup nuranî bir mesleğe giren bir şahsı, eski ve yeni Harb-i Umumînin gelmeye hazırlanmaları olan o dehşetli tarihe ve o ferdin vaziyetine remzen bakar. ' deki kelimesi, Risale-i Nur ismine ve manasına hem cifrî, hem sureti, hem manası, tevafuk ettiği gibi, cümlesinin de makam-ı cifrîsi gösterdiği tarihte Risale-i Nur'un tercümanı olan Üstadımın-tahkikatımla-aynen vaziyetine tevafuk ediyor.
Çünkü, o zamanda Harb-i Umumînin mebde'lerinde, Üstadım, eski âdetini ve sair ulûm-u felsefeyi ve ulûm-u âliyeyi bırakıp tam bir inşirah-ı sadırla Risale-i Nur'un fatihası ve birinci mertebesi olan İşârâtü'l-İ'câz tefsirine başlayıp, bütün himmetini, efkârını Kur'an'a sarf etmeye başladığına tevafuku kavî bir emaredir ki, bu asırda o küllî mana-yı işârîde medâr-ı nazar bir fert, Risale-i Nur'un tercümanı ve şakirtlerinin şahs-ı manevisini temsil eden mümessilidir.
Evet, madem Kur'an-ı Mucizü'l-Beyan her asırda her ferde hitap eder bir ilm-i muhit ve bir irade-i şâmileyle herşeye bakabilir.
Ve madem ulema-i İslamın ittifakıyla, ayetlerin mana-yı sarîhinden başka işari ve remzî ve zımnî müteaddit
Haşiye Bu şerh-i sadra münasebettar bir tevafuktur ki, Üstadımdan anladım. Yirmi beş senedir daima ve en mühim bir duası [Allah'ım, göğsümü imana ve İslama aç] münâcâtı olmuş.
tabakalarında manaları vardır.
Ve madem -1- gibi hitaplarda, her asır gibi, bu asırdaki ehl-i iman, Asr-ı Saadetteki müminler gibi dahildir.
Ve madem İslamiyet noktasında bu asır, gayet ehemmiyetli ve dehşetlidir. Kur'an ve Hadis, ihbar-ı gaybîyle, ehl-i imanı onun fitnesinden sakınmak için şiddetle haber vermiş.
Ve madem hesab-ı cifrî ve ebcedî ve riyazî eskiden beri sağlam bir düsturdur ve kuvvetli bir emare olabilir.
Ve madem Risale-i Nur ve tercümanı ve şakirtleri İmân ve Kur'an hizmetinde parlak ve tesirli vazifeleri gayet ehemmiyet kesb etmiştir.
Ve madem bu büyük ayet, hesab-ı cifirle bu asra ve iki Harb-i Umumîye bakar; eski harbin patlamasına ve Risale-i Nur'un zuhuruna tevafuk ettiği gibi manen de gösterir. Elbette mezkûr hakikatlere ve kuvvetli karinelere binaen, bilâtereddüt hükmederiz ki, Risale-i Nur'un şahs-ı manevisi ve tercümanı, bu ayet-i azimenin mana-yı işârî tabakasının külliyetinde dahil ve medâr-ı nazar bir ferdidir ve bu ayet ona işaret eder ve mana-yı remziyle ondan da haber verir ve ihbar-ı gayb nev'inden bir lem'a-i i'câziyeyi gösterir denilebilir ve deriz.
Tahlil
Bir iki yedi yüz; , , , iki yüz; , , , yüz; , yüz; İsm-i Celâl altmış yedi; iki altmış; doksan bir; ' de iki veya üç , iki veya üç sekiz; "Risale-i Nur" her ikisinde var. Risaledeki , 'deki 'ya mukabildir. Eğer ' deki tenvin sayılsa, 'da dahi şeddeli sayılır yine ittihat ederler. 'dan başka doksan yedi ederek Risale-i Nur'da kalan , , iki dahi doksan yedi ederek tam tefavuk eder. Türkçe telaffuzda Risale-i Nur hemzeyle okun-ması zarar vermez.
Sûre-i Mâide'nin on dördüncü ayeti -2- Sûre-i Ni-sâ'nın ahirinde -3- ayeti gibi, Risale-i Nur'a mana ve cifir cihetiyle, mana-yı işârî efradından olduğuna kuvvetli bir ka-rine buldum.
İkinci ayet olan Sûre-i Nisâ ayeti, Birinci Şua olan İşârât-ı Kur'aniyede, Üstadım işaretini beyan etmiş. Birinci ayet olan Sûre-i Mâide'nin on dördüncü ayeti hem bunun işaretini teyid ediyor, hem de ayetinin işaretini tasdik ediyor.
Evet, bu asırda mana-yı işârî tabakasından tam bu ayetin kudsi mefhumuna bir fert, Risale-i Nur olduğuna, kim insafla baksa tasdik edecek.
Madem Risale-i Nur bir ferdi olduğuna manevi münasebet kavîdir. Madem bu ayetin makam-ı cifrîsi bin üç yüz altmış altıdır; eğer meddeler ve okunmayan hemzeler sayılmazsa altmış ikidir. Ve madem Risale-i Nur, Kur'an-ı Mübînin nurunu ve hidayetini neşreden bir kitab-ı mübîndir. Ve madem zahiren ondan daha ileri o vazifeyi ağır şerait altında yapanları görmüyoruz. Ve madem ayetler, sâir kelamlar gibi cüz'î bir manaya münhasır olamaz. Ve madem delâlet-i zımnî ve işârîyle kaideten mefhum-u kelâmda dahil oluyor. Ve madem Necmeddin-i Kübrâ ve Muhyiddin-i Arabî (r.a.) gibi pek çok ehl-i velayet mana-yı zahirîden başka bâtınî ve işârî manalarla ekser âyâtı tefsir etmişler; hatta tefsirlerinde "Mûsâ (a.s.) ve Firavundan murad, kalb ve nefistir" dedikleri halde, ümmet onlara ilişmemiş; büyük ulemadan çokları onları tasdik etmişler. Elbette, ayetin delâlet-i zımniyeyle Risale-i Nur'a kuvvetli karinelerle işareti kat'îdir; şüphe edilmemek gerektir.
Tahlil
yüz altmış dokuz, yüz elli yedi, tenvinle beraber üç yüz altı tenvinlerle beraber altı yüz otuz bir; yüz üç; yekûnu bin üç yüz altmış altı, eğer meddeler ve okunmayan hemzeler sayılmazlarsa, bu seneki Muharrem tarihine, yani bin üçyüz altmış ikiye tamam tevafuk eder. Eğer ' deki tenvin de vakfedilse, bin üç yüz on altıdır ki, hem Risale-i Nur'un mukaddematına, hem tenvinle tekemmülüne ve Birinci Şuada beyan edildiği gibi, çok âyâtın ehemmiyetle gösterdikleri aynı meşhur tarihe tevafuk eder.
Ben, senin içtihadında hatâ var diyenlere ve ispat edenlere teşekkür edip ruh u canla minnettarım. Fakat, şimdiye kadar o içtihadımı tamamıyla kanaatle tam tasdik edenler, binler ehl-i İmân ve onlardan çokları ehl-i ilim tasdik ettikleri ve ben de dehşetli bir zamanda kudsî bir teselliye muhtaç olduğum bir hengâmda, sırf ehl-i imânın imanını Risale-i Nur ile muhafaza niyet-i hâlisasıyla ve Necmeddin-i Kübra, Muhiddin-i Arabî gibi binler ehl-i işârât gibi cifrî ve riyazî hesabıyla beyan edilen bir müjde-i işariye-i Kur'âniyeyi kendine gelen bir kanaat-i tamme ile, hem mahrem tutulmak şartıyla beyan ettiğim ve o içtihadımda en muannid dinsizlere de ispat etmeye hazırım dediğim halde beni gıybet etmek, dünyada buna hangi mezheple fetva verilebilir, hangi fetvayı buluyorlar? Ben herşeyden vazgeçerim, fakat adalet-i İlâhiyenin huzurunda bu dehşetli gıybete karşı hakkımı helal etmem. Titresin! Bütün sâdâtın ceddi olan Fahr-i âlem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyesini muhafaza için hayatını ve herşeyini feda eden bir mazlumun şekvâsı, elbette cevapsız kalmayacak.
İllâ bir şart ile helâl edebilirim ki: Bu Ramazan-ı Şerifte bana ve hâlis kardeşlerime verdiği endişe ve telâşı, hakperestlik damarıyla, büyüklere lâyık ulüvv-ü cenapla, enaniyet-i taassubkârânesini hakikate ve insafa feda edip tâmire çalışmasıdır; müşfik ve munsıf bir hoca tavrıyla, kusurumuz varsa bize lütufkârâne ihtar ve ikazdır. Cenab-ı Hak, Settârü'l-Uyûbdur; hasenat seyyiata mukabil gelse, affeder. İman hizmetinde yüz binler insanın imanını tahkikî yapmak hasenesine karşı benim gibi bir biçarenin hüsn-ü niyetle, kuvvetli emarelerle inayet-i İlâhiyeden tasavvur ettiği bir müjde-i Kur'âniyenin tefehhümünde bir yanlış, belki yüz yanlış varsa da o hasenata karşı gelemez, setr-i uyûb perdesini yırtamaz. Her neyse...
Bu mesele yalnız şahsıma taallûk etseydi, ben cidden nefs-i emmaremi tam kırmak için ona minnettar olurdum. Mesleğimiz, bu zamanda hakka hizmet, bütün bütün terk-i enaniyetle olabileceğini kat'î kanaatimiz olduğu gibi, yirmi senedir nefs-i emmarem ister istemez o mesleğe itaate mecbur olmuş. Risale-i Nur ve mukaddematları, buna bir hüccet-i katıadır. Fakat garaz ve inat ve bir nevi taassub-u meslekiyeyi ihsas eden ve esrar-ı mestûreyi işaa suretinde gelen itiraz ve ayıplara karşı Eski Said (r.a.) lisanıyla derim: İşte meydan! En mutaassıp ulemadan ve en büyük velîden tut, tâ en dinsiz filozoflara ve müdakkik hükemalara, Risale-i Nur'daki dâvâları ispat etmeye hazırım ve hem de ispat etmişim ki, benim mahvıma ve idamıma mütemadiyen çalışan zındık filozoflar ve mülhidler, o dâvâları cerh edemiyorlar ve edememişler.
Hem bütün hayatımda delilsiz dâvâları zikretmediğim, sizin gibi eski ve yeni arkadaşlarım biliyorlar. Bâhusus, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyandan aldığım bir kuvvetle Avrupa filozoflarına Risale-i Nur meydan okur. Risale-i Nur bu zamanda medar-ı nazar bir hâdise-i Kur'âniye olduğundan, bir iki işaret değil, belki benimle beraber Risale-i Nur şakirtleri tarafından istihraç edilen beş risalede yazılan işaretler, bir cihette bine yaklaşıyor. Bin incecik saçlar dahi toplansa kuvvetli bir ip olduğu gibi, sarahate yakın bir delâlet oluyor. Vahdet-i mesele cihetiyle o işaretler birbirine kuvvet verir. Bazı işârâtı zayıf görmekle onu inkâr etmek, insafa, hakperestliğe muvafık olamaz. İnkâr eden mâzur olamaz. Hususan lüzumsuz ve zararlı ve müfritane bir gıybet olsa, bu zamanda ehl-i ilim ortasında ehl-i hakikati ağlattıracak bir hâdise-i elîmedir.
Kardeşlerim,
Kur'an'ın birtek ayetinin birtek işareti, ihbar-ı gayb nev'inden bir lem'a-i i'câziyeyi tevafuk suretiyle gösterdiğini manevi bir ihtarla gördüm. * bu ayet-i kerimenin makam-ı cifrîsi, şedde ve tenvin sayılmazsa, bin üç yüz elli bir; ' in aslı olmasından bin üç yüz altmış bir ederek; bu tarihte, umur-u azimeden bir dehşetli gıybeti, bu ayetin mana-yı işârî külliyetinde dahil ediyor. Umur-u azimeden böyle bir acip gıybet aynı tarihte, aynı senede vukua geldi. Şöyle ki:
On sekiz sene müddetinde sünnet-i seniyeyi muhafaza için başına şapka koymadığından, on sekiz senedir haps-i münferit hükmünde ihtilâttan men' ve yalnız bir odada hayatını geçirmeye mecbur edilen ve hususi ibadetgâhında ezan-ı Muhammedî okuyup "Allahu Ekber" dediğinden ve "Lâ ilâhe illâllah" hakikatini güneş gibi gösterdiğinden, yüz arkadaşıyla taht-ı tevkife alınan ve mahkûm edilen bir adamı, yüzer emare ve karinelere istinaden inayet-i ilâhiyeden geldiğine kat'î bir kanaatle işârât-ı Kur'aniyeden bir müjdeyi hem kendine, hem musibetzede arkadaşlarına bir teselli niyetiyle beyan ettiği için, onu gıybet ve galiz tabiratla teşhir etmek ve onun dersleriyle imanlarını kurtaran, masum şakirtlerini ondan tenfir edip şüpheler vermek; güya ortalıkta medâr-ı inkâr hiçbir şey yok ve hiçbir münkeratı ve cinayeti görmüyor gibi, yalnız o biçarenin mevhum bir hatasını, sekiz senede seksen müdakkiklerin nazarında saklanan ve sathî ve inâdî nazarına göre, bir içtihadî yanlışını görüyor zannıyla galiz tabirlerle zemmetmek, elbette bu asırda, bu memlekette Kur'an-ı Mucizü'l-Beyânın kasten işaretine medar olabilir azim bir hadisedir. Bence, Kur'an'ın, nasıl ki her sûre ve bazan bir ayet ve bazan bir kelime bir mucize olur; öyle de, bu ayetin tek bir işareti, ihbar-ı gayb nev'inden bir lem'a-i i'câziyedir. Bu ayetin bu işareti, bu asırda, Risale-i Nur şakirtlerinin hakkındaki gıybete baktığına üç emare var.
Birincisi: Birinci Şua olan İşârât-ı Kur'aniye risalesinde, Risale-i Nur'a ve tercümanına da işaret eden beşinci ayet olan gayet kuvvetli karinelerle kelime-i kudsiyesi cifir ve ebced hesabıyla ve üç cihet manasıyla Said Nursî'ye tevafuk etmesidir.
İkinci emare: ila ahir... ayetin makam-ı cifrîsi ve riyazîsi bin üç yüz altmış bir etmesidir ki, aynı tarihte o acip hadise oldu.
Üçüncü emare: İhtiyarım haricinde, beş vecihle zemmi zemmeden ve Mucizane gıybetten altı cihetle zecreden ayeti karşımda kendini gösterip temessül eyledi. Mânen "Bana bak" dedi. Ben de baktım, birden tesbihat içinde gördüm ki, bin üç yüz elli birden, ta bin üç yüz altmış bir tarihini gösterdi. Halimize baktım; perde altında elli birden, ta altmış bire kadar Risale-i Nur medet beklediği İstanbul âfâkında, perde altında bir nevi taarruz bulunmuş ve altmış birde birden patlamasıdır.
Tahlil
, bin yüz, yüz, üçüncü yüz, otuz, dördüncü on, beş bir ile beraber on, ahirdeki "tenvin" vakfen elif olduğu için, yekûnu bin üç yüz elli bir, aslı yâ-i müşeddede olduğundan, bin üç yüz altmış bir eder. Haşiye
Said Nursi
Bu aciz kardeşiniz, hem itiraz eden o eski dost zata, hem ehl-i dikkate ve sizlere beyan ediyorum ki:
Kur'an-ı Mucizü'l-Beyanın feyziyle Yeni Said (r.a.) hakaik-ı imaniyeye dair o derece mantıkça ve hakikatçe bürhanlar zikrediyor ki; değil Müslüman uleması, belki en muannid Avrupa feylesoflarını da teslime mecbur ediyor ve etmektedir. Amma, Risale-i Nurun kıymet ve ehemmiyetine işari ve remzi bir tarzda Hazret-i Ali (r.a.) ve Gavs-ı Azamın (r.a.) ihbaratı nevinden, Kur'ân-ı Mucizül-Beyan dahi bu zamanda bir mucize-i maneviyesi olan Risale-i Nura nazar-ı dikkati celb etmesine mana-i işari tabakasından rumuz ve imaları, icazının şenindendir ve o lisan-ı gaybın belagat-ı mucizekaranesinin muktezasıdır.
Evet, Eskişehir hapishanesinde, dehşetli bir zamanda, kudsi bir teselliye pekçok muhtaç olduğumuz hengamda, manevi bir ihtarla:
"Risale-i Nurun makbuliyetine eski evliyalardan şahit getiriyorsun. Halbuki, sırrıyla, en ziyade bu meselede söz sahibi Kur'andır. Acaba Risale-i Nur'u Kur'an kabnl eder mi? Ona ne nazarla bakıyor?" denildi. O acib sual karşısında bulundum. Ben de, Kur'an'dan istimdat eyledim.
Birden, otuz üç ayetin mana-i sarihinin teferruatı nevindeki tabakatından ınana-i işari tabakasından ve o mana-i işari külliyetinde dahil bir ferdi, Risale-i Nur olduğunu ve duhulüne ve medar-ı imtiyazına bir kuvvetli karine bulunmasını bir saat zarfında hissettim ve bir kısmını bir derece izahlı, bir kısmını mücmelen gördüm. Kanaatime hiçbir şek ve şüphe ve vehim ve vesvese kalmadı; ve ben de, ehl-i imanın imanını Risale-i Nurla takviye etmek niyetiyle, o kati kanaatimi yazdım ve has kardeşlerime mahrem tutulmak şartıyla verdim.
Haşiye Bu ayet, bizi şiddetle gıybetten men ettiğinden, bizi gıybet edenleri unutmalıyız, medâr-ı gıybet etmemeliyiz. İnşaallah, daha tekerrür etmeyecek.
Ve o risalede, biz demiyoruz ki: "Ayetin mana-i sarihi budur." Ta hocalar "Fihi nazar" desin. Hem, dememişiz ki: "Mana-i işarinin külliyeti budur." Belki diyoruz ki: "Mana-i sarihinin tahtında müteaddit tabakalar var; bir tabakası da, mana-i işari ve remzidir. Ve o mana-i işari de, bir küllidir; her asırda cüz'iyatları var. Ve Risale-i Nur dahi, bu asırda, o mana-i işari tabakasınnı külliyetinde, bir ferddir. " Ve o ferdin, kasten bir medar-ı nazar olduğuna ve ehemmiyetli bir vazife göreceğine, eskiden beri ulema beyninde bir düstur-u cifri ve riyazi ile, karineler, belki hüccetler gösterilmiş iken, Kur'an'ın ayetini veya sarahatini, değil incitmek; belki icaz ve belagatına hizmet ediyor.
Bu nevi işarat-ı gaybiyeye itiraz edilmez. Ehl-i hakikatin nihayetsiz işarat-ı Kuraniyeden had ve hesaba gelmeyen istihraçlarını inkar edemeyen, bunu da inkar etmemeli ve edemez.
Amma benim gibi ehemmiyetsiz bir adamın elinde böyle ehemmiyetli bir eserin zuhur etmesini istiğrab ve istibad edip, böyle itiraz eden zat, eğer buğday tanesi kadar çam çekirdeğinden dağ gibi çam ağacını halk eylemek azamet ve kudret-i İlahiyeye delil olduğunu düşünse, elbette bizim gibi acz-i mutlak, fakr-ı mutlakta, ihtiyac-ı şedid zamanında, böyle bir eserin zuhuru, "Vüsat-i rahmet-i İlahiyeye delildir" demeye mecbur olur.
Ben, sizi ve muterizleri, Risale-i Nurun şerefi ve haysiyetiyle temin ediyorum ki; bu işaretler ve evliyanın imalı haberleri, remizleri, beni daima şükre ve hamde ve kusurlarımdan istiğfara sevk etmiş. Hiçbir vakitte, hiçbir dakika nefs-i emmareme medar-ı fahr ve gurur olacak bir enaniyet ve benlik vermediğini, size, bu yirmi senelik hayatımın gözünüz önünde tereşşuhatıyla ispat ediyorum.
Evet, bu hakikatle beraber, insan kusurdan, nisyandan hali değil. Benim, bilmediğim çok kusurlarım var, belki de fikrim karışmış; risalelerde hatalar olmuş. Fakat, Kuranın hurufat-ı kudsiyesinin yerine beşerin tercümesini ikame perdesi altında noksan huruflarla, yeni hat altında, tahritkarane, ehl-i dalaletin tevilat-ı fasideleri, ayatın sarahatini incitmelerine bakmıyor gibi, biçare mazlum bir adamın, kardeşlerinin imanını kuvvetlendirmek için bir nükte-i icaziyeyi beyan ettiği için hizmet-i imaniyesine fütur verecek derecede itiraz, elbette, değil ehl-i hakikat zatlar, belki zerre miktar insafı bulunan itiraz edemez.
Bunu da ilaveten beyan ediyorum: Bu zamanda gayet kuvvetli ve hakikatli milyonlarla fedakarları bulunan meşrepler, meslekler, tarikatler, bu dehşetli dalalet hücumuna karşı zahiren mağlubiyete düştükleri halde; benim gibi ÿarım ümmi ve kimsesiz ve mütemadiyen tarassud altında, karakol karşısında ve müthiş, müteaddit cihetlerle aleyhimde propagandalar ve herkesi tenfır etmek vaziyetinde bulunan bir adam, o mesleklerden daha ileri, kuvvetli dayanan Risale-i Nura sahip değildir ve o eser onun hüneri olamaz, onunla iftihar edemez. Belki, doğrudan doğruya Kur'ân-ı Hakimin bu zamanda bir nevi mucize-i maneviyesi olarak, rahmet-i İlahiye tarafından ihsan edilmiştir. O adam, binler arkadaşıyla beraber, o hediye-i Kur'aniyeye el atmışlar; her nasılsa birinci tercümanlık vazifesi ona düşmüş. Onun fikri ve ilmi ve zekasının eseri olmadığına delil, Risale-i Nurda öyle parçalar var ki, bazı altı saatte, bazı iki saatte, bazı bir saatte, bazı on dakikada yazılan risaleler var. Ben, yeminle temin ediyorum ki, Eski Saidin (r.a.) HaşiyeCİK kuvve-i hafızası beraber olmak şartıyla, o on dakikalık işi on saatte fikrimle yapamıyorum, o bir saatlik risaleyi, iki günde, istidadımla, zihnimle yapamıyorum. Ve o bir günde altı saatlik risale olan Otuzuncu Sözü ne ben ve ne de en müdakkik dindar feylesoflar, altı günde o tahkikatı yapamaz. Ve hakeza...
Demek biz müflis olduğumuz halde, gayet zengin bir mücevherat dükkânının dellâlı ve birer hizmetçisi olmuşuz. Cenab-ı Hak, fazl ve keremiyle, şu hizmette hâlisâne, muhlisane bizi ve umum Risale-i Nur Talebelerini daim ve muvaffak eylesin; amin, bihürmeti Seyyidil-Mürselin...
Said Nursi
Çok aziz, çok sıddik ve sadık kardeşlerim ve Risale-i Nur cihetinde emin ve halis varislerim,
Çok manidar ve kuvvetli bir tevafuk ve şakirtlerin sadakatlerine delil, bir zahir keramet-i Nuriyeyi beyan etmeme bir ihtar aldım. Şöyle ki:
Ben vasiyetnamemi yazdığım aynı zamanda, gizli münafıklar, benim itimad ettiğim hizmetçilerimi zabıta tarafından yanıma gelmekten men ettikleri aynı vakitte, fırsat bulup, tanımadığım birisiyle, sabık dokuz defadan daha tesirli bir zehir bana yutturdular.
Hem aynı zamanda, Tunuslu ve alim kardeşlerimizden ve buraya kadar geçen sene beni görmek için gelip görüşmeden giden Hoca Haşmet, Yozgat'tan buraya yazıyor ki: "Said vefat etmiş, Risale-i Nur'un yüz otuz risalesi muhafaza edilsin. Ta ki, ileride tab edeceğiz."
HaşiyeCİK Bazı müstensihler bu biçare Said hakkında (r.a.) kelimesini bir dua niyetiyle yazmışlar. Ben bozmak istedim; hatıra geldi ki, Allah razı olsun manasında bir duadır, ilişme. Ben de bozmadım.
Hem aynı zamanda Halil İbrahim'in vefatım hakkında bir hazin mersiye hükmündeki parlak mektubu, şakirtleri ağlattırdı.
Hem, bu zamana pek yakın, Hüsrev'in, kendi adetine muhalif benim vefatıma dair bir-iki mektubunda, iki-üç gün ömür gibi tabirlerle ecelime işaretleri, bir parça beni müteessir etti. Acaba ben gidiyorum diye endişe ettim.
Hem, bu aynı hengamlarda, en ziyade hayat-ı dünyeviyedeki vazifemi düşünüp vefatımdan sonra şakirtler bu dehşetli zamanda benim bedelime de o vazifeyi yapacaklar mı diye çok merak ederken, birden Denizli, Milas, Isparta, İnebolu, ümidimin yüz derece fevkınde ve öyle bir sahabetkarane ve iltizamperverane o vazifeye koşup başkaları da ve muallim ve alimleri koşturdular ki, beni hayret hayret içinde bıraktılar.
Elhasıl: Bu beş cihetteki tevafuk, zahir bir keramet-i Nuriyedir.
Kardeşlerim, merak etmeyiniz, Cevşen ve Evrad-ı Bahaiye bu defa dahi o dehşetli zehirin tehlikesine galebe etti; tehlike devresi geçti, fakat hastalık devam ediyor.
Umum kardeşlerime birer birer selam, selametlerine dua edip, şüphesiz makbul olan dualarını isterim ve İneboluda ve civarında hem çok hanımların, hem küçücük yavrularının Risale-i Nuru yazmaya başlamalarını ve Kuran dersini çok masumların almasını bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz.
Said Nursi