Suâl: Şu iki âyet-i câmianın ifade ettiği vücûb ve vahdâniyet-i İlâhiye ve evsaf ve şuûnât-ı Rabbâniyeye âlem-i asgar ve ekber olan insan ve kâinatın vech-i delâletlerini mücmel ve kısa bir sûrette beyânlarını isteriz. Çünkü, münkirler pek ileri gittiler. "Ne vakte kadar [O [Allah] her şeye kâdirdir. (Mülk Sûresi: 1; v.d.)] deyip, elimizi kaldıracağız" diyorlar.
Elcevap: Yazılan bütün otuz üç adet Sözler o âyetin denizinden ve ifâza ettiği hakikat bahrinden otuz üç katredir; onlara baksanız, cevabınızı alabilirsiniz. Şimdilik, yalnız o denizden bir katrenin reşehâtına işaret nevinden, şöyle deriz ki:
Meselâ, nasıl ki bir zât-ı mu'ciznümâ büyük bir saray yapmak istese, evvelâ temellerini, esaslarını muntazaman, hikmetle vaz' eder ve ilerideki neticelerine ve gâyelerine muvâfık bir tarzda tertib eder. Sonra menzillere, kısımlara maharetle tefrik ve tafsil ediyor; sonra, o menzilleri tanzim ve tertib ediyor; sonra, nukuşlarla tezyin ediyor; sonra, elektrik lâmbalarıyla tenvir ediyor; sonra, o muhteşem ve müzeyyen sarayda maharetini, ihsanâtını tecdid etmek için herbir tabakada yeni yeni icâdlar, tebdiller, tahviller yapıyor. Sonra, herbir menzilde kendi makamına merbut bir telefon rabt edip, birer pencere açarak, herbirinden onun makamı görünür.
1- Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.
2- Onlara gerek içinde yaşadıkları âlemin her tarafînda, gerekse kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz-tâ ki Kur'ân'ın hak olduğu onlara iyice açıklanmış olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi? (Fussilet Sûresi: 53.)
3- O [ALLAH] her şeye kadirdir. (Mülk Suresi 1)
Aynen öyle de, , Sâni-i Zülcelâl, Hâkim-i Hakîm, Adl-i Hakem gibi bin bir Esmâ-i Kudsiye ile müsemmâ Fâtır-ı Bîmisâl, şu âlem-i ekber olan kâinat sarayının ve hilkat şeceresinin icâdını irâde etti. Altı günde o sarayın, o şecerenin esasâtını, desâtir-i hikmet ve kavânîn-i ilm-i ezelîsi ile vaz' etti. Sonra, ulvî ve süflî tabakâta ve dallara ayırıp, kazâ ve kader desâtiri ile tafsil ve tasvir etti. Sonra, her mahlûkatın her tâifesini ve her tabakasını sun' ve inâyet düsturu ile tanzim etti. Sonra, herşeyi, herbir âlemi ona lâyık bir tarzda, meselâ semâyı yıldızlarla, zemini çiçeklerle tezyin ettiği gibi süslendirip tezyin etti. Sonra, o kavânîn-i külliye ve desâtir-i umumiye meydanlarında esmâlarını tecellî ettirip tenvir etti. Sonra, bu kanun-u küllînin tazyikinden feryad eden ferdlere Rahmânü'r-Rahîm isimlerini hususi bir sûrette imdada yetiştirdi. Demek, o küllî ve umumi desâtiri içinde, hususi ihsanâtı, hususi imdadları, hususi cilveleri var ki; herşey, her vakit, her hâceti için Ondan istimdâd eder, Ona bakabilir.
Sonra, her menzilden, her tabakadan, her âlemden, her tâifeden, her ferdden, herşeyden, kendini gösterecek, yani vücudunu ve vahdetini bildirecek pencereler açmış. Her kalb içinde bir telefon bırakmış.
Şimdi, şu hadsiz pencerelerden, elbette. haddimizin fevkınde olarak bahse girişemeyeceğiz. Onları ilm-i muhît-i İlâhîye havale edip, yalnız âyât-ı Kur'âniyenin lemeâtı olan otuz üç pencereyi Otuz Üçüncü Sözün Otuz Üçüncü Mektubunun, namazdan sonraki tesbihâtın otuz üç aded-i mübârekine muvâfık olmak için, Otuz Üç Pencereye icmâlî ve muhtasar bir sûrette işaret edip, izahını sâir Sözlere havale ederiz.
Bilmüşâhede görüyoruz ki, bütün eşya, hususan zîhayat olanların pekçok muhtelif hâcâtı ve pekçok mütenevvi' metâlibi vardır. O matlabları, o hâcetleri ummadığı ve bilmediği ve eli yetişmediği yerden münâsip ve lâyık bir vakitte onlara veriliyor, imdada yetiştiriliyor. Halbuki, o hadsiz maksudların en küçüğüne o muhtaçların kudreti yetişmez, elleri ulaşmaz.
Sen kendine bak: Zâhirî ve bâtınî hasselerin ve onların levâzımâtı gibi, elin yetişmediği ne kadar eşyaya muhtaçsın. Bütün zîhayatları kendine kıyas et. İşte bütün onlar, birer birer Vücûb-u Vâcibe şehâdet ve vahdetine işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmûasıyla, güneşin ziyâsı güneşi gösterdiği gibi, o hal ve bu keyfiyet, perde-i gayb arkasında bir Vâcibü'l-Vücudu, bir Vâhid-i Ehadi, hem gayet Kerîm, Rahîm, Mürebbî, Müdebbir ünvanları içinde akla gösterir.
Şimdi ey münkir-i cahil ve ey fâsık-ı gâfil! Bu faaliyet-i hakîmâneyi, basîrâneyi, rahîmâneyi ne ile izah edebilirsin? Sağır tabiatla mı, kör kuvvetle mi, sersem tesadüfle mi, âciz, câmid esbâbla mı izah edebilirsin?
Eşya, vücud ve teşahhusâtlarında, nihayetsiz imkânât yolları içinde mütereddit, mütehayyir, şekilsiz bir sûrette iken birden bire gayet muntazam, hakîmâne öyle bir teşahhus vechi veriliyor ki; meselâ, herbir insanın yüzünde bütün ebnâ-i cinsinden herbirisine karşı birer alâmet-i fârika o küçük yüzde bulunduğu ve zâhir ve bâtın duygularıyla kemâl-i hikmetle teçhiz edildiği cihetle, o yüz, gayet parlak bir sikke-i ehadiyet olduğunu ispat eder. Herbir yüz, yüzer cihetle bir Sâni-i Hakîmin vücuduna şehâdet ve vahdetine işaret ettikleri gibi, bütün yüzlerin heyet-i mecmûasıyla izhâr ettikleri o sikke bütün eşyanın Hâlıkına mahsus bir hâtem olduğunu akıl gözüne gösterir.
Ey münkir! Hiçbir cihetle kâbil-i taklid olmayan şu sikkeleri ve mecmûundaki parlak sikke-i Samediyeti hangi tezgâha havale edebilirsin?
Zeminin yüzünde dört yüz bin muhtelif tâifeden Haşiye ibaret olan bütün hayvanât ve nebâtât envaının ordusu, bilmüşâhede, ayrı ayrı erzakları, sûretleri, silâhları, libasları, tâlimâtları, terhisâtları kemâl-i mîzan ve intizamla, hiçbir şey unutulmayarak, hiçbirini şaşırmayarak, bir sûrette tedbîr ve terbiye etmek öyle bir sikkedir ki, hiçbir şüphe kabul etmez, güneş gibi parlak bir sikke-i Vâhid-i Ehaddir. Hadsiz bir kudret ve muhît bir ilim ve nihayetsiz bir hikmet sahibinden başka kimin haddi var ki, o hadsiz derecede hârika olan şu idareye karışsın. Çünkü, şu birbiri içinde girift olan envaları, milletleri, umumunu birden idare ve terbiye edemeyen, onlardan birisine karışsa, elbette karıştıracak. Halbuki, sırrı ile, hiçbir karışık alâmeti yoktur. Demek ki, hiçbir parmak karışamıyor.
Haydi, çevir gözünü: En küçük bir kusur görüyormusun? (Mülk Sûresi: 3.)
İstidad lisâniyle bütün tohumlar tarafından ve ihtiyac-ı fıtrî lisâniyle bütün hayvanlar tarafından ve lisân-ı ıztırârıyla bütün muztarlar tarafından edilen duâların makbuliyetidir.
İşte, bu nihayetsiz duâların bilmüşâhede kabul ve icâbeti, herbiri vücûba ve vahdete şehâdet ve işaret ettikleri gibi, mecmûu büyük bir mikyasta, bilbedâhe, bir Hâlık-ı Rahîm ve Kerîm ve Mucîb'e delâlet eder ve baktırır.
Görüyoruz ki, eşya, hususan zîhayat olanlar, def'î gibi, âni bir zamanda vücuda gelir. Halbuki, def'î ve âni bir sûrette basit bir maddeden çıkan şeyler gayet basit, şekilsiz, san'atsız olması lâzım gelirken, çok maharete muhtaç bir hüsn-ü san'atta, çok zamana muhtaç ihtimamkârâne nakışlarla münakkaş, çok âlâta muhtaç acîb san'atlarla müzeyyen, çok maddelere muhtaç bir sûrette halk olunuyorlar.
İşte, bu def'î ve âni bir sûrette, bu hârika san'at ve güzel heyet, herbiri bir Sâni-i Hakîmin vücûb-u vücuduna şehâdet ve vahdet-i rubûbiyetine işaret ettikleri gibi, mecmûu gayet parlak bir tarzda nihayetsiz Kadîr, nihayetsiz Hakîm bir Vâcibü'l-Vücudu gösterir.
Şimdi, ey sersem münkir! Haydi, bunu ne ile izah edersin? Senin gibi sersem, âciz, cahil tabiatla mı? Veyahut hadsiz derece hatâ ederek, o Sâni-i Mukaddese tabiat ismini verip, Onun mu'cizât-ı kudretini o tesmiye bahanesiyle tabiata isnad edip bin derece muhâli birden irtikâb etmek mi istersin?
Şu âyet, vücûb ve vahdeti gösterdiği gibi, bir İsm-i âzamı gösteren gayet büyük bir penceredir. İşte şu âyetin hulâsatü'l-hulâsası şudur ki:
Kâinatın ulvî ve süflî tabakâtındaki bütün âlemler ayrı ayrı lisânla birtek neticeyi, yani birtek Sâni-i Hakîmin rubûbiyetini gösteriyorlar. Şöyle ki:
Nasıl, göklerde, hattâ kozmoğrafyanın itirafıyla dahi, gayet büyük neticeler için gayet muntazam hareketler bir Kadîr-i Zülcelâlin vücud ve vahdetini ve kemâl-i rubûbiyetini gösterir; öyle de, zeminde, bilmüşâhede, hattâ coğrafyanın şehâdetiyle ve ikrarıyla, gayet büyük maslahatlar için, mevsimlerdeki gibi gayet muntazam tahavvülâtlar dahi aynı o Kadîr-i Zülcelâlin vücûb-u vahdetini ve kemâl-i rubûbiyetini gösterir.
Hem, nasıl berrde ve bahirde kemâl-i rahmetle rızıkları verilen ve kemâl-i hikmetle muhtelif şekiller giydirilen ve kemâl-i rubûbiyetle türlü türlü duygular ile teçhiz edilen bütün hayvanât, birer birer yine o Kadîr-i Zülcelâlin vücûbuna şehâdet ve vahdetine işaret etmekle beraber, heyet-i mecmûasıyla gayet geniş bir mikyasta azamet-i ulûhiyetini ve kemâl-i rubûbiyetini gösterir; öyle de, bağlardaki muntazam nebâtât ve nebâtâtın gösterdikleri müzeyyen çiçekler ve çiçeklerin gösterdikleri mevzun meyveler ve meyvelerin gösterdikleri müzeyyen nakışlar, birer birer yine o Sâni-i Hakîmin vücûbuna şehâdet ve vahdetine işaret etmekle beraber, külliyetleriyle gayet şâşaalı bir sûrette cemâl-i rahmetini ve kemâl-i rubûbiyetini gösterir.
Göklerin ve yerin yaratılmasında, gecenin ve gündüzün değişmesinde, insanlara faydalı şeylerle denizde akıp giden gemilerde, Allah'ın gökten su indirip onunla yeryüzünü ölümden sonra diriltmesinde, her türlü canlıyı yeryüzüne yaymasında, rüzgarları sevk etmesinde ve gökle yer arasında Allah'ın emrine boynun eğmiş bulutlarda, aklını kullanan bir topluluk için Allah'ın varlık ve birliğine, kudret ve rahmetine işaret eden nice deliller vardır. (Bakara Sûresi: 164.)
Hem, nasıl cevv-i semâdaki bulutlardan mühim hikmetler ve gâyeler ve lüzûmlu faydalar ve semereler için tavzif edilen ve gönderilen katreler, katreler adedince yine o Sâni-i Hakîmin vücûbunu ve vahdetini ve kemâl-i rubûbiyetini gösterir; öyle de, zemindeki bütün dağların ve dağlar içindeki mâdenlerin ayrı ayrı hâsiyetleriyle beraber, ayrı ayrı maslahatlar için ihzâr ve iddiharları, dağ metânetinde bir kuvvetle yine o Sâni-i Hakîmin vücûb ve vahdetini ve kemâl-i rubûbiyetini gösterir.
Hem, nasıl sahrâlarda ve dağlardaki küçük küçük tepelerin türlü türlü muntazam çiçeklerle süslenmeleri, herbiri bir Sâni-i Hakîmin vücûbuna şehâdet ve vahdetine işaret etmekle beraber, heyet-i mecmûasıyla haşmet-i saltanatını ve kemâl-i rubûbiyetini gösterir; öyle de, bütün otlarda ve ağaçlardaki bütün yaprakların türlü türlü eşkâl-i muntazamaları ve ayrı ayrı vaziyetleri ve cezbekârâne mevzun hareketleri, yapraklar adedince yine o Sâni-i Hakîmin vücûb-u vücudunu ve vahdetini ve kemâl-i rubûbiyetini gösterir.
Hem, nasıl bütün ecsâm-ı nâmiyede, büyümek zamanında muntazaman hareketleri ve türlü türlü âlât ile teçhizleri ve çeşit çeşit meyvelere şuurkârâne teveccühleri, herbiri ferden ferdâ yine o Sâni-i Hakîmin vücûb-u vücuduna şehâdet ve vahdetine işaret eder ve heyet-i mecmûasıyla gayet büyük bir mikyasta ihâta-i kudretini ve şümûl-ü hikmetini ve cemâl-i san'atını ve kemâl-i rubûbiyetini gösterir; öyle de, bütün hayvanî cesedlerde kemâl-i hikmetle nefislerini, ruhlarını yerleştirmek, türlü türlü cihazât ile kemâl-i intizam ile teslîh etmek, türlü türlü hizmetlerde kemâl-i hikmetle göndermek, hayvanât adedince, belki cihazâtları sayısınca yine o Sâni-i Hakîmin vücûb-u vücuduna ve vahdetine şehâdet ve işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmûasıyla gayet parlak bir sûrette cemâl-i rahmetini ve kemâl-i rubûbiyetini gösterir.
Hem, nasıl bütün kalblere, insan ise her nevi ulûm ve hakikatleri bildiren, hayvan ise her nevi hâcetlerinin tedârikini öğreten bütün ilhamât-ı gaybiye, bir Rabb-i Rahîmin vücudunu ihsâs eder ve rubûbiyetine işaret eder; öyle de, gözlere kâinat bostanındaki mânevî çiçekleri toplayan şuâât-ı ayniye gibi zâhirî ve bâtınî bütün duyguların ayrı ayrı âlemlere herbiri birer anahtar olmaları, yine o Sâni-i Hakîm, o Fâtır-ı Alîm, o Hâlık-ı Rahîm, o Rezzâk-ı Kerîmin vücûb-u vücudunu ve vahdet ve ehadiyetini ve kemâl-i rubûbiyetini güneş gibi gösterir.
İşte, şu yukarıda geçen on iki ayrı ayrı pencerelerden, on iki vecihten bir pencere-i âzam açılıyor ki, on iki renkli bir ziyâ-i hakikat ile Cenâb-ı Hakkın ehadiyetini ve vahdâniyetini ve kemâl-i rubûbiyetini gösterir.
İşte, ey bedbaht münkir! Şu daire-i arz kadar, belki medâr-ı senevîsi kadar geniş olan şu pencereyi ne ile kapatabilirsin? Ve Güneş gibi parlak olan şu mâden-i nuru ne ile söndürebilirsin ve hangi perde-i gaflette saklayabilirsin?
Şu kâinat yüzünde serpilen masnuâtın kemâl-i intizamları ve kemâl-i mevzuniyetleri ve kemâl-i zînetleri ve icâdlarının suhûleti ve birbirine benzemeleri ve birtek fıtrat izhâr etmeleri, nasıl ki bir Sâni-i Hakîmin vücûb-u vücudunu ve kemâl-i kudretini ve vahdetini gayet geniş bir mikyasta gösteriyorlar. Öyle de, (�) câmid ve basit unsurlardan hadsiz ve ayrı ayrı ve muntazam mürekkebâtın icâdı, mürekkebât adedince yine o Sâni-i Hakîmin vücûb-u vücuduna şehâdet ve vahdetine işaret etmekle beraber, (�) heyet-i mecmûasıyla gayet parlak bir tarzda kemâl-i kudretini ve vahdetini gösterdiği gibi, (�) terkibât-ı mevcudât tâbir edilen terkib ve tahlil hengâmındaki teceddüdde nihayet derecede ihtilât ve karışma içinde nihayet derecede bir imtiyaz ve tefrik ile, meselâ topraktaki tohumların ve köklerin çok karışık olduğu halde hiç şaşırmayarak, bir sûrette sümbüllenmelerini ve vücudlarını temyiz ve tefrik etmek ve ağaçlara giren karışık maddeleri yaprak ve çiçek ve meyvelere tefrik etmek ve hüceyrât-ı bedene karışık bir sûrette giden gıdâî maddeleri kemâl-i hikmetle ve kemâl-i mîzanla ayırıp tefrik etmek, yine o Hakîm-i Mutlak ve o Alîm-i Mutlak ve o Kadîr-i Mutlakın vücûb-u vücudunu ve kemâl-i kudretini ve vahdetini gösterdiği gibi, (�) zerreler âlemini hadsiz ve geniş bir tarla hükmüne getirip, her dakikada kemâl-i hikmetle ekip biçip, yeni yeni kâinatlar mahsulatını ondan almak ve o câmide, âcize, cahile olan zerrâta gayet şuurkârâne ve gayet hakîmâne ve muktedirâne hadsiz muntazam vazifeleri gördürmek, yine o Kadîr-i Zülcelâlin ve o Sâni-i Zülkemâlin vücûb-u vücudunu ve kemâl-i kudretini ve azamet-i rubûbiyetini ve vahdetini ve kemâl-i rubûbiyetini gösterir.
İşte, bu dört yol ile, büyük bir pencere Mârifetullâha açılır ve büyük bir mikyasta, bir Sâni-i Hakîmi akla gösterir.
Şimdi, ey bedbaht gâfil! Şu halde Onu görmek ve tanımak istemezsen aklını çıkar at, hayvan ol, kurtul!
Nevi beşerdeki bütün ervâh-ı neyyire ashâbı olan enbiyâlar (Aleyhimüsselâm), bâhir ve zâhir mu'cizâtlarına istinad ederek ve bütün kulûb-u münevvere aktâbı olan evliyâlar, keşf ve kerâmetlerine itimad ederek ve bütün ukûl-u nurâniye erbâbı olan asfiyâlar, tahkikatlarına istinad ederek, birtek Vâhid-i Ehad, Vâcibü'l-Vücud, Hâlık-ı Küll-i Şeyin vücûb-u vücuduna ve vahdetine ve kemâl-i rubûbiyetine şehâdetleri pek büyük ve nurânî bir penceredir. Hem, her vakit o makam-ı rubûbiyeti göstermektedir.
Ey bîçare münkir! Kime güveniyorsun ki, bunları dinlemiyorsun? Veyahut gündüz içinde gözünü kapamakla, dünyayı gece mi oldu zannediyorsun?
Kâinattaki ibâdât-ı umumiye, bilbedâhe bir Ma'bud-u Mutlakı gösteriyor.
Evet, âlem-i ervâha ve bâtına giden ve ruhânî ve meleklerle görüşen zâtların şehâdetleriyle sabit olan umum ruhânî ve melâikelerin kemâl-i imtisâl ile ubûdiyetleri ve bilmüşâhede, bütün zîhayatların kemâl-i intizamla ubûdiyetkârâne vazifeler görmeleri ve bilmüşâhede, anâsır gibi bütün cemâdâtın kemâl-i itaatle ubûdiyetkârâne hizmetleri bir Ma'bud-u Bilhakkın vücûb-u vücudunu ve vahdetini gösterdiği gibi; herbir tâifesi, icmâ ve tevâtür kuvvetini taşıyan bütün âriflerin hakikatli mârifetleri, bütün şâkirler tâifesinin semeredar şükürleri ve bütün zâkirlerin feyizli zikirleri ve bütün hâmidlerin nimet arttıran hamdleri ve bütün muvahhidlerin bürhanlı tevhidleri ve tavsifleri ve bütün muhiblerin hakiki muhabbet ve aşkları ve bütün mürîdlerin sâdık irâde ve rağbetleri ve bütün münîblerin ciddi taleb ve inâbeleri, yine Mâruf, Mezkûr, Meşkûr, Mahmûd, Vâhid, Mahbub, Mergub, Maksud olan o Ma'bud-u Ezelînin vücûb-u vücudunu ve kemâl-i rubûbiyetini ve vahdetini gösterdiği gibi; kâmil insanlardaki bütün makbul ibâdâtın ve o makbul ibâdâtın neticesinden hâsıl olan füyüzât ve münâcât, müşâhedât ve keşfiyât, yine o Mevcud-u Lemyezel ve o Ma'bud-u Lâyezâlin vücûb-u vücudunu ve vahdetini ve kemâl-i rubûbiyetini gösterir.
İşte şu üç cihette, ziyâdar büyük bir pencere vahdâniyete açılır.
Şu kâinattaki mevcudâtın birbirine teâvünü, tecâvübü, tesânüdü gösterir ki, umum mahlûkat birtek Mürebbînin terbiyesindedirler, birtek Müdebbirin idaresindedirler, birtek Mutasarrıfın taht-ı tasarrufundadırlar, birtek Seyyidin hizmetkârlarıdırlar.
O Allah ki, gökten bir su indirdi ki, onunla sizin için rızık olarak meyveleri yetiştirdi. Birbiri ardınca dönüp duran güneşi ve ayı da sizin hizmetinize verdi. O, sözünüz ve halinizle istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız, saymakla bitiremezsiniz. (İbrahim Sûresi: 32-34)
Çünkü, zemindeki zîhayatlara levâzımât-ı hayatiyeyi emr-i Rabbânî ile pişiren güneşten ve takvimcilik eden kamerden tut, tâ ziyâ, hava, mâ, gıdânın zîhayatların imdadına koşmalarına ve nebâtâtın dahi hayvanâtın imdadına koşmalarına ve hayvanât dahi insanların imdadına koşmalarına, hattâ âzâ-i bedenin birbirinin muâvenetine koşmalarına ve hattâ gıdâ zerrâtının hüceyrât-ı bedeniyenin imdadına koşmalarına kadar câri olan bir düstur-u teâvün ile, câmid ve şuursuz olan o mevcudât-ı müteâvine, bir kanun-u kerem, bir nâmus-u şefkat, bir düstur-u rahmet altında gayet hakîmâne, kerîmâne birbirine yardım etmek, birbirinin sadâ-i hâcetine cevap vermek, birbirini takviye etmek; elbette, bilbedâhe, birtek, yektâ Vâhid-i Ehad, Ferd-i Samed, Kadîr-i Mutlak, Alîm-i Mutlak, Rahîm-i Mutlak, Kerîm-i Mutlak bir Zât-ı Vâcibü'l-Vücudun hizmetkârları ve memurları ve masnu'ları olduklarını gösterir.
İşte, ey bîçare müflis felsefî! Bu muazzam pencereye ne diyorsun? Senin tesadüfün buna karışabilir mi?
Bütün ervâh ve kulûbun dalâletten neş'et eden ızdırâbât ve keşmekeş ve ızdırâbâttan neş'et eden mânevî elemlerden kurtulmaları, birtek Hâlıkı tanımakla olur. Bütün mevcudâtı birtek Sânia vermekle necât buluyorlar. Birtek Allah'ın zikriyle mutmaîn olurlar.
Çünkü, hadsiz mevcudât birtek zâta verilmezse, Yirmi İkinci Sözde katî ispat edildiği gibi, o zaman, her birtek şeyi hadsiz esbâba isnad etmek lâzım gelir ki; o halde birtek şeyin vücudu, umum mevcudât kadar müşkül olur.
Çünkü, Allah'a verse, hadsiz eşyayı bir zâta verir. Ona vermezse, herbir şeyi hadsiz esbâba vermek lâzım gelir. O vakit, bir meyve kâinat kadar müşkülât peydâ eder, belki daha ziyâde müşkül olur. Çünkü, nasıl bir nefer yüz muhtelif adamın idaresine verilse, yüz müşkülât olur ve yüz nefer, bir zâbitin idaresine verilse, bir nefer hükmünde kolay olur; öyle de, çok muhtelif esbâbın birtek şeyin icâdında ittifakları, yüz derece müşkülâtlı olur. Ve pekçok eşyanın icâdı, birtek zâta verilse, yüz derece kolay olur.
İşte, mahiyet-i insaniyedeki merak ve taleb-i hakikat cihetinden gelen nihayetsiz ızdıraptan kurtaracak, yalnız tevhid-i Hâlık ve mârifet-i İlâhiyedir.
Mâdem küfürde ve şirkte nihayetsiz müşkülât ve ıztırâbât var; elbette o yol muhâldir, hakikati yoktur. Mâdem tevhidde, mevcudâtın yaratılışındaki suhûlete ve kesrete ve hüsn-ü sanatına muvâfık olarak, nihayetsiz suhûlet ve kolaylık var; elbette o yol vâcibdir, hakikattir.
İşte ey bedbaht ehl-i dalâlet! Bak, dalâlet yolu ne kadar karanlıklı ve elemli. Ne zorun var ki, oradan gidiyorsun? Hem bak, İmân ve tevhid yolu ne kadar kolay ve safâlı! Oraya gir, kurtul.
Haberiniz olsun ki, kalpler ancak Allah'ın zikriyle huzura kavuşur. (Ra'd Sûresi: 28.)
sırrınca, umum eşyada, hususan zîhayat masnu'larda, hikmetli bir kalıptan çıkmış gibi, herşeye bir miktar-ı muntazam ve bir sûret hikmetle verildiği; ve o sûret ve o miktarda maslahatlar ve faydalar için eğri büğrü hududlar bulunması; hem, müddet-i hayatlarında değiştirdikleri sûret-i libasları ve miktarları, yine hikmetlere, maslahatlara muvâfık bir tarzda mukadderât-ı hayatiyeden terkib edilen mânevî ve muntazam birer sûret, birer miktar bulunması bilbedâhe gösterir ki; bir Kadîr-i Zülcelâlin ve bir Hakîm-i Zülkemâlin kader dairesinde sûretleri ve biçimleri tertip edilen ve kudretin destgâhında vücutları verilen o hadsiz masnuât, o Zâtın vücûb-u vücuduna delâlet ve vahdetine ve kemâl-i kudretine hadsiz lisân ile şahâdet ederler.
Sen kendi cismine ve âzâlarına ve onlardaki eğri büğrü yerlerin meyvelerine ve faydalarına bak, kemâl-i hikmet içinde kemâl-i kudreti gör.
sırrınca, her şey lisân-ı mahsusu ile Halıkını yâd eder, takdîs eder.
Evet, bütün mevcudâtın lisân-ı hal ve kâl ile ettiği tesbihât, bir tek Zât-ı Mukaddesin vücudunu gösteriyor. Evet fıtratın şehâdeti reddedilmez. Delâlet-i hal ise, hususan çok cihetlerle gelse, şüphe getirmez.
Bak, hadsiz fıtrî şehâdeti tazammun eden ve nihayetsiz tarzlarda lisân-ı hal ile delâlet eden ve mütedâhil daireler gibi bir tek merkeze bakan şu mevcudâtın muntazam sûretleri, her biri birer dildir; ve mevzun heyetleri, her biri birer lisân-ı şehâdettir; ve mükemmel hayatları, herbiri birer lisân-ı tesbihtir ki, Yirmi Dördüncü Sözde katî ispat edildiği gibi, o bütün diller ile pek zâhir bir sûrette tesbihâtları ve tahiyyâtları ve birtek mukaddes zâta şehâdetleri, ziyâ güneşi gösterdiği gibi, birtek Zât-ı Vâcibü'l-Vücudu gösterir ve kemâl-i ulûhiyetine delâlet eder.
1- Her şeyden yüce olan Rabbinin ismini tesbih et. � O Rabbin ki, herşeyi yaratıp düzene koymuştur. � O Rabbin ki, her şeye lâyık bir şekil ve ölçü tâyin etmiş ve onu yaratılış gâyesine yöneltmiştir. (A'lâ Sûresi: 1-3)
2- Hiçbir şey yoktur ki, Onu övüp, Onu tesbih etmesin. (İsrâ Sûresi: 44.)
sırlarınca, herşey, her şeyinde ve her şe'ninde tek bir Hâlık-ı Zülcelâle muhtaçtır.
Evet, kâinattaki mevcudâta bakıyoruz ve görüyoruz ki, zaaf-ı mutlak içinde bir kuvvet-i mutlaka tezâhürâtı var ve acz-i mutlak içinde bir kudret-i mutlakanın âsârı görünüyor: meselâ, nebâtâtın tohumlarında ve köklerindeki ukde-i hayatiyelerinin intibahları zamanında gösterdikleri hârika vaziyetleri gibi.
Hem fakr-ı mutlak ve kuruluk içinde bir gınâ-i mutlakın tezâhürâtı var: kıştaki toprağın ve ağaçların vaziyet-i fakirâneleri ve baharda şâşaalı servet ve gınâları gibi.
Hem, cümûd-u mutlak içinde bir hayat-ı mutlakanın tereşşuhâtı görünüyor: anâsır-ı câmidenin zîhayat maddelere inkılâbı gibi.
Hem, bir cehl-i mutlak içinde muhît bir şuurun tezâhürâtı görünüyor: zerrelerden yıldızlara kadar herşeyin, harekâtında nizâmât-ı âleme ve mesâlih-i hayata ve metâlib-i hikmete muvâfık bir tarzda hareket etmeleri ve şuurkârâne vaziyetleri gibi.
İşte, bu acz içindekikudret ve zaaf içindeki kuvvet ve fakr içindeki servet ve gınâ ve cümûd ve cehil içindeki hayat ve şuur, bilbedâhe ve bizzarure, bir Kadîr-i Mutlak ve Kavî-i Mutlak ve Ganî-i Mutlak ve Alîm-i Mutlak ve Hayy-ı Kayyûm bir Zâtın vücûb-u vücuduna ve vahdetine karşı her taraftan pencereler açar; heyet-i mecmûası ile, büyük bir mikyasta, bir cadde-i nurâniyeyi gösterir.
İşte, ey tabiat bataklığına düşen gâfil! Eğer tabiatı bırakıp kudret-i İlâhiyeyi tanımazsan, herbir şeye, hattâ herbir zerreye hadsiz bir kuvvet ve kudret ve nihayetsiz bir hikmet ve maharet, belki ekser eşyayı görecek, bilecek, idare edecek bir iktidar, herşeyde bulunduğunu kabul etmek lâzım gelir.
sırrınca, herşeye, o şeyin kabiliyet-i mahiyetine göre kemâl-i mîzan ve intizam ile biçilip hüsn-ü san'at ile tertib edilip, en kısa yolda, en güzel bir sûrette, en hafif bir tarzda, istimâlce en kolay bir şekilde, meselâ kuşların elbiselerine ve her vakit tüylerini kolayca oynatmalarına ve istimâl etmelerine bak. Hem, israfsız hikmetli bir tarzda vücud vermek, sûret giydirmek, eşya adedince diller ile bir Sâni-i Hakîmin vücûb-u vücuduna şehâdet ve bir Kadîr-i Alîm-i Mutlaka işaret ederler.
1- De ki: "Her şeyin mülkü ve tasarrufu elinde olan kimdir, biliyorsanız söyleyin". (Mü'minun Sûresi: 88.)
Hiç bir şey yoktur ki, hazineleri Bizim yanımızda olmasın. (Hicr Sûresi: 21)
Hiçbir canlı yoktur ki, Allah onu alnından tutup kudretine boyun eğdirmiş olmasın. Muhakkak ki, Rabbim her şeye hakkıyla koruyucudur ve yapılan herşeyi kaydeder. (Hûd Sûresi: 56-57)
2- O herşeyi en güzel şekilde yarattı. (Secde Sûresi: 7.)
Rûy-i zeminde mevsim bemevsim tazelenen mahlûkatın icâd ve tedbîrlerindeki intizamât ve tanzimât, bilbedâhe bir hikmet-i âmmeyi gösterir. Sıfat, mevsufsuz olmadığından, elbette o hikmet-i âmme, bizzarure, bir Hakîm'i gösterir.
Hem, o perde-i hikmet içinde hârika tezyinât, bilbedâhe, bir inâyet-i tâmmeyi gösterir; ve o inâyet-i tâmme, bizzarure, inâyetkâr bir Hâlık-ı Kerîmi gösterir. Ve o perde-i inâyette umuma şâmil bir taltifât ve ihsanât, bilbedâhe, bir rahmet-i vâsiayı gösterir. Ve o rahmet-i vâsia, bizzarure bir Rahmân-ı Rahîmi gösterir. Ve o perde-i rahmet üstünde dahi, bütün rızka muhtaç zîhayatların lâyık ve mükemmel bir tarzda iâşeleri ve erzakları, bilbedâhe, terbiyekârâne bir rezzâkıyet ve şefkatkârâne bir rubûbiyet gösterir. Ve o terbiye ve idare, bizzarure bir Rezzâk-ı Kerîmi gösterir.
Evet, zeminin yüzünde kemâl-i hikmetle terbiye edilen ve kemâl-i inâyetle tezyin edilen ve kemâl-i rahmetle taltif edilen ve kemâl-i şefkatle iâşe edilen bütün mahlûkat, birer birer bir Sâni-i Hakîm, Kerîm, Rahîm, Rezzâk'ın vücûbuna şehâdet ve vahdetine işaret ettikleri gibi; yeryüzünün mecmûunda tezâhür eden ve umumunda görülen ve kasd ve irâdeyi bilbedâhe gösteren hikmet-i âmme; ve hikmeti dahi tazammun eden umum masnuâta şâmil inâyet-i tâmme; ve inâyet ve hikmeti tazammun eden ve umum mevcudât-ı arzıyeye şâmil olan rahmet-i vâsia; ve rahmet ve hikmet ve inâyeti de tazammun eden umum zîhayata şâmil bir sûrette ve gayet kerîmâne bir tarzda olan rızk ve iâşe-i umumiyeyi birden nazara al, bak.
Nasıl ki elvân-ı seb'a ziyâyı teşkil eder ve yeryüzünü tenvir eden o ziyâ, nasıl, şüphesiz, güneşi gösterir; öyle de, o hikmet içindeki inâyet ve inâyet içindeki rahmet ve rahmet içindeki iâşe-i rızkî, nihayet derecede Hakîm, Kerîm, Rahîm, Rezzâk bir Vâcibü'l-Vücudun vahdetini ve kemâl-i rubûbiyetini büyük bir mikyasta yüksek bir derecede, parlak bir sûrette gösterir.
İşte ey sersem münkir-i gâfil! Göz önündeki bu hakîmâne, kerîmâne, rahîmâne, rezzâkâne terbiyeti ve bu acîb ve hârika ve mu'cize keyfiyeti ne ile izah edebilirsin? Senin gibi serseri tesadüfle mi? Ve kalbin gibi kör kuvvetle mi? Ve kafan gibi sağır tabiatla mı? Ve senin gibi âciz, câmid, cahil esbâbla mı? Yoksa nihayetsiz derecede mukaddes, münezzeh ve müberrâ, muallâ ve nihayetsiz derecede Kadîr, Alîm, Semî, Basîr olan Zât-ı Zülcelâle nihayetsiz derecede âciz, cahil, sağır, kör, mümkin, miskin olan tabiat nâmını verip, nihayetsiz hatâ işlemek mi istersin? Hem, güneş gibi parlak şu hakikati hangi kuvvet ile söndürebilirsin, hangi perde-i gaflet altında saklayabilirsin?
On Yedinci Pencere
Zeminin yüzünü yaz zamanında temâşâ edip görüyoruz ki, icâd-ı eşyada müşevveşiyeti iktizâ eden ve intizamsızlığa sebep olan nihayetsiz sehâvet ve bir cûd-u mutlak, gayet derecede bir insicam ve intizam içinde görünüyor. İşte zemin yüzünü tezyin eden bütün nebâtâtı gör.
Hem, mîzansızlığı ve kabalığı iktizâ eden icâd-ı eşyadaki sürat-i mutlaka dahi kemâl-i mevzuniyet içinde görünüyor. İşte, zemin yüzünü süslendiren bütün meyvelere bak. Hem, ehemmiyetsizliği, belki çirkinliği iktizâ eden kesret-i mutlaka dahi kemâl-i hüsn-ü san'at içinde görünüyor. İşte yeryüzünü yaldızlayan bütün çiçeklere bak.
Hem, san'atsızlığı, basitliği iktizâ eden icâd-ı eşyadaki suhûlet-i mutlaka dahi nihayetsiz derecede san'atkârlık ve maharet ve ihtimamkârlık içinde görünüyor. İşte yeryüzündeki ağaç ve nebâtât cihazâtının sandukçaları ve programları ve tarihçe-i hayatlarının kutucukları hükmünde olan bütün tohumlara, çekirdeklere dikkatle bak.
Hem, ihtilâf ve ayrılığı iktizâ eden uzaklık ve bu'd-u mutlak dahi bir ittifak-ı mutlak içinde görünüyor. İşte bütün aktâr-ı zeminde zer' edilen her nevi hububâta bak.
Hem, karışmayı ve bulaşmayı iktizâ eden kemâl-i ihtilât, bilakis kemâl-i imtiyaz ve tefrik içinde görünüyor. İşte bütün yeraltına karışık atılan ve madde itibâriyle birbirine benzeyen tohumların sümbül vaktinde kemâl-i imtiyazları; ve ağaçlara giren muhtelif maddelerin yaprak, çiçek ve meyvelere, kemâl-i imtiyaz ile tefrikleri; ve mideye giren karışık gıdâların muhtelif âzâ ve hüceyrâta göre kemâl-i imtiyazla ayrılmalarına bak, kemâl-i hikmet içinde kemâl-i kudreti gör.
Hem, ehemmiyetsizliği, kıymetsizliği iktizâ eden gayet derecede mebzûliyet ve nihayet derecede ucuzluk dahi, yeryüzünde masnuâtça, san'atça nihayet derecede kıymettar ve pahalı bir keyfiyette görünüyor. İşte o hadsiz acâib-i san'at içinde, yeryüzünün Rahmânî sofrasında yalnız kudretin şekerlemeleri olan dutların nevilerine bak, kemâl-i rahmeti kemâl-i san'at içinde gör.
Muhakkak ki, göklerde ve yerde müminler için Allah'ın varlık ve birliğine, kudret ve rahmetine işaret eden deliller vardır. (Casiye Sûresi: 3.)
İşte, bütün rûy-i zeminde gayet kıymettarlık ile beraber hadsiz ucuzluk; ve hadsiz ucuzluk içinde hadsiz ihtilât ve karışıklık ile beraber hadsiz imtiyaz ve tefrik; ve hadsiz imtiyaz ve tefrik içinde gayet uzaklık ile beraber son derece muvâfakat ve benzeyiş; ve son derece benzemek içinde gayet derecede suhûlet ve kolaylık ile beraber gayet derecede ihtimamkârâne yapılış; ve gayet derecede güzel yapılış içerisinde sürat-i mutlaka ve çabuklukla beraber gayet derecede mevzun ve mîzanlı ve israfsızlık; ve gayet derecede israfsızlık içinde son derece çokluk ve kesret ile beraber son derecede hüsn-ü san'at; ve son derece hüsn-ü san'at içinde nihayet derecede sehâvet ile beraber intizam-ı mutlak, elbette, gündüz ışığı, ışık güneşi gösterdiği gibi, bir Kadîr-i Zülcelâlin, bir Hakîm-i Zülkemâlin, bir Rahîm-i Zülcemâlin vücûb-u vücuduna ve kemâl-i kudretine ve cemâl-i rubûbiyetine ve vahdâniyetine ve ehadiyetine şehâdet ederler, -1- sırrını gösterirler.
Şimdi, ey bîçare cahil, gâfil, muannid, muattıl! Bu hakikat-i uzmâyı ne ile tefsir edebilirsin? Bu nihayet derecede mu'cize ve hârika keyfiyeti ne ile izah edebilirsin? Bu hadsiz derecede acîb şu san'atları neye isnad edebilirsin? Bu yeryüzü derecesinde geniş bu pencereye hangi perde-i gafleti atıp kapatabilirsin? Senin tesadüfün nerede, tabiat dediğin ve güvendiğin şuursuz yoldaşın ve dalâlette istinadgâhın ve arkadaşın nerede? Bu işlere tesadüfün karışması yüz derece muhâl değil mi? Ve şu hârika işlerin binden birinin tabiata havalesi bin derece muhâl olmuyor mu? Yoksa câmid, âciz tabiatın herbir şeyin içinde, o şeyden yapılan, eşya adedince mânevî makine ve matbaaları mı var?
Yirmi İkinci Sözde izah edilen şu temsile bak ki:
Nasıl mükemmel, muntazam, san'atlı, saray gibi bir eser, bilbedâhe muntazam bir fiile delâlet eder. Yani bir bina bir dülgerliğe delâlet eder. Ve mükemmel, muntazam bir fiil, bizzarure, mükemmel bir fâile ve mâhir bir ustaya, bir dülgere delâlet eder. Ve mükemmel usta ve dülger ünvanları, bilbedâhe, mükemmel bir sıfata, yani san'at melekesine delâlet eder. Ve mükemmel sıfat ve o mükemmel meleke-i san'at, bilbedâhe, mükemmel bir istidadın vücuduna delâlet eder. Ve mükemmel bir istidad ise, âlî bir ruh ve yüksek bir zâtın vücuduna delâlet eder.
1- En güzel isimler Onundur. (Haşir Sûresi: 24.)
2- Onlar, göklerin ve yerin ifade ettiği manalara bakmazlar mı? (A'raf Sûresi: 185.)
Öyle de, zeminin yüzünü, belki kâinatı dolduran müteceddid eserler, bilbedâhe, gayet derece-i kemâlde bulunan ef'âli gösteriyor. Ve şu nihayet derecedeki intizam ve hikmet dairesindeki ef'âl, bilbedâhe, ünvanları ve isimleri mükemmel olan bir fâili gösteriyor. Çünkü, muntazam, hakîmâne fiiller fâilsiz olmadığı, katiyen mâlûm. Ve son derece mükemmel ünvanlar, o fâilin son derece kemâldeki sıfatlarına delâlet eder. Çünkü, fenn-i sarfça, nasıl ism-i fâil masdardan yapılır; öyle de, ünvanların ve isimlerin dahi masdarları ve menşe'leri sıfatlardır. Ve son derece-i kemâlde sıfatlar, şüphesiz son derece mükemmel olan şuûnât-ı zâtiyeye delâlet eder. Ve kabiliyet-i zâtiye, tâbir edemediğimiz o mükemmel şuûn-u zâtiye, bihakkalyakîn hadsiz derece-i kemâlde olan bir Zâta delâlet eder.
İşte, bütün âlemdeki âsâr-ı san'at ve bütün mahlûkat, herbiri birer eser-i mükemmel olduğundan, herbiri bir fiile ve fiil ise isme, isim ise vasfa ve vasıf ise şe'ne ve şe'n ise zâta şehâdet ettikleri için, masnuât adedince, birtek Sâni-i Zülcelâlin vücûb-u vücuduna şehâdet ve ehadiyetine işaret ettikleri gibi; heyet-i mecmûası ile, silsile-i mahlûkat kadar kuvvetli bir tarzda, bir mi'rac-ı mârifettir, hiçbir cihette içine şüphe girmeyen müteselsil bir bürhan-ı hakikattir.
Şimdi ey bîçare münkir-i gâfil! Silsile-i kâinat kadar kuvvetli şu bürhanı ne ile kırabilirsin? Şu masnuât adedince hakikatin şuâını gösteren hadsiz delikli ve kafesli şu pencereyi ne ile kapatabilirsin, hangi perde-i gafleti üstüne çekebilirsin?
sırrınca, Sâni-i Zülcelâl, semâvâtın ecrâmına o kadar hikmetler, mânâlar takmış ki, güyâ celâl ve cemâlini ifade etmek için semâvâtı güneşler, aylar, yıldızlar kelimeleriyle süslendirdiği gibi, cevv-i semâda dahi olan mevcudâta öyle hikmetler ve mânâlar ve maksadlar takmış ki, güyâ o cevv-i semâyı berkler, şimşekler, ra'dlar, katreler kelimeleriyle intak ediyor ve kemâl-i hikmet ve cemâl-i rahmetini ders veriyor. Ve nasıl zemin kafasını hayvanât ve nebâtât denilen mânidar kelimeleriyle söyleştirip kemâlât-ı san'atını kâinata gösteriyor. Öyle de, o kafanın birer kelimesi olan nebatları ve ağaçları dahi yapraklar, çiçekler, meyveler kelimeleriyle intak edip, yine kemâl-i san'atını ve cemâl-i rahmetini ilân ediyor; ve birer kelime olan çiçekleri ve meyveleri dahi, tohumcuklar kelimeleriyle konuşturup, dekâik-ı san'atını ve kemâl-i rubûbiyetini ehl-i şuura tâlim ediyor.
İşte, bu hadsiz kelimât-ı tesbihiye içinde, yalnız tek bir sümbül ve tek bir çiçeğin tarz-ı ifadesine kulak verip dinleyeceğiz; nasıl şehâdet eder, bileceğiz.
Yedi gökle yer ve onların içindekiler Onu tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki Onu övüp, Onu tesbih etmesin. (İsrâ Sûresi: 44.)
Evet, herbir nebat, herbir ağaç pekçok lisân ile Sâni'lerini öyle gösteriyorlar ki, ehl-i dikkati hayretlerde bırakır ve bakanlara "Sübhânallah! Ne kadar güzel şehâdet ediyor" dedirtirler.
Evet, herbir nebatın çiçek açması zamanında ve sümbül vermesi ânında tebessümkârâne mânevî tekellümleri hengâmındaki tesbihleri, kendileri gibi güzel ve zâhirdir. Çünkü, herbir çiçeğin güzel ağzı ile ve muntazam sümbülün lisâniyle ve mevzun tohumların ve muntazam habbelerin kelimâtıyla hikmeti gösteren o nizam, bilmüşâhede, ilmi gösteren bir mîzan içindedir. Ve o mîzan ise, maharet-i san'atı gösteren bir nakş-ı san'at içindedir. Ve o nakş-ı san'at, lûtuf ve keremi gösteren bir zînet içindedir. Ve o zînet dahi, rahmet ve ihsanı gösteren latîf kokular içindedir. Ve birbiri içinde bulunan şu mânidar keyfiyetler, öyle bir lisân-ı şehâdettir ki, hem Sâni-i Zülcemâlini esmâsıyla tarif eder, hem evsafıyla tavsif eder, hem cilve-i esmâsını tefsir eder, hem teveddüd ve taarrüfünü, yani sevdirilmesini ve tanıttırılmasını ifade eder.
İşte, birtek çiçekten böyle bir şehâdet işitsen; acaba zemin yüzündeki Rabbânî bağlarda umum çiçekleri dinleyebilsen, ne derece yüksek bir kuvvetle Sâni-i Zülcelâlin vücûb-u vücudunu ve vahdetini ilân ettiklerini işitsen, hiç şüphen ve vesvesen ve gafletin kalabilir mi? Eğer kalsa, sana insan ve zîşuur denilebilir mi?
Gel, şimdi bir ağaca dikkatle bak. İşte, bahar mevsiminde yaprakların muntazaman çıkması, çiçeklerin mevzunen açılması, meyvelerin hikmetle, rahmetle büyümesi ve dalların ellerinde, mâsum çocuklar gibi, nesîmin esmesiyle oynaması içindeki latîf ağzını gör. Nasıl bir dest-i keremle yeşillenen yaprakların dili ile ve bir neş'e-yi lûtufla tebessüm eden çiçeklerin lisâniyle ve bir cilve-i rahmetle gülen meyvelerin kelimâtı ile ifade edilen hikmetli nizam içindeki adilli mîzan; ve adli gösteren mîzan içinde bulunan dikkatli san'atlar, nakışlar; ve maharetli nakışlar ve zînetler içinde rahmet ve ihsanı gösteren ayrı ayrı tatlı tatmaklar; ve ayrı ayrı güzel kokular ve hoş tatmaklar içinde birer mu'cize-i kudret olan tohumlar ve çekirdekler, gayet zâhir bir sûrette, bir Sâni-i Hakîm, Kerîm, Rahîm, Muhsîn, Mün'im, Mücemmil, Mufaddıl'ın vücûb-u vücudunu ve vahdetini ve cemâl-i rahmetini ve kemâl-i rubûbiyetini gösterir. İşte, eğer bütün rûy-i zemindeki ağaçların lisân-ı hallerini birden dinleyebilsen, hazînesinde ne kadar güzel cevherler bulunduğunu göreceksin, anlayacaksın.
İşte ey nankörlük içinde kendini başıboş zanneden bedbaht gâfil! Bu derece hadsiz lisânlarla kendini sana tanıttıran ve bildiren ve sevdiren bir Kerîm-i Zülcemâl tanımak istenilmezse, bu lisânları susturmalı. Mâdem ki, susturulmaz; dinlemeli. Gafletle kulağını kapasan, kurtulamazsın. Çünkü, sen kulağını kapamakla, kâinat sükût etmez, mevcudât susmaz, vahdâniyet şâhidleri seslerini kesmezler; elbette seni mahkûm ederler.
Göklerde ne var, yerde ne varsa, Allah'ı tesbih eder. (Cumâ Sûresi: 1.)
Şimdi, rüzgârlara bak ki; sâir hakîmâne, kerîmâne faydalarının ve vazifelerinin şehâdetiyle, gayet mühim ve kesretli vazifelere koşuyorlar. Demek, o dalgalanmak bir Sâni-i Hakîm tarafından bir tavziftir, bir tasriftir, bir kullanmaktır. Dalgalanmaları ise, emr-i Rabbânînin çabuk yerine getirilmesine süratle çalışmaktır.
* Şanı ne yücedir Onun ki, her şeyin hüküm ve tasarrufu elindedir. (Yasin Sûresi: 83.) Hiç bir şey yoktur ki, hazineleri bizim yanımızda olmasın. Herşeyi Biz belli miktar ile indiririz. (Hicr Sûresi: 21.) Rüzgarları da Biz aşılayıcı olarak gönderdik, sonra gökten bir su indirip onunla sizi suladık. Yoksa o suyu hazinesinde saklayan siz değilsiniz. Hicr Sûresi: 21-21.)
Haşiye: Şu Yirminci pencerenin hakikati bir zaman Arabî bir surette şöyle kalbe gelmişti.
2- Işığın pırıldamasında Senin nurlandırman ve mahlukatı göstermek iledir. Rüzgarların dalgalanması senin estirmen ve görevlendirmen iledir.
Sen her türlü noksan sıfattan münezzehsin; Senin saltanın ne büyüktür! Nehirlerin yerden kaynaması senin onları depolaman ve insanlara musahhar kılman iledir.
Kıymetli taşların süslenmesi senin tedbirin ve tasvirin iledir.
Çiçeklerin gülümsemesi senin süslemen ve güzelleştirmen iledir. Meyvelerin süslenip kendilerini bize takdim etmeleri senin ihsanın ve ikramın iledir.
Sen her türlü noksan sıfattan münezzehsin; senin sanatın ne güzeldir. Kuşların ahenkle cıvıldaşmaları senen onları konuşturman ve birbirlerine karşı şefkatli kılman iledir.
Yağmurların serpiştirmesi Senin yağdırman ve ihsanın iledir. Sen her türlü noksan sıfatlarda münezzehsin. Senin rahmetin ne geniştir.
Ayların hareket etmesi Senin taktirin ve tedbirin, döndürmen, aydınlatman iledir. Sen her türlü noksan sıfatlardan münezzehsin; Senin bürhanın ne nurludur, Senin saltanatın ne açıktır.
Şimdi, bak çeşmelere, çaylara, ırmaklara; yerden, dağlardan kaynamaları tesadüfî değildir. Çünkü, onlara terettüb eden âsâr-ı rahmet olan faydaların ve semerelerin şehâdetiyle ve dağlarda bir mîzan-ı hâcetle iddiharlarının ifadesiyle ve bir mîzan-ı hikmetle gönderilmelerinin delâletiyle gösteriliyor ki, bir Rabb-i Hakîmin teshîriyle ve iddiharıyladır. Ve kaynamaları ise, Onun emrine heyecanla imtisâl etmeleridir.
Şimdi, yerdeki bütün taşların ve cevâhirlerin ve mâdenlerin envaına bak. Bunların tezyinâtları ve menfaatli hâsiyetleri bir Sâni-i Hakîmin tezyini ile, tertibi ile, tedbîri ile, tasviri ile olduğunu onlara müteallik hakîmâne faydaları ve mesâlih-i hayatiye ve levâzımât-ı insaniye ve hâcât-ı hayvaniyeye muvâfık bir tarzda ihzârları gösteriyor.
Şimdi, çiçeklere, meyvelere bak. Bunların gülümsemeleri ve tatları ve güzellikleri ve nakışları ve koku vermeleri bir Sâni-i Kerîmin, bir Mün'im-i Rahîmin sofrasında birer tarife, birer dâvetnâme hükmünde olarak muhtelif renk ve koku ve tatlarla her neve ayrı ayrı tarife ve dâvetnâme olarak verilmiştir.
Şimdi, kuşlara bak. Onların söyleşmeleri ve cıvıldaşmaları, bir Sâni-i Hakîmin intak ve söyletmesi olduğuna delil-i katî ise, hayret verir bir tarzda birbirine o seslerle müdâvele-i hissiyât ve ifade-i maksad etmeleridir.
Şimdi, bulutlara bak. Yağmurun şıpıltıları mânâsız bir ses olmadığına ve şimşek ile gök gürlemesi boş bir gürültü olmadığına katî delil ise; hâlî bir boşlukta o acâibi icâd etmek ve onlardan âb-ı hayat hükmündeki damlaları sağmak ve zemin yüzündeki muhtaç ve müştak zîhayatlara emzirmek gösteriyor ki, o şırıltı, o gürültü gayet mânidar ve hikmettardır ki; bir Rabb-i Kerîmin emriyle müştaklara o yağmur bağırıyor ki, "Sizlere müjde, geliyoruz!" mânâsını ifade ederler.
Şimdi göğe bak, gök içinde hadsiz ecrâmdan yalnız kamere dikkat et. Onun hareketi bir Kadîr-i Hakîmin emriyle olduğu, ona müteallik ve yeryüzüne âit mühim hikmetlerdir ki, başka yerde beyân ettiğimizden, kısa kesiyoruz.
İşte, ziyâdan tut, tâ kamere kadar saydığımız küllî unsurlar, gayet geniş bir tarzda ve büyük bir mikyasta bir pencere açar, bir Vâcibü'l-Vücudun vahdetini ve kemâl-i kudretini ve azamet-i saltanatını gösterir, ilân ederler.
İşte ey gâfil! Eğer bu gök gürlemesi gibi bu sadâyı susturabilirsen ve güneşin ışığı gibi parlak o ziyâyı söndürebilirsen, Allah'ı unut! Yoksa, aklını başına al, de.
Tenzih ederim o Zati ki, 'Yedi gök, arz ve bunların içinde bulunanlar Onu tesbih ederler.' (İsra Sûresi: 44.)
Şu kâinatın lâmbası olan güneş, kâinat Sâniinin vücuduna ve vahdâniyetine güneş gibi parlak ve nurânî bir penceredir.
Evet, Manzume-i Şemsiye denilen küremizle beraber on iki seyyâre, cirmleri küçüklük büyüklük itibâriyle pekçok muhtelif ve mevkîleri uzaklık-yakınlık noktasında pekçok mütefâvit ve sürat-i hareketleri çok mütenevvi' olduğu halde, kemâl-i intizam ve hikmet ile ve kemâl-i mîzan ile ve bir sâniye kadar şaşırmayarak, hareketleri ve deveranları ve güneşle câzibe kanunu tâbir edilen bir kanun-u İlâhî ile bağlanmaları, yani onlar imamlarına iktidâları, büyük bir mikyasta, bir azamet-i kudret-i İlâhiyeyi ve vahdâniyet-i Rabbâniyeyi gösterir. Çünkü, o câmid cirmleri, o şuursuz büyük kütleleri nihayet derecede intizam ve mîzan-ı hikmet içinde muhtelif şekillerde ve muhtelif mesafelerde, muhtelif hareketlerde döndürmek, istihdam etmek, ne derece bir kudreti ve bir hikmeti ispat ettiğini kıyas et. Bu büyük ve ağır işe zerre miktar tesadüf karışsa, öyle bir patlayış verecek ki, kâinatı dağıtacak. Çünkü, bir dakika tesadüf, birisini tevkif etse, mihverinden çıkmasına sebebiyet verir, başkaları ile müsâdeme etmesine yol açar. Küre-i arzdan bin defa büyük cirmlerle müsâdemenin ne derece dehşetli olduğunu kıyas edebilirsin.
Manzume-i Şemsiyenin, yani şemsin, me'mûmları ve meyveleri olan on iki seyyârenin acâibini ilm-i muhît-i İlâhîye havale edip, yalnız gözümüzün önünde seyyâremiz bulunan arza bakıyoruz, görüyoruz ki; bu seyyâremiz bir azamet-i şevket-i Rubûbiyeti ve haşmet-i saltanat-ı Ulûhiyeti ve kemâl-i rahmeti ve hikmeti gösterir bir sûrette, güneşin etrafında emr-i Rabbânî ile, Üçüncü Mektubda beyân edildiği gibi, pek büyük bir hizmet için, bir uzun seyr ü seyahat ona ettiriliyor. Bir sefine-i Rabbâniye olarak, acâib-i masnuât-ı İlâhiye ile doldurulmuş ve zîşuur ibâdullaha seyrangâh gibi bir mesken-i seyyar vaziyeti verilmiş. Ve evkât ve hesâbı bildirecek saat akrebi gibi, kamer dahi dakîk hesablarla azîm hikmetlerle ona takılmış; ve o kamere, başka menzillerde, ayrı seyr ü seyahat verilmiş.
İşte bu mübârek seyyâremizin şu halleri, küre-i arz kuvvetinde bir şehâdetle, bir Kadîr-i Mutlakın vücûb-u vücudunu ve vahdetini ispat eder. Mâdem şu seyyâremiz böyledir; Manzume-i Şemsiyeyi ona kıyas edebilirsin.
Hem şemse, kendi mihveri üstünde, câzibe denilen mânevî ipleri yumak yaptırmak için, dolap ve çıkrık hükmünde olan güneşi bir Kadîr-i Zülcelâlin emriyle döndürüp, o seyyârâtı o mânevî iplerle bağlayıp tanzim etmek ve güneşi bütün seyyârâtı ile, saniyede beş saatlik bir mesafeyi kestirecek kadar bir süratle, bir tahmine göre Herkül Burcu tarafına veya Şemsü'ş-Şümûs cânibine sevk etmek, elbette Ezel ve Ebed Sultanı olan Zât-ı Zülcelâlin kudretiyle ve emriyledir. Güyâ, haşmet-i rubûbiyetini göstermek için, bu emirber neferleri hükmünde olan Manzume-i Şemsiye ordusu ile bir manevra yaptırır.
Güneş de onlar içinde bir delildir ki, kendisine tayin edilmiş bir yere doğru akıp gider. Bu, kudreti her şeye galip ve ilmi herşeyi kuşatan Allah'ın taktiridir. (Yasin Sûresi: 38.)
Ey kozmoğrafyacı efendi! Hangi tesadüf bu işlere karışabilir? Hangi esbâbın eli buna ulaşabilir? Hangi kuvvet buna yanaşabilir? Haydi sen söyle! Hiç böyle bir Sultan-ı Zülcelâl, aczini gösterip mülküne başkasını karıştırır mı? Bâhusus kâinatın meyvesi, neticesi, gâyesi, hulâsası olan zîhayatları başka ellere verir mi? Başkasını müdâhale ettirir mi'? Bâhusus o meyvelerin en câmii ve o neticelerin en mükemmeli ve zeminin halîfesi ve o sultanın âyinedar bir misafiri olan insanları başıboş bırakır mı? Ve onları tabiata ve tesadüfe havale edip, haşmet-i saltanatını hiçe indirir mi, kemâl-i hikmetini sukut ettirir mi?
Küre-i arz bir kafadır ki, yüz bin ağzı vardır. Her bir ağzında yüz bin lisânı vardır. Her lisânında yüz bin bürhanı var ki, her biri çok cihetle Vâcibü'l-Vücud, Vâhid-i Ehad, herşeye kadîr, herşeye alîm bir Zât-ı Zülcelâlin vücûb-u vücuduna ve vahdetine ve evsâf-ı kudsiyesine ve Esmâ-i Hüsnâsına şehâdet ederler.
Evet, arzın evvel-i hilkatine bakıyoruz ki, mâyi haline gelen bir madde-i seyyâleden taş ve taştan toprak halk edilmiş. Mâyi kalsaydı, kâbil-i süknâ olmazdı. O mâyi taş olduktan sonra demir gibi sert olsa idi, kâbil-i istifade olmazdı. Elbette buna bu vaziyeti veren, yerin sekenelerinin hâcetlerini gören bir Sâni-i Hakîmin hikmetidir.
Sonra, tabaka-i türâbiye, dağlar direği üzerine atılmış; tâ içindeki dahilî inkılâblardan gelen zelzeleler, dağlarla teneffüs edip, zemini hareketinden ve vazifesinden şaşırtmasın, hem denizin istilâsından toprağı kurtarsın, hem zîhayatların levâzımât-ı hayatiyesine birer hazîne olsun, hem havayı tarasın, gazât-ı muzırradan tasfiye etsin-tâ teneffüse kâbil olsun-hem suları biriktirip iddihar etsin, hem zîhayata lâzım olan sâir mâdenlere menşe' ve medâr olsun.
İşte, bu vaziyet bir Kadîr-i Mutlak ve bir Hakîm-i Rahîmin vücûb-u vücuduna ve vahdetine gayet katî ve kuvvetli şehâdet eder.
1- Yeryüzünü bir döşek, � dağları birer kazık yapmadık mı? � Sizi de çift çift yarattık. (Nebe' Sûresi: 6-8.)
2- Şimdi bak Allah'ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor. (Rum Sûresi: 50.)
Ey coğrafyacı efendi! Bunu ne ile izah edersin? Hangi tesadüf şu acâib-i masnuât ile dolu sefine-i Rabbâniyeyi bir meşher-i acâib yaparak, yirmi dört bin sene bir mesafede bir senede süratle çevirip, onun yüzünde dizilmiş eşyadan hiçbir şey düşürmesin?
Hem, zemin yüzündeki acîb san'atlara bak; anâsırlar ne derece hikmetle tavzif edilmişler, bir Kadîr-i Hakîmin emriyle zemin yüzündeki Rahmân misafirlerine nasıl güzel bakıyorlar, hizmetlerine koşuyorlar.
Hem, acîb ve garip san'atlar içinde rengârenk acîb hikmetli zemin yüzünün sîmâsındaki bu nakışlı çizgilere bak; nasıl sekenelerine enhâr ve çayları, deniz ve ırmakları, dağ ve tepeleri ayrı ayrı mahlûklarına ve ibâdına lâyık birer mesken ve vesâit-i nakliye yapmış. Sonra, yüz binler ecnâs-ı nebâtât ve enva-ı hayvanâtı ile kemâl-i hikmet ve intizam ile doldurup, hayat vererek şenlendirmek, vakit bevakit muntazaman mevt ile terhis ederek boşaltıp yine muntazaman ba'sü ba'de'l-mevt sûretinde doldurmak, bir Kadîr-i Zülcelâlin ve bir Hakîm-i Zülkemâlin vücûb-u vücuduna ve vahdetine yüz binler lisânlarla şehâdet ederler.
Elhâsıl, yüzü acâib-i san'ata bir meşher ve garâib-i mahlûkata bir mahşer ve kafile-i mevcudâta bir memerr ve sufûf-u ibâdına bir mescid ve makarr olan zemin bütün kâinatın kalbi hükmünde olduğundan, kâinat kadar nur-u vahdâniyeti gösterir.
İşte ey coğrafyacı efendi! Bu zemin kafası, yüz bin ağız, herbirinde yüz bin lisân ile Allah'ı tanıttırsa ve sen Onu tanımazsan, başını tabiat bataklığına soksan, derece-i kabahatini düşün. Ne derece dehşetli bir cezaya seni müstehak eder; bil, ayıl ve başını bataklıktan çıkar, -1- de.
Hayat, kudret-i Rabbâniye mu'cizâtının en nurânîsidir, en güzelidir ve vahdâniyet bürhanlarının en kuvvetlisi ve en parlağıdır ve tecelliyât-ı Samedâniye aynalarının en câmii ve en berrağıdır.
Evet, hayat, tek başıyla bir Hayy-ı Kayyûmu bütün esmâ ve şuûnâtı ile bildirir. Çünkü hayat, pekçok sıfatın memzûc bir mâcunu hükmünde, bir ziyâ, bir tiryaktır. Elvân-ı seb'a ziyâda ve muhtelif edviyeler tiryakta nasıl ki mümtezicen bulunur; öyle de, hayat dahi pekçok sıfattan yapılmış bir hakikattir. O hakikatteki sıfatlardan bir kısmı, duygular vâsıtasıyla inbisat ederek, inkişaf edip ayrılırlar. Kısm-ı ekseri ise, hissiyât sûretinde kendilerini ihsâs ederler ve hayattan kaynama sûretinde kendilerini bildirirler.
1- Her şeyin hüküm ve tasarrufu elinde olan (Yâsin Sûresi: 83.) Allah'a İmân ettim.
2- Ölümü de, hayatı da yaratan Odur. (Mülk Sûresi: 2.)
Hem hayat, kâinatın tedbîr ve idaresinde hükümfermâ olan rızık ve rahmet ve inâyet ve hikmeti tazammun ediyor. Güyâ, hayat onları arkasına takıp, girdiği yere çekiyor. Meselâ, hayat bir cisme, bir bedene girdiği vakit, Hakîm ismi dahi tecellî eder, hikmetle yuvasını güzelce yapıp tanzim eder. Aynı halde Kerîm ismi de tecellî edip, meskenini hâcâtına göre tertib ve tezyin eder. Yine aynı halde Rahîm isminin cilvesi görünüyor ki, o hayatın devam ve kemâli için türlü türlü ihsanlarla taltif eder. Yine aynı halde Rezzâk isminin cilvesi görünüyor ki, o hayatın bekâsına ve inkişafına lâzım maddî, mânevî gıdâları yetiştiriyor ve kısmen bedeninde iddihar ediyor. Demek, hayat bir nokta-i mihrâkiye hükmünde, muhtelif sıfât birbiri içine girer, belki birbirinin aynı olur. Güyâ, hayat tamamıyla hem ilimdir, aynı halde kudrettir, aynı halde de hikmet ve rahmettir ve hâkezâ.
İşte, hayat bu câmi' mahiyet itibâriyle şuûn-u zâtiye-i Rabbâniyeye âyinedarlık eden bir âyine-i Samediyettir. İşte bu sırdandır ki, Hayy-ı Kayyûm olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücud hayatı pekçok kesretle ve mebzûliyetle halk edip, neşir ve teşhir eder. Ve herşeyi hayatın etrafına toplattırıp, ona hizmetkâr eder. Çünkü, hayatın vazifesi büyüktür. Evet, Samediyetin aynası olmak kolay birşey değil, âdi bir vazife değil.
İşte, göz önünde her vakit gördüğümüz bu had ve hesâba gelmeyen yeni yeni hayatlar ve hayatların asılları ve zâtları olan ruhlar, birden ve hiçten vücuda gelmeleri ve gönderilmeleri, bir Zât-ı Vâcibü'l-Vücud ve Hayy-ı Kayyûmun vücûb-u vücudunu ve sıfât-ı kudsiyesini ve Esmâ-i Hüsnâsını, lemeâtın güneşi gösterdiği gibi gösteriyorlar. Güneşi tanımayan ve kabul etmeyen adam, nasıl gündüzü dolduran ziyâyı inkâr etmeye mecbur oluyor; öyle de, Hayy-ı Kayyûm, Muhyî ve Mümît olan şems-i ehadiyeti tanımayan adam, zeminin yüzünü belki mâzi ve müstakbeli dolduran zîhayatların vücudunu inkâr etmeli ve yüz derece hayvandan aşağı düşmeli, hayat mertebesinden düşüp câmid bir cahil-i echel olmalı.
Mevt, hayat kadar bir bürhan-ı rubûbiyettir, gayet kuvvetli bir hüccet-i vahdâniyettir. -2- delâletince, mevt adem, idâm, fenâ, hiçlik, fâilsiz bir inkıraz değil, belki bir Fâil-i Hakîm tarafından hizmetten terhis ve tahvil-i mekân ve tebdil-i beden ve vazifeden paydos ve haps-i bedenden âzâd etmek ve muntazam bir eser-i hikmet olduğu, "Birinci Mektub"da gösterilmiş.
1- Ondan başka ilah yoktur. Her şey helak olup gidicidir - Ona bakan yüzü müstesna. Hüküm hükümranlık onundur; siz de Ona döndürüleceksiniz. (Kasas Sûresi: 88.)
2- Ölümü de hayatı da yaratan Odur. (Mülk Sûresi: 2.)
Evet, nasıl zemin yüzündeki masnuât ve zîhayatlar ve hayattar zemin yüzü bir Sâni-i Hakîmin vücûb-u vücuduna ve vahdâniyetine şehâdet ediyorlar; öyle de, o zîhayatlar, ölümleriyle bir Hayy-ı Bâkînin sermediyetine ve vâhidiyetine şehâdet ediyorlar. Yirmi İkinci Sözde, mevt, gayet kuvvetli bir bürhan-ı vahdet ve bir hüccet-i sermediyet olduğu ispat ve izah edildiğinden, şu bahsi o söze havale edip yalnız mühim bir nüktesini beyân edeceğiz. Şöyle ki:
Nasıl zîhayatlar vücudları ile bir Vâcibü'l-Vücudun vücuduna delâlet ediyorlar; öyle de, o zîhayatlar ölümleri ile bir Hayy-ı Bâkînin sermediyetine, vâhidiyetine şehâdet ediyorlar. Meselâ, yalnız birtek zîhayat olan zemin yüzü, intizamâtı ile, ahvâliyle Sânii gösterdiği gibi; öldüğü vakit, yani kış beyaz kefeni ile ölmüş o zemin yüzünü kapaması ile nazar-ı beşeri ondan çeviriyor veyahut nazar o giden bahar cenazesinin arkasından mâziye gider, daha geniş bir manzarayı gösterir. Yani herbiri birer mu'cize-i kudret olan zemin dolusu bütün geçen baharlar misillü, yeni gelecek birer hârika-i kudret ve birer hayattar zemin olan bahar dolusu hayattar mevcudât-ı arzıyenin gelmelerini ihsâs ve vücudlarına şehâdet ettiklerinden, öyle geniş bir mikyasta, öyle parlak bir sûrette, öyle kuvvetli bir derecede, bir Sâni-i Zülcelâlin, bir Kadîr-i Zülkemâlin, bir Kayyûm-u Bâkînin, bir Şems-i Sermedînin vücûb-u vücuduna ve vahdetine ve bekâ ve sermediyetine şehâdet ederler ve öyle parlak delâili gösterirler ki, ister istemez bedâhet derecesinde -1- dedirtir.
Elhâsıl: -2- sırrınca, hayattar bu zemin, bir baharda Sânie şehâdet ettiği gibi, onun ölmesiyle, zamanın geçmiş ve gelecek iki kanadına dizilmiş mu'cizât-ı kudretine nazarı çeviriyor, bir bahar yerine binler baharı gösteriyor; bir mu'cize yerine binler mu'cizât-ı kudretine işaret eder.
Ve onlardan her bahar, şu hazır bahardan daha katî şehâdet eder. Çünkü, mâzi tarafına geçenler zâhirî esbâblarıyla beraber gitmişler, arkalarında yine kendileri gibi başkalar yerlerine gelmişler. Demek, esbâb-ı zâhiriye hiçtir; yalnız bir Kadîr-i Zülcelâl onları halk edip, hikmetiyle esbâba bağlayarak gönderdiğini gösteriyor.
Ve gelecek zamanda dizilmiş hayattar olan zemin yüzleri ise, daha parlak şehâdet eder. Çünkü yeniden, yoktan, hiçten yapılıp, gönderilecek yere konup, vazife gördürüp, sonra gönderilecekler.
1- Her bir şeye bütün kutsi sıfat ve isimleriyle birden yönelen, zât ve sıfatlarında eşsiz ve tek olan Allah'a İmân ettim.
2- Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor! (Rûm Sûresi: 50.)
İşte ey tabiata saplanan ve bataklıkta boğulmak derecesine gelen gâfil! Bütün mâzi ve müstakbele ulaşacak hikmetli ve kudretli mânevî el sahibi olmayan birşey, nasıl bu zeminin hayatına karışabilir? Senin gibi hiç ender hiç olan tesadüf ve tabiat buna karışabilir mi? Kurtulmak istersen, "Tabiat, olsa olsa bir defter-i kudret-i İlâhiyedir; tesadüf ise, cehlimizi örten gizli bir hikmet-i İlâhiyenin perdesidir" de, hakikate yanaş.
Nasıl ki, madrub, elbette dâribe delâlet eder; san'atlı bir eser, san'atkârı icâb eder; veled, vâlidi iktizâ eder; tahtiyet, fevkıyeti istilzam eder, ve hâkezâ. Bütün umûr-u izâfiye tâbir ettikleri, biribirsiz olmayan evsâf-ı nisbiye misillü, şu kâinatın cüz'iyâtında ve heyet-i umumiyesinde görünen imkân dahi, vücûbu gösterir. Ve bütün onlarda görünen infiâl, bir fiili gösterir. Ve umumunda görünen mahlûkıyet, hâlıkıyeti gösterir. Ve umumunda görünen kesret ve terkib, vahdeti istilzam eder. Ve vücûb ve fiil ve hâlıkıyet ve vahdet, bilbedâhe ve bizzarure, mümkin, münfail, kesîr, mürekkeb, mahlûk olmayan, Vâcib ve Fâil, Vâhid ve Hâlık olan mevsuflarını ister. Öyle ise, bilbedâhe, bütün kâinattaki bütün imkânlar, bütün infiâller, bütün mahlûkıyetler, bütün kesret ve terkibler, bir Zât-ı Vâcibü'l-Vücud, Fa'âlü'n-Limâ Yürîd, Hâlık-ı Küll-i Şeye, Vâhid-i Ehade şehâdet eder.
Elhâsıl: Nasıl imkândan vücûb görünüyor; infiâlden fiil ve kesretten vahdet-bunların vücudu, onların vücuduna katiyen delâlet eder. Öyle de, mevcudât üstünde görünen mahlûkıyet ve merzûkıyet gibi sıfatlar dahi sâniiyet, rezzâkıyet gibi şe'nlerin vücudlarına katî delâlet ediyor. Şu sıfâtın vücudu dahi, bizzarure ve bilbedâhe, bir Hallâk ve bir Rezzâk Sâni-i Rahîmin vücuduna delâlet eder.
Demek, herbir mevcud, taşıdığı yüzler bu çeşit sıfatlar lisâniyle, Zât-ı Vâcibü'l-Vücudun yüzler Esmâ-i Hüsnâsına şehâdet ederler. Bu şehâdetler kabul edilmezse, mevcudâtın bütün bu çeşit sıfatlarını inkâr etmek lâzım gelir.
Şu kâinatın mevcudâtı yüzünde tazelenen ve gelip geçen cemâller ve hüsünler, bir Cemâl-i Sermedî cilvelerinin bir nevi gölgeleri olduğunu gösterir.
Evet, ırmağın yüzündeki kabarcıkların parlayıp gitmesinden sonra arkadan gelenlerin gidenler gibi parlamaları, dâimî bir şemsin şuâlarının aynaları olduklarını gösterdikleri gibi; seyyâl zaman ırmağında seyyar mevcudâtın üstünde parlayan lemeât-ı cemâliye dahi bir Cemâl-i Sermedîye işaret ederler ve Onun bir nevi emâreleridirler.
Haşiye: Şu pencerenin umuma değil, ehl-i kalbe ve ehl-i muhabbete hususiyeti vardır.
Hem, kâinat kalbindeki ciddi aşk, bir Mâşuk-u Lâyezalîyi gösterir. Evet, ağacın mahiyetinde olmayan bir şey esaslı bir sûrette meyvesinde bulunmadığı delâletiyle, şecere-i kâinatın hassas meyvesi olan nev-i insandaki ciddi aşk-ı lâhutî gösterir ki, bütün kâinatta-fakat başka şekillerde-hakiki aşk ve muhabbet bulunuyor. Öyle ise, kalb-i kâinattaki şu hakiki muhabbet ve aşk, bir Mahbub-u Ezelîyi gösterir.
Hem, kâinatın sînesinde çok sûretlerde tezâhür eden incizablar, cezbeler, câzibeler, ezelî bir hakikat-i câzibedarın cezbiyle olduğunu hüşyar kalblere gösterir.
Hem, mahlûkatın en hassas ve nurânî tâifesi olan ehl-i keşif ve velâyetin ittifakıyla, zevk ve şuhuda istinad ederek, bir Cemîl-i Zülcelâlin cilvesine, tecellîsine mazhar olduklarını ve o Celîl-i Zülcemâlin (kendini) tanıttırılmasına ve sevdirilmesine zevk ile muttalî olduklarını müttefikan haber vermeleri, yine bir Zât-ı Vâcibü'l-Vücudun, bir Cemîl-i Zülcelâlin vücuduna ve insanlara kendini tanıttırmasına katiyen şehâdet eder.
Hem, kâinat yüzünde ve mevcudât üstünde işleyen kalem-i tahsin ve tezyin, o kalem sahibi Zâtın esmâsının güzelliğini vâzıhan gösteriyor.
İşte, kâinat yüzündeki cemâl ve kalbindeki aşk ve sînesindeki incizab ve gözlerindeki keşif ve şuhud ve hey'âtındaki hüsün ve tezyinât, pek latîf, nurânî bir pencere açar. Onun ile bütün esmâsı cemîle bir Cemîl-i Zülcelâli ve bir Mahbub-u Lâyezalîyi ve bir Ma'bud-u Lemyezeli hüşyar olan akıl ve kalblere gösterir.
İşte ey maddiyât karanlığında, evham zulümâtında, boğucu şübehât içinde çırpınan gâfil! Kendine gel, insaniyete lâyık bir sûrette yüksel, şu dört delik ile bak, cemâl-i vahdeti gör, kemâl-i imânı kazan, hakiki insan ol.
Kâinatta, esbâb ve müsebbebât görünen eşyaya bakıyoruz ve görüyoruz ki, en âlâ bir sebep, en âdi bir müsebbebe kuvveti yetmiyor. Demek, esbâb bir perdedir; müsebbebleri yapan başkadır.
Meselâ, hadsiz masnuâttan yalnız cüz'î bir misâl olarak, insan başı içinde bir hardal küçüklüğünde bir yerde yerleştirilen kuvve-i hâfızaya bakıyoruz, görüyoruz ki; öyle bir câmi' kitap, belki kütüphâne hükmündedir ki, bütün sergüzeşt-i hayatı, içinde karıştırılmaksızın yazılıyor. Acaba şu mu'cize-i kudrete hangi sebep gösterilebilir: telâfif-i dimağiye mi, basit şuursuz hüceyrât zerreleri mi, tesadüf rüzgârları mı? Halbuki, o mu'cize-i san'at, öyle bir zâtın san'atı olabilir ki, beşerin haşirde neşredilecek büyük defter-i a'mâlinden muhasebe vaktinde hatıra getirilecek ve işlediği her fiilleri, yazıldığını bildirmek için bir küçük sened istinsah edip, yazıp, aklının eline verecek bir Sâni-i Hakîmin san'atı olabilir.
Allah her şeyin yaratıcısıdır ve O her şey üzerinde hakkıyla görüp gözeticidir. (Zümer Sûresi: 62.)
İşte, beşerin kuvve-i hâfızasına misâl olarak bütün yumurtaları, çekirdekleri, tohumları kıyas et; ve bu câmi', küçücük mu'cizelere sâir müsebbebâtı da kıyas et. Çünkü, hangi müsebbebe ve masnua baksan, o derece hârika bir san'at var ki; değil onun âdi, basit sebebi, belki bütün esbâb toplansa, ona karşı izhâr-ı acz edecekler. Meselâ, büyük bir sebep zannedilen güneşi ihtiyârlı, şuurlu farz ederek ona denilse, "Bir sineğin vücudunu yapabilir misin?" Elbette diyecek ki: "Hâlıkımın ihsanı ile, dükkânımda ziyâ, renkler, hararet çok. Fakat, sineğin vücudunda göz, kulak, hayat gibi öyle şeyler var ki, ne benim dükkânımda bulunur ve ne de benim iktidarım dahilindedir."
Hem, nasıl ki müsebbebdeki hârika san'at ve tezyinât, esbâbı azl edip, müsebbibü'l-esbâb olan Vâcibü'l-Vücuda işaret ederek, sırrınca, Ona teslim-i umûr eder; öyle de, müsebbebâta takılan neticeler, gâyeler, faydalar, bilbedâhe perde-i esbâb arkasında bir Rabb-i Kerîmin, bir Hakîm-i Rahîmin işleri olduğunu gösterir. Çünkü, şuursuz esbâb, elbette bir gâyeyi düşünüp çalışmaz. Halbuki, görüyoruz; vücuda gelen her mahlûk bir gâye değil, belki çok gâyeleri, çok faydaları, çok hikmetleri takip ederek vücuda geliyor. Demek, bir Rabb-i Hakîm ve Kerîm, o şeyleri yapıp gönderiyor, o faydaları onlara gâye-i vücud yapıyor.
Meselâ, yağmur geliyor. Yağmuru zâhiren intâc eden esbâb, hayvanâtı düşünüp, onlara acıyıp, merhamet etmekten ne kadar uzak olduğu mâlûmdur. Demek, hayvanâtı halk eden ve rızıklarını taahhüd eden bir Hâlık-ı Rahîmin hikmetiyle imdada gönderiliyor. Hattâ, yağmura "rahmet" deniliyor. Çünkü, çok âsâr-ı rahmet ve faydaları tazammun ettiğinden, güyâ yağmur şeklinde rahmet tecessüm etmiş, takattur etmiş, katre katre geliyor.
Hem, bütün mahlûkatın yüzüne tebessüm eden bütün zînetli nebâtât ve hayvanâttaki tezyinât ve gösterişler, bilbedâhe, perde-i gayb arkasında bu süslü ve güzel san'atlar ile kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve bildirmek isteyen bir Zât-ı Zülcelâlin vücûb-u vücuduna ve vahdetine delâlet ederler. Demek eşyadaki süslü vaziyetler, gösterişli keyfiyetler, tanıttırmak ve sevdirmek sıfatlarına katiyen delâlet eder. Sevdirmek ve tanıttırmak sıfatları ise, bilbedâhe, Vedûd, Mâruf bir Sâni-i Kadîrin vücûb-u vücuduna ve vahdetine şehâdet eder.
Bütün işler Ona [Allah'a] döndürülür. (Hud Sûresi: 123.)
Elhâsıl: Sebep gayet âdi, âciz ve ona isnad edilen müsebbeb ise, gayet san'atlı ve kıymetli olduğundan, sebebi azl eder. Hem, müsebbebin gâyesi, faydası dahi cahil ve câmid olan esbâbı ortadan atar, bir Sâni-i Hakîmin eline teslim eder. Hem, müsebbebin yüzündeki tezyinât ve maharetler, kendi kudretini zîşuurlara bildirmek isteyen ve kendini sevdirmek arzu eden bir Sâni-i Hakîme işaret eder.
Ey esbâbperest bîçare! Bu üç mühim hakikati ne ile izah edebilirsin? Sen nasıl kendini kandırabilirsin? Aklın varsa, esbâb perdesini yırt, -1- de, hadsiz evhamdan kurtul.
Şu kâinata bakıyoruz, görüyoruz ki; hüceyrât-ı bedenden tut, tâ mecmû-u âleme şâmil bir hikmet ve tanzim var.
Hüceyrât-ı bedene bakıyoruz, görüyoruz ki; mesâlih-i bedeni gören ve idare eden birisinin emriyle, kanunuyla, o küçücük hüceyrelerde ehemmiyetli bir tedbîr var. Mideye, nasıl bir kısım rızık içyağı sûretinde iddihar olunup vakt-i hâcette sarf edilir; aynen o küçücük hüceyrelerde de o tasarruf ve iddihar var.
Nebâtâta bakıyoruz; gayet hakîmâne bir terbiye, bir tedbîr görünüyor.
Hayvanâta bakıyoruz; nihayet derecede kerîmâne bir terbiye ve iâşe görüyoruz.
Kâinatın erkân-ı azîmesine bakıyoruz; mühim gâyeler için haşmetkârâne bir tedvîr ve tenvir görüyoruz.
Âlemin mecmûuna bakıyoruz; muntazam bir memleket, bir şehir, bir saray hükmünde âlî hikmetler, gâlî gâyeler için mükemmel bir tanzimât görüyoruz. Otuz İkinci Sözün Birinci Mevkıfında izah ve ispat edildiği üzere, bir zerreden tut, tâ yıldızlara kadar zerre miktar şirke yer bırakmıyor. Öyle birbirlerine mânen münâsebettardırlar ki, bütün yıldızları musahhar etmeyen ve elinde tutmayan, bir zerreye rubûbiyetini dinlettiremez. Bir zerreye hakiki Rab olmak için bütün yıldızlara sahip olmak lâzım gelir. Hem, "Otuz İkinci Sözün İkinci Mevkıfı"nda izah ve ispat edildiği üzere, semâvâtın halk ve tesviyesine muktedir olmayan, beşerin sîmâsındaki teşahhusu yapamaz.
1- Allah birdir, bir olur. Her şeyin anahtarı onun yanında, her şeyin dizgini Onun elindedir. Rububiyetin de, icraatında ve icatlarında hiç bir şeriki yoktur.
2- Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin, seslerinizin ve simalarınızın farklılığı da yine Onun ayetlerindendir. İlim sahipleri için elbette bunda deliller vardır. (Rum Sûresi: 22.)
Demek bütün semâvâtın Rabbi olmayan, birtek insanın sîmâsındaki alâmet-i fârika olan nakş-ı sîmâvîyi yapamaz. İşte kâinat kadar büyük bir pencere ki; onunla bakılsa,
âyetleri büyük harflerle kâinat sayfalarında yazılı olduğu akıl gözüyle de görülecek. Öyle ise, görmeyenin ya aklı yok, ya kalbi yok veya insan sûretinde bir hayvandır.
Bir bahar mevsiminde, garibâne, mütefekkirâne, seyahate gidiyordum. Bir tepeciğin eteğinden geçerken parlak bir sarı çiçek nazarıma ilişti. Eskiden vatanımda ve sâir memleketlerde gördüğüm o cins sarı çiçekleri derhatır ettirdi. Şöyle bir mânâ kalbe geldi ki:
Bu çiçek kimin turrası ise, kimin sikkesi ise ve kimin mührü ise ve kimin nakşı ise, elbette bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler onun mühürleridir, sikkeleridir.
Şu mühür tahayyülünden sonra, şöyle bir tasavvur geldi ki: Nasıl bir mühür ile mühürlenmiş bir mektub, o mühür, o mektubun sahibini gösterir; öyle de, şu çiçek, bir mühr-ü Rahmânîdir. Şu enva-ı nakışlarla ve mânidar nebâtât satırlarıyla yazılan şu tepecik dahi bu çiçek Sâniinin mektubudur. Hem, şu tepecik dahi bir mühürdür. Şu sahrâ ve ova bir mektub-u Rahmânî hey'âtını aldı.
İşbu tasavvurdan şöyle bir hakikat zihne geldi ki: Herbir şey, bir mühr-ü Rabbânî hükmünde, bütün eşyayı kendi Hâlıkına isnad eder, kendi kâtibinin mektubu olduğunu ispat eder.
1- Allah her şeyin yaratıcısıdır. O her şey üzerinde hakkıyla görüp gözeticidir. � Göklerin ve yerin tedbîr ve tasarrufu Ona âittir. (Zümer Sûresi: 62-63.)
2- Hiçbir şey yoktur ki, Onu övüp, Onu tesbih etmesin. (İsrâ Sûresi: 44.)
İşte, herbir şey öyle bir pencere-i tevhiddir ki, bütün eşyayı bir Vâhid-i Ehade mal eder. Demek herbir şeyde, hususan zîhayatlarda öyle hârika bir nakış, öyle mu'cizekâr bir san'at var ki; onu öyle yapan ve öyle mânidar nakşeden, bütün eşyayı yapabilir ve bütün eşyayı yapan, elbette o olacaktır. Demek, bütün eşyayı yapamayan, birtek şeyi icâd edemez.
İşte ey gâfil! Şu kâinatın yüzüne bak ki; birbiri içinde hadsiz mektubât-ı Samedâniye hükmünde olan sahaif-i mevcudât ve herbir mektub üstünde hadsiz sikke-i tevhid mühürleriyle temhîr edilmiş bütün bu mühürlerin şehâdetlerini kim tekzib edebilir? Hangi kuvvet onları susturabilir? Kalb kulağı ile hangisini dinlesen, "Eşhedüenlailaheillallah" dediğini işitirsin.
Şu pencere, imkân ve hudûs'a müesses umum mütekellimînin penceresidir ve ispat-ı Vâcibü'l-Vücuda karşı caddeleridir. Bunun tafsilâtını, Şerhü'l-Mevâkıf ve Şerhü'l-Makâsıd gibi, muhakkiklerin büyük kitaplarına havale ederek, yalnız Kur'ân'ın feyzinden ve şu pencereden ruha gelen bir iki şuâı göstereceğiz. Şöyle ki:
Amiriyet ve hâkimiyetin muktezâsı rakip kabul etmemektir, iştirâki reddetmektir, müdâhaleyi ref' etmektir. Onun içindir ki, küçük bir köyde iki muhtar bulunsa, köyün rahatını ve nizamını bozarlar. Bir nâhiyede iki müdür, bir vilâyette iki vâli bulunsa, herc ü merc ederler. Bir memlekette iki padişah bulunsa, fırtınalı bir karma karışıklığa sebebiyet verirler.
Mâdem hâkimiyet ve âmiriyetin gölgesinin zayıf bir gölgesi ve cüz'î bir numûnesi, muâvenete muhtaç âciz insanlarda böyle rakip ve zıddı ve emsâlinin müdâhalesini kabul etmezse, acaba saltanat-ı mutlaka sûretindeki hâkimiyet ve rubûbiyet derecesindeki âmiriyet, bir Kadîr-i Mutlakta ne derece, o redd-i müdâhale kanunu ne kadar esaslı bir sûrette hükmünü icrâ ettiğini kıyas et.
Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de harab olup giderdi. (Enbiyâ Sûresi: 22.) Her şey helâk olup gidicidir-Ona bakan yüzü müstesnâ. Hüküm ve hükümranlık Onundur; siz de Ona döndürüleceksiniz. (Kasas Sûresi: 88.)
Demek, ulûhiyet ve rubûbiyetin en katî ve dâimî lâzımı vahdet ve infiraddır. Buna bir bürhan-ı bâhir ve şahid-i katî kâinattaki intizam-ı ekmel ve insicam-ı ecmeldir.
Sinek kanadından tut, tâ semâvât kandillerine kadar öyle bir nizam var ki, akıl, onun karşısında hayretinden ve istihsanından, -1- der, secde eder. Eğer zerre miktar şerike yer bulunsa idi, müdâhalesi olsa idi, -2- âyet-i kerîmesinin delâletiyle, nizam bozulacaktı, sûret değişecekti, fesadın âsârı görünecekti. Halbuki,
delâletiyle ve şu ifade ile, nazar-ı beşer kusuru aramak için ne kadar çabalasa, hiçbir yerde kusuru bulamayarak, yorgun olarak menzili olan göze gelip, onu gönderen münekkid akla diyecek: "Beyhûde yoruldum. Kusur yok" demesiyle gösteriyor ki, nizam ve intizam, gayet mükemmeldir. Demek, intizam-ı kâinat vahdâniyetin katî şahididir.
Gel gelelim hudûs'a.
Mütekellimîn demişler ki: "âlem mütegayyirdir. Her mütegayyir hâdistir. Herbir hâdisin bir muhdisi, yani mûcidi var. Öyle ise, bu kâinatın kadîm bir mûcidi var."
Biz de deriz: Evet kâinat hâdistir. Çünkü, görüyoruz; her asırda, belki her senede, belki her mevsimde bir kâinat, bir âlem gider, biri gelir. Demek, bir Kadîr-i Zülcelâl var ki, bu kâinatı hiçten icâd ederek, her senede, belki her mevsimde, belki her günde birisini icâd eder, ehl-i şuura gösterir ve sonra onu alır, başkasını getirir. Birbiri arkasına takıp, zincirleme bir sûrette zamanın şeridine asıyor. Elbette, bu âlem gibi, birer kâinat-ı müteceddide hükmünde olan her bahar da, gözümüzün önünde hiçten gelen ve giden kâinatları icâd eden bir Zât-ı Kadîrin mu'cizât-ı kudretidirler. Elbette, âlem içinde her vakit âlemleri halk edip değiştiren zât, mutlaka şu âlemi dahi o halk etmiştir ve şu âlemi ve rûy-i zemini o büyük misafirlere misafirhâne yapmıştır.
1- Allah, zâtında sıfatlarında ve fiillerinde bütün kusur ve noksanlardan uzaktır. � Allah dilemiş ne güzel yaratmış! � Allah ne mübârek yaratmış!
2- Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de harab olup giderdi (Enbiyâ Sûresi: 22.)
3- Haydi, çevir gözünü: En küçük bir kusur görüyor musun? � Sonra tekrar gözünü çevir. Kusur bulamaz, hor ve hakir sana döner; o göz bitkindir artık. (Mülk Sûresi: 34.)
Gelelim imkân bahsine.
Mütekellimîn demişler ki: "İmkân, mütesâviyyü't-tarafeyndir. Yani, adem ve vücud, ikisi de müsâvi olsa, bir tahsis edici, bir tercih edici, bir mûcid lâzımdır. Çünkü, mümkinât birbirini icâd edip, teselsül edemez. Yahut, o onu, o da onu icâd edip, devir sûretinde dahi olamaz. Öyle ise, bir Vâcibü'l-Vücud vardır ki, bunları icâd ediyor."
Devir ve teselsülü on iki bürhan, yani arşî ve süllemî gibi nâmlar ile müsemmâ meşhur on iki delil-i katî ile devri iptal etmişler ve teselsülü muhâl göstermişler. Silsile-i esbâbı kesip, Vâcibü'l-Vücudun vücudunu ispat etmişler.
Biz de deriz ki: Esbâb, teselsülün berâhiniyle âlemin nihayetinde kesilmesinden ise, herşeyde Hâlık-ı Küll-i Şeye has sikkeyi göstermek daha katî, daha kolaydır. Kur'ân'ın feyzi ile, bütün "Pencereler" ve bütün "Sözler" o esas üzerine gitmişler. Bununla beraber, imkân noktasının hadsiz bir vüs'ati var, hadsiz cihetlerle Vâcibü'l-Vücudun vücudunu gösteriyor. Yalnız mütekellimînin teselsülün kesilmesi yoluna-elhak, geniş ve büyük olan o caddeye-münhasır değildir. Belki had ve hesâba gelmeyen yollar ile Vâcibü'l-Vücudun mârifetine yol açar. Şöyle ki:
Herbir şey, vücudunda, sıfâtında, müddet-i bekâsında, hadsiz imkânât, yani gayet çok yollar ve cihetler içinde mütereddit iken, görüyoruz ki, o hadsiz cihetler içinde vücudca muntazam bir yolu takip ediyor. Herbir sıfatı da mahsus bir tarzda ona veriyor. Müddet-i bekâsında bütün değiştirdiği sıfat ve haller dahi böyle bir tahsis ile veriliyor. Demek, bir muhassısın irâdesiyle, bir müreccihin tercihiyle, bir mûcid-i hakîmin icâdıyladır ki; hadsiz yollar içinde, hikmetli bir yolda onu sevk eder. Muntazam sıfâtı ve ahvâli ona giydiriyor.
Sonra, infiraddan çıkarıp, bir terkibli cisme cüz yapar; imkânât ziyâdeleşir. Çünkü, o cisimde binler tarzda bulunabilir. Halbuki, neticesiz o vaziyetler içinde neticeli mahsus bir vaziyet ona verilir ki, mühim neticeleri ve faydaları ve o cisimde vazifeleri gördürülüyor.
Sonra, o cisim dahi diğer bir cisme cüz yaptırılıyor. İmkânât daha ziyâdeleşir. Çünkü, binlerle tarzda bulunabilir. İşte, o binler tarz içinde birtek vaziyet veriliyor, o vaziyet ile mühim vazifeler gördürülüyor, ve hâkezâ. Gittikçe daha ziyâde katî bir Hakîm-i Müdebbirin vücûb-u vücudunu gösteriyor. bir âmir-i Alîmin emriyle sevk edildiğini bildiriyor. Cisim içinde cisim, birbiri içinde cüz olup giden bütün bu terkiblerde, nasıl bir nefer, takımında, bölüğünde, taburunda, alayında, fırkasında, ordusunda mütedâhil o heyetlerden herbirisine mahsus birer vazifesi, hikmetli birer nisbeti, intizamlı birer hizmeti bulunuyor. Hem, nasıl ki senin gözbebeğinden bir hüceyre, gözünde bir nisbeti ve bir vazifesi var, senin başın heyet-i umumiyesi nisbetinde dahi hikmetli bir vazifesi ve hizmeti vardır. Zerre miktar şaşırsa, sıhhat ve idare-i beden bozulur. Kan damarlarına, his ve hareket âsablarına, hattâ bedenin heyet-i umumiyesinde birer mahsus vazifesi, hikmetli birer vaziyeti vardır. Binlerle imkânât içinde, bir Sâni-i Hakîmin hikmetiyle o muayyen vaziyet verilmiştir.
Öyle de, bu kâinattaki mevcudât, herbiri kendi zâtı ile, sıfâtı ile, çok imkânât yolları içinde has bir vücudu ve hikmetli bir sûreti ve faydalı sıfatları nasıl bir Vâcibü'l-Vücuda şehâdet ederler; öyle de, mürekkebâta girdikleri vakit, herbir mürekkebde daha başka bir lisânla yine Sâniini ilân eder. Git gide tâ en büyük mürekkebe kadar nisbeti ve vazifesi, hizmeti itibâriyle Sâni-i Hakîmin vücûb-u vücuduna ve ihtiyârına ve irâdesine şehâdet eder. Çünkü, bir şeyi bütün mürekkebâta hikmetli münâsebetleri muhâfaza sûretinde yerleştiren, bütün o mürekkebâtın Hâlıkı olabilir. Demek, birtek şey binler lisânlarla Ona şehâdet eder hükmündedir.
İşte, kâinatın mevcudâtı kadar değil, belki mevcudâtın sıfât ve mürekkebâtı adedince imkânât noktasından da Vâcibü'l-Vücudun vücuduna karşı şehâdetler geliyor.
İşte ey gâfil! Kâinatı dolduran bu şehâdetleri, bu sadâları işitmemek!.. Ne derece sağır ve akılsız olmak lâzım geliyor; haydi sen söyle.
Şu pencere insan penceresidir ve enfüsîdir. Ve enfüsî cihetinde şu pencerenin tafsilâtını binler muhakkikîn-i evliyânın mufassal kitaplarına havale ederek, yalnız feyz-i Kur'ân'dan aldığımız birkaç esasa işaret ederiz. Şöyle ki:
On Birinci Sözde beyân edildiği gibi, "İnsan öyle bir nüsha-i câmiadır ki, Cenâb-ı Hak bütün esmâsını insanın nefsi ile insana ihsâs ediyor." Tafsilâtını başka Sözlere havale edip yalnız üç noktayı göstereceğiz.
BİRİNCİ NOKTA: İnsan üç cihetle esmâ-i İlâhiyeye bir aynadır.
Birinci vecih: Gecede zulümât, nasıl nuru gösterir; öyle de, insan zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor ve hâkezâ, pekçok evsâf-ı İlâhiyeye bu sûretle âyinedarlık ediyor. Hattâ, hadsiz aczinde ve nihayetsiz zaafında, hadsiz a'dâsına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan, dâimâ Vâcibü'l-Vücuda bakar. Hem, nihayetsiz fakrında, nihayetsiz hâcâtı içinde, nihayetsiz maksadlara karşı bir nokta-i istimdâd aramaya mecbur olduğundan, vicdan, dâimâ o noktadan bir Ganî-i Rahîmin dergâhına dayanır, duâ ile el açar. Demek, her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdâd cihetinde iki küçük pencere Kadîr-i Rahîmin bârigâh-ı Rahmetine açılır; her vakit onunla bakabilir.
Muhakkak ki Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık. (Tîn Sûresi: 4.) Kesin olarak İmân edenler için yeryüzünde nice deliller vardır. � Kendi nefislerinizde de böyle deliller vardır. Hâlâ görmez misiniz? (Zâriyât Sûresi: 20-21.)
İkinci vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen numûneler nevinden cüz'î ilim, kudret, basar, sem', mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz'iyât ile, Kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem'ine, hâkimiyet-i rubûbiyetine âyinedarlık eder; onları anlar, bildirir. Meselâ, ben nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum ve onun mâlikiyim ve idare ediyorum; öyle de, şu koca kâinat sarayının bir ustası var, o usta onu bilir, görür, yapar, idare eder ve hâkezâ.
Üçüncü vecih âyinedarlık ise: İnsan, üstünde nakışları görünen esmâ-i İlâhiyeye âyinedarlık eder. "Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfı"nın başında bir nebze izah edilen, insanın mahiyet-i câmiasında nakışları zâhir olan yetmişten ziyâde esmâ vardır. Meselâ, yaratılışından Sâni', Hâlık ismini ve hüsn-ü takvîminden Rahmân ve Rahîm isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerîm, Latîf isimlerini ve hâkezâ, bütün âzâ ve âlâtı ile, cihazât ve cevârihi ile, letâif ve mâneviyâtı ile, havâss ve hissiyâtı ile ayrı ayrı esmânın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor. Demek, nasıl esmâda bir İsm-i âzam var; öyle de, o esmânın nukuşunda dahi bir nakş-ı âzam var ki, o da insandır.
Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa, hayvan ve câmid hükmünde insan olmak ihtimâli var.
İKİNCİ NOKTA: Mühim bir sırr-ı ehadiyete işaret eder. Şöyle ki:
İnsanın, nasıl, ruhu bütün cesedine öyle bir münâsebeti var ki, bütün âzâsını ve eczâsını birbirine yardım ettirir. Yani, irâde-i İlâhiye cilvesi olan evâmir-i tekviniyeye ve o emirden vücud-u haricî giydirilmiş bir kanun-u emrî ve latîfe-i Rabbâniye olan ruh, onların idaresinde, onların mânevî seslerini hissetmesinde ve hâcâtlarını görmesinde birbirine mâni olmaz; ruhu şaşırtmaz, ruha nisbeten uzak yakın bir hükmünde, birbirine perde olmaz. İsterse çoğunu birinin imdadına yetiştirir, isterse bedenin her cüz'ü ile bilebilir, hissedebilir, idare edebilir. Hattâ, çok nurâniyet kesb etmiş ise, herbir cüz'ü ile görebilir ve işitebilir.
Öyle de, , Cenâb-ı Hakkın mâdem Onun bir kanun-u emri olan ruh küçük bir âlem olan insan cisminde ve âzâsında bu vaziyeti gösteriyor, elbette âlem-i ekber olan kâinatta o Zât-ı Vâcibü'l-Vücudun irâde-i külliyesine ve kudret-i mutlakasına hadsiz fiiller, hadsiz sadâlar, hadsiz duâlar, hadsiz işler, hiçbir cihette Ona ağır gelmez, birbirine mâni olmaz, o Hâlık-ı Zülcelâli meşgul etmez, şaşırtmaz. Bütününü birden görür, bütün sesleri birden işitir. Yakın, uzak birdir. İsterse bütününü birinin imdadına gönderir. Herşey ile herşeyi görebilir, seslerini işitebilir ve herşey ile herşeyi bilir., ve hâkezâ.
En yüce sıfatlar Allah'ındır. (Nahl Sûresi: 60.)
Üçüncü nokta: Hayatın pek mühim bir mahiyeti ve ehemmiyetli bir vazifesi var. Fakat, o bahis hayat Penceresinde ve Yirminci Mektubun Sekizinci Kelimesinde tafsilî geçtiğinden ona havale edip, yalnız bunu ihtar ederiz ki:
Hayatta hissiyât sûretinde kaynayan memzûc nakışlar, pekçok esmâ ve şuûnât-ı zâtiyeye işaret eder. Gayet parlak bir sûrette Hayy-ı Kayyûmun şuûnât-ı zâtiyesine âyinedarlık eder. Şu sırrın izahı, Allah'ı tanımayanlara ve daha tam tasdik etmeyenlere karşı, zamanı olmadığından kapıyı kapıyoruz.
Şu Pencere semâ-i risâletin güneşi, belki güneşler güneşi olan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın penceresidir. Şu gayet parlak ve pek büyük ve çok nurânî Pencere, Otuz Birinci Söz olan Mi'rac Risâlesiyle, On Dokuzuncu Söz olan Nübüvvet-i Ahmediye (Aleyhissalâtü Vesselâm) Risâlesinde ve on dokuz işaretli olan On Dokuzuncu Mektubda ne derece nurânî ve zâhir olduğu ispat edildiğinden, o iki Sözü ve o Mektubu ve o Mektubun On Dokuzuncu İşaretini bu makamda düşünüp, sözü onlara havale edip, yalnız deriz ki:
Tevhidin bir bürhan-ı nâtıkı olan zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm risâlet ve velâyet cenahlarıyla, yani kendinden evvel bütün enbiyânın tevâtürle icmâlarını ve ondan sonraki bütün evliyânın ve asfiyânın icmâkârâne tevâtürlerini tazammun eden bir kuvvetle, bütün hayatında, bütün kuvvetiyle vahdâniyeti gösterip, ilân etmiş ve âlem-i İslâmiyet gibi geniş, parlak, nurânî bir pencereyi, mârifetullâha açmıştır. İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbânî, Muhyiddin-i Arabî, Abdülkadir-i Geylânî gibi milyonlar muhakkikîn-i asfiyâ ve sıddîkîn o pencereden bakıyorlar, başkalarına da gösteriyorlar. Acaba böyle bir pencereyi kapatacak bir perde var mı? Ve onu ittiham edip, bu pencereden bakmayanın aklı var mı? Haydi, sen söyle.
Bütün dinlere üstün kılmak üzere Resûlünü hidâyet ve hak din ile gönderen Odur. Buna şahit olarak Allah yeter. (Fetih Sûresi: 28.) De ki: Ey insanlar! Ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın gönderdiği peygamberim. Ondan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Dirilten de Odur, öldüren de. (A'râf Sûresi: 158.)
Bütün geçmiş Pencereler Kur'ân denizinden bâzı katreler olduğunu düşün. Sonra, Kur'ân'da ne kadar âb-ı hayat hükmünde olan envar-ı tevhid var olduğunu kıyas edebilirsin. Fakat, bütün o Pencerelerin menbaı ve mâdeni ve aslı olan Kur'ân'a gayet mücmel bir sûrette, gayet basit bir tarzda bakılsa dahi, yine gayet parlak nurânî bir pencere-i câmiadır. O pencere ne kadar katî ve parlak ve nurânî olduğunu Yirmi Beşinci Söz olan İ'câz-ı Kur'ân Risâlesine ve On Dokuzuncu Mektubun On Sekizinci İşaretine havale ediyoruz. Ve Kur'ân'ı bize gönderen Zât-ı Zülcelâlin Arş-ı Rahmânîsine niyaz edip deriz:
1- Hamd o Allah'a mahsustur ki, kuluna kitâbı indirmiş ve o kitapta hiçbir tezat ve eğriliğe yer vermemiştir. O kitâbı dosdoğru indirmiştir. (Kehf Sûresi: 1-2.)
-Elif lâm râ. Bu bir kitaptır ki, insanları Rablerinin izniyle inkâr karanlıklarından İmân nuruna çıkarman için sana indirdik. (İbrâhim Sûresi: 1.)
2- Ey Rabbimiz! Unutur veya hatâya düşer de bir kusur işlersek bizi onunla hesâba çekme. (Bakara Sûresi: 286.)
-Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalplerimizi sapıklığa meylettirme. (Âl-i İmrân Sûresi: 8.)
-Ey Rabbimiz! Bu hizmetimizi kabul buyur. Herşeyi hakkıyla işiten de, herşeyi hakkıyla bilen de ancak Sensin. (Bakara Sûresi: 127.)
-Muhakkak ki tevbeleri çok kabul eden ve çok merhamet eden ancak Sensin. (Bakara Sûresi: 128.)
Şu Otuz Üç Pencereli olan Otuz Üçüncü Mektub, imânı olmayanı inşaallah imâna getirir, imânı zayıf olanın imânını kuvvetleştirir, imânı kavî ve taklidî olanın imânını tahkikî yapar, imânı tahkikî olanın imânını genişlendirir, imânı geniş olana bütün kemâlât-ı hakikiyenin medârı ve esası olan mârifetullâhta terakkiyât verir, daha nurânî, daha parlak manzaraları açar.
İşte bunun için, "Bir pencere bana kâfi geldi, yeter" diyemezsin. Çünkü, senin aklına kanaat geldi, hissesini aldı ise, kalbin de hissesini ister, ruhun da hissesini ister, hattâ hayal de o nurdan hissesini isteyecek. Binâenaleyh, herbir pencerenin ayrı ayrı faydaları vardır. Mi'rac Risâlesinde asıl muhatap mü'min idi; mülhid ikinci derecede, istimâ makamında idi. Şu risâlede ise, muhatap münkirdir; istimâ makamlarında mü'mindir. Bunu düşünüp öylece bakmalı. Fakat, maatteessüf, mühim bir sebebe binâen şu Mektub gayet süratle yazıldığından ve hattâ müsvedde halinde kaldığından, elbette bana âit olan tarz-ı ifadede müşevveşiyet ve kusurlar olacaktır. Nazar-ı müsâmaha ile bakmalarını ve ellerinden gelirse, ıslâhlarını ve mâğfiret ile bana duâ eylemelerini ihvanlarımdan isterim...
1- Selâm hidâyete uyanlara olsun. (Tâhâ Sûresi: 47.)
-Levm, azar ve kötülük nefsinin kötü isteklerine uyana olsun.
2- Seni her türlü kusur ve noksandan tenzih ederim. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, herşeyi hikmetle yaparsın. (Bakara Sûresi: 32.)
3- Allah'ım, âlemlere rahmet olarak gönderdiğin zâta, onun âl ve Sahabelerine salât ve selâm eyle. Âmin.