Risâle-i Nur Şakirtlerine küçük bir mesnevî ve imânî bir dîvandır.
Müellifi: BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ
Bu Lemeât nâmındaki eserin, sâir dîvanlar gibi bir tarzda bir iki mevzû ile gitmediğinin sebebi: Eski eserlerinden Hakikat Çekirdekleri nâmındaki, kısacık vecîzeleri bir derece izah etmek için, hem nesir tarzında yazılmış, hem de sâir dîvanlar gibi hayalâta, mîzansız hissiyâta girilmemiş olmasıdır. Baştan aşağıya mantık ile hakâik-ı Kur'âniye ve imâniye olarak, yanında bulunan birâderzâdesi gibi bâzı talebelerine bir ders-i ilmîdir, belki bir ders-i imânî ve Kur'ânîdir. Üstadımızın baştaki ifadesinde dediği gibi, biz de anlamışızdır ki, nazma ve şiire hiç meyli ve onlarla iştigali de yoktur. -2- sırrının bir numûnesini gösteriyor.
Bu eser. birçok meşâgil ve Dârü'l-Hikmet'teki vazife içinde, yirmi gün Ramazan'da, günde iki veya iki buçuk saat çalışmak sûretiyle manzum gibi yazılmıştır. Bu kadar kısa zamanda ve manzum bir sahife on sahife kadar müşkül olduğu cihetle, birden, dikkatsiz, tashihsiz böyle söylenmiş, tab' edilmiştir. Bizce Risâle-i Nur hesâbına bir hârikadır. Hiçbir nazımlı dîvan bunun gibi tekellüfsüz, nesren okunabilir görülmüyor. İnşaallah bu eser bir zaman Risâle-i Nur Şâkirdlerine bir nevi Mesnevî olacak. Hem bu eser, kendisinden on sene sonra çıkan ve yirmi üç senede tamamlanan Risâle-i Nur'un mühim eczâlarına bir işaret-i gaybiye nevinden müjdeli bir fihrist hükmündedir.
Risâle-i Nur Şakirtlerinden
Sungur, Mehmet Feyzi, Hüsrev
1- Ramazan hilali ve bayram hilali arasından
2- Biz Ona şiir öğretmedik. (Yasin Sûresi: 69.)
-1- kaidesiyle, ben dahi nazım ve kafiyeyi bilmediğimden ona kıymet vermezdim. Sâfiyeyi kafiyeye fedâ etmek tarzında, hakikatin sûretini nazmın keyfine göre tağyir etmek hiç istemezdim. Şu kafiyesiz, nazımsız kitapta en âlî hakikatlere, en müşevveş bir libas giydirdim.
Evvelâ, daha iyisini bilmezdim; yalnız mânâyı düşünüyordum.
Sâniyen, cesedi libasa göre yontmakla rendeleyen şuarâya tenkidimi göstermek istedim.
Sâlisen, Ramazan'da kalp ile beraber nefsi dahi hakikatlerle meşgul etmek için, böyle çocukça bir üslup ihtiyâr edildi.
Fakat, ey kâri! Ben hatâ ettim; itiraf ederim. Sakın sen hatâ etme; yırtık üslûba bakıp o âlî hakikatlere karşı dikkatsizlik ile hürmetsizlik etme.
1- Kişi, bilmediğinin düşmanıdır.
Ey kâri! Peşinen bunu itiraf ederim ki: Sanat-ı hat ve nazımda istidadımdan çok müştekîyim. Hattâ, şimdi ismimi de düzgün yazamıyorum. Nazım, vezin ise; ömrümde bir fıkra yapamamıştım. Birden bire zihnime, nazma musırrâne bir arzu geldi. Sahabelerin gazevâtına dâir Kürtçe Kavl-i Nevâlâ Sîsebân nâmında bir destan vardı. Onun ilâhi tarzındaki tabiî nazmına ruhum hoşlanıyordu. Ben de kendime mahsus onun tarz-ı nazmını ihtiyâr ettim, nazma benzer bir nesir yazdım. Fakat, vezin için katiyen tekellüf yapmadım. İsteyen adam, nazmı hatıra getirmeden, zahmetsiz, nesren okuyabilir. Hem, nesren olarak bakmalı; tâ mânâ anlaşılsın.
Her kıtada ittisâl-i mânâ vardır. Kafiyede tevakkuf edilmesin. Külâh püskülsüz olur; vezin de kafiyesiz olur, nazım da kaidesiz olur. Zannımca lâfız ve nazım, sanatça câzibedar olsa, nazarı kendiyle meşgul eder. Nazarı mânâdan çevirmemek için, perişan olması daha iyidir.
Şu eserimde üstadım Kur'ân'dır, kitâbım hayattır, muhatabım yine benim. Sen ise, ey kâri, müstemi'sin. Müstemiin tenkide hakkı yoktur; beğendiğini alır, beğenmediğine ilişmez. Şu eserim, bu mübârek Ramazan'ın feyzi Haşiye olduğundan, ümit ederim ki, inşaallah din kardeşimin kalbine tesir eder de lisânı bana bir duâ-i mağfiret bahşeder veya bir Fâtiha okur.
Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde
Saidden yetmiş dokuz emvât Haşiye 2 bâ-âsâm âlâma.
Sekseninci olmuştur mezara bir mezar taş,
Beraber ağlıyor Haşiye 3 hüsrân-ı İslâm'a.
Mezar taşımla püremvât enîndâr o mezârımla
Revânım sâha-i ukbâ-i ferdâma.
Yakînim var ki, istikbâl semâvâtı, zemin-i Asya
Bâhem olur teslim yed-i beyzâ-i İslâm'a.
Zîra yemîn-i yümn-i imândır,
Verir emn ü emân ile enâma.
Haşiye: Hatta, tarihi çıkmış. Yani ""Ramazanın iki hilalinden doğmuş bir edep yıldızıdır. (Bin üç yüz otuz yedi eder.)
Haşiye 1: Bu kıta onun imzasıdır.
Haşiye 2: Her senede iki defa cisim tazelendiği için, iki Said ölmüş demektir. Hem, bu sene Said yetmiş dokuz senesindedir. Her bir senede bir Said ölmüş demektir ki, bu tarihe kadar said yaşayacak.
Haşiye 3: Yirmi sene sonraki bu şimdi hali, hiss-i kable'l vuku ile hissetmiş.
-1-
Şu kâinat tamamıyla bir bürhan-ı muazzamdır. Lisân-ı gayb, şehâdetle müsebbihtir, muvahhiddir. Evet, tevhid-i Rahmân'la, büyük bir sesle zâkirdir ki: -2-.
Bütün zerrât-ı hüceyrâtı, bütün erkân ve âzâsı birer lisân-ı zâkirdir; o büyük sesle beraber der ki: .
O dillerde tenevvü' var, o seslerde merâtib var. Fakat, bir noktada toplar onun zikri, onun savtı ki: .
Bu bir lisân-ı ekberdir; büyük sesle eder zikri. Bütün eczâsı, zerrâtı, küçücük sesleriyle, o bülend sesle beraber der ki: .
Şu âlem halka-i zikri içinde okuyor aşrı, şu Kur'ân maşrık-ı nuru. Bütün zîruh eder fikri ki: .
Bu Furkan-ı Celîlü'ş-Şan, o tevhide nâtık bürhan; bütün âyât sâdık lisân, şuââtı bârika-i imân. Beraber der ki: .
Kulağı ger yapıştırsan şu Furkan'ın sînesine, derinden tâ derine sarîhan işitirsin; semâvî bir sadâ der ki: .
1- Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla.
Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamd, Peygamberlerin Efendisi olan zata ve onun bütün Al ve Ashabına salat olsun.
2- Ondan başka ilah yoktur.
O sestir gayeten ulvî, nihayet derece ciddî, hakiki pek samimi; hem nihayet mûnis ve muknî ve bürhanla mücehhezdir. Mükerrer der ki: .
Şu bürhan-ı münevverde, cihât-ı sittesi şeffaf ki, üstünde münakkaştır müzehher sikke-i i'câz içinde parlayan nur-u hidâyet der ki: .
Evet, altında nesc olmuş mühefhef mantık ve bürhan, sağında aklı istintak, mürefref her taraf, ezhân "Sadakte" der; ki, .
Yemîn olan şimâlinde, eder vicdânı istişhâd. Emâmında hüsn-ü hayırdır, hedefinde saadettir. Onun miftahıdır her dem ki, .
Emâm olan verâsında ona mesned semâvîdir ki, vahy-i mahz-ı Rabbânî. Bu şeş cihet ziyâdardır; bürûcunda tecellîdar ki, .
Evet, vesvese-i sârık, bâvehim şüphe-i târık, ne haddi var ki o mârık girebilsin bu bârık kasra. Hem şârık ki, sur sûreler şâhik, her kelime bir melek-i nâtık ki, .
O Kur'ân-ı Azîmüşşan, nasıl bir bahr-i tevhiddir. Bir tek katre, misâl için bir tek Sûre-i İhlâs; fakat kısa bir tek remzi, nihayetsiz rumuzundan. Bütün enva-ı şirki reddeder, hem de yedi enva-ı tevhidi eder ispat; üçü menfî, üçü müspet, şu altı cümlede birden:
Birinci cümle: -1- karînesiz işarettir. Demek ıtlakla tâyindir. O tâyinde taayyün var. Ey -2-.
Şu tevhid-i şuhuda bir işarettir: Hakikatbîn nazar, tevhide müstağrak olursa der ki: -3-.
İkinci cümle: -4- 'dir ki, tevhid-i ulûhiyete tasrihtir. Hakikat, hak lisânı der ki: -5-
1- De ki: O ... (İhlas Sûresi: 1.)
2- Ondan başka o yoktur.
3- Ondan başka meşhud yoktur.
4- Allah birdir. (İhlas Sûresi: 1.)
5- Ondan başka ma'bud yoktur.
Üçüncü cümle: -1-'dir. İki cevher-i tevhide sadeftir. Birinci dürrü tevhid-i rubûbiyet. Evet nizam-ı kevn lisânı der ki: -2-.
İkinci dürrü tevhid-i kayyûmiyet. Evet, serâser kâinatta, vücud ve hem bekâda, müessire ihtiyaç lisânı der ki: -3-.
Dördüncü: -4-'dir. Bir tevhid-i celâli müstetirdir. Enva-ı şirki reddeder, küfrü keser bîiştibah.
Yani tegayyür, ya tenâsül, ya tecezzî eden elbet ne hâlıktır, ne kayyûmdur, ne ilâh.
Veled, fikr-i tevellüd küfrünü -5- reddeder, birden keser atar. Şu şirktendir ki, olmuştur beşer ekserîsi gümrâh.
Ki İsâ (a.s.), ya Üzeyr'in, ya melâik, ya ukulün tevellüd şirki meydan alıyor nev-i beşerde gâh bâ-gâh.
Beşincisi: -6-. Bir tevhid-i sermedî işareti şöyledir: Vâcib, kadîm, ezelî olmazsa, olmaz İlâh.
Yani, ya müddeten hâdis ise, ya maddeden tevellüd, ya bir asıldan münfasıl olsa, elbette olmaz şu kâinata penâh.
Esbâbperesti, nücumperestlik, sanemperesti, tabiatperestlik şirkin birer nevidir; dalâlette birer çâh.
Altıncı: -7-. Bir tevhid-i câmi'dir; ne zâtında nazîri, ne ef'âlinde şeriki, ne sıfâtında şebîhi lâfzına nazargâh.
Şu altı cümle mânen birbirine netice, hem birbirinin bürhanı; müselseldir berâhin, mürettebdir netâic şu sûrede karargâh.
Demek, şu Sûre-i İhlâsta, kendi miktar-ı kametinde, müselsel, hem müretteb otuz sûre münderic. Bu, bunlara sehergâh.
1- Allah Sameddir, her şey ona muhtaçtır, O ise hiçbir şeye muhtaç değildir. (İhlas Sûresi: 2.)
2- Ondan başka Halık yoktur.
3- Ondan başka kayyum yoktur.
4- Allah doğurmamıştır. (İhlas Sûresi: 2.)
5- Olumsuzluk edatı (değildir).
6- O doğrulmamıştır. (İhlas Sûresi: 3)
7- Olmadı.
8- Gaybı Allah'tan başka kimse bilemez.
İzzet-i azamet ister ki, esbâb-ı tabiî perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında.
Tevhid ve Celâl ister ki, esbâb-ı tabiî dâmenkeş-i tesir-i hakiki ola Haşiye kudret eserinde.
Vücudun hasra gelmez muhtelif envaını, münhasır olmaz, sıkışmaz şu şehâdet âleminde.
âlem-i cismanî bir tenteneli perde gibi, şûlefeşan gaybî avâlim üzerinde.
Eser-i itkan-ı san'at, fıtratın her köşesinde, bilbedâhe reddeder esbâbının icâdını.
Nakş-ı kilkî, ayn-ı kudret; hilkatin her noktasında bizzarure reddeder vesâitin vücudunu.
Kâinatta serbeser sırr-ı tesânüd müstetir, hem münteşir. Hem cevânibde tecâvüb, hem teâvün gösterir.
Ki, yalnız bir Kudret-i âlemşümûldür yaptırır, zerreyi her nisbetiyle halk edip yerleştirir.
Kitâb-ı âlemin her satırıyla her harfi hayy; ihtiyaç sevk ediyor, tanıştırır.
Her nereden gelirse gelsin, nidâ-i hâcete lebbeykzendir; sırr-ı tevhid nâmına etrafı görüştürür.
Zîhayat her harfi, herbir cümleye müteveccih birer yüzü, hem de nâzır birer gözü baktırır.
Haşiye: Hakiki tesirden elini çeksin, icada karışmasın demektir.
Güneş bir meyvedardır; silkinir, tâ düşmesin müncezib seyyar olan yemişleri.
Ger sükûtuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar, ağlar fezâda muntazam meczubları.
Sivrisinek gözünü halk eyleyendir mutlaka, güneşi, hem Kehkeşi halk eylemiş.
Pirenin midesini tanzim edendir mutlaka, Manzume-i Şemsiyeyi nazm eylemiş.
Gözde rü'yet, midede hem ihtiyacı derc edendir mutlaka, semâ gözüne ziyâ sürmesi çekmiş, zemin yüzüne gıdâ sofrası sermiş.
Kâinatın, gör ki, telifinde bir i'câz var. Ger bütün esbâb-ı tabiiye, bilfarzü'l-muhâl, ola herbiri muktedir bir fâil-i muhtar.
O i'câza karşı nihayet acz ile bilimtisâl ederek secde ki,
Bir kudret-i zâtiyedir, hem ezelî; acz tahallül edemez.
Onda merâtib olmayıp, mevâni tedâhül edemez. İsterse küll, isterse cüz, nisbet tefâvüt eylemez.
Çünkü herşey bağlıdır herşey ile. Herşeyi yapamayan bir şeyi de yapamaz.
1- Seni her türlü noksan sıfattan tenzih ederiz, ey Rabbimiz! Sen ezeli Kadirsin ve celal sahibisin.
2- Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir. (Lokman Sûresi: 28.)
Tesbih gibi nazm eyleyip kaldıracak arzımızı, şümûsu, nücûmu; hasra gelmez.
Şu fezânın başına, hem sînesine takacak öyle kuvvetli ele bir kimse mâlik olmaz.
Dünyada hiçbir şeyde dâvâ-i halk edip, iddiâ-i icâd edemez.
Mevtâlûd bir nevm ile kışta uyuşmuş bir sinek, nasıl onun ihyâsı kudrete ağır gelmez;
Şu dünyanın mevti de, ihyâsı da öyledir. Bütün zîruh ihyâsı onda fazla nazlanmaz.
Değil tâbi' tabiat, belki matba'. Değil nakkaş, o belki bir nakıştır.
Değil fâil, o kâbildir. Değil masdar, o mistardır. Değil nâzım, o nizamdır.
Değil kudret, o kanundur. İrâdî bir şeriattır, değil haric-i hakikattar.
Vicdanda mündemicdir, bir incizab ve cezbe. Bir câzibin cezbiyle dâim olur incizab.
Cezbe düşer zîşuur, ger Zülcemâl görünse, etse tecellî dâim pürşâşaa bîhicab.
Bir Vâcibü'l-Vücuda, Sahib-i Celâl ve Cemâl, şu fıtrat-ı zîşuur katî şehâdetmeab.
Bir şâhidi o cezbe; hem diğeri incizab.
Fıtratta yalan yoktur; ne dediyse doğrudur. Çekirdeğin lisânı meyl-i nümüvv der: "Ben sünbüllenip meyvedar." Doğru çıkar beyânı.
Yumurtanın içinde, derin derin söyler hayatın meyelânı ki, "Ben piliç olurum; izn-i İlâhî ola." Sâdık olur lisânı.
Bir avuç su, bir demir gülle içinde eğer niyet etse incimad, bürûdetin zamanı.
İçindeki inbisat meyli der: "Genişlen! Bana lâzım fazla yer." Bir emr-i bîemânî.
Metîn demir çalışır, onu yalan çıkarmaz. Belki onda doğruluk, hem de sıdk-ı cenânî,
O demiri parçalar. Şu meyelânlar bütün birer emr-i tekvinî, birer hükm-ü Yezdânî,
Birer fıtrî şeriat, birer cilve-i irâde. İrâde-i İlâhî, idare-i ekvânî,
Emirleri şunlardır: Birer birer meyelân, birer birer imtisâl, evâmir-i Rabbânî.
Vicdandaki tecellî aynen böyle cilvedir ki, incizab ve cezbe iki musaffâ cânı,
İki mücellâ camdır; akseder içinde Cemâl-i Lâyezâlî, hem de nur-u imânî.
Karıncayı emirsiz, arıları yâsubsuz bırakmayan kudret-i ezeliye, elbette,
Beşeri de bırakmaz şeriatsız, nebîsiz. Sırr-ı nizam-ı âlem böyle ister elbette.
Bir mi'racı kerâmetle melekler, gördüler elhak ki; müsellem bir nübüvvette muazzam bir velâyet var.
O parlak zât, Burâk'a binmiş de berk olmuş, kamervâri serâser âlem-i nuru da görmüştür.
Şu şehâdet âleminde münteşir insanlara hissî büyük bir mu'cize nasıl ki -1- 'dir.
Bu mi'racdır âlem-i ervâhtaki sâkinlere en büyük bir mu'cize ki, -2- 'dır.
Kelime-i şehâdet: Vardır iki kelâmı. Birbirine şâhiddir, hem delil ve bürhandır.
Birincisi sânîye bir bürhan-ı limmîdir. İkincisi evvele bir bürhan-ı innîdir.
Hayat bir nur-u vahdettir; şu kesrette eder tevhid tecellî. Evet, bir cilve-i vahdet eder kesretleri tevhid ve yektâ.
Hayat bir şeyi herşeye eder mâlik. Hayatsız şey, ona nisbet ademdir cümle eşya.
1- Ay yarıldı. (Kamer Sûresi: 1.)
2- Gece seyahat ettiren Allah, her türlü noksandan münezzehtir. (İsra Sûresi: 1.)
Ruh bir nurânî kanundur, vücud-u haricî giymiş bir nâmustur, şuuru başına takmış.
Bu mevcud ruh, şu mâkul kanuna olmuş iki kardeş, iki yoldaş.
Sabit ve hem dâim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi hem âlem-i emr, hem irâde vasfından gelir.
Kudret vücud-u hissî giydirir, şuuru başına takar, bir seyyâle-i latîfeyi o cevhere sadef eder.
Eğer envadaki kanunlara kudret-i Hâlık vücud-u haricî giydirirse, herbiri bir ruh olur.
Ger vücudu ruh çıkarsa, başından şuuru indirirse, yine lâyemut kanun olur.
Ziyâ ile hayatın herbiri mevcudâtın birer keşşafıdır. Bak; nur-u hayat olmazsa,
Vücud ademâlûddur, belki adem gibidir. Evet, garip, yetimdir hayatsız ger kamerse.
Ger mîzanü'l-vücudla karıncayı tartarsan, onda çıkan kâinat küremize sıkışmaz.
Bence küre hayvandır. Başkaların zannınca meyyit olan küreyi ger getirip koyarsan,
Karıncanın karşısına, o zîşuur başının nısfı bile olamaz.
Nasrâniyet ya intifâ, ya ıstıfâ bulacak. İslâma karşı teslim olup terk-i silâh edecek.
Mükerreren yırtıldı, Purutluğa tâ geldi. Purutlukta görmedi ona salâh verecek.
Perde yine yırtıldı, mutlak dalâle düştü. Bir kısmı lâkin bâzı yakınlaştı tevhide; onda felâh görecek.
Hazırlanır şimdiden, Haşiye yırtılmaya başlıyor. Sönmezse, safvet bulup İslâma mal olacak.
Bu bir sırr-ı azîmdir. Ona remz ve işaret: Fahr-i Rüsûl demiştir: "İsâ, Şer'im ile amel edip ümmetimden olacak."
Meşhurdur ki, îydin hilâline bakardı cemaat-i kesîre. Kimse birşey görmedi.
Zevâlî bir ihtiyar yemin etti ki, "Gördüm." Halbuki gördüğü, kirpiğinin takavvüs etmiş beyaz bir kılı idi.
O kıl oldu onun hilâli. O mukavves kıl nerede, hilâl olmuş kamer nerede? Ger anladın şu remzi,
Zerrâttaki harekât, kirpik-i aklın olmuş, birer kıl-ı zulmettar, kör etmiş maddî gözü.
Teşkil-i cümle enva fâilini göremez, düşer başına dalâl.
O hareket nerede, Nazzâm-ı Kevn nerede? Onu ona vehmetmek, muhâl ender muhâl!
Ümmetteki cumhuru, hem avâmın umumu, bürhandan ziyâde, mehazdaki kudsiyet şevk-i itaat verir, sevk eder imtisâle.
Şeriat, yüzde doksanı müsellemât-ı şer'î, zarûriyât-ı dinî birer elmas sütundur.
İçtihadî, hilâfî, fer'î olan mesâil, yüzde ancak on olur. Doksan elmas sütunu, on altının sahibi
Kesesine koyamaz, ona tâbi kılamaz. Elmasların mâdeni, Kur'ân ve hem hadîstir. Onun malı; oradan her zaman istemeli.
Kitaplar, içtihadlar Kur'ân'ın aynası, yahut dürbün olmalı. Gölge, vekil istemez o Şems-i Mu'cizbeyân.
İnsandaki fıtratı mükerrem olduğundan, kasden hakkı arıyor.
Bâzan gelir eline, bâtılı hak zanneder, koynunda saklıyor.
Hakikati kazarken, ihtiyârı olmadan dalâl düşer başına; hakikattir zanneder, kafasına geçirir.
Kudret-i Zülcelâlin pekçoktur mir'atları. Herbiri ötekinden daha eşeff ve eltaf pencereler açıyor bir âlem-i misâle.
Sudan havaya kadar, havadan tâ esîre, esîrden tâ misâle, misâlden tâ ervâha, ervâhtan tâ zamana, zamandan tâ hayale,
Hayalden tâ fikre kadar muhtelif aynalar, dâimâ temsil eder şuûnât-ı seyyâle.
Kulağınla nazar et âyine-i havaya: Kelime-i vâhide, olur milyon kelimât.
Acîb istinsah eder o kudretin kalemi; şu sırr-ı tenâsülât.
Aynada temessül, münkasım dört sûrete: ya yalnız hüviyet, ya beraber hâsiyet, ya hüviyet hem şûle-i mahiyet, ya mahiyet hüviyet.
Eğer misâl istersen, işte insan ve hem şems, melek ve hem kelime. Kesîfin timsâlleri, aynada oluyor birer müteharrik meyyit.
Bir ruh-u nurânînin, kendi mir'atlarında timsâlleri oluyor birer hayy-ı murtabıt. Aynı olmazsa eğer, gayrı dahi olmayıp, birer nur-u münbasıt.
Ger şems hayvan olaydı, olur harareti hayatı, ziyâ onun şuuru. Şu havâssa mâliktir aynada timsâli.
İşte budur şu esrarın miftahı: Cebrâil hem Sidre'de, hem sûret-i Dıhyede, meclis-i Nebevîde,
Hem kim bilir kaç yerde! Azrâil'in bir anda Allah bilir kaç yerde ruhları kabz ediyor. Peygamberin bir anda,
Hem keşf-i evliyâda, hem sâdık rüyalarda ümmetine görünür, hem haşirde umum ile şefaatle görüşür.
Velîlerin abdalı çok yerlerde bir anda zuhur eder, görünür.
İçtihadın şartını hâiz olan her müstaid, ediyor nefsi için nass olmayanda içtihad. Ona lâzım, gayra ilzam edemez.
Ümmeti dâvetle teşri' edemez. Fehmi, şeriattan olur, lâkin şeriat olamaz. Müçtehid olabilir, fakat müşerri' olamaz.
İcmâ ile cumhurdur, sikke-i şer'i görür. Bir fikre dâvet etmek, zann-ı kabul-ü cumhur şart-ı evvel oluyor.
Yoksa dâvet bid'attır, reddedilir. Ağzına tıkılır, onda daha çıkamaz.
Zulmetli münevverler bu sözü bilmeliler: Ziyâ-i kalbsiz olmaz nur-u fikir münevver.
O nur ile bu ziyâ mezc olmazsa zulmettir; zulüm ve cehli fışkırır. Nurun libasını giymiş bir zulmet-i müzevver.
Gözünde bir nehâr var; lâkin ebyaz ve muzlim. İçinde bir sevad var ki, bir leyl-i münevver.
O içinde bulunmazsa, o şahmpâre göz olmaz, sende birşey göremez. Basîretsiz basar da para etmez.
Ger fikret-i beyzâda süveydâ-i kalb olmazsa, halita-i dimağî ilim ve basîret olmaz. Kalbsiz akıl olamaz.
Dimağda merâtib var, birbiriyle mültebis, ahkâmları muhtelif. Evvel tahayyül olur, sonra tasavvur gelir.
Sonra gelir taakkul, sonra tasdik ediyor, sonra iz'an oluyor, sonra gelir iltizam, sonra itikad gelir.
İtikadın başkadır, iltizamın başkadır. Herbirinden çıkar bir hâlet: Salâbet itikaddan,
Taassub iltizamdan, imtisâl iz'andan; tasdikten iltizam, taakkulde bîtaraf, bîbehre tasavvurda,
Tahayyülde safsata hâsıl olur, mezcine eğer olmaz muktedir.
Bâtıl şeyleri güzel tasvir etmek, her demde, sâfî olan zihinleri cerhdir, hem idlâli.
Hakiki mürşid-i âlim koyun olur, kuş olmaz; hasbî verir ilmini.
Koyun verir kuzusuna hazm olmuş musaffâ sütünü.
Kuş veriyor ferhine lüabâlûd kayyını.
Vücud-u cümle eczâ, şart-ı vücud-u külldür. Adem ise, oluyor bir cüz'ün ademiyle; tahrip eshel oluyor.
Bundandır ki, âciz adam, sebeb-i zuhur-u iktidar-ı müsbete hiç yanaşmaz. Menfîce müteharrik, dâim tahripkâr olur.
Hikmetteki desâtir, hükümette nevâmis, hakta olan kavânîn, kuvvetteki kavâid birbiriyle olmazsa müstenid ve müstemid,
Cumhur-u nasta olmaz ne müsmir ve müessir. Şeriatta şeâir kalır mühmel, muattal; umûr-u nasta olmaz müstenid ve mu'temid.
Zaman olur zıd, zıddını saklarmış. Lisân-ı siyasette lâfız, mânânın zıddıdır. Adâlet külâhını, Haşiye 1
Zulüm başına geçirmiş; hamiyet libasını, hıyânet ucuz giymiş. Cihad ve hem gazâya, bâğî ismi takılmış. Esâret-i hayvanî, istibdad-ı şeytanî, hürriyet nâm verilmiş. Zıdlarda emsâl olmuş, sûretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî.
Menfaat üzere çarhı kurulmuş olan siyaset-i hâzıra, müfteristir, canavar.
Aç olan canavara karşı tahabbüb etsen, merhametini değil, iştihâsını açar.
Sonra döner, geliyor; tırnağının, hem dişinin kirasını senden ister.
Hayvanın hilâfına, insandaki kuvâlar fıtrî tahdit olmamış. Onda çıkan hayr ü şer, lâyetenâhî gider.
Onda olan hodgâmlık, bundan çıkan hodbînlik, gurur, inad birleşse, öyle günah oluyor Haşiye 2 ki, beşer şimdiye kadar
Ona isim bulmamış. Cehennemin lüzûmuna delil olduğu gibi, cezası da yalnız Cehennem olabilir.
Hem meselâ, bir adam tek yalancı sözünü doğru göstermek için, İslâmın felâketini kalben arzu eder.
Şu zaman da gösterdi: Cehennem lüzûmsuz olmaz, Cennet ucuz değildir.
Havâstaki meziyet, filhakika sebeptir tevâzu, mahviyete; olmuş maatteessüf sebeb-i tahakküme, tekebbüre hem illet.
Haşiye 1: Bu zamanı tam görmüş gibi bahseder.
Haşiye 2: Bunda da bir işaret-i gaybiye var.
Fakirlerdeki aczi, âmîlerdeki fakrı, filhakika sebeptir ihsan ve merhamete.
Lâkin maatteessüf müncer olmuştur şimdi zillet ve esârete. Bir şeyde hâsıl olan mehâsin ve şerefse, havâs ve rüesâya o şey peşkeş edilir.
O şeyden neş'et eden seyyiât ve şer ise, efrad ve hem avâma taksim, tevzî edilir.
Aşîret-i galipte hâsıl olan şerefse, "Hasan Ağa, âferin!"
Hâsıl olan şer ise, efrâda olur nefrîn. Beşerde şerr-i hazin!
Bir gâye-i hayal olmazsa, yahut nisyan basarsa, ya tenâsi edilse; elbette zihinler enelere dönerler, etrafında gezerler.
Ene kuvvetleşiyor, bâzan sinirleniyor. Delinmez, tâ "nahnü" olsun. Enesini sevenler, başkaları sevmezler.
Bilcümle ihtilâlât, bütün herc ü fesadât, hem asıl, hem mâdeni, rezâil ve seyyiât, bütün fâsid hasletler,
Muharrik ve menbaı iki kelimedir tek, yahut iki kelâmdır.
Birincisi şudur ki: "Ben tok olsam, başkalar acından ölse, neme lâzım."
İkincisi: "Rahatım için zahmet çek. Sen çalış, ben yiyeyim. Benden yemek, senden emekler."
Birinci kelimede olan semm-i kâtili, hem kökünü kesecek, şâfi devâ olacak tek bir devâsı vardır.
da zekât-ı şer'î ki, bir rükn-ü İslâmdır. İkinci kelimede zakkum-u şecer münderic. Onun ırkını kesecek, ribânın hurmetidir.
Beşer salâh isterse, hayatını severse, zekâtı vaz' etmeli, ribâyı kaldırmalı.
Tabaka-i havâstan tabaka-i avâma sıla-i rahm kopmuştur. Aşağıdan fırlıyor
Sadâ-i ihtilâli, vâveylâ-i intikamı, kin ve hased enîni. Yukarıdan iniyor
Zulüm ve tahkir ateşi, tekebbürün sıkleti, tahakküm sâikası. Aşağıdan çıkmalı.
Tahabbüb ve itaat, hürmet ve hem imtisâl. Fakat merhamet ve ihsan yukarıdan inmeli,
Hem şefkat ve terbiye. Beşer bunu isterse sarılmalı zekâta, ribâyı tard etmeli.
Kur'ân'ın adâleti bâb-ı âlemde durup, ribâya der: "Yasaktır; hakkın yoktur, dönmeli."
Dinlemedi bu emri, beşer yedi bir sille. Haşiye Müthişini yemeden bu emri dinlemeli.
Haşiye: Kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir. Evet, beşer dinlemedi, bu İkinci Harb-i Umumi ile dehşetli silsileyi de yedi.
Bir rüyâda demiştim: Devletler, milletlerin hafif muhârebesi, tabakât-ı beşerin şedid olan harbine terk-i mevkî ediyor.
Zîrâ beşer, edvârda esirlik istemedi, kanıyla parçaladı. Şimdi ecîr olmuştur; onun yükünü çeker, onu da parçalıyor.
Beşerin başı ihtiyar; edvâr-ı hamsesi var. Vahşet ve bedeviyet, memlûkiyet, esâret, şimdi dahi ecîrdir, başlamıştır, geçiyor.
-1- bir düstur-u azîmdir: "Gayr-i meşrû tarîk ile bir maksada giden zât, galiben maksudunun zıddıyla görür mücâzât."
Avrupa muhabbeti gayr-i meşrû muhabbet, hem taklid ve hem ülfet.
âkıbeti mükâfât: Mahbubun gaddarâne adâveti, cinâyât.
Fâsık-ı mahrum, bulmaz ne lezzet ve ne necât.
Ey talib-i hakikat! Mâziye, hem musîbet; müstakbel ve mâsiyet ayrı görür şeriat. Mâziye, mesâibe nazar olur kadere.
Söz olur Ceberîye. Müstakbel ve maâsi, nazar olur teklife. Söz olur İ'tizale. İ'tizal ile Cebir şurada barışırlar.
Şu bâtıl mezheblerde birer dâne-i hakikat mevcud, mündericdir; mahsus mahalli vardır. Bâtıl olan, tâmimdir.
1- Katil öldürdüğü kimseye varis olamaz. (Tirmizî, Ferâiz:17.)
Ger istersen hayatı, çareleri bulunan şeyde acze yapışma.
Ger istersen rahatı, çaresi bulunmayan şeyde ceza'a sarılma.
Öyle şerâit oluyor, tahtında az bir hareke, sahibini çıkarıyor tâ âlâ-yı illiyyîn.
Öyle hâlât oluyor ki, küçük bir hareket, kâsibini indiriyor tâ esfel-i sâfilîn.
Fıtratların bir kısmı birden bire parlıyor. Bir kısmı tedricîdir, şey'en şey'en kalkıyor. Tabiat-ı insanî ikisine de benziyor.
Şerâite bakıyor, ona göre değişir. Bâzan tedricî gider. Bâzan dahi oluyor barut gibi zulmânî; birdenbire fışkırıyor.
Nurânî bir nâr olur; bâzı olur bir nazar, fahmi elmas ediyor. Bâzı olur bir temas, taşı iksir ediyor. Bir nazar-ı peygamber
Birden bire kalbeder bir bedevî cahil, bir ârif-i münevver.
Eğer mîzan istersen: İslâmdan evvel Ömer, İslâmdan sonra Ömer.
Birbiriyle kıyası: bir çekirdek, bir şecer. Def'aten verdi semer, o nazar-ı Ahmedî, o himmet-i Peygamber.
Cezîretü'l-Arabda, fahm olmuş fıtratları kalbetti elmaslara, birden bire serâser,
Barut gibi ahlâkı parlattırdı, oldular birer nur-u münevver.
Bir dâne sıdk, yakar milyonla yalanı. Bir dâne-i hakikat, yıkar kasr-ı hayali. Sıdk büyük esastır, bir cevher-i ziyâlı.
Yeri verir sükûta-eğer çıksa zararlı. Yalana yer hiç yoktur, çendan olsa faydalı. Her sözün doğru olsun, her hükmün hak olmalı.
Lâkin hakkın olamaz her doğruyu söz etmek. Bunu iyi bilmeli. "Huz mâ safa dâ mâ keder" -1- kendine düstur etmeli.
Güzel gör, hem güzel bak; tâ güzel düşünmeli. Güzel bil, hem güzel düşün; tâ leziz hayatı bulmalı.
Hayat içinde hayattır hüsn-ü zanda emeli. Sû-i zanla yeistir, saadet muharribi, hem de hayatın kâtili.
1- Çirkin ve keder vereni bırak, güzel ve huzur verene bak.
dehâ-i fennî ile hüdâ-i şer'î muvâzeneleri
Birinci Harbin Mütâreke başında, bir Cuma gecesinde bir rüyâ-i sâdıkada, misâlî âleminde, bir meclis-i azîmde benden suâl ettiler:
"Mağlûbiyet sonunda İslâmın âleminde ne hal peydâ olacak?" Asr-ı hâzır mebusu sıfatıyla söyledim; onlar da dinlediler.
Eski zamandan beri istiklâl-i İslâmın bekâsı, hem kelimetullâhın i'lâsı için, farz-ı kifâye-i cihadı, o lâzıme-i diyânet,
Deruhte ile, kendini yekvücud-u vahdânî, İslâmın âlemine fedaya vazifedar, hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet,
Şu millet-i İslâmın felâket-i mâzisi, getirecek de elbet İslâmın âlemine saadet ve hürriyet. Olur geçen musîbet
İstikbâlde telâfi. Üçü veren, üç yüzü kazandıran, etmiyor elbette hiç hasâret. Halini istikbâle tebdil eder, zîhimmet.
Zîrâ ki şu musîbet, hayatımız mâyesi olan şefkat, uhuvvet, tesânüd-ü İslâmî hârikulâde etti, inkişaf-ı uhuvvet,
Tesri-i ihtizâzı, tahrib-i medeniyet. Deniyet-i hâzıra sûreti değişecek, sistemi bozulacak. Zuhur edecek o vakit
İslâmî medeniyet. Müslümanlar bilihtiyâr elbet evvel girecek. Muvâzene istersen: Şer'in medeniyeti, şimdiki medeniyet;
Esaslara dikkat et, âsârlara nazar et. Şimdiki medeniyet esasâtı menfîdir. Menfî olan beş esas ona temel, hem kıymet.
Onlarla çarh kurulur. İşte nokta-i istinad: Hakka bedel kuvvettir. Kuvvet ise, şe'nidir tecavüz ve teâruz. Bundan çıkar hıyânet.
Hedef-i kasdı, fazîlet bedeline hasis bir menfaattir. Menfaatin şe'nidir tezâhum ve tehâsum. Bundan çıkar cinayet.
Hayattaki kanunu, teâvün bedeline, bir düstur-u cidâldir. Cidâlin şe'ni budur: tenâzu' ve tedâfü'. Bundan çıkar sefâlet.
Akvâmların beyninde râbıta-i esası: âharın zararına müntebih unsuriyet. Başkaları yutmakla beslenir, alır kuvvet.
Milliyet-i menfiye, unsuriyet, milliyet; şe'ni olur dâimâ böyle müthiş tesâdüm, böyle feci telâtum. Bundan çıkar helâket.
Beşincisi şudur ki: Câzibedar hizmeti hevâ , hevesi teşcî, teshil; hevesâtı, arzuları tatmin. Bundan çıkar sefâhet.
O hevâ, hem heves, şe'ni budur dâimâ: İnsanı memsuh eder, sîreti değiştirir. Mânevî meshediyor; değişir insaniyet.
Şu medenîlerden çoğunun eğer içini dışına çevirirsen, görürsün: Başta maymunla tilki, yılanla ayı, hınzır; sîreti olur sûret.
Gelir hayali karşına, postlarıyla tüyleri. İşte şununla görünür meydandaki âsârı. Zemindeki mevâzin, mîzanıdır şeriat.
Şeriattaki rahmet, semâ-i Kur'ân'dandır. Medeniyet-i Kur'ân esasları müsbettir. Beş müsbet esas üzere döner çarh-ı saadet:
Nokta-i istinadı, kuvvete bedel haktır. Hakkın dâim şe'nidir adâlet ve tevâzün. Bundan çıkar selâmet, zâil olur şekâvet.
Hedefinde menfaat yerine fazîlettir. Fazîletin şe'nidir muhabbet ve tecâzüb. Bundan çıkar saadet, zâil olur adâvet.
Hayattaki düsturu, cidâl kıtâl yerine düstur-u teâvündür. O düsturun şe'nidir ittihad ve tesânüd; hayatlanır cemaat.
Sûret-i hizmetinde, hevâ heves yerine hüdâ-i hidâyettir. O hüdânın şe'nidir insana lâyık tarzda terakkî ve refâhet,
Ruha lâzım sûrette tenevvür ve tekâmül. Kitlelerin içinde cihetü'l-vahdeti de tard eder unsuriyet, hem de menfî milliyet.
Hem onların yerine râbıta-i dindir, nisbet-i vatanîdir, alâka-i sınıfîdir uhuvvet-i imânî. Şu râbıtanın şe'nidir, samimi bir uhuvvet,
Umumi bir selâmet. Hariç etse tecavüz, o da eder tedâfü'. İşte şimdi anladın, sırrı nedir ki küsmüş, almadı medeniyet.
Şimdiye kadar İslâmlar ihtiyârıyla girmemiş. Şu medeniyet-i hâzıra onlara yaramamış. Hem de onlara vurmuş müthiş kayd-ı esâret.
Belki nev-i beşere tiryak iken zehir olmuş. Yüzde seksenini atmış meşakkat ve şekâvet. Yüzde onu çıkarmış müzahraf bir saadet.
Diğer onu bırakmış beyne beyne bîrahat. Zâlim ekallin olmuş gelen ribh-i ticaret. Lâkin saadet odur: Külle ola saadet.
Lâakal ekseriyete olsa medâr-ı necât. Nev-i beşere rahmet nâzil olan şu Kur'ân, ancak kabul ediyor bir tarz-ı medeniyet:
Umuma, ya eksere verirse bir saadet. Şimdiki tarz-ı hâzır, heves serbest olmuştur, hevâ da hür olmuştur. Hayvanî bir hürriyet.
Heves tahakküm eder. Hevâ da müstebiddir. Gayr-i zarûrî hâcâtı havâic-i zarûrî hükmüne geçirmiştir. İzâle etti rahat.
Bedâvette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtac-ı fakir etmiştir. Sa'y-i helâl, masrafa etmemiştir kifâyet.
Onda hile, harama beşeri sevk etmiştir. Ahlâkın esasını şu noktadan bozmuştur. Cemaate, hem nev'e, vermiştir servet, haşmet.
Ferd-i şahsı ahlâksız, hem fakir eylemiştir. Bunun şâhidi çoktur: Kurun-u ûlâdaki mecmû-u vahşet ve cinayet, hem gadr ve hem hıyânet,
Şu medeniyet-i habîse tek bir defada kustu. Midesi Haşiye daha bulanır. Âlem-i İslâmdaki istinkâf-ı mânidar, hem de bir cây-ı dikkat.
Kabulde muztariptir, soğuk da davranmıştır. Evet, Şeriat-ı Garrâda olan nur-u İlâhî, hâssa-i mümtazıdır istiğnâ-i istiklâliyet.
O hâssadır bırakmaz ki o nur-u hidâyet, şu medeniyet ruhu olan Roma dehâsı ona tahakküm etsin. Onda olan hidâyet,
Bundaki felsefe ile mezc olmaz; hem aşılanmaz, hem de tâbi olamaz. İslâmiyet ruhunda şefkat, izzet-i İmân beslediği şeriat,
Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân tutmuş yed-i beyzâda hakâik-ı şeriat. O yemîn-i beyzâda birer Asâ-i Mûsâ'dır. Sehhâr medeniyet istikbâlde edecek ona secde-i hayret.
Şimdi buna dikkat et: Eski Roma, Yunan'ın iki dehâsı vardı; bir asıldan tev'emdi. Biri hayalâlûddu, biri maddeperestti.
Su içinde yağ gibi imtizâc olamadı. Mürûr-u zaman istedi, medeniyet çabaladı, Hıristiyanlık da çalıştı. Temzicine muvaffak hiçbiri de olmadı.
Herbiri istiklâlini filcümle hıfzeyledi. Hattâ el'an âdetâ o iki ruh, şimdi de cesedleri değişmiş. Alman, Fransız oldu.
Haşiye: Demek daha dehşetli kusacak. Evet, iki Harb-i Umumi ile öyle kustu ki, hava, deniz, kara yüzlerini bulandırdı. Kanla lekelendi.
Güyâ bir nevi tenâsuh başlarından geçmişti. Ey birâder-i misâlî! Zaman böyle gösterdi. O ikiz iki dehâ öküz gibi reddetti
Temzicin esbâbını. Şimdi de barışmadı. Mâdem onlar tev'emdi, kardeş ve arkadaştı, terakkîde yoldaştı; birbiriyle döğüştü, hiç de barışmadılar.
Nasıl olur ki; aslı, hem mâdeni, matlaı başka çeşit olmuştu; Kur'ân'da olan nuru, şeriat hidâyeti, şu medeniyetin ruhu olan Roma dehâsı birbiriyle barışır, hem mezc ve ittihadı?
O dehâ ile bu hüdâ menşe'leri ayrıdır. Hüdâ semâdan indi, dehâ zeminden çıktı. Hüdâ kalbde işliyor; dimağı da işletir.
Dehâ dimağda işler; kalbi de karıştırır. Hüdâ ruhu eder tenvir, dâneleri sümbüllettirir. Karanlıklı tabiat onunla ışıklanır.
İstidad-ı kemâli birden bire yol alır. Nefs-i cismanî yapar hizmetkâr-ı emirber. Melek-sîmâ ediyor insan-ı himmetperver.
Dehâ ise, evvelâ nefse ve cisme bakıyor, tabiata giriyor, nefsi tarla ediyor. İstidad-ı nefsânî neşv ü nemâ buluyor.
Ruhu eder hizmetkâr; taneleri kuruyor. Şeytanın sîmâsını beşerde gösteriyor. Hüdâ, hayatına saadet veriyor, dâreyne ziyâ neşrediyor, insanı yükseltiyor.
Deccâl-misâl Haşiye dehâ-i a'ver, bir dâr ile bir hayatı anlar, maddeperest olur ve dünyaperver. İnsanı yapar birer canavar.
Evet, dehâ sağır tabiata tapar. Kör kuvvete fermanber. Fakat hüdâ şuurlu san'atı tanır, hikmetli kudrete bakar. Dehâ, zemine küfran perdesi çeker. Hüdâ, şükran nurunu serper.
Bu sırdandır, dehâ a'mâ-i asam, hüdâ semî-i basîr. Dehânın nazarında, zemindeki nimetler sahipsiz ganimettir.
Minnetsiz gasb ve sirkat, tabiattan koparmak, canavarca his verir.
Hüdânın nazarında, zeminin sînesinde, kâinatın yüzünde serpilmiş olan niam, rahmetin semerâtı, her nimetin altında bir yed-i muhsin görür, şükran ile öptürür.
Bunu da inkâr etmem: Medeniyette vardır mehâsin-i kesîre. Lâkin, onlar değildir ne Nasrâniyet malı, ne Avrupa icâdı,
Ne şu asrın san'atı. Belki umum malıdır. Telâhuk-u efkârdan, semâvî şerayi'den, hem hâcât-ı fıtrîden, hususi şer'-i Ahmedî,
İslâmî inkılâbdan neş'et eden bir maldır. Kimse temellük etmez. Misâlîler meclisi, o meclisin reisi tekrar sordu. Hem dedi:
Haşiye: Bunda da bir ince işaret var.
"Musîbet olur her dem hıyânet neticesi, mükâfatın sebebi. Ey şu asrın adamı! Kader bir sille vurdu, kazâya da çarptırdı.
"Hangi ef'âlinizle kazâya, hem kadere şöyle fetvâ verdiniz ki, kazâ-i İlâhî musîbetle hükmetti, sizleri hırpaladı?
"Hatâ-i ekseriyet olur sebep dâimâ musîbet-i âmmeye." Dedim: Beşerin dalâlet-i fikrîsi, Nemrudâne inadı,
Firavunâne gururu şişti, şişti zeminde, yetişti semâvâta. Hem de dokundu hassas sırr-ı hilkate. Semâvâttan indirdi
Tûfan, tâun misâli, şu harbin zelzelesi, gâvura yapıştırdı semâvî bir silleyi. Demek ki şu musîbet, bütün beşer musîbetiydi.
Nev'en umuma şâmil, bir müşterek sebebi, maddiyyunluktan gelen dalâlet fikri idi; hürriyet-i hayvanî, hevânın istibdadı.
Hissemizin sebebi, erkân-ı İslâmîde ihmâl ve terkimizdi. Zîrâ Hâlık Teâlâ yirmi dört saatten bir saati istedi.
Beş vakit namaz için, yalnız o saati, bizden yine bizim için emretti, hem istedi. Tembellikle terk ettik, gafletle ihmâl oldu.
Şöyle de ceza gördük: Beş senede, yirmi dört saatte dâimâ tâlim ve meşakkatle tahrik ve koşturmakla bir nevi namaz kıldırdı.
Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık. Kefâreten beş sene cebren oruç tutturdu.
Kendi verdiği malından, kırkından ya onundan birini zekât istedi. Buhl ile, hem zulmettik, haramı karıştırdık, ihtiyârla vermedikti.
O da bizden aldırdı müterâkim zekâtı. Haramdan da kurtardı. Amel, cins-i cezadır. Ceza, cins-i ameldir. Sâlih amel ikiydi:
Biri müsbet ve ihtiyârî; biri menfî, ıztırârî. Bütün âlâm, mesâib, a'mâl-i sâlihadır; lâkin menfîdir, ıztırârî. Hadîs teselli verdi.
Bu millet-i günahkâr kanıyla abdest aldı, fiilî bir tevbe etti. Mükâfât-ı âcili: Şu milletin humsu dört milyonu çıkardı,
Derece-i velâyet, mertebe-i şehâdet ile gâzilik verdi, günahı sildi. Bu meclis-i âlî-i misâlî, bu sözü tahsin etti.
Ben de birden uyandım, belki yakza ile yeni yattım. Bence yakza rüyâdır.
Rüyâ bir nevi yakzadır. Orada asrın vekili, burada Said Nursî.
İlmin elinden eğer cehlin eline düşse mecâz, eder inkılâb hakikate. Hem açar hurâfâta kapılar.
Küçüklüğümde gördüm ki, hasf olmuştu kamer. Sordum ben vâlidemden. Dedi: "Yılan yutmuştur." Dedim: "Neden görünür?" Dedi: "Orada yılanlar böyle nimşeffaf olur." İşte böyle bir mecâz, hakikat zannedilmiş. Medâr-ı şems ve kamer tekâtu' noktaları olan re's ve zenebde arzın haylûletiyle, bir emr-i İlâhiyle münhasıf olur kamer.
İki kavs-i mevhume tinnîn yâd edilmiş, hayalî bir teşbihle isim müsemmâ olmuş. Tinnîn ise yılandır.
Hangi şeyi vasfetsen, olduğu gibi vasfet. Medhin mübâlâğası bence zemm-i zımnîdir.
İhsan-ı İlâhîden fazla ihsan, ihsan değildir...
Şöhret bir müstebiddir; sahibine mal eder başkasının malını.
Meşhur Hoca Nasreddin letâifi içinde, zekâtı, yani onda biri, onundur asıl malı.
Rüstem-i Sistanî onun hayal-i şânı gâret etti bir asır mefâhir-i İran'ı.
Gasb ve gâretle şişti o nâmdar hayali, hurâfâta karıştı, attı nev-i insanı.
Şu Jön Türkün hatâsı: Bilmedi o, bizdeki din hayatın esası. Millet ve İslâmiyet ayrı ayrı zannetti.
Medeniyet müstemir, müstevlî vehmeyledi. Saadet-i hayatı içinde görüyordu. Şimdi zaman gösterdi,
Medeniyet sistemi Haşiye bozuktu, hem muzırdı. Tecrübe-i katiye bize bunu gösterdi.
Din hayatın hayatı, hem nuru, hem esası. İhyâ-i dinle olur, şu milletin ihyâsı. İslâm bunu anladı.
Başka dinin aksine, dinimize temessük derecesi nisbeten milletin terakkîsi.
İhmâli nispetinde idi milletin tedennîsi. Tarihî bir hakikat, ondan olmuş tenâsi.
Haşiye: Tam bir işaret-i gaybiyedir. Sekerâtta olan dinsiz sekerâtta olan dinsiz zalim medeniyete bakıyor.
Dalâlet vehmidir; mevti dehşetlendirir. Mevt, tebdil-i câmedir, ya tahvil-i mekândır. Sicinden bostana çıkar.
Kim hayatı isterse, şehâdet istemeli. Şehidin hayatına Kur'ân işaret eder. Sekerâtı tatmamış herbir şehid, kendini hayy biliyor, görüyor. Lâkin yeni hayatı daha nezih buluyor.
Zanneder ki ölmemiş. Meyyitlere nisbeti, dikkat et, şuna benzer: İki adam, rüyâda lezâiz envaına câmi' güzel bahçede, ikisi geziyorlar. Biri rüyâ olduğunu bilir; lezzet almıyor.
Onu müferrah etmez; belki teessüf eder. Öbürüsü biliyor ki, âlem-i yakzadır; hakiki lezzet alır, ona hakiki olur.
Rüyâ misâlin zılli, misâl ise berzahın zılli olmuştur. Ondan, onların düsturları birbirine benziyor.
Siyaset-i medenî, ekserin rahatına fedâ eder ekalli. Belki ekall-i zâlim, kendine kurban eder ekserîn-i avâmı.
Adâlet-i Kur'ânî, tek mâsumun hayatı, kanı heder göremez, onu fedâ edemez, değil ekseriyete, hattâ nevin umumu.
Ayet-i -1- iki sırr-ı azîmi vaz' ediyor nazara. Biri mahz-ı adâlet. Bu düstur-u azîmi
Ki ferd ile cemaat, şahıs ile nev-i beşer, kudret nasıl bir görür; adâlet-i İlâhî, ikisine bir bakar. Bir sünnet-i dâimî.
1- Kim bir cana kıymamış birisini öldürürse... (Mâide Suresi :32.)
Şahs-ı vâhid hakkını kendi fedâ ediyor; lâkin fedâ edilmez, hattâ umum insana. Onun iptal-i hakkı, hem irâka-i demi,
Hem zevâl-i ismeti; iptal-i hakk-ı nevin, hem ismet-i beşerin mislidir, hem nazîri. İkinci sırrı budur: Hodgâmî bir âdemî,
Hırs ve heves yolunda bir mâsumu öldürse, eğer elinden gelse, hevesine mâni ise harab eder dünyayı, imhâ eder benî Âdem'iabd Allahını tecrübe edemez
Ey hâif ve hem zaif! Havf ve zaafın beyhûde, hem senin aleyhinde tesirât-ı haricî teşcî eder, celb eder.
Ey vesveseli vehham! Muhakkak bir maslahat, mazarrât-ı mevhume için fedâ edilmez. Sana lâzım hareket; netice Allah'ındır.
İşine karışılmaz. Allah çeker abdini meydan-ı imtihana, "Böyle yaparsan eğer, böyle yaparım Ben" der.
Abd ise hiç yapamaz Allahını tecrübe. "Rabbim muvaffak etsin, ben de bunu işlerim" dese, tecavüz eder.
İsâ'ya demiş şeytan: "Mâdem herşeyi O yapar; kader birdir, değişmez. Dağdan kendini at. O da sana ne yapar?"
İsâ dedi: "Ey mel'un! Abd edemez Rabbini tecrübe ve imtihan."
Bir derdin dermanı başka derde dert olur, panzehiri zehir olur. Derman hadden geçerse, dert getirir, öldürür.
İnadın işi budur: Şeytan yardım ederse birisine, "melek" der, rahmeti de okutur.
Muhâlif tarafında eğer meleği görse, libasını değişmiş onu şeytan zanneder; adâvet, lânet eder.
Ey talib-i hakikat! Mâdem hakta ittifak, ehakta ihtilâftır. Bâzan hak, ehaktan ehaktır. Hem de olur hasen, ahsenden ahsen.
Ey âlem-i İslâmî! Hayatın ittihadda. Ger ittihad istersen, düsturun bu olmalı:
-1- yerine -2- olmalı; -3- yerine -4- olmalı.
Her Müslim kendi meslek, mezhebine demeli: "İşte bu haktır; başkasına ilişmem. Başkaları güzelse, benim en güzelidir."
Dememeli: "Budur hak; başkaları battaldır. Yalnız benimkidir güzeli; başkaları yanlıştır, hem çirkindir."
Zihniyet-i inhisar, hubb-u nefisten geliyor. Sonra maraz oluyor; nizâ ondan çıkıyor.
Dert ile dermanlar taaddüdü hak olur; hak da taaddüd eder. Hâcât ve ağdiyenin tenevvüü hak olur; hak da tenevvü' eder.
İstidad, terbiyeler tekessürü hak olur; hak da tekessür eder. Bir madde-i vâhide, hem zehir ve hem panzehir.
İki mizâca göre mesâil-i fer'îde hakikat sabit değil, izâfî ve mürekkeb. Mükellefîn mizâclar,
Ona bir hisse verip ona göre ederek tahakkuk ve terekküb, her mezhebin sahibi mühmel mutlak hükmeder.
Mezhebinin hududu tâyinini bırakır temâyül-ü mizâca. Taassub-u mezhebî tâmime sebep olur.
Tâmimin iltizamı, sebep olur nizâa. İslâmiyetten evvel tabakât-ı beşerde derin uçurumlar,
Hem tebâüd-ü acîbi istedi bir vakitte taaddüd-ü enbiyâ, tenevvü-ü şerâyi', müteaddid mezhebler.
Beşerde bir inkılâb İslâmiyet yaptırdı. Beşer tekârüb etti; şer' etti ittihad, vâhid oldu peygamber.
Seviye bir olmadı; mezheb taaddüd etti. Terbiye-i vâhide kâfi geldiği zaman, ittihad eder mezhebler.
1- Sadece o haktır.
2- O haktır.
3- Sadece o iyidir.
4- O en iyidir.
kudret elinde şems ve zerre birdir
Ey birâder-i kalb-i hüşyar! Ezdâdın cem'indendir tecellî-i iktidar. Lezzet içinde elem, hayrın içinde şerri,
Hüsnün içinde kubhu, nef'in içinde dârrı, nimet içinde nikmet, nurun içinde nârı, bilir misin ki sırrı?
Hakâik-ı nisbiye sübut, takarrür etsin. Bir şeyde çok şey olsun; bulsun vücud, görünsün. Sürat-i hareketle bir nokta bir hat olur.
Çevirmenin sürati yapar bir lem'a-i nur, daire-i nurânî. Hakâik-ı nisbiye vazifesi dünyada dâneler sümbül olur.
Kâinatın çamuru, revâbıt-ı nizâmı, alâik-ı nakşını odur teşkil ediyor. Âhirette bu nisbî emirler orada hakâik olur.
Hararette merâtib, ona olmuştur sebep tahallül-ü burûdet.
Hüsündeki derecât kubhun tedâhülüdür; sebep, illet oluyor.
Ziyâ zulmete borçlu; lezzet eleme medyûn; sıhhat, marazsız olmaz.
Cennet olmazsa belki Cehennem tâzib etmez. Zemherîrsiz olmuyor; ger zemherîr olmazsa, o da ihrak edemez.
O Hallâk-ı Lemyezel, halk-ı ezdâd içinde hikmetini gösterdi; haşmeti etti zuhur.
O Kadîr-i Lâyezâl, cem-i ezdâd içinde iktidarı gösterdi; azamet etti zuhur. Mâdem o Kudret-i İlâhî lâzıme-i Zâtî olur.
O Zât-ı Ezelîye, hem zarure-i nâşie; onda zıddı olamaz, acz tahallül edemez, onda merâtib olamaz. Herşeye nisbeti bir; hiçbir şey ağır olmuyor.
O kudretin ziyâsına güneş mişkât olmuştur. Bu mişkâtın nuruna deniz yüzü ayna, şebnemlerin gözleri birer mir'at olmuştur.
Denizin geniş yüzü gösterdiği güneşi, çîn-i cebînindeki katreler de gösterir; şebnemin küçük gözü yıldız gibi parlıyor.
Aynı hüviyet tutar; şebnem, deniz bir olur güneşin nazarında. Kudreti tanzir eder. şebnemin gözbebeği küçücük bir güneştir.
Şu muhteşem güneş de küçücük bir şebnemdir. Gözbebeği bir nurdur ki, şems-i kudretten gelir, o kudrete kamer olur.
Semâvât bir denizdir; bir nefes-i Rahmân'la çîn-i cebînlerinde mevcelenip, katarât ki, nücûm ve hem şümustur.
Kudret tecellî etti, o katarâta serpti nurânî lemeâtı. Herbir güneş bir katre, herbir yıldız bir şebnem, herbir lem'a timsâldir.
O feyz-i tecellînin küçücük bir aksidir o katre-misâl güneş. Eder mücellâ camını o lümey'a zücâce dürri-misâl parlıyor.
O şebnem-misâl yıldız, latîf gözü içinde bir yer yapar lem'aya; lem'a olur bir sirâc, gözü olur zücâce, misbâhı nurlanıyor.
Ey zîhassa-i meşhure! Taayyünle zulmetme. Ger perde-i hafânın altında sen kalırsan, ihvânına verirsin ihsan ve bereketi.
Herbir ihvânın altında sen çıkması, hem de o sen olması imkân ve ihtimâli, herbirine celb eder bir nazar-ı hürmeti.
Eğer taayyün edip, perde altından çıksan, mükerrem iken altında, üstünde zâlim olursun. Güneş iken orada, burada gölge edersin,
İhvânını düşürttürüp hem nazar-ı hürmetten. Demek taayyün ve teşahhus, zâlim birer emirdir. Sahih doğru böyle ise, hem de böyle görürsün.
Nerede kaldı yalancı tasannu' ve riyâ ile kisb-i teşahhus, şöhret? İşte bir sırr-ı azîm ki hikmet-i İlâhî, hem o nizâm-ı ahsen.
Bir ferd-i fevkalâde, kendi nevi içinde setr ile perde çeker, bununla kıymet verdirir, hem de eder müstahsen.
İşte sana misâli: İnsan içinde velî, ömür içinde ecel, olmuş meçhul ve mühmel. Cumada müstetirdir bir saat, kabul olur duâ edersen.
Ramazan'da münteşir bir leyle-i zû-kadir. Esmâü'l-Hüsnâda muzmer iksir-i İsm-i âzam. Bu misâllerin haşmeti, hem de o sırr-ı hasen,
İbhamda izhâr eder, ihfâda ispat eder. Meselâ, ecelin ibhamında bir muvâzene vardır; her dakikada tutar ne vaziyet alırsan.
Kefeteyn-i havf ü recâ, hizmet-i ukbâ-dünya tevehhüm-ü bekâî, lezzet-i ömrü verir. Yirmi sene müphem bir ömür olsa ahsen.
Nihayeti muayyen bin senelik bir ömre. Zîrâ nısfı geçerse, her saati geldikçe güyâ adım atarak darağacına gidersin.
Şey'en şey'en üzülmek ve hem de teselli vermez; sen de rahat etmezsin.
Allah'ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah'ın gazabından fazla gazab edilmez.
Öyle ise, işi bırak o âdil-i Rahîme. Fazla şefkat elemdir; fazla gazab zemîme.
Ey müsrifli kardeşim! Tegaddî noktasında bir iken iki lokma; bir lokma bir kuruşa, bir lokma on kuruşa.
Hem ağıza girmeden, hem boğazdan geçtikten, müsâvi bir olurlar. Yalnız ağızda, o da kaç saniyede, bîhûşe verir nûşe.
Zevkî bir fark bulunur, dâim onu aldatır o kuvve-i zâika; bedene, hem mideye kapıcı müfettişe.
Onun tesiri menfî, müsbet değil. Vazife yalnız kapıcıyı taltif ve memnun etmek. Nûş verirsin o bîhûşa.
Aslî vazifesinde onu müşevveş etmek, tek bir kuruş yerine on bir kuruşu vermek, olur şeytanî pîşe.
İsrafın en sefihi, tebzîrin en sakîmi, bir tarzdır bir çeşidi. Heves etme bu işe.
Rubûbiyet-i İlâh, hikmet ve inâyeti, ağızla hem burunla iki merkezi teşkil eylemiştir içinde hudud karakolu.
Hem, muhbirleri de koymuş. Şu âlem-i sağîrde damarları telefon, âsabları telgraf hükmüne vaz' eylemiş.
Şâmme telefonu, hem telgrafa zâika inâyet memur etmiş o Rezzâk-ı Hakiki, erzak üstüne koymuş rahmetten bir tarife: taam ve levn ve hem râyiha.
İşte şu havâss-ı selâse, o erzak cânibinden birer ilânnâmesi, birer dâvetnâmesi, bir izinnâmesi, hem
Bir dellâldır ki, muhtaç ve müşteriler hep onlarla celb olur. Mürtezık hayvanlara zevk ve rü'yet ve şem, birer âlet vermiş.
Hem taamları muhtelif zînetlerle süsletmiş. Havâî gönülleri avutup, lâkaydları teheyyüc ile cezb etmiş. Vaktâ, taam girse, hem ağıza, birden bire zâika her tarafa bir telgraf çekiyor bedenin aktârına. Şâmme telefon veriyor, gelen taam nevi, hem çeşitleri de söyler.
Haşiye: İktisad Risâlesinin çekirdeğidir. Belki on sayfa olan İktisad Risâlesini kable'l vücud on satırda okumuş.
Hâcetleri muhtelif, ayrı ayrı mürtezık, ona göre davranır, ona da hazırlanır ya cevab-ı red gelir; hem kapı dışarı atar, yüzüne de tükürür.
İnâyet tarafından mâdem buna memurdur; zevkle baştan çıkarma, hem telzîz ile aldatma.
Sonra o da unutur doğru iştihâ nedir. Bir iştihâ-i kâzib gelir, başına çatar. Hatâsı, maraz ile, hem
İlletlerle cezalar gelir. Hakiki lezzet, hakiki iştihâdan çıkar; doğru iştihâ, sâdık bir ihtiyaçtan. Bu lezzet-i kâfide şah, hem gedâ beraber.
Hem bâhemdir bir dinar ve bir dirhem o lezzet berhem-zened. Eleme olur merhem.
Şu noktaya dikkat et: Nasıl olur niyetle mübah âdât, ibâdât; öyle, tarz-ı nazarla fünûn-u ekvân, olur maarif-i İlâhî,
Tetkik dahi tefekkür. Yani, ger harfî nazarla, hem san'at noktasında "Ne güzeldir" yerine, "Ne güzel yapmış Sâni'; nasıl yapmış o mâhı!"
Nokta-i nazarında kâinata bir baksan, nakş-ı Nakkaş-ı Ezel, nizam ve hikmetiyle lem'a-i kasd ve itkan, tenvir eder şübehi.
Döner ulûm-u kâinat, maarif-i İlâhî. Eğer mânâ-i ismiyle, tabiat noktasında "zâtında nasıl olmuş" eğer etsen nigâhı,
Bakarsan kâinata, daire-i fünûnun daire-i cehl olur. Bîçare hakikatler, kıymetsiz eller kıymetsiz eder. Çoktur bunun güvâhı.
Lezâiz çağırdıkça, "Sanki yedim" demeli. "Sanki yedim" düstur eden, bir mescidi yemedi. Haşiye
Eskide ekser İslâm filcümle aç değildi. Tenâuma ihtiyâr bir derece var idi.
Şimdi ise ekseri açlığa düştü kaldı. Telezzüze ihtiyâr izn-i şer'î kalmadı.
Sevâd-ı âzam, hem ekseriyet-i mâsumun maîşeti basittir. Tegaddî besâtetiyle onlara tâbi olmak,
Bin kere müreccahtır, ekalliyet-i müsrife, ya bir kısım sefihe tegaddîde tereffüh noktasında benzemek.
Haşiye: İstanbul'da Sankiyedim nâmında bir mescid var. 'Sanki yedim'diyen adam, hevesinden kurtardığı paralarla bina etmiş.
Hâfıza bir nimettir. Fakat ahlâksız bir adamda, musîbet zamanında, nisyan ona râcihtir.
Nisyan da bir nimettir. Yalnız her günün âlâmını çektirir, müterâkim olmuş âlâmı unutturur.
Ey musîbetzede! Musîbetin içinde bir nimet mündericdir. Dikkat et de onu gör. Nasıl her şeyde vardır,
Bir derece-i hararet; her musîbette vardır bir derece-i nimet. Daha büyüğü düşün. Küçükteki nimetin,
Dereceyi görerek Allah'a çok şükür et. Yoksa isti'zâmla ürkersen, "Of, of"la üflersen, o da aksine şişer.
Şişer de dehşetlenir. Eğer merak da etsen, bir iken ikileşir. Kalpte olan misâli, döner hakikat olur.
Hakikatten ders alır, sonra döner, başlıyor, kalbini tokatlıyor.
Ey enesi çifteli, kafası da kibirli! Şu mîzanı bilmeli: Her adam için elbet cemiyet-i beşerde, içtimâî binada,
Görmek görünmek için, şu mertebe denilen bir penceresi var. Ger pencere kâmet-i kıymetinden yüksekse, tekebbürle tetâvül edecek,
Uzanacak. Ger pencere, kâmet-i himmetinden alçaksa, tevâzuyla tekavvüs edecek, eğilecek.
Kâmillerde, büyüklük mikyâsıdır küçüklük; nâkıslarda, küçüklük mîzanıdır büyüklük.
Bir haslet; yer ayrı sîmâ bir. Kâh dev, kâh melek, kâh sâlih, kâh tâlih. Misâli şunlardır:
Zayıfın kavîye karşı izzet-i nefsi sayılan bir sıfat, ger olursa kavîde, tekebbür ve gururdur.
Kavînin bir zayıfa karşı da tevâzuu sayılan bir sıfatı, ger olursa zayıfta, tezellül ve riyâdır.
Bir ulü'l-emr, makamında olursa ciddiyeti, vakardır, mahviyeti zillettir.
Hânesinde bulunsa, mahviyeti tevâzu, ciddiyeti kibirdir.
Mütekellim-i vahde olsa eğer o zâtta, müsâmaha hamiyet, fedâkârlık bir sıfat, bir amel-i sâlihtir.
Mütekellim-i maalgayr olsa eğer o zâtta, müsâmaha hıyânet, fedâkârlık bir sıfat, bir amel-i talihtir.
Tertib-i mebâdide tevekkül, tembelliktir. Terettüb-ü netice noktasındaki tefvîz, tevekkül-ü şerrîdir.
Semere-i sa'yine, kısmetine rızâ ise, memduh bir kanaattir, meyl-i sa'ye kuvvettir.
Mevcut mala iktifâ, mergub kanaat değil, belki dûnhimmetliktir. Misâller daha çoktur.
Kur'ân mutlak zikreder sâlihât ve takvâyı. İbhâmında remz eder makamâtın tesiri. îcâzı bir tafsildir; sükûtu geniş sözdür.
Ey arkadaş! Bir zaman bir sâil dedi: "Mâdem -1- haktır. Neden kâfir Müslim'e, kuvvet hakka galiptir?"
Dedim: Dört noktaya bak; bu müşkül de hallolur. Birinci nokta şudur: Her hakkın her vesîlesi hak olması lâzım değildir.
Öyle de, her bâtılın her vesîlesi bâtıl olması yine lâzım değildir. Neticesi Şu çıkar: Hak olan bir vesîle, bâtıl vesîleye galiptir.
Dolayısıyla, bir hak bir bâtıla mağlûptur. Muvakkaten, bilvâsıta olmuştur. Yoksa bizzat, hem dâimâ değildir.
1- Hak yücedir. (Bu ifade, Buhâri'de yer alan bir hadiste 'İslam yücedir. Ondan yüce hiçbir şey yoktur.' (Buhâri, Cenâiz:79.)şeklinde yer alır.)
Lâkin âkıbetü'l-âkıbe, her dem yine hakkındır. Kuvvetin bir hakkı var, bir sırr-ı hilkati var. İkinci nokta şudur:
Her Müslim'in her vasfı Müslim olmak vacip iken, haricen her dem vâki', sabit değildir.
Öyle de, her kâfirin her vasfı kâfir olmak, küfründen neşet etmek yine lâzım değildir.
Her fâsıkın her vasfı fâsık olmak, fıskından neşet etmek, öyle de, her dem sabit değildir.
Demek bir kâfirin Müslim olan bir vasfı, Müslim'deki lâmeşrû vasfına galip olur. Bilvâsıta, o kâfir dahi ona galiptir.
Hem, dünyada hayatın hakkı şâmil ve âmmdır. O rahmet-i âmmenin bir cilve-i mânidar, onun bir sırr-ı hikmeti var; küfür mâni değildir.
Üçüncü nokta şudur: O Zât-ı Zülcelâlin iki vasf-ı kemâlden iki şer'î tecellî, vasf-ı irâdeden gelen meşîetle takdirdir.
O da şer'-i tekvinî. Vasf-ı kelâmdan gelen şeriat-ı meşhure. Teşriî evâmire karşı itaat, isyan
Nasıl olur; öyle de, tekvinî evâmire itaat ve isyan olur. Birincisi galiben dâr-ı uhrâda görür
Mücâzâtı, sevabı; ikincisi ağleben dâr-ı dünyada çeker mükâfât ve ikâbı. Meselâ, nasıl sabrın mükâfâtı zaferdir,
Atâletin mücâzâtı sefâlet; öyle de, sa'yin sevabı olur servet. Sebatta da galebedir mükâfât. Zehirin ikâbı bir maraz, panzehirin sevabı bir sıhhattir.
Bazen iki şeriat evâmiri bir şeyde beraber müçtemi'dir; her birine bir cihet. Demek tekvinî emre itaat ki, bir haktır.
İtaat galip olur o emrin isyanına ki, bir tavr-ı bâtıldır. Bir bâtıla vesîle olmuş olursa bir hak, vaktâ ki galip olsa
Bir bâtıla ki, olmuş o da vesîle-i hak. Bilvâsıta bir hakkın bir bâtıla mağlûptur. Fakat bizzat değildir.
Demek, bizzat demektir. Hem âkıbet muraddır; kayd-ı haysiyet maksuddur. Dördüncü nokta şudur:
Bir hak bilkuvve kalmış. Yahut kuvvetsiz kalmış. Ya mahlûttur, hem mahşûş. Ona da bir inkişaf, ya bir taze kuvvet vermek lâzım gelmiştir.
Mühezzeb ve müzehheb yapmak için muvakkat, bâtıl ona musallat. Tâ ki sebîke-i hak ne miktar lüzûm vardır,
Tâ mahz ve hâlis çıksın mebâdide, dünyada bâtıl etse galebe, fakat kazanmaz harbi. "âkıbetü'l-müttakîn" ona vurur bir darbe;
İşte, bâtıl mağlûptur. sırrı onu çarpar ikâba; işte hak da galiptir.
İçtimâî heyette düsturları istersen: Müsâvâtsız adâlet, önce adâlet değil. Temâsülse, tezadın mühim bir sebebidir.
Tenâsübse, tesânüdün esası. Sıgar-ı nefistir tekebbürün menbaı. Zaaf-ı kalptir gururun mâdeni. Olmuş acz, muhâlefet menşei. Meraksa, ilme hocadır.
İhtiyaçtır terakkînin üstadı. Sıkıntıdır muallime-i sefâhet. Demek sefâhetin membaı sıkıntı olmuş. Sıkıntıysa, mâdeni yeisle sû-i zandır.
Dalâlet fikrîdir; zulümât kalbîdir; israf cesedîdir.
yuvalarına dönmeli
Haşiye 1
"Mim"siz medeniyet, tâife-i nisâyı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış, mebzul metâı yapmış. Şer'-i İslâm onları
Rahmeten dâvet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada; rahatları evlerde, hayat-ı âilede. Temizlik zînetleri;
Haşmetleri hüsn-ü hulk, lûtuf ve cemâli ismet, hüsn-ü kemâli şefkat, eğlencesi evlâdı. Bunca esbâb-ı ifsad, demir sebat kararı
Lâzımdır, tâ dayansın. Bir meclis-i ihvânda güzel karı girdikçe, riyâ ile rekabet, hased ile hodgâmlık debretir damarları.
Yatmış olan hevesât birden bire uyanır. Tâife-i nisâda serbestî inkişafı, sebep olmuş beşerde ahlâk-ı seyyienin birden bire inkişafı.
Şu medenî beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu sûretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir; Hem müthiştir tesiri. Haşiye 2
Memnu' heykel, sûretler, ya zulm-ü mütehaccir, ya mütecessid riyâ, ya müncemid hevestir. Ya tılsımdır; celb eder o habîs ervâhları.
Haşiye 1: Tesettür Risâlesinin esasıdır. Yirmi sene sonra müellifinin mahkumiyetine sebeb gösteren bir mahkeme, kendini ve hâkimlerini ebedi mahkum ve mahcup eylemiş.
Haşiye 2: Nasıl meyyite bir karıya nefsani nazarla bakmak nefsin dehşetli alçaklığını gösterir;Öyle de rahmete muhtaç bir biçare meyyitenin güzel tasvirine bakmak, ruhun hissiyât-ı ulviyesini söndürür.
1- Sefih erkekler, hevesâtlarıyla kadınlaşırsa, o zaman açık saçık kadınlar da hayâsızlıkla erkekleşirler. (Üstadımızın Arabca bir ifadesi )
O Kadîr-i Zülcelâl, tasarruf-u kudreti, tevessü-ü tesiri noktasında oluyor şemsimiz zerre - misâl.
Nev-i vâhidde olan tasarruf-u azîmi mesafesi vâsidir. İki zerre beyninde câzibeyi ele al,
Git de, tâ Şemsü'ş-Şümûs ve Kehkeşan beynindeki câzibenin yanında koy. Yükü bir kar tanesi bir melek, şemsi ele almış bir şems - misâl
Meleğin yanına gelir. İğne kadar bir balığı, balina balığı da yan yana bırak. O Kadîr-i Ezelî-i Zülcelâl
Tecellî-i vâsii, asgardan tâ ekbere itkan-ı mükemmeli birden tasavvura al. Câzibe ve nevâmis, vesâil-i pürseyyâl
Gibi örfî emirler, tecellî-i kudrete, tasarruf-u hikmete birer isim olması; odur yalnız meâl.
Başka meâli olmaz. Beraber de bir düşün; bileceksin bizzarure ki, esbâb-ı hakiki vesâit-i zîmisâl,
Muînler, hem şerikler birer emr-i bâtıldır, birer hayal-i muhâl, o kudret nazarında. Hayat vücuda kemâl,
Makamı büyük, mühimdir. Buna binâen derim: Küremiz, âlemimiz neden mutî, musahhar olmasın, hayvan-misâl?
O Sultan-ı Ezelin bu tarz hayvan tuyûru kesretle münteşirdir şu meydan-ı fezâda, muhteşem ve pürcemâl.
Bostan-ı hilkatinde salmış da döndürüyor. Onlardaki nağamât, bunlardaki harekât, tesbihâttır o akvâl,
İbâdettir o ahvâl, Kadîm-i Lemyezele, Hakîm-i Lâyezâle. Küremiz hayvana pek benziyor; âsâr-ı hayat, gösteriyor. Eğer yumurta kadar küçülse, bilfarz-ı muhâl.
Minimini bir hayvan olması pek muhtemel. Yuvarlak bir huveyne, küre kadar büyüse, o da böyle olması pek karîb bir ihtimâl.
âlemimiz insan kadar küçülse, yıldızlar zerreler sûretine dönerse, bir zîşuur hayvana dönmesi câiz olur; akıl da bulur mecâl.
Demek âlem erkânlarıyla birer âbid-i müsebbih, birer mutî musahhar Hâlık-ı Lemyezele, Kadîr-i Lâyezâle.
Kemmen büyük olması, keyfen büyük olması her vakit lâzım gelmez. Zîrâ, daha cezâletlidir saat-i hardal - misâl
Bir saatten ki, timsâli Ayasofi kadardır. Bir sineğin hilkati hayretfezâdır filden, o mahlûk-u bîfasal.
Ger kalem-i kudretle bir cüz-ü ferd üstüne esîrin cevâhir-i ferdiyle yazılsa bir Kur'ân ki, sıgar-ı sahife nisbeti bir kibr-i san'at - meâl.
Sahife-i semâda yıldızlarla yazılan bir Kur'ân-ı Kerîme, cezâletle müsâvi. Nakkaş-ı Ezelînin san'atı her tarafta pürcemâl ve pürkemâl.
Her tarafta böyledir. Derece-i kemâlde kalemdeki ittihad, tevhidi ilân eder bu kelâm-ı pürmeâl; iyi bir dikkate al.
Şeriat-ı İlâhî ikidir. Hem iki sıfattan gelmiş iki insan muhatap, hem de mükellef olmuş. Sıfat-ı irâdeden gelen şer'-i tekvinî.
İnsan-ı ekber olan âlemin ahvâlini, hem de harekâtını, ki ihtiyârî değil, tanzim eden şer'dir. O meşîet-i Rabbânî,
Yanlış bir ıstılahla "tabiat" da denilir. Sıfat-ı kelâmından gelen şeriat ise, âlem-i asgar olan insanın ef'âlini,
Ki ihtiyârî olmuş, tanzim eden şer'dir. İki şer' bir yerde bâzan eder içtimâ. Melâike-i İlâhî, bir ümmet-i azîme, hem bir cünd-ü Sübhânî,
Birinci şer'e olmuş hamele-i mümtesil, amele-i mümessil. Hem onlardan bir kısmı ibâd-ı müsebbihtir; bir kısmı da müstağrak, arşın mukarrebîni.
Hayat asıl, esastır; madde ona tâbidir, hem de onunla kâimdir. Bir hurdebinî huveyn havâss-ı hamsesiyle insanın havâssını
Muvâzene edersen görürsün: İnsan ondan ne derece büyükse, havâssı o derece onunkinden aşağı. O huveyne işitir kardeşinin sesini,
Hem de görür rızkını. Ger insan kadar büyüse, havâssı hayretfezâ, hayatı şûlefeşan, rü'yeti de berkâsâ bir nur-u âsumânî.
İnsan, bir kitle-i mevâttan bir zîhayat değildir. Belki de milyarlarla zîhayat hüceyrâtından mürekkeb ve zîhayat bir hücre-i insanî.
1- Şüphesiz insan , içerisinde Yâsin Suresi yazılmış 'Yasin' kelimesine benzer. 'Yaratıcılık mertebelerinin en güzelinde olan Allah'ın şanı ne yücedir.(Mü'minün Suresi 14.)
Maddiyyunluk bir tâun-u mânevî; beşere de tutturdu şu, müthiş bir sıtmayı. Haşiye Hem de âni çarptırdı bir gazab-ı İlâhî. Telkin, hem de taklid,
Tenkide kabiliyet-i tevessüü nisbeten, o tâun da ediyor tevessü' ve intişâr. Telkini fenden almış, medeniyetten taklid.
Hürriyet, tenkid vermiş; gururundan dalâlet çıkmış.
En bedbaht, sıkıntılı, muztarip, işsiz olan adamdır. Zîrâ ki atâlet, vücud içinde adem, hayat içinde mevttir.
Sa'y ise, vücudun hayatı, hem hayatın yakzasıdır elbet.
Ribâ atâlet verir, şevk-i sa'yi söndürür. Ribânın kapıları, hem de onun kapları olan bu bankaların her dem nef'i ise, beşerin en fena kısmınadır. Onlar da gâvurlardır.
Gâvurlardaki nef'i, en fena kısmınadır; onlar da zâlimler.
Her dem zâlimlerdeki nef'i en fena kısmınadır. Onlar da sefihlerdir. Âlem-i İslâma bir zarar-ı mutlaktır.
Mutlak beşer her dem refahı nazar-ı şer'îde yoktur. Zîrâ harbî bir gâvur hürmetsiz, ismetsizdir; demi hederdir... Her
de...........m.
Bir zâtı gördüm ki yeis ile mübtelâ, bedbinlikle hasta idi. Dedi: "Ulemâ azaldı; kemiyet keyfiyeti. Korkarız, dinimiz sönecek de bir zaman."
Dedim: Nasıl kâinat söndürülmezse, imân-ı İslâmî de sönemez. Öyle de, zeminin yüzünde çakılmış mismârlar hükmünde her an
Olan İslâmî şeâir, dinî minârât, İlâhî maâbid, şer'î maâlim itfâ olmazsa, İslâmiyet parlayacak an be an.
Herbir mâbed bir muallim olmuş, tabıyla tabâyie ders verir. Her maâlim dahi birer üstad olmuştur; onun lisân-ı hali eder telkin-i dinî; hatâsız, hem bînisyan.
Herbir şeâir bir hoca-i dânâdır; ruh-u İslâmı dâim enzâra ders veriyor. Mürûr-u a'sâr ile sebeb-i istimrâr-ı zaman;
Haşiye: Eski harbi umumiye işret eder.
Haşiye 1: 35 sene evvel yazılan bu makam ;bu sene yazılmış tarzını gösteriyor. Demek ramazan bereketiyle yazdırılmış bir nevi ihtar-ı gaybidir.
Güyâ tecessüm etmiş, envar-ı İslâmiyet, şeâiri içinde. Güyâ tasallüb etmiş, zülâl-i İslâmiyet, maâbidi içinde. Birer sütun-u imân.
Güyâ tecessüd etmiş, ahkâm-ı İslâmiyet, maâlimi içinde. Güyâ tahaccür etmiş, erkân-ı İslâmiyet, avâlimi içinde. Birer sütun-u elmas; onunla mürtabıttır zemin ile âsumân.
Lâsiyyemâ, bu Kur'ân-ı Hatib-i Mu'cizbeyân, dâimâ tekrar eder bir hutbe-i ezelî. Aktâr-ı İslâmîde kalmamış hiç de bir köy, hem dahi hiç bir mekân.
Nutkunu dinlemesin, tâlimi işitmesin. -1- sırrı ile, hâfızlıktır pek de büyük bir rütbe. Tilâvet ise, ibâdet-i ins ü cân.
Onun içinde tâlim, hem müsellemâtı tezkir. Tekerrür-ü zamanla nazariyât kalbolur müsellemâta, hem döner bedihiyâta. İstemez daha beyân.
Zarûriyât-ı dinî, nazariyâttan çıkıp zarûriyât olmuştur. Tezkir ise kâfidir, ihtar ise vâfidir. Şâfidir her dem Kur'ân,
İhtara, hem tezkire. Şu intibah-ı İslâm, hem içtimâî yakza herbirine veriyor, umuma âit olan delâil ve hem mîzan.
Mâdem içtimâî hayat İslâmda başlamıştır; herbirinin imânı kendine mahsus olan delile münhasıran değil, müstenid vicdan.
Belki cemaatin kalbinde gayr-i mahdud esbâba dahi eder istinad. Hattâ cây-ı dikkattir: Bir mezheb-i zaifi, mürûr ettikçe zaman,
İptali müşkül olur. Nerede kaldı ki İslâm, vahy ile fıtrat gibi iki metîn esasa hem istinad etmiştir, hem bu kadar a'sârda nâfizâne hükümran.
Râsih esaslarıyla, bâhir eserleriyle kürenin yarısıyla iltiham peydâ etmiş, bir ruh-u fıtrî olmuş. Nasıl küsûfa girer? Küsûftan çıkmış el'an.
Fakat, maatteessüf, bâzı zevzek kefere, safsatalı adamlar şu kasr-ı âlînin metîn esaslarına ilişir, buldukça imkân.
Onları deprettirir. Esaslara ilişilmez, onlarla oynanılmaz. Sussun şimdi dinsizlik; iflâs etti o teres. Bestir tecrübe-i küfran ve yalan.
Bu âlem-i İslâmın âlem-i küfre karşı en ileri karakol, şu dârülfünûn idi. Lâkayd ve gafletlikle hasm-ı tabiat-yılan,
Gediği açtı cephenin arkasında, dinsizlik hücum etti, millet epey sarsıldı. En ileri karakol, İslâmiyet ruhuyla tenevvür etmiş cinân,
En mütesallib olmalı. En müteyakkız olmalı; yahut o dar olmamalı, İslâmı aldatmamalı. İmânın yeri kalbdir; dimağ ise oluyor ma'kes-i nur-u imân.
1- Onu koruyucu olan da biziz .(Hicr Sûresi: 9.)
Bâzan da mücâhiddir, bâzan süpürgecidir. Dimağda vesveseler, hem pekçok ihtimâller kalb içine girmese, sarsılmaz imân, vicdan.
Yoksa bâzıların zannınca İmân dimağda olsa, ruh-u İmân olan hakkalyakîne ihtimâlât-ı kesîre olur birer hasm-ı bîemân.
Kalb ile vicdan, mahall-i imân. Hads ile ilham, delil-i imân. Bir hiss-i sâdis, tarîk-ı imân. Fikir ile dimağ, bekçi-i imân.
Zarûriyât-ı dinî, müsellemât-ı şer'î, kulûblerde hâsıldır, ihtar ile huzuru, tezkir ile şuuru.
Matlub da hâsıl olur. İbâre-i Arabî Haşiye daha ulvî ediyor tezkiri, hem ihtarı.
Onun için Cumada hutbe-i Arabiye, zarûriyâtı ihtar, müsellemâtı tezkir, maalkifâye olur onun tarz-ı tezkiri.
Nazariyâtı tâlim onda maksud değildir. Hem İslâmın vicdânî sîmâsında şu Arabî ibâre bir nakş-ı Vahdettir; kabul etmez teksiri.
Hadîs ile âyeti muvâzene edersen, bilbedâhe görürsün: Beşerin en beliği, vahyin de mübelliği, o dahi bâliğ olmaz
Belâgat-ı âyete. O da ona benzemez. Demek ki, lisân-ı Ahmedîden gelen herbir kelâm her dem onun olamaz.
Biz zaman rüyâda gördüm ki, Ağrı Dağı altındayım. Birden o dağ patladı, dağ gibi taşları âleme dağıttı, sarstı cihânı.
Füc'eten bir adam yanımda peydâ oldu. Dedi ki: "îcâz ile beyân et, icmâl ile îcâz et bildiğin enva-ı i'câz-ı Kur'ân'ı."
Daha rüyâda iken tâbirini düşündüm. Dedim, şuradaki infilâk, beşerde bir inkılâba misâl. İnkılâbda ise elbet hüdâ-i Furkanî,
Haşiye: On sene sonra bir hadiseyi hissetmiş, mukabeleye çalışmış.
Her tarafta yükselip hem de hâkim olacak. İ'câzının beyânı zamanı da gelecek. O sâile cevaben dedim: "İ'câz-ı Kur'ânî, yedi menâbi-i külliyeden tecellî, hem yedi anâsırdan terekküb eder.
Birinci menba: Lâfzın fesâhatinden selâset-i lisânı, nazmın cezâletinden, mânâ belâgatinden, mefhumların bedâatinden, mazmunların berâatinden, üslûbların garâbetinden birden tevellüd eden bârika-i beyânı,
Onlarla oldu mümtezic, mizâc-ı i'câzında acîb bir nakş-ı beyân, garip bir san'at-ı lisânı. Tekrarı hiçbir zaman usandırmaz insanı.
İkinci unsur ise, umûr-u kevniyede gaybî olan esasât, İlâhî hakâikten gaybî olan esrardan, gaybî-i âsumânî.
Mâzide kaybolan gaybî olan umûrdan, müstakbelde müstetir kalmış olan ahvâlden birden tazammun eden bir ilmü'l-guyûb hızânı.
Alemü'l-guyûb lisânı, şehâdet âlemiyle konuşuyor erkânı, rumuz ile beyânı, hedef nev-i insanî, i'câzın bir lem'a-i nurânî.
Üçüncü menba ise, beş cihetle hârika bir câmiiyet vardır: Lâfzında, mânâsında, ahkâmda, hem ilminde, makâsıdın mîzanı.
Lâfzı tazammun eder pek vâsi' ihtimâlât, hem vücûh-u kesîre ki, herbiri nazar-ı belâgatta müstahsen, Arabiyece sahih, sırr-ı teşriî lâyık görüyor anı.
Mânâsında, meşârib-i evliyâ, ezvâk-ı ârifîni, mezâhib-i sâlikîn, turuk-u mütekellimîn, menâhic-i hükemâ, o i'câz-ı beyânı
Birden ihâta etmiş, hem de tazammun etmiş delâletinde vüs'at, mânâsında genişlik. Bu pencere ile baksan, görürsün, ne geniştir meydanı.
Ahkâmdaki istiâb; şu hârika şeriat ondan olmuş istinbat, saadet-i dâreynin bütün desâtirini, bütün esbâb-ı emni.
İçtimâî hayatın bütün revâbıtını, vesâil-i terbiye, hakâik-ı ahvâli birden tazammun etmiş onun tarz-ı beyânı.
İlmindeki istiğrak: hem ulûm-u kevniye, hem ulûm-u İlâhî, onda merâtib-i delâlât, rumuz ile işârât, sûreler surlarında cem' etmiştir cenânı.
Makâsıd ve gâyâtta, muvâzenet, ıttırad, fıtrat desâtirine mutâbakat, ittihad, tamam mürâât etmiş, hıfz eylemiş mîzanı.
İşte lâfzın ihâtasında, mânânın vüs'atinde, hükmün istiâbında, ilmin istiğrakında, muvâzene-i gâyâtta câmiiyet-i pürşânı!
Dördüncü unsur ise, her asrın derece-i fehmine, edebî rütbesine, hem her asırdaki tabakâta, derece-i istidad, rütbe-i kabiliyet nisbetinde ediyor bir ifâza-i nurânî.
Her asra, her asırdaki her tabakaya kapısı küşâde. Güyâ her demde, her yerde taze nâzil oluyor o kelâm-ı Rahmânî.
İhtiyarlandıkça zaman, Kur'ân da gençleşiyor. Rumuzu hem tavazzuh eder, tabiat ve esbâbın perdesini de yırtar o hitâb-ı Yezdânî.
Nur-u tevhidi, her dem her âyetten fışkırır. Şehâdet perdesini gayb üstünde kaldırır. Ulviyet-i hitâbı, dikkate dâvet eder o nazar-ı insanı,
Ki, o lisân-ı gaybdır; şehâdet âlemiyle bizzat odur konuşur. Şu unsurdan bu çıkar: Hârika tazeliği bir ihâta-i ummânî.
Te'nîs-i ezhân için akl-ı beşere karşı İlâhî tenezzülât. Tenzilin üslûbunda tenevvüü, mûnisliğidir mahbub-u ins ü cânı.
Beşinci menba ise, nakil ve hikâyâtında, ihbar-ı sâdıkada, esasî noktalardan hazır müşâhid gibi bir üslûb-u bedî-i pürmaânî
Naklederek, beşeri onunla ikaz eder. Menkulâtı şunlardır: İhbar-ı evvelîni, ahvâl-i âhirîni, esrar-ı Cehennem ve Cinânı,
Hakâik-ı gaybiye, hem esrar-ı şehâdet, serâir-i İlâhî, revâbıt-ı kevnîye dâir hikâyâtıdır hikâyet-i iyânî
Ki, ne vâki' reddeylemiş, ne mantık tekzib etmiş. Mantık kabul etmezse, red de bile edemez. Semâvî kitapların ki, matmâh-ı cihânî.
İttifakî noktalarda musaddıkâne nakleder. İhtilâfî yerlerinde musahhihâne bahseder. Böyle naklî umûrlar bir "ümmî"den sudûru hârika-i zamanî.
Altıncı unsur ise, mutazammın ve müessis olmuş din-i İslâma. İslâmiyet misline ne mâzi muktedirdir, ne müstakbel muktedir; araştırsan zaman ile mekânı.
Arzımızı senevî, yevmî dairesinde şu hayt-ı semâvîdir, tutmuş da döndürüyor. Küreye ağır basmış, hem dahi ona binmiş; bırakmıyor isyanı.
Yedinci menba ise, şu altı menbadan çıkan envar-ı sitte, birden eder imtizâc. Ondan çıkar bir hüsün, bundan gelir bir hads, vâsıta-i nurânî.
Şundan çıkan bir zevktir. Zevk-i i'câz bilinir; tâbirine lisânımız yetişmez. Fikir dahi kâsırdır; görünür de, tutulmaz o nücûm-u âsumânî.
On üç asır müddette meylü't-tehaddî varmış Kur'ân'ın a'dâsında; şevk-i taklid uyanmış Kur'ân'ın ahbabında. İşte i'câzın bir bürhanı.
Şu iki meyl-i şedidle yazılmıştır, meydanda. Milyonlarla kütüb-ü Arabiye gelmiştir kütüphâne-i vücuda. Onlar ile tenzili, düşerse bir mîzanı,
Muvâzene edilse, değil dânâ-i bîmüdânî, hattâ en âmî adam, göz kulakla diyecek: "Bunlar ise insanî; şu ise âsumânî."
Hem de hükmedecek: Şu bunlara benzemez, rütbesinde olamaz. Öyle ise, ya umumdan aşağı-bu ise, bilbedâhe mâlûm olmuş butlânı.
Öyle ise umumun fevkındedir. Mazmunları o kadar zamanda, kapı açık, beşere vakfedilmiş; kendine dâvet etmiş ervâhıyla ezhânı.
Beşer onda tasarruf, kendine de mal etmiş. Onun mazmunları ile yine Kur'ân'a karşı çıkmamış; hiçbir zaman çıkamaz, geçti zaman-ı imtihanı.
Sâir kitaplara benzemez, onlara ma'kîs olmaz. Zîrâ yirmi sene zarfında müneccemen hâcetlere nisbeten nüzûlü, müteferrik, mütekâtı', bir hikmet-i Rabbânî.
Esbâb-ı nüzûlü muhtelif, mütebâyin. Bir maddede es'ile mütekerrir, mütefâvit. Hâdisât-ı ahkâmı müteaddid, mütegayyir. Muhtelif, mütefârık nüzûlünün ezmânı.
Hâlât-ı telâkkîsi mütenevvi', mütehâlif. Aksâm-ı muhatabı müteaddid, mütebâid. Gâyât-ı irşâdında mütederric, mütefâvit. Şu esaslara müstenid binaî, hem beyânî,
Cevabî, hem hitâbî. Bununla da beraber, selâset ve selâmet, tenâsüb ve tesânüd, kemâlini göstermiş. İşte onun şâhidi: Fenn-i beyân-ı maânî.
Kur'ân'da bir hâssa var; başka kelâmda yoktur. Bir kelâmı işitsen, asıl sahib-i kelâmı arkasında görürsün, ya içinde bulursun. Üslûb, âyine-i insanî.
Ey sâil-i misâlî! Sen ki îcâz istedin; ben de işaret ettim. Eğer tafsil istersen, haddimin haricinde. Sinek seyretmez âsumânı.
Zîrâ o kırk enva-ı i'câzından yalnız birtekini ki, cezâlet-i nazmıdır, İşârâtü'l-İ'câz'da sıkışmadı tibyânı.
Yüz sahife tefsirim ona kâfi gelmedi. Senin gibi ruhânî ilhamları ziyâde; ben istiyorum senden tafsil ile beyânı.
De'b-i edeb-i ebed-müddet-i Kur'ân-ı ziyâbâr-ı şifâkâr-ı hüdâdâr
Kâmilîn insanların zevk-i maâlîsini hoşnut eden bir hâlet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez,
Onları eğlendirmez. Bu hikmete binâen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvânî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez.
Avrupa'dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat, romanvâri nazarla, Kur'ân'da olan letâif-i ulviyet, mezâyâ-i haşmeti göremez, hem tadamaz.
Kendindeki mihengi ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelân; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz.
Ya aşkla hüsündür, ya hamâset ve şehâmet, ya tasvir-i hakikat. İşte yabânî edebse, hamâset noktasında hakperestliği etmez.
Belki zâlim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvetperestlik hissini telkin eder. Hüsün ve aşk noktasında aşk-ı hakiki bilmez.
Şehvetengiz bir zevki nefislere de zerk eder. Tasvir-i hakikat maddesinde, kâinata san'at-ı İlâhî sûretinde bakmaz,
Bir sıbga-i Rahmânî sûretinde göremez. Belki tabiat noktasında tutar, tasvir ediyor, hem ondan da çıkamaz.
Onun için telkini aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir; ondan ucuzca kendini kurtaramaz.
Yine ondan gelen, dalâletten neş'et eden ruhun ıztırâbâtına, o edebsizlenmiş edeb müsekkin, hem münevvim, hakiki fayda vermez.
Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvât. Meyyit hayat veremez.
Hem tiyatro gibi tenâsuhvâri, mâzi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.
Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlûfte fistanını giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz.
Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktristi kârie ihtar eder. Zâhiren der: "Sefâhet fenadır, insanlara yakışmaz."
Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefâhete öyle müşevvikâne bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz.
İştihâyı kabartır, hevesi tehyic eder; his daha söz dinlemez. Kur'ân'daki edebse, hevâyı karıştırmaz.
Hakperestlik hissi, hüsn-ü mücerred aşkı, cemâlperestlik zevki, hakikatperestlik şevki verir. Hem de aldatmaz.
Kâinata tabiat cihetinde bakmıyor. Belki bir san'at-ı İlâhî, bir sıbga-i Rahmânî noktasında bahseder; akılları şaşırtmaz.
Mârifet-i Sâniin nurunu telkin eder, herşeyde âyetini gösterir. Her ikisi rikkatli birer hüzün de veriyor; fakat birbirine benzemez.
Avrupazâde edebse, fakdü'l-ahbabdan, sahipsizlikten neş'et eden gamlı bir hüznü veriyor; ulvî hüznü veremez.
Zîrâ sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten mülhemâne aldığı bir hiss-i hüzn-ü gamdâr. Âlemi bir vahşetzâr tanır; başka çeşit göstermez.
O sûrette gösterir, hem de mahzunu tutar, sahipsiz de olarak yabânîler içinde koyar, hiçbir ümit bırakmaz.
Kendine verdiği şu hiss-i heyecanla git gide ilhâda kadar gider, ta'tîle kadar yol verir. Dönmesi müşkül olur; belki daha dönemez.
Kur'ân'ın edebi ise, öyle bir hüznü verir ki, âşıkâne hüzündür, yetimâne değildir. Firâku'l-ahbabdan gelir; fakdü'l-ahbabdan gelmez.
Kâinatta nazarı, kör tabiat yerine, şuurlu, hem rahmetli bir san'at-ı İlâhî onun medâr-ı bahsi. Tabiattan bahsetmez.
Kör kuvvetin yerine, inâyetli, hikmetli bir kudret-i İlâhî ona medâr-ı beyân. Onun için, kâinat vahşetzâr sûret giymez.
Belki muhatab-ı mahzunun nazarında oluyor bir cemiyet-i ahbab. Her tarafta tecâvüb, her cânibde tahabbüb; ona sıkıntı vermez.
Her köşede istînâs, o cemiyet içinde mahzunu vaz' ediyor bir hüzn-ü müştakâne; bir hiss-i ulvî verir, gamlı bir hüznü vermez.
İkisi birer şevki de verir. O yabânî edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasıt; ruha ferah veremez.
Kur'ân'ın şevki ise, ruh düşer heyecana, şevk-i maâlî verir. İşte bu sırra binâen, şeriat-ı Ahmediye (a.s.m.) lehviyâtı istemez.
Bâzı âlât-ı lehvi tahrim edip, bir kısmı helâl diye izin verip; demek hüzn-ü Kur'ânî veya şevk-i tenzilî veren âlet zarar vermez.
Eğer hüzn-ü yetimî veya şevk-i nefsânî verse, âlet haramdır. Değişir eşhâsa göre; herkes birbirine benzemez.
Şecere-i hilkatin dalları her tarafta semerât-ı niâmı zîruhun ellerine zâhiren uzatıyor.
Hakikatte bir yed-i rahmet, bir dest-i kudrettir ki, o semerâtı, o dalları içinde sizlere uzatıyor.
O yed-i rahmeti, siz de şükür ile öpünüz. O dest-i kudreti de minnetle takdîs ediniz.
Ey birâder-i püremel! Hayalini ele al, benimle beraber gel. İşte bir zemindeyiz. Etrafına bakarız; kimse de görmez bizi.
Çadır direkleri hükmünde yüksek dağlar üstünde, karanlıklı bir bulut tabakası atılmış. Hem o dahi kaplatmış zeminimizin yüzü,
Müncemid bir sakf olmuş. Fakat altı, yüzü açıkmış; o yüz güneş görürmüş. İşte bulut altındayız; sıkıyor zulmet bizi.
Sıkıntı da boğuyor; havasızlık öldürür. Şimdi bize üç yol var, bir âlem-i ziyâdar. Bir kere seyrettimdi, bu zemin-i mecâzî.
Evet, bir kere buraya da gelmişim, üçünde ayrı ayrı gitmişim. Birinci yolu budur: Ekseri burdan gider. O da devr-i âlemdir, seyahate çeker bizi.
İşte biz de yoldayız, böyle yayan gideriz. Bak şu sahrânın kum deryâlarına, nasıl hiddet saçıyor, tehdit ediyor bizi.
Bak şu deryânın dağvâri emvâcına: O da bize kızıyor. İşte, elhamdülillâh, öteki yüze çıktık. Görürüz güneş yüzü.
Fakat çektiğimiz zahmeti ancak da biz biliriz. Of, tekrar buraya döndük; şu zemin-i vahşetzâr, bulut damı zulmettar. Bize lâzım, revnaktar eder kalbdeki gözü
Bir âlem-i ziyâdar. Fevkalâde eğer bir cesâretin var; gireriz de beraber, bu yolu. Pürhatarkâr. İkinci yolumuzu,
Tabiat-ı arzı deleriz, o tarafa geçeriz. Ya fıtrî bir tünelden titreyerek gideriz. Bir vakitte bu yolda seyrettim de geçtim, bînaz ve pürniyâzı.
Fakat o zaman tabiatın zemini eritecek, yırtacak bir madde var idi elimde. Üçüncü yolun o delil-i mu'cizi,
Kur'ân onu bana vermişti. Kardeşim, arkamı da bırakma, hiç de korkma. Bak, hâ, şurada tünelvâri mağaralar, tahte'l-arz akıntılar beklerler ikimizi.
Bizi geçirecekler. Tabiatta şu müthiş cümûdiyeleri de seni hiç korkutmasın. Zîrâ, bu abûs çehresi altında merhametli sahibinin tebessümlü yüzü.
Radyumvâri o madde-i Kur'ân'ı ışıkla sezmiştim. İşte, gözüne aydın! Ziyâdar âleme çıktık. Bak şu zemin-i pürnazı.
Bu fezâ-i latîf, şirin. Yahu başını kaldır. Bak, semâvâta ser çekmiş, bulutları da yırtmış, aşağıda bırakmış, dâvet ediyor bizi
Şu şecere-i tûbâ. Meğer o Kur'ân imiş. Dalları her tarafa uzanmış. Tedellî eden bu dala biz de asılmalıyız; oraya alsın bizi.
O şecere-i semâvî bir timsâli zeminde olmuş şer'-i enveri. Demek zahmet çekmeden o yol ile çıkardık bu âlem-i ziyâya, sıkmadan zahmet bizi.
Mâdem yanlış etmişiz; eski yere döneriz, doğru yolu buluruz. Bak, üçüncü yolumuz, şu dağlar üstünde durmuş olan şehbâzi,
Hem de bütün cihâna okuyor bir ezanı. Bak müezzin-i âzama: Muhammedü'l-Hâşimî (a.s.m.) dâvet eder insanı, âlem-i nur-u envere. İlzam eder niyaz ile namazı.
Bulutları da yırtmış, bak bu hüdâ dağlarına. Semâvâta ser çekmiş, bak Şeriat cibâline. Nasıl müzeyyen etmiş zeminimizin yüzü gözü.
İşte çıkmalıyız buradan himmet tayyaresiyle. Ziyâ-i nesîm orada, nur-u cemâl orada. İşte buradadır uhud-u tevhid, o cebel-i azîzi.
İşte şuradadır Cûdî-i İslâmiyet, o cebel-i selâmet. İşte Cebelü'l-Kamer olan Kur'ân-ı Ezher; zülâl-i Nil akıyor o muhteşem menbadan. İç o âb-ı lezizi.
Ey arkadaş! Şimdi hayali baştan çıkar, aklı kafaya geçir. Evvelki iki yolun mağdûb ve dâllîn yolu; hatarları pekçoktur, kıştır dâim güz, yazı.
Yüzde biri kurtulur: Eflâtun, Sokrat gibi. Üçüncü yol sehildir, hem karîb-i müstakîmdir. Zaif, kavî müsâvi; herkes o yoldan gider. En rahatı budur ki: Şehid olmak, ya gâzi.
İşte neticeye gireriz. Evet, dehâ-i fennî-evvelki iki yoldur ona meslek ve mezheb. Fakat hüdâ-i Kur'ânî-üçüncü yoldur onun sırat-ı müstakîmi. İsâl eder o bizi.
Hayal libasını giymiş muazzam bir hakikat
Ey yoldaş-ı hüşdâr! Sırat-ı müstakîmin o meslek-i nurânî, mağdûb ve dâllînin o tarîk-ı zulmânî, tam farklarını görmek eğer istersen, ey azîz!
Gel, vehmini ele al, hayal üstüne de bin. Şimdi seninle gideriz zulümât-ı ademe. O mezar-ı ekberi, o şehr-i püremvâtı bir ziyaret ederiz.
Bir Kadîr-i Ezelî, kendi dest-i kudretle bu zulümât-ı kıt'adan bizi tuttu çıkardı, bu vücuda bindirdi, gönderdi şu dünyaya, şu şehr-i bîlezâiz.
İşte şimdi biz geldik şu âlem-i vücuda, o sahrâ-i hâile. Gözümüz de açıldı, şeş cihette biz baktık. Evvel istîtafkârâne önümüze bakarız.
1- Yaratıcılık mertebelerinin en güzelinde olan Allah'ın şanı ne yücedir . (Mü'minün Suresi.)
Dualarımız ise şu sözlerle sona erer. Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun . (Yunus suresi 10.Ayetten iktibas)
2- Allah'ım, 'Bizi doğru yola ilet. (Fatiha Suresi .6.) *Kendilerine nimet ve ihsanda bulunduğun peygamberlerin ve onlara tabi onlara tâbi olan salih kullarının yoluna ilet, azabına uğrayanların ve sapıtmış olanların yoluna değil. Amin. (Fatiha Suresi :7.)
Lâkin beliyyeler, elemler, önümüzde düşmanlar gibi tehâcüm eder. Ondan korktuk, çekindik. Sağa sola, anâsır-ı tabâyie bakarız, ondan meded bekleriz.
Lâkin biz görüyoruz ki, onların kalbleri kâsiye, merhametsiz. Dişlerini bilerler, hiddetli de bakarlar. Ne naz dinler, ne niyaz.
Muztar adamlar gibi, me'yusâne, nazarı yukarıya kaldırdık. Hem istimdâdkârâne, ecrâm-ı ulviyeye bakarız; pek dehşetli tehditkâr da görürüz.
Güyâ birer gülle, bomba olmuşlar, yuvalardan çıkmışlar, hem etraf-ı fezâda pek süratli geçerler. Her nasılsa ki onlar birbirine dokunmaz.
Ger birisi yolunu kazâra bir şaşırtsa, el-iyâzübillâh, şu âlem-i şehâdet ödü de patlayacak. Tesadüfe bağlıdır; bundan dahi hayır gelmez.
Me'yusâne nazarı o cihetten çevirdik, elîm hayrete düştük. Başımız da eğildi, sînemizde saklandık. Nefsimize bakarız, mütâlâa ederiz.
İşte işitiyoruz: Zavallı nefsimizden binlerle hâcetlerin sayhaları geliyor, binlerle fâkatlerin enînleri çıkıyor. Teselliyi beklerken tevahhuş ediyoruz.
Ondan da hayır gelmedi. Şek ilticâkârâne vicdânımıza girdik. İçine bakıyoruz, bir çareyi bekleriz. Eyvah, yine bulmayız. Biz meded vermeliyiz.
Zîrâ onda görünür; binlerle emelleri, galeyanlı arzular, heyecanlı hissiyât, kâinata uzanmış. Herbirinden titreriz, hiç yardım edemeyiz.
O âmâl, sıkışmışlar vücud-u adem içinde; bir tarafı ezele, bir tarafı ebede uzanıp gidiyorlar. Öyle vüs'atleri var; ger dünyayı yutarsa o vicdan da tok olmaz.
İşte bu elîm yolda nereye bir başvurduk, onda bir belâ bulduk. Zîrâ mağdûb ve dâllîn yolları böyle olur. Tesadüf ve dalâlet o yolda nazarendâz.
O nazarı biz taktık, bu hale böyle düştük. Şimdi dahi halimiz ki mebde' ve meâdı, hem Sâni' ve hem haşri muvakkat unutmuşuz.
Cehennemden beterdir, ondan daha muhriktir, ruhumuzu eziyor. Zîrâ o şeş cihetten ki onlara başvurduk; öyle hâlet almışız.
Ki, yapılmış o hâlet, hem havf ile dehşetten, hem acz ile ra'şetten, hem kalâk ve vahşetten, hem yütm ve hem yeisten mürekkeb vicdansûz.
Şimdi her cihete mukabil bir cepheyi alırız, def'ine çalışırız. Evvel, kudretimize mürâcaat ederiz. Vâesefâ görürüz
Ki âcize, zaife. Sâniyen, nefiste olan hâcâtın susmasına teveccüh ediyoruz. Vâesefâ, durmayıp bağırırlar görürüz.
Sâlisen, istimdâdkârâne, bir halâskârı için bağırır, çağırırız; ne kimse işitiyor, ne cevabı veriyor. Biz de zannediyoruz:
Herbir şey bize düşman, herbir şey bizden garip. Hiçbir şey kalbimize bir teselli vermiyor; hiç emniyet bahşetmez, hakiki zevki vermez.
Râbian, biz ecrâm-ı ulviyeye baktıkça, onlar nazara verir bir havf ile dehşeti. Hem vicdânın müz'ici bir tevahhuş geliyor akılsûz, evhamsâz.
İşte, ey birâder! Bu dalâletin yolu, mahiyeti şöyledir. Küfürdeki zulmeti bu yolda tamam gördük. Şimdi de gel kardeşim, o ademe döneriz.
Tekrar yine geliriz. Bu kere tarîkımız sırat-ı müstakîmdir, hem imânın yoludur. Delil ve imamımız, inâyet ve Kur'ân'dır, şehbâz-ı edvârpervâz.
İşte Sultan-ı Ezelin rahmet ve inâyeti vaktâ bizi istedi, kudret bizi çıkardı, lütfen bizi bindirdi kanun-u meşîete etvâr üstünde perdâz.
Şimdi bizi getirdi, şefkat ile giydirdi şu hilat-ı vücudu. Emanet rütbesini bize tevcih eyledi; nişanı, niyaz ve namaz.
Şu edvâr ve etvârın, bu uzun yolumuzda birer menzil-i nazdır. Yolumuzda teshilât içindir ki, kaderden bir emirnâme vermiş sahifede cephemiz.
Her nereye geliriz, herhangi tâifeye misafir oluyoruz; pek uhuvvetkârâne istikbâl görüyoruz. Malımızdan veririz, mallarından alırız.
Ticaret muhabbeti, onlar bizi beslerler, hediyelerle süslerler, hem de teşyi' ederler. Gele gele, işte geldik, dünya kapısındayız, işitiyoruz âvâz.
Bak, girdik şu zemine, ayağımızı bastık şehâdet âlemine. Şehrâyin-i Rahmân, gürültühâne-i insan. Hiçbir şey bilmeyiz; delil ve imamımız,
Meşîet-i Rahmân'dır. Vekil-i delilimiz, nâzenin gözlerimiz. Gözlerimizi açtık, dünya içine saldık. Hatırına gelir mi evvelki gelişimiz?
Garip, yetim olmuştuk; düşmanlarımız çoktu. Bilmezdik hâmimizi. Şimdi nur-u imânla o düşmanlara karşı bir rükn-ü metînimiz,
İstinâdî noktamız, hem himâyetkârımız, def' eder düşmanları. O imân-ı billâhtır ki ziyâ-i ruhumuz, hem nur-u hayatımız, hem de ruh-u ruhumuz.
İşte kalbimiz rahat, düşmanları aldırmaz, belki düşman tanımaz. Evvelki yolumuzda, vaktâ vicdâna girdik; işittik ondan binlerle feryâd ü fîzâr ve âvâz.
Ondan belâya düştük. Zîrâ âmâl, arzular, istidad ve hissiyât dâim ebedi ister. Onun yolunu bilmezdik. Bizden yol bilmemezlik; onda fîzâr ve niyaz.
Fakat, elhamdülillâh, şimdi gelişimizde bulduk nokta-i istimdâd ki, dâim hayat verir o istidad, âmâle; tâ ebedü'l-âbâda onları eder pervâz.
Onlara yol gösterir, o noktadan istidad. Hem istimdâd ediyor, hem âb-ı hayatı içer, hem kemâline koşuyor o nokta-i istimdâd, o şevkengiz remz ü naz.
İkinci kutb-u İmân ki, tasdik-i haşirdir. Saadet-i ebedî o sadefin cevheri. İmân bürhanı, Kur'ân; vicdan, insanî bir râz.
Şimdi başını kaldır, şu kâinata bir bak, onun ile bir konuş. Evvelki yolumuzda pek müthiş görünürdü. Şimdi de mütebessim, her tarafa gülüyor, nâzeninâne niyaz ve âvâz.
Görmez misin: Gözümüz arı-misâl olmuştur, her tarafa uçuyor. Kâinat bostanıdır, her tarafta çiçekler. Her çiçek de veriyor ona bir âb-ı leziz.
Hem ünsiyet, teselli, tahabbübü veriyor. O da alır getirir, şehd-i şehâdet yapar. Balda bir bal akıtır o esrarengiz şehbâz.
Harekât-ı ecrâma, ya nücûm ya şümûsa nazarımız kondukça, ellerine verirler Hâlık'ın hikmetini, hem mâye-i ibreti. Hem cilve-i rahmeti alır, ediyor pervâz.
Güyâ şu güneş bizlerle konuşuyor. Der: "Ey kardeşlerimiz! Tevahhuşla sıkılmayınız. Ehlen sehlen, merhaba, hoş teşrif ettiniz. Menzil sizin; ben bir mumdâr-ı şehnâz.
"Ben de sizin gibiyim; fakat sâfî, isyansız, mutî bir hizmetkârım. O Zât-ı Ehad-i Samed ki, mahz-ı rahmetiyle hizmetinize beni musahhar-ı pürnur etmiş. Benden hararet, ziyâ; sizden namaz ve niyaz."
Yahu, bakın kamere. Yıldızlarla denizler, herbiri de kendine mahsus birer lisânla, "Ehlen sehlen, merhaba," derler. "Hoş geldiniz, bizi tanımaz mısınız?"
Sırr-ı teâvünle bak, remz-i nizamla dinle. Herbirisi söylüyor: "Biz de birer hizmetkâr, rahmet-i Zülcelâlin birer âyinedarıyız. Hiç de üzülmeyiniz, bizden sıkılmayınız.
"Zelzele na'raları, hâdisât sayhaları sizi hiç korkutmasın, vesvese de vermesin. Zîrâ onlar içinde bir zemzeme-i ezkâr, bir demdeme-i tesbih, velvele-i naz ü niyaz.
"Sizi bize gönderen o Zât-ı Zülcelâl, ellerinde tutmuştur bunların dizginlerini." İmân gözü okuyor yüzlerinde âyet-i rahmet, herbiri birer âvâz.
Ey mü'min-i kalb-i hüşyar! Şimdi gözlerimiz bir parça dinlensinler. Onların bedeline hassas kulağımızı imânın mübârek eline teslim ederiz, dünyaya göndeririz. Dinlesin leziz bir saz.
Evvelki yolumuzda bir mâtem-i umumi, hem vâveylâ-i mevtî zannolunan o sesler, şimdi yolumuzda birer nevâz ü namaz, birer âvâz ü niyaz, birer tesbihe âğâz.
Dinle, havadaki demdeme, kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, ra'dlardaki rakraka, taşlardaki tıktıka birer mânidar nevâz.
Terennümât-ı hava, naarât-ı ra'dıye, nağamât-ı emvâc, birer zikr-i azamet. Yağmurun hezecâtı, kuşların seceâtı birer tesbih-i rahmet, hakikate bir mecâz.
Eşyada olan asvât, birer savt-ı vücuddur; "Ben de varım" derler. O kâinat-ı sâkit, birden söze başlıyor: "Bizi câmid zannetme, ey insan-ı boşboğaz!"
Tuyûrları söylettirir ya bir lezzet-i nimet, ya bir nüzûl-ü rahmet. Ayrı ayrı seslerle, küçük âğâzlarıyla rahmeti alkışlarlar. Nimet üstünde iner, şükür ile eder pervâz.
Remzen onlar derler: "Ey kâinat, kardeşler! Ne güzeldir halimiz, şefkatle perverdeyiz, halimizden memnunuz." Sivri dimdikleriyle fezâya saçıyorlar birer âvâz-ı pürnaz.
Güyâ bütün kâinat ulvî bir mûsikîdir; İmân nuru işitir ezkâr ve tesbihleri. Zîrâ hikmet reddeder tesadüf vücudunu; nizam ise tard eder ittifak-ı evhamsâz.
Ey yoldaş! Şimdi şu âlem-i misâlîden çıkarız, hayalî vehimden ineriz, akıl meydanında dururuz, mîzana çekeriz, ederiz yolları berendâz.
Evvelki elîm yolumuz, mağdûb ve dâllîn yolu. O yol verir vicdâna, tâ en derin yerine, hem bir hiss-i elîmi, hem bir şedid elemi. Şuur onu gösterir; şuura zıd olmuşuz.
Hem kurtulmak için de muztar ve hem muhtacız. Ya o teskin edilsin, ya ihsâs da olmasın. Yoksa dayanamayız; feryâd ü fîzâr dinlenmez.
Hüdâ ise şifâdır; hevâ iptal-i histir. Bu da teselli ister, bu da tegafül ister, bu da meşgale ister, bu da eğlence ister. Hevesât-ı sihirbaz,
Tâ vicdânı aldatsın, ruhu tenvîm edilsin, tâ elem hissolmasın. Yoksa o elem-i elîm, vicdânı ihrak eder; fîzâra dayanılmaz, elem-i ye's çekilmez.
Demek sırat-ı müstakîmden ne kadar uzak düşse, o derece nisbeten şu hâlet tesir eder, vicdânı bağırttırır. Her lezzetin içinde elemi var birer iz.
Demek heves, hevâ, eğlence, sefâhetten memzûc olan şâşaa-i medenî, bu dalâletten gelen şu müthiş sıkıntıya bir yalancı merhem, uyutucu zehirbâz.
Ey azîz arkadaşım! İkinci yolumuzda, o nurânî tarîkte bir hâleti hissettik. O hâletle oluyor hayat mâden-i lezzet; âlâm olur lezâiz.
Onunla bunu bildik ki, mütefâvit derecede, kuvvet-i İmân nisbetinde ruha bir hâlet verir. Cesed ruhla mütelezzizdir, ruh vicdanla mütelezziz.
Bir saadet-i âcile, vicdanda mündericdir. Bir firdevs-i mânevî, kalbinde mündemicdir. Düşünmekse deşmektir, şuur ise şiâr-ı râz.
Şimdi ne kadar kalb ikaz edilirse, vicdan tahrik edilse, ruha ihsâs verilse, lezzet ziyâde olur. Hem de döner ateşi nur, şitâsı yaz.
Vicdanda firdevslerin kapıları açılır; dünya olur bir cennet. İçinde ruhlarımız, eder pervâz ü perdâz, olur Şehbâz ü Şehnâz, yelpez namaz ü niyaz.
Ey azîz yoldaşım! Şimdi Allahaısmarladık. Gel, beraber bir duâ ederiz, sonra da buluşmak üzere ayrılırız.
Allah'ım, 'Bizi doğru yola ilet.' (Fatiha suresi :6.) Amin.
Bir zaman bîaman İslâmın düşmanı, siyasî bir dessas, yüksekte kendini göstermek isteyen vesvas bir papaz, desîse niyetiyle, hem inkâr sûretinde,
Hem de boğazımızı pençesiyle sıktığı bir zaman-ı elîmde, pek şemâtetkârâne bir istifhâmıyla dört şey sordu bizden.
Altı yüz kelime istedi. Şemâtetine karşı yüzüne "Tuh!" demek, desîsesine karşı küsmekle sükût etmek, inkârına karşı da
Tokmak gibi bir cevab-ı müskit vermek lâzımdı. Onu muhatap etmem. Bir hakperest adama böyle cevabımız var. O dedi birincide:
"Muhammed (Aleyhissalâtü Vesselâm) dini nedir?" Dedim: İşte Kur'ân. Erkân-ı sitte-i imân, erkân-ı hamse-i İslâm esas maksad-ı Kur'ân. Der ikincisinde:
"Fikir ve hayata ne vermiş?" Dedim: Fikre tevhid, hayata istikamet. Buna dâir şâhidim: -1- Der üçüncüsünde:
"Mezâhim-i hâzıra nasıl tedâvi eder?" Derim: Hurmet-i ribâ, hem vücûb-u zekâtla. Buna dâir şâhidim -2- 'dır. Der dördüncüsünde:
"İhtilâl-i beşere ne nazarla bakıyor?" Derim: Sa'y asıl, esastır. Servet-i insaniye zâlimlerde toplanmaz; saklanmaz ellerinde. Buna dâir şâhidim:
Haşiye: Yüz maşallah bu cevaba !
1- Emrolunduğun gibi dosdoğru ol. (Hud Suresi :112.)
De ki: O Allah birdir.(İhlâs Suresi :1.)
2- Allah fâizin bereketini giderip onu mahveder. (Bakara Suresi : 276.)
3- Allah, alışverişi helal, fâizi haram kılmıştır. (Bakara Suresi : 275.)
Namazı dosdoğru kılın , Zekâtı verin (Bakara Sûresi: 43)
4- İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır. (Necm Sûresi: 39.)
Altını ve gümüşü biriktirip de onu Allah yolunda harcamayanları ise , acı bir azabı müjdele. (Tevbe Suresi.34.)
İsm-i Àzam'ın hakkına ve Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyân'ın hürmetine ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın şerefine, bu mecmuayı bastıranları ve mübârek yardımcılarını Cennet-ül Firdevs'te saadet-i ebediyyeye mazhar eyle, âmîn. Ve hizmet-i îmâniyye ve Kur'aniyyede dâima muvaffak eyle, âmîn. Ve defter-i hasenatlarına Sözler Mecmuasının herbir harfine mukabil bin hasene yazdır, âmîn. Ve Nurların neşrinde sebat ve devam ve ihlas ihsân eyle âmîn. Yâ Erhamerrâhimîn! Umum Risale-i Nur Şâkirdlerini iki cihanda mes'ud eyle, âmîn. İnsî ve cinnî şeytanların şerlerinden muhâfaza eyle, âmîn. Ve bu âciz ve bîçâre Said'in kusuratını afveyle, âmîn...
Umum Nur Şâkirdleri nâmına
Said Nursî (R.A.)