Muhakkaktır ki: Tenzil’in hassa-i cazibedarı, i’cazdır. İ’caz ise, belâgatın yüksek tabakasından tevellüd eder. Belâgat ise hasais ve mezaya, bahusus istiare ve mecaz üzere müessesedir. Kim istiare ve mecaz dûrbîniyle temâşâ etmezse, mezayasını göremez. Zîra ezhan-ı nâsın te’nisi için, esalîb-i Arabda yenabi-i ulûmu isale eden Tenzil’in içinde tenezzülât-ı İlâhîye ta’bir olunan müraat-ı efham ve ihtiram-ı hissiyat ve mümaşat-ı ezhan vardır.
Vakta ki bu böyledir, ehl-i tefsire lâzımdır: Kur’ânın hakkını bahş ve kıymetini noksan etmesin. Ve belâgatın tasdik ve sikkesi olmayan bir şeyle, Kur’ân’ı te’vil etmesinler. Zîra her hakîkattan daha zâhir ve daha vâzıh tahakkuk etmiş ki; Kur’ân’ın ma’naları hak oldukları gibi, tarz-ı ifade ve sûret-i ma’nası dahi beligane ve ulvîdir.
Cüz’iyatı o madene irca’ ve teferruatı o menbaa ilhak etmeyen, Kur’ân’ın îfa-i hakkında mutaffifînden oluyor. Bir-iki misâl göstereceğiz. Zîra nazarı celbeder.
Birinci Misâl:
(Allahu a’lemu bimuradihi). Caizdir: İşâret olunan mecaz, böyle bir tasavvuru îma eder ki: Sefine gibi olan küre, bahr-i muhit-i havaînin içinde taht-el bahr bir gemisi ve umman gibi fezada direk veya demir gibi dağlarıyla irsa ve ta’mid ederek hava ile iştibak ettiğinden müvazeneti muhafaza olunmuştur. Demek dağlar o geminin demir ve direkleri hükmündedirler.
Sâniyen: İnkılabat-ı dâhiliyeden ihtizazat, o dağlar ile iskât olunurlar. Zîra dağlar yerin mesamatı hükmündedir. Dâhilî bir heyecan olduğu vakit arz dağlar ile teneffüs ettiğinden gazabı ve hiddeti sükûnet bulur. Demek arzın sükûn ve sükûneti dağlar iledir.
Sâlisen: İmaret-i arzın direği beşerdir. Hayat-ı beşerin direği dahi, menabi’-i hayat olan mâ’ ve türab ve havanın istifadeye lâyık sûretiyle muhafazalarıdır. Halbuki şu üç şerâit-i hayatın kefili dahi dağlardır. Zîra dağ ve cibal mehazin-i mâ’ olduğu gibi, cezb-i rutubet hasiyetiyle havaya meşşata oluyor... Hararet ve bürudeti ta’dil ettiği gibi, havaya mahlut olan muzır gazların teressübüne ve havanın tasfiyesine sebeb olduğu gibi, toprağa da terahhum ediyor. Çamurluk ve bataklık ve bahrin tasallutundan muhafaza eder.
Râbian: Belâgatça vech-i münâsebet ve müşabehet budur: Faraza bir adam hayal balonuyla küreden yüksek yere uçarsa; dağların silsilelerine baksa, acaba tabaka-i türabiyeyi direkler üstüne serilip atılmış bedevi haymeler gibi tahayyül ederse ve münferid dağları da bir direk üstünde kurulan bir çadıra benzetilse, acaba tabiat-ı hayale muhalefet olur mu? Faraza sen o silsileleri müstakil dağlar ile beraber sath-ı arza keyfiyet-i vaziyeti bir bedevi Arabın karşısında tasvir tarzında tahayyül ve tahyil edersen, şöyle:
Bu silsileler A’rab-ı Bedeviyenin haymeleri gibi arz sahrasında kurulmuş ve taraf taraf da çadırlar tahallül etmiş desen... Arabların hayalî olan üslûblarından uzak düşmüyorsun... Hem de eğer vehim ile bu kasr-ı müşeyyed-i âlemden tecerrüd edip uzaktan hikmet dûrbîniyle mehd-i beşer olan yere ve sakf-ı merfu’ olan semaya temâşâ edersen.. sonra silsile-i cibalde temessül ve etraf-ı semaya temas eden dâire-i ufuk ile mahdud olan semayı, bir fustat gibi yerin üstüne vaz’ ve cibal evtadıyla rabtolunmuş bir çadır kubbesini tahayyül ve tevehhüm edersen müttehem edemezler. Sekizinci Mes’ele’nin Tenbih’inde biriki misâl daha gelecektir.