Yirmi İkinci Sözün Sekizinci Lem'asını izah eden bir zeyildir. Mevcudât-ı âlem, Vahdâniyete şehâdet ettikleri elli beş lisândan (ki "Katre" risâlesinde onlara işaret edilmiş) birinci lisânına bir tefsirdir. Ve âyetinin pekçok hakâikından, temsil libası giydirilmiş bir hakikattir.
Birinci Mevkıf
1- Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.
Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de harab olup giderdi. (Enbiyâ Sûresi: 22.)
2- Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur; O birdir. Allah bir olur; ortağı yoktur. Mülk Onundur. Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet Ona mahsustur ve Ona lâyıktır. Hayatı veren ve devam ettiren yine Odur. Ölümü de yaratan ve bâkî âleme alan Odur. O ezelî ve ebedî hayat sahibidir. Her hayır Onun elindedir; yapılan her hayrı da kaydeder ve karşılığını verir. Herşeye gücü yeter ve hiçbir şey Ona ağır gelmez. Dönüş yalnız Onadır. (Buhârî, Ezan: 155, Teheccüd: 21; Müslim, Zikir: 28, 30; Ebû Dâvud, Vitr: 24.)
Bir Ramazan gecesinde, şu kelâm-ı tevhidînin on bir cümlesinin her birinde birer tevhid mertebesi ve birer müjde bulunduğunu ve o mertebelerden yalnız Lâ şerîke leh'deki mânâyı basit, avâmın fehmine gelecek bir muhâvere-i temsiliye ve bir münâzara-i faraziye tarzında ve lisân-ı hali, lisân-ı kâl sûretinde söylemiştim. Bana hizmet eden kıymettar kardeşlerimin ve mescid arkadaşlarımın arzuları ve istemeleri üzerine, o muhâvereyi yazıyorum. Şöyle ki:
Bütün tabiatperest, esbâbperest ve müşrik gibi umum enva-ı ehl-i şirkin ve küfrün ve dalâletin tevehhüm ettikleri şeriklerin nâmına bir şahıs farz ediyoruz ki; o şahs-ı farazî, mevcudât-ı âlemden bir şeye rab olmak istiyor ve hakiki mâlik olmak dâvâ etmektedir.
İşte o müddeî, evvelâ mevcudâtın en küçüğü olan bir zerreye rast gelir. Ona rab ve hakiki mâlik olmakta olduğunu, zerreye tabiat lisâniyle ve felsefe diliyle söyler.
O zerre dahi, hakikat lisâniyle ve hikmet-i Rabbânî diliyle der ki:
"Ben hadsiz vazifeleri görüyorum. Ayrı ayrı her masnua girip işliyorum. Bütün o vezâifi bana gördürecek, sende ilim ve kudret varsa; hem, benim gibi, had ve hesâba gelmeyen zerrât, içinde beraber gezip Haşiye iş görüyoruz. Eğer bütün emsâlim o zerreleri de istihdam edip emir tahtına alacak bir hüküm ve iktidar sende varsa; hem, kemâl-i intizam ile cüz olduğum mevcudlara, meselâ kandaki küreyvât-ı hamrâya hakiki mâlik ve mutasarrıf olabilirsen, bana rab olmak dâvâ et, beni Cenâb-ı Haktan başkasına isnad et. Yoksa sus!
"Hem, bana rab olamadığın gibi, müdâhale dahi edemezsin. Çünkü, vezâifimizde ve harekâtımızda o kadar mükemmel bir intizam var ki, nihayetsiz bir hikmet ve muhît bir ilim sahibi olmayan, bize parmak karıştıramaz. Eğer karışsa, karıştıracak. Halbuki, senin gibi câmid, âciz ve kör ve iki eli tesadüf ve tabiat gibi iki körün elinde olan bir şahıs, hiçbir cihette parmak uzatamaz."
O müddeî, maddiyyunların dedikleri gibi dedi ki:
"Öyle ise sen kendi kendine mâlik ol. Neden başkasının hesâbına çalışmasını söylüyorsun?"
Zerre ona cevâben der:
Haşiye: Evet, müteharrik herbir şey, zerrâttan seyyârâta kadar, kendilerinde olan sikke-i samediyet ile vahdeti gösterdikleri gibi, harekâtlarıyla dahi gezdikleri bütün yerleri vahdet nâmına zapt ederler; kendi mâlikinin mülküne idhâl ederler. Hareket etmeyen masnuât ise, nebâtâttan nücûm-u sevâbite kadar birer mühr-ü vahdâniyet hükmündedirler ki, bulunduğu mekânı kendi Sâniinin mektubu olduğunu gösterirler.
Demek, her bir nebat, herbir meyve, birer mühr-ü vahdâniyet, birer sikke-i vahdettirler ki, mekânlarını ve vatanlarını, vahdet nâmına, Sâni'lerinin mektubu olduğunu gösterirler.
Elhâsıl, her bir şey, hareketiyle bütün eşyayı vahdet nâmına zapt eder. Demek, bütün yıldızları elinde tutmayan, birtek zerreye rab olamaz.
"Eğer güneş gibi bir dimâğım ve ziyâsı gibi ihâtalı bir ilmim ve harareti gibi şümûllü bir kudretim ve ziyâsındaki yedi renk gibi muhît duygularım ve gezdiğim her yere ve işlediğim her mevcuda müteveccih birer yüzüm ve bakar birer gözüm ve geçer birer sözüm bulunsa idi, belki senin gibi ahmaklık edip, kendi kendime mâlik olduğumu dâvâ ederdim. Haydi def' ol git, sen benden iş bulamazsın!"
İşte, şeriklerin vekili, zerreden meyus olunca, küreyvât-ı hamrâdan iş bulacağım diye, kandaki bir küreyvât-ı hamrâya rast gelir. Ona esbâb nâmına ve tabiat ve felsefe lisâniyle der ki: "Ben sana rab ve mâlikim."
O küreyvât-ı hamrâ, yani yuvarlak kırmızı mevcud, ona hakikat lisâniyle ve hikmet-i İlâhiye dili ile der:
"Ben yalnız değilim. Eğer sikkemiz ve memuriyetimiz ve nizâmâtımız bir olan kan ordusundaki bütün emsâlime mâlik olabilirsen; hem, gezdiğimiz ve kemâl-i hikmetle istihdam olunduğumuz bütün hüceyrât-ı bedene mâlik olacak bir dakîk hikmet ve azîm kudret sende varsa, göster ve gösterebilirsen, belki senin dâvânda bir mânâ bulunabilir. Halbuki, senin gibi sersem ve senin elindeki sağır tabiat ve kör kuvvetle, değil mâlik olmak, belki zerre miktar karışamazsın. Çünkü, bizdeki intizam o kadar mükemmeldir ki, ancak herşeyi görür ve işitir ve bilir ve yapar bir Zât bize hükmedebilir. Öyle ise sus! Vazifem o kadar mühim ve intizam o kadar mükemmeldir ki, senin ile, senin böyle karma karışık sözlerine cevap vermeye vaktim yok" der, onu tard eder.
Sonra, onu kandıramadığı için, o müddeî gider, bedendeki hüceyre tâbir ettikleri menzilciğe rast gelir. Felsefe ve tabiat lisâniyle der:
"Zerreye ve küreyvât-ı hamrâya söz anlattıramadım. Belki sen sözümü anlarsın. Çünkü, sen, gayet küçük bir menzil gibi, birkaç şeyden yapılmışsın. Öyle ise ben seni yapabilirim. Sen benim masnuum; ve ben sana hakiki mâlikim" der.
O hüceyre ona cevaben, hikmet ve hakikat lisâniyle der ki:
"Ben, çendan küçücük bir şeyim, fakat pek büyük vazifelerim, pek ince münâsebetlerim ve bedenin bütün hüceyrâtına ve heyet-i mecmûasına bağlı alâkalarım var. Ezcümle, evride ve şerâyin damarlarına ve hassâse ve muharrike âsablarına ve câzibe, dâfia, müvellide, musavvire gibi kuvvelere karşı derin ve mükemmel vazifelerim var. Eğer bütün bedeni, bütün damar ve âsab ve kuvveleri teşkil ve tanzim ve istihdam edecek bir kudret ve ilim sende varsa ve benim emsâlim ve san'atça ve keyfiyetçe birbirimizin kardeşi olan bütün hüceyrât-ı bedeniyeye tasarruf edecek nâfiz bir kudret, şâmil bir hikmet sende varsa, göster; sonra, "Ben seni yapabilirim" diye dâvâ et. Yoksa, haydi git! Küreyvât-ı hamrâ bana erzak getiriyorlar; küreyvât-ı beyzâ da bana hücum eden hastalıklara mukabele ediyorlar. İşim var, beni meşgul etme.
"Hem, senin gibi âciz, câmid, sağır, kör bir şey bize hiçbir cihetle karışamaz. Çünkü, bizde o derece ince ve nâzik ve mükemmel bir intizam Haşiye var ki; eğer bize hükmeden bir Hakîm-i Mutlak ve Kadîr-i Mutlak ve Alîm-i Mutlak olmazsa, intizamımız bozulur, nizâmımız karışır."
Sonra o müddeî onda da meyus oldu. Bir insanın bedenine rast gelir. Yine kör tabiat ve serseri felsefe lisânı ile tabiiyyunun dedikleri gibi, der ki: "Sen benimsin, seni yapan benim. Veya sende hissem var."
Cevâben, o beden-i insanî, hakikat ve hikmet diliyle ve intizamının lisân-ı haliyle der ki:
"Eğer bütün emsâlimiz ve yüzümüzdeki sikke-i kudret ve turra-i fıtrat bir olan bütün insanların bedenlerine hakiki mutasarrıf olacak olan bir kudret ve ilim sende varsa, hem sudan ve havadan tut, tâ nebâtât ve hayvanâta kadar benim erzakımın mahzenlerine mâlik olacak bir servetin ve bir hâkimiyetin varsa, hem ben kılıf olduğum gayet geniş ve yüksek olan ruh, kalb, akıl gibi letâif-i mâneviyeyi benim gibi dar, süflî bir zarfta yerleştirerek, kemâl-i hikmetle istihdam edip ibâdet ettirecek, sende böyle nihayetsiz bir kudret, hadsiz bir hikmet varsa, göster. Sonra 'Ben seni yaptım' de. Yoksa, sus!
"Hem, bendeki intizam-ı ekmelin şehâdetiyle ve yüzümdeki sikke-i vahdetin delâletiyle, benim Sâniim herşeye kadîr, herşeye alîm, herşeyi görür ve herşeyi işitir bir Zâttır. Senin gibi sersem âcizin parmağı Onun san'atına karışamaz, zerre miktar müdâhale edemez."
Haşiye: Sâni-i Hakîm beden-i insanı gayet muntazam bir şehir hükmünde halk etmiştir. Damarların bir kısmı, telgraf ve telefon vazifesini görür; bir kısmı da, çeşmelerin boruları hükmünde, âb-ı hayat olan kanın cevelânına medârdırlar.
Kan ise, içinde iki kısım küreyvât halk edilmiş. Bir kısmı küreyvât-ı hamrâ tâbir edilir ki, bedenin hüceyrelerine erzak dağıtıyor ve bir kanun-u İlâhî ile hüceyrelere erzak yetiştiriyor-tüccar ve erzak memurları gibi. Diğer kısmı küreyvât-ı beyzâdırlar ki, ötekilere nisbeten ekalliyettedirler. Vazifeleri, hastalık gibi düşmanlara karşı asker gibi müdâfaadır ki, ne vakit müdâfaaya girseler, Mevlevî gibi iki hareket-i devriye ile, süratli bir vaziyet-i acîbe alırlar.
Kanın heyet-i mecmûası ise, iki vazife-i umumiyesi var. Biri bedendeki hüceyrâtın tahribâtını tâmir etmek; diğeri hüceyrâtın enkazlarını toplayıp, bedeni temizlemektir. Evride ve şerâyin nâmında iki kısım damarlar var ki; biri sâfî kanı getirir, dağıtır, sâfî kanın mecrâlarıdır. Diğer kısmı, enkazı toplayan bulanık kanın mecrâsıdır ki, şu ikinci ise, kanı, "ree" denilen nefesin geldiği yere getirirler.
Sâni-i Hakîm, havada iki unsur halk etmiştir: biri azot, biri müvellidü'l-humuza. Müvellidü'l-humuza ise, nefes içinde kana temas ettiği vakit, kanı telvîs eden karbon unsur-u kesîfini kehribar gibi kendine çeker. İkisi imtizâc eder, buhar-ı hâmız-ı karbon denilen (semli havaî) bir maddeye inkılâb ettirir; hem hararet-i garîziyeyi temin eder, hem kanı tasfiye eder. Çünkü, Sâni-i Hakîm, fenn-i kimyâda aşk-ı kimyevî tâbir edilen bir münâsebet-i şedîdeyi müvellidü'l-humuza ile karbona vermiş ki; o iki unsur birbirine yakın olduğu vakit, o kanun-u İlâhî ile, o iki unsur imtizâc ederler. Fennen sabittir ki, imtizâcdan hararet hâsıl olur. Çünkü, imtizâc, bir nevi ihtiraktır. Şu sırrın hikmeti şudur ki:
O iki unsurun, herbirisinin zerrelerinin ayrı ayrı hareketleri var. İmtizâc vaktinde her iki zerre, yani onun zerresi, bunun zerresiyle imtizâc eder; birtek hareketle hareket eder. Bir hareket muallâk kalır. Çünkü, imtizâcdan evvel iki hareket idi; şimdi, iki zerre bir oldu. Her iki zerre, bir zerre hükmünde bir hareket aldı. Diğer hareket, Sâni-i Hakîmin bir kanunu ile, hararete inkılâb eder. Zâten, "Hareket, harareti tevlid eder" bir kanun-u mukarreredir.
İşte bu sırra binâen, beden-i insaniyedeki hararet-i garîziye, bu imtizâc-ı kimyeviye ile temin edildiği gibi; kandaki karbon alındığı için, kan dahi sâfî olur. İşte, nefes dahile girdiği vakit, vücudun hem âb-ı hayatını temizliyor, hem nâr-ı hayatı iş'âl ediyor. Çıktığı vakit, ağızda, mu'cizât-ı kudret-i İlâhiye olan kelime meyvelerini veriyor.
* [Sanatında akılların hayrete düştüğü Allah, her türlü kusur ve noksandan uzaktır.]
O şeriklerin vekili, bedende dahi parmak karıştıracak yer bulamaz. Gider, insanın nevine rast gelir. Kalbinden der ki: "Belki bu dağınık, karma karışık olan cemaat içinde, şeytan onların ef'âl-i ihtiyâriye ve içtimâiyelerine karıştığı gibi, belki ben de ahvâl-i vücudiye ve fıtriyelerine karışabileceğim ve parmak karıştıracak bir yer bulacağım. Ve onda bir yol bulup, beni tard eden bedene ve beden hüceyresine hükmümü icrâ ederim."
Onun için, beşerin nevine yine sağır tabiat ve sersem felsefe lisâni yle der ki: "Siz çok karışık bir şey görünüyorsunuz. Ben size rab ve mâlikim. Veyahut hissedarım" der.
O vakit, nev-i insan, hak ve hakikat lisâniyle, hikmet ve intizamın diliyle der ki:
"Eğer bütün küre-i arza giydirilen ve nevimiz gibi bütün hayvanât ve nebâtâtın yüz bin envaından rengârenk atkı ve iplerden kemâl-i hikmetle dokunan ve dikilen gömleği ve yeryüzüne serilen ve yüz binler zîhayat envaından nesc olunan ve gayet nakışlı bir sûrette icad edilen haliçeyi yapacak ve her vakit kemâl-i hikmetle tecdid edip tazelendirecek bir kudret ve hikmet sende varsa; hem, eğer biz meyve olduğumuz küre-i arza ve çekirdek olduğumuz âlemde tasarruf edecek ve hayatımıza lâzım maddeleri mîzan-ı hikmetle aktâr-ı âlemden bize gönderecek muhît bir kudret ve şâmil bir hikmet sende varsa; ve yüzümüzdeki sikke-i kudret bir olan bütün gitmiş ve gelecek emsâlimizi icad edecek bir iktidar sende varsa, belki bana rubûbiyet dâvâ edebilirsin. Yoksa, haydi sus! Benim nevimdeki karma karışıklığa bakıp, 'Parmak karıştırabilirim' deme. Çünkü intizam mükemmeldir. O karma karışık zannettiğin vaziyetler, kudretin kader kitabına göre kemâl-i intizamla bir istinsahtır. Çünkü, bizden çok aşağı olan ve bizim taht-ı nezâretimizde bulunan hayvanât ve nebâtâtın kemâl-i intizamları gösteriyor ki, bizdeki karışıklıklar bir nevi kitâbettir.
"Hiç mümkün müdür ki, bir haliçenin her tarafına yayılan bir atkı ipini san'atkârâne yerleştiren, haliçenin ustasından başkası olsun? Hem, bir meyvenin mûcidi, ağacının mûcidinden başkası olsun? Hem, çekirdeği icad eden, çekirdekli cismin sâniinden başkası olsun?
"Hem gözün kördür; yüzümdeki mu'cizât-ı kudreti, mahiyetimizdeki havârik-ı fıtratı görmüyorsun. Eğer görsen, anlarsın ki, benim Sâniim öyle bir Zâttır ki, hiçbir şey Ondan gizlenemez, hiçbir şey Ona nazlanıp ağır gelemez. Yıldızlar, zerreler kadar Ona kolay gelir. Bir baharı bir çiçek kadar suhûletle icad eder. Koca kâinatın fihristesini kemâl-i intizamla benim mahiyetimde derc eden bir Zâttır. Böyle bir Zâtın san'atına senin gibi câmid, âciz ve kör, sağır, parmak karıştırabilir mi? Öyle ise sus, def' ol git!" der, onu tard eder.
Sonra, o müddeî gider, zeminin yüzüne serilen geniş haliçeye ve zemine giydirilen gayet müzeyyen ve münakkaş gömleğe esbâb nâmına ve tabiat lisâniyle ve felsefe diliyle der ki:
"Sende tasarruf edebilirim ve sana mâlikim veya sende hissem var" diye dâvâ eder.
O vakit, o gömlek, Haşiye o haliçe, hak ve hakikat nâmına, lisân-ı hikmetle o müddeîye der ki:
"Eğer seneler, karnlar adedince yere giydirilip, sonra intizam ile çıkarılıp geçmiş zamanın ipine asılan ve yeniden gelecek zamanlarda giydirilecek ve kemâl-i intizam ile kader dairesinde programları ve biçimleri çizilen ve tâyin olunan ve gelecek zamanın şeridine takılan ve intizamlı ve hikmetli, ayrı ayrı nakışları bulunan bütün gömlekleri, haliçeleri dokuyacak, icad edecek kudret ve san'at sende varsa, hem hilkat-i arzdan tâ harab-ı arza kadar, belki ezelden ebede kadar ulaşacak hikmetli, kudretli iki mânevî elin varsa ve bütün atkılarımdaki bütün ferdleri icad edecek kemâl-i intizam ve hikmetle tâmir ve tecdid edecek sende bir iktidar ve hikmet varsa, hem bizim modelimiz ve bizi giyen ve bizi kendine peçe ve çarşaf yapan küre-i arzı elinde tutup mûcid olabilirsen, bana rubûbiyet dâvâ et. Yoksa, haydi dışarıya! Bu yerde yer bulamazsın.
"Hem bizde öyle bir sikke-i vahdet ve öyle bir turra-i ehadiyet vardır ki, bütün kâinat kabza-i tasarrufunda olmayan ve bütün eşyayı bütün şuûnâtıyla birden görmeyen ve nihayetsiz işleri beraber yapamayan ve her yerde hâzır ve nâzır bulunmayan ve mekândan münezzeh olmayan ve nihayetsiz hikmet ve ilim ve kudrete mâlik olmayan, bize sahip olamaz ve müdâhale edemez."
Sonra o müddeî gider, "Belki küre-i arzı kandırıp, orada bir yer bulurum" der. Gider, küre-i arza, Haşiye 1 yine esbâb nâmına ve tabiat lisâniyle der ki: "Böyle serseri gezdiğinden, sahipsiz olduğunu gösteriyorsun. Öyle ise sen benim olabilirsin."
O vakit, küre-i arz, hak nâmına ve hakikat diliyle, gök gürültüsü gibi bir sadâ ile ona der ki:
"Halt etme! Ben nasıl serseri, sahipsiz olabilirim? Benim elbisemi ve elbisemin içindeki en küçük bir noktayı, bir ipi intizamsız bulmuş musun ve hikmetsiz ve san'atsız görmüş müsün ki, bana sahipsiz, serseri dersin? Eğer hareket-i seneviyem ile takrîben yirmi beş bin senelik Haşiye 2 bir mesafede, bir senede gezdiğim ve kemâl-i mîzan ve hikmetle vazife-i hizmetimi gördüğüm daire-i azîmeye hakiki mâlik olabilirsen; ve kardeşlerim ve benim gibi vazifedar olan on seyyâreye ve gezdikleri bütün dairelere ve bizim imamımız ve biz onunla bağlı ve câzibe-i rahmetle ona takılı olduğumuz güneşi icad edip yerleştirecek ve sapan taşı gibi beni ve seyyârât yıldızları ona bağlayacak ve kemâl-i intizam ve hikmetle döndürüp istihdam edecek bir nihayetsiz hikmet ve nihayetsiz kudret sende varsa, bana rubûbiyet dâvâ et. Yoksa, haydi cehennem ol, git! Benim işim var; vazifeme gidiyorum.
Haşiye: Fakat şu haliçe hem hayattardır, hem intizamlı bir ihtizazdadır. Her vakit, nakışları kemâl-i hikmet ve intizam ile tebeddül eder-tâ ki, Nessâcının muhtelif cilve-i esmâsını ayrı ayrı göstersin.
Haşiye 1: Elhâsıl: Zerre, o müddeîyi küreyvât-ı hamrâya havale eder; küreyvât-ı hamrâ onu hüceyreye, hüceyre dahi beden-i insana, beden-i insan ise nev-i insana, nev-i insan onu zîhayat envaından dokunan arzın gömleğine, arzın gömleği dahi küre-i arza, küre-i arz onu güneşe, güneş ise bütün yıldızlara havale eder. Her biri der: "Git, benden yukarıdakini zapt edebilirsen, sonra gel benim zaptıma çalış. Eğer onu mağlûp etmezsen, beni ele geçiremezsin." Demek, bütün yıldızlara sözünü geçiremeyen, birtek zerreye rubûbiyetini dinletemez.
Haşiye 2: Bir dairenin takrîben nısf-ı kutru yüz seksen milyon kilometre olsa, o daire-kendisi-takrîben yirmi beş bin senelik mesafe olur.
"Hem bizlerdeki haşmetli intizamât ve dehşetli harekât ve hikmetli teshîrât gösteriyor ki, bizim ustamız öyle bir Zâttır ki, bütün mevcudât, zerrelerden yıldızlara ve güneşlere kadar emirber nefer hükmünde Ona mutî ve musahhardırlar. Bir ağacı meyveleriyle tanzim ve tezyin ettiği gibi, kolayca güneşi seyyârâtla tanzim eder bir Hakîm-i Zülcelâl ve Hâkim-i Mutlaktır."
Sonra, o müddeî, yerde yer bulamadığı için gider, güneşe kalbinden der ki: "Bu çok büyük birşeydir. Belki içinde bir delik bulup, bir yol açarım, yeri de musahhar ederim." Güneşe şirk nâmına ve şeytanlaşmış felsefe lisâniyle, mecusîlerin dedikleri gibi der ki: "Sen bir sultansın. Kendi kendine mâliksin, istediğin gibi tasarruf edersin."
Güneş ise, hak nâmına ve hakikat lisâniyle ve hikmet-i İlâhiye diliyle ona der:
"Hâşâ, yüz bin defa hâşâ ve kellâ! Ben musahhar bir memurum. Seyyidimin misafirhânesinde bir mumdârım. Bir sineğe, belki bir sineğin kanadına dahi hakiki mâlik olamam. Çünkü sineğin vücudunda öyle mânevî cevherler ve göz, kulak gibi antika san'atlar var ki, benim dükkânımda yok, daire-i iktidarımın haricindedir" der, müddeîyi tekdir eder.
Sonra, o müddeî döner, firavunlaşmış felsefe lisâniyle der ki: "Mâdem kendine mâlik ve sahip değilsin, bir hizmetkârsın; esbâb nâmına benimsin" der.
O vakit güneş, hak ve hakikat nâmına ve ubûdiyet lisâniyle der ki: "Ben öyle birinin olabilirim ki, bütün emsâlim olan ulvî yıldızları icad eden ve semâvâtında kemâl-i hikmetle yerleştiren ve kemâl-i haşmetle döndüren ve kemâl-i zînetle süslendiren bir Zât olabilir."
Sonra, o müddeî, kalbinden der ki: "Yıldızlar çok kalabalıktırlar. Hem dağınık, karma karışık görünüyorlar. Belki onların içinde, müvekkillerim nâmına bir şey kazanırım" der, onların içine girer. Onlara esbâb nâmına, şerikleri hesâbına ve tuğyan etmiş felsefe lisâniyle, nücumperest olan sâbiiyyunların dedikleri gibi der ki: "Sizler, pekçok dağınık olduğunuzdan, ayrı ayrı hâkimlerin taht-ı hükmünde bulunuyorsunuz."
O vakit, yıldızlar nâmına bir yıldız der ki:
"Ne kadar sersem, akılsız ve ahmak ve gözsüzsün ki, bizim yüzümüzdeki sikke-i vahdeti ve turra-i ehadiyeti görmüyorsun, anlamıyorsun. Ve bizim nizâmât-ı âliyemizi ve kavânîn-i ubûdiyetimizi bilmiyorsun. Bizi intizamsız zannediyorsun.
"Bizler öyle bir Zâtın san'atıyız ve hizmetkârlarıyız ki, bizim denizimiz olan semâvâtı ve şeceremiz olan kâinatı ve mesîregâhımız olan nihayetsiz fezâ-i âlemi kabza-i tasarrufunda tutan bir Vâhid-i Ehaddir. Bizler, donanma elektrik lâmbaları gibi, Onun kemâl-i rubûbiyetini gösteren nurânî şâhidleriz ve saltanat-ı rubûbiyetini ilân eden ışıklı bürhanlarız. Herbir tâifemiz, Onun daire-i saltanatında, ulvî, süflî, dünyevî, berzahî, uhrevî menzillerde haşmet-i saltanatını gösteren ve ziyâ veren nurânî hizmetkârlarız.
"Evet, herbirimiz kudret-i Vâhid-i Ehadin birer mu'cizesi ve şecere-i hilkatin birer muntazam meyvesi ve vahdâniyetin birer münevver bürhanı ve melâikelerin birer menzili, birer tayyâresi, birer mescidi ve avâlim-i ulviyenin birer lâmbası, birer güneşi ve saltanat-ı rubûbiyetin birer şâhidi ve fezâ-i âlemin birer zîneti, birer kasrı, birer çiçeği ve semâ denizinin birer nurânî balığı ve gökyüzünün birer güzel gözü Haşiye 1olduğumuz gibi, heyet-i mecmûamızda sükûnet içinde bir sükût ve hikmet içinde bir hareket ve haşmet içinde bir zînet ve intizam içinde bir hüsn-ü hilkat ve mevzuniyet içinde bir kemâl-i san'at bulunduğundan, Sâni-i Zülcelâlimizi, nihayetsiz diller ile vahdetini, ehadiyetini, samediyetini ve evsâf-ı cemâl ve celâl ve kemâlini bütün kâinata ilân ettiğimiz halde, bizim gibi nihayet derecede sâfî, temiz, mutî, musahhar hizmetkârları karma karışıklık ve intizamsızlık ve vazifesizlik, hattâ sahipsizlikle ittiham ettiğinden tokata müstehaksın" der. O müddeînin yüzüne, recm-i şeytan gibi, bir yıldız öyle bir tokat vurur ki, yıldızlardan tâ Cehennemin dibine onu atar. Ve beraberinde olan tabiatı Haşiye 2 evham derelerine ve tesadüfü adem kuyusuna ve şerikleri imtinâ ve muhâliyet zulümâtına ve din aleyhindeki felsefeyi esfel-i sâfilînin dibine atar. Bütün yıldızlarla beraber, o yıldız, -1- ferman-ı kudsîsini okuyorlar. Ve "Sinek kanadından tut, tâ semâvât kandillerine kadar, bir sinek kanadı kadar şerike yer yoktur ki, parmak karıştırsın" diye ilân ederler.
Haşiye 1: Cenâb-ı Hakkın acâib-i masnuâtına bakıp, temâşâ edip ve ettiren işaretleriz. Yani semâvât, hadsiz gözlerle zemindeki acâib-i san'at-ı İlâhiyeyi temâşâ eder gibi görünüyor. Semânın melâikeleri gibi, yıldızlar dahi mahşer-i acâib ve garâip olan arza bakıyorlar ve zîşuurları dikkatle baktırıyorlar demektir.
Haşiye 2: Fakat, sukuttan sonra, tabiat tevbe etti; hakiki vazifesi tesir ve fiil olmadığını, belki kabul ve infiâl olduğunu anladı. Ve kendisi kader-i İlâhînin bir nevi defteri-fakat, tebeddül ve tegayyüre kâbil bir defteri-ve kudret-i Rabbâniyenin bir nevi programı ve Kadîr-i Zülcelâlin bir nevi fıtrî şeriatı ve bir nevi mecmûa-i kavânîni olduğunu bildi. Kemâl-i acz ve inkıyâd ile vazife-i ubûdiyetini takındı ve fıtrat-ı İlâhiye ve sanat-ı Rabbâniye ismini aldı.
1- Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de harab olup giderdi. (Enbiyâ: 22.)
2- Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara Sûresi: 32.)
3- Allah'ım, mahlûkatının çokluğu içerisinde birliğinin kandili, kâinatının sergisinde Vahdâniyetinin dellâlı olan Efendimiz Muhammed'e (a.s.m.), onun bütün âl ve Ashâbına salât ve selâm eyle. (Duâ)
âyetinin ezelî bağından bir çiçeğine işaret eden Arabî fıkralardır.
1- Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.
Şimdi bak Allah'ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor. (Rum Sûresi: 50.)
2- Üstadımız, Arapça olarak yazdığı bu fıkranın açıklamasını kendisi yapmış.
3- Arapça olarak yazdığı fıkranın Farsça ifadelerle anlatımı olup, açıklaması Üstadımız tarafından hemen metnin sonunda yapılmış.
4 Gökten de bereketli bir su indirdik. (Kaf Sûresi: 9.)
Yani, güyâ çiçek açmış herbir ağaç, güzel yazılmış manzum bir kasîdedir ki, o kasîde Fâtır-ı Zülcelâlin medâyih-i bâhiresini inşâd edip, şâirâne lisân-ı hal ile söylüyor.
Veyahut o çiçek açmış herbir ağaç, binler bakar ve baktırır gözlerini açmış; tâ Sâni-i Zülcelâlin neşir ve teşhir olunan acâib-i san'atını bir iki gözle değil, belki binler gözlerle baksın, tâ ehl-i dikkati öyle baktırsın.
Veyahut o çiçek açan herbir ağaç, umumi bayram olan baharın içindeki hususi bayramında ve resm-i geçit-misâl bir anda yeşillenmiş âzâlarını en süslü müzeyyenâtla süslemiş. Tâ ki, onun Sultan-ı Zülcelâli, ona ihsan ettiği hedâyâyı ve letâifi ve âsâr-ı nurâniyesini müşâhede etsin. Hem meşher-i san'at-ı İlâhiye olan zeminin yüzünde ve bahar mevsiminde, murassaât-ı rahmetini enzâr-ı halka teşhir etsin. Ve şecerin hikmet-i hilkatini beşere ilân etsin. İncecik dallarında ne kadar mühim hazîneler bulunduğunu ve ihsanât-ı Rahmâniyenin meyvelerinde ne derece mühim defîneler var olduğunu göstermekle, kemâl-i kudret-i İlâhiyeyi göstersin.
Festemi' ayet
ilâ âhiri âye.
-2-
ilâ âhiri âye.
Bu âyetin bir nevi tercümesi olan
tercümesidir. Yâni, âyet-i kerime, nazar-ı dikkati semânın zînetli ve güzel yüzüne çeviriyor. Tâ dikkat-i nazar ile, semânın yüzünde fevkalâde sükûnet içinde bir sükûtu görüp, bir Kadîr-i Mutlak'ın emir ve teshiriyle o vaziyeti aldığını anlasın. Yoksa; eğer başıboş olsa idiler, birbiri içinde o dehşetli hadsiz ecram, o gayet büyük küreler ve gayet sür'atli hareketleriyle öyle bir velveleyi çıkarmak lâzım idi ki, kâinatın kulağını sağır edecekti. Hem öyle bir zelzele-i herc ü merc içinde karışıklık olacaktı ki, kâinatı dağıtacaktı. Yirmi camus, birbiri içinde hareket etse ne kadar velveleli bir herc ü merce sebebiyet verdiği mâlûm� Halbuki; Küre-i Arz'dan bin defa büyük ve top güllesinden yetmiş defa sür'atli hareket edenler, yıldızlar içerisinde var olduğunu kozmoğrafya söylüyor. İşte sükûnet içindeki sükût-u ecramdan Sâni'-i Zülcelâl'in ve Kadîr-i Zülkemâl'in derece-i kudret ve teshirini ve nücumun O'na derece-i inkıyad ve itaatini anla.
1- Üstlerindeki göğe bakmazlar mı, onu nasıl binâ edip süsledik. (Kaf Sûresi: 6.)
2- Bu parça, âyetin Üstad tarafından yapılmış Arapça tefsiri olup, izahı altında yapılmıştır. Özet meâli ise şöyledir: Sonra göğün yüzüne bak, nasıl sükûnet içerisinde bir sessizlik, hikmet içerisinde bir hareket, haşmet içerisinde bir parıldama, zînet içerisinde bir tebessüm göreceksin. Bunlar intizam-ı hilkat, ittizân-ı sanat ile beraber olmaktadır. Kandilinin parlaması, lâmbasının ışık vermesi, yıldızlarının parıldamaları akıl sahiplerine sonsuz bir saltanatın varlığını ilân eder.
Sâni-i Zülcelâlin ve Kadîr-i Zülkemâlin derece-i kudret ve teshîrini ve nücûmun Ona derece-i inkıyad ve itaatini anla.
: Hem, semânın yüzünde, hikmet içinde bir hareketi görmeyi âyet emrediyor. Evet, gayet acîb ve azîm harekât, gayet dakîk ve geniş hikmet içindedir. Nasıl ki, bir fabrikanın çarklarını ve dolaplarını bir hikmet içinde çeviren bir san'atkâr, fabrikanın azamet ve intizamı derecesinde, derece-i san'at ve maharetini gösterir; öyle de, koca güneşe seyyârât ile beraber fabrika vaziyetini veren ve o müthiş azîm küreleri sapan taşları misillü ve fabrika çarkları gibi etrafında döndüren bir Kadîr-i Zülcelâlin derece-i kudret ve hikmeti, o nisbette nazara tezâhür eder.
: Yani, hem, semâvât yüzünde öyle bir haşmet içinde bir parlamak ve bir zînet içinde bir tebessüm var ki, Sâni-i Zülcelâlin ne kadar muazzam bir saltanatı, ne kadar güzel bir san'atı olduğunu gösterir. Donanma günlerinde kesretli elektrik lâmbaları sultanın derece-i haşmetini ve terakkiyât-ı medeniyede derece-i kemâlini gösterdiği gibi; koca semâvât, o haşmetli, zînetli yıldızlarıyla Sâni-i Zülcelâlin kemâl-i saltanatını ve cemâl-i san'atını öylece nazar-ı dikkate gösteriyorlar.
: Hem, diyor ki: "Semânın yüzündeki mahlûkatın intizamını, dakîk mîzanlar içinde masnuâtın mevzuniyetini gör ve anla ki, onların Sânii ne kadar Kadîr ve ne kadar Hakîm olduğunu bil."
Evet, muhtelif ve küçük cirimleri veyahut hayvanları döndüren ve bir vazife için çeviren ve bir mîzan-ı mahsus ile herbirini muayyen bir yolda sevk eden bir Zâtın derece-i iktidar ve hikmetini; ve hareket eden cirimlerin Ona derece-i itaat ve musahhariyetlerini gösterdikleri gibi, koca semâvât, o dehşetli azametiyle, hadsiz yıldızlarıyla ve o yıldızlar da dehşetli büyüklükleriyle ve gayet şiddetli hareketleriyle beraber zerre miktar ve bir sâniyecik kadar hududlarından tecavüz etmemeleri, bir âşire-i dakika kadar vazifelerinden geri kalmamaları, Sâni-i Zülcelâllerinin ne kadar dakîk bir mîzan-ı mahsus ile rubûbiyetini icrâ ettiğini nazar-ı dikkate gösterirler.
Hem de, şu âyet gibi, Sûre-i Amme'de ve sâir âyetlerde beyân olunan teshîr-i şems ve kamer ve nücumla işaret ettiği gibi,
Yani, semânın müzeyyen tavanına, güneş gibi ışık verici, ısındırıcı bir lâmbayı takmak; gece gündüz hatlarıyla, kış yaz sahifelerinde mektubât-ı Samedâniyeyi yazmasına bir nur hokkası hükmüne getirmek; ve yüksek minâre ve kulelerdeki büyük saatlerin parlayan akrepleri misillü, kubbe-i semâda kameri zamanın saat-i kübrâsına bir akrep yapmak; mütefâvit çok hilâller sûretinde her geceye güyâ ayrı bir hilâl bırakıp, sonra dönüp kendine toplamak; menzillerinde kemâl-i mîzanla, dakîk hesapla hareket ettirmek; ve kubbe-i semâda parlayan, tebessüm eden yıldızlarla göğün güzel yüzünü yaldızlamak, elbette nihayetsiz bir saltanat-ı rubûbiyetin şeâiridir, zîşuura onu iş'âr eden muhteşem bir ulûhiyetin işârâtıdır; ehl-i fikri imâna ve tevhide dâvet eder.
Bak kitab-ı kâinatın safha-i rengînine
Hâme-i zerrîn-i kudret, gör ne tasvir eylemiş.
Kalmamış bir nokta-i muzlim, çeşm-i dil erbabına
Sanki âyâtın Hudâ, nur ile tahrir eylemiş.
Bak, ne mu'ciz-i hikmet, iz'an-rubâ-yı kâinat;
Bak, ne âlî bir temaşadır fezâ-yı kâinat;
Dinle de yıldızları, şu hutbe-i şirinine,
Name-i nurîn-i hikmet, bak ne takrir eylemiş.
Hep beraber nutka gelmiş, hak lisanıyla derler:
Bir Kadîr-i Zülcelâl'in haşmet-i sultanına
Birer bürhân-ı nur-efşanız vücûb-u Sânia, hem vahdete, hem kudrete şahidleriz biz.
Şu zeminin yüzünü yaldızlayan nazenin mu'cizâtı çün melek seyranına
Bu semânın arza bakan, Cennet'e dikkat eden, binler müdakkik gözleriz biz.
Tûbâ-yı hilkatten semâvat şıkkına, hep kehkeşan ağsanına
Bir Cemil-i Zülcelâl'in dest-i hikmetiyle takılmış, binler güzel meyveleriz biz.
Şu semâvat ehline birer mescid-i seyyar, birer hâne-i devvar, birer ulvî aşiyane,
Birer misbah-ı nevvar, birer gemi-i cebbar, birer tayyareyiz biz.
Bir Kadîr-i Zülkemâl'in, bir Hakîm-i Zülcelâl'in, birer mu'cize-i kudret, birer hârika-i san'at-ı Hâlıkane,
Birer nadire-i hikmet, birer dâhiye-i hilkat, birer nur âlemiyiz biz.
Böyle yüzbin dil ile, yüzbin bürhân gösteririz, işittiririz insân olan insâna,
Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü. Hem işitmez sözümüzü. Hak söyleyen âyetleriz biz.
Sikkemiz bir, turramız bir, Rabbimize musahharız, müsebbihiz abîdane Zikrederiz.
Kehkeşanın halka-i kübrâsına mensub birer meczublarız biz.
Şu Mevkıfın Üç Maksadı var.
Birinci Maksad
Bir yıldızın tokatıyla yere sukut eden ehl-i şirk ve dalâletin vekili, zerrelerden yıldızlara kadar hiçbir yerde zerre miktar şirke yer bulamadığından, o tarzdaki dâvâdan vazgeçip, fakat şeytan gibi, vahdete dâir teşkîkât yapmak için üç mühim suâl ile, ehadiyete ve vahdete dâir ehl-i tevhide vesvese yapmak istedi.
Birinci Suâl: Zındıka lisâniyle diyor ki: "Ey ehl-i tevhid! Ben, kendi müvekkillerim nâmına bir şey bulamadım, mevcudâtta bir hisse çıkaramadım, mesleğimi ispat edemedim. Fakat, siz ne ile nihayetsiz bir kudret sahibi bir Vâhid-i Ehadi ispat ediyorsunuz? Neden Onun kudretiyle beraber başka eller karışmasını kâbil görmüyorsunuz?"
Elcevap: Yirmi İkinci Sözde katî ispat edilmiş ki, bütün mevcudât, bütün zerrât, bütün yıldızlar, herbiri Vâcibü'l-Vücudun ve Kadîr-i Mutlakın vücûb-u vücuduna birer bürhan-ı neyyirdir; bütün kâinattaki silsilelerin herbiri, Onun vahdâniyetine birer delil-i katîdir. Kur'ân-ı Hakîm, hadsiz bürhanlarında ispat ettiği gibi, umumun nazarına en zâhir bürhanları daha ziyâde zikreder.
Ezcümle,
gibi pekçok âyâtla, Kur'ân-ı Hakîm, hilkat-i arz ve semâvâtı, vahdâniyete bedâhet derecesinde bir bürhan gösteriyor ki, ister istemez zîşuur olan her adam, hilkat-i arz ve semâvâtta, bizzarûre Hâlık-ı Zülcelâlini tasdik etmeye mecburdur ki, der.
1- Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. De ki: O Allah birdir. � O Allah'tır, Sameddir; her şey Ona muhtaçtır, O ise hiçbir şeye muhtaç değildir. (İhlâs Sûresi: 1-2.)
2- And olsun ki, onlara "Gökleri ve yeri yaratan kimdir?" diye sorsan, elbette "Allah" derler. (Lokman Sûresi: 25.)
3- Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da yine Onun âyetlerindendir. (Rum Sûresi: 22.)
Birinci Mevkıfta, nasıl bir zerreden başladık, tâ yıldızlara ve semâvâta kadar sikke-i tevhidi gösterdik; Kur'ân-ı Hakîm şu nevi âyâtla, yıldızlardan ve semâvâttan tutup, tâ zerrelere kadar, şirki tard eder. Şöyle işaret eder ve mânen der:
Semâvât ve arzı böyle muntazam halk eden bir Kadîr-i Mutlakın, elbette devâir-i masnuâtından olan manzûme-i şemsiye, bilbedâhe Onun kabza-i tasarrufundadır. Mâdem o Kadîr-i Mutlak, şemsi seyyârâtıyla kabza-i tasarrufunda tutuyor ve tanzim ve teshîr ve tedvîr ediyor; elbette o manzûme-i şemsiyenin bir cüz'ü ve şems ile bağlanan küre-i arz dahi kabza-i tasarrufunda ve tedbîr ve tedvîrindedir. Mâdem küre-i arz, kabza-i tasarrufunda ve tedbîr ve tedvîrindedir; bilbedâhe arzın yüzünde yazılan ve icad edilen ve yerin meyveleri ve gâyâtı hükmünde olan masnuât dahi Onun kabza-i Rubûbiyetinde ve terbiyesindedir.
Mâdem bütün zeminin yüzüne serilen ve serpilen ve yüzünü yaldızlayan ve zînetlendiren ve her zaman tazelenen, gelip giden ve zemin onlarla dolup boşalan umum masnuât, kabza-i kudret ve ilmindedir ve adl ü hikmetinin mîzanıyla ölçülüp ve tanzim edilir; mâdem bütün enva Onun kabza-i kudretindedir; elbette o envaın muntazam ve mükemmel ferdleri ve âlemin küçük misâl-i musağğarları ve enva-ı kâinatın bilânçoları ve kitâb-ı âlemin küçücük fihristeleri hükmünde olan cüz'î ferdleri, bilbedâhe Onun kabza-i rubûbiyetinde ve icadındadır ve tedvîr ve terbiyesindedir.
Mâdem herbir zîhayat, kabza-i tedbîr ve terbiyesindedir; elbette o zîhayatın vücudunu teşkil eden hüceyrât ve küreyvât ve âzâ ve âsab, bilbedâhe onun kabza-i ilim ve kudretindedir. Mâdem herbir hüceyre ve kandaki herbir küreyvât Onun taht-ı emrindedir ve daire-i tasarrufundadır ve Onun kanunuyla hareket ederler; elbette bütün bunların madde-i esâsiyesi ve bütün onlardaki nakş-ı san'ata ve nesc-i nakşa mekikler ve yaylar hükmünde olan zerrât dahi bizzarûre Onun kabza-i kudretinde ve daire-i ilmindedir ve Onun emriyle, izniyle, kuvvetiyle muntazam hareket yapar, mükemmel vezâif görürler.
Mâdem herbir zerrenin hareketi ve vazife görmesi Onun kanunuyla, izniyle, emriyledir; elbette teşahhusât-ı vechiye ve herkesin yüzünde herkesten onu temyiz edecek birer alâmet-i fârika bulunması ve sîmâlar gibi, seslerde, dillerde ayrı ayrı farklar bulunması, bilbedâhe Onun ilim ve hikmetiyledir. İşte şu silsileye mebde' ve müntehâyı zikrederek işaret eden şu âyete bak:
Şimdi deriz: Ey ehl-i şirkin vekili! İşte silsile-i kâinat kadar kuvvetli bürhanlar, meslek-i tevhidi ispat eder ve bir Kadîr-i Mutlakı gösterir. Mâdem hilkat-i semâvât ve arz, bir Sâni-i Kadîri ve o Sâni-i Kadîrin nihayetsiz bir kudretini ve o nihayetsiz bir kudretin nihayetsiz bir kemâlde olduğunu gösterir; elbette, şeriklerden istiğnâ-i mutlak var. Yani, hiçbir cihette şeriklere ihtiyaç yok. İhtiyaç olmadığı halde, neden bu zulümâtlı meslekte gidiyorsunuz? Ne zorunuz var ki, oraya giriyorsunuz?
Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da yine Onun âyetlerindendir. İlim sahipleri için elbette bunda deliller vardır. (Rum Sûresi: 22.)
Hem de, şürekâya hiçbir ihtiyaç olmadığı ve kâinat onlardan müstağnî-i mutlak oldukları halde, şerik-i ulûhiyet gibi, rubûbiyet ve icad şerikleri dahi mümtenîdirler, vücudları muhâldir. Çünkü, semâvât ve arzın Sâniindeki kudret, hem nihayet kemâlde, hem nihayetsiz olduğunu ispat ettik. Eğer şerik bulunsa, mütenâhî diğer bir kudret, o nihayetsiz ve gayet kemâldeki kudreti mağlûp edip, bir kısım yer zapt etmek ve ona nihayet vermek ve mânen âciz bırakıp, hadsiz olduğu halde tahdit etmek ve hiçbir mecburiyet olmadan bir mütenâhî şey, nihayetsiz bir şeye, nihayetsiz olduğu bir vakitte nihayet vermek ve mütenâhî yapmak lâzım gelir ki; bu, muhâlâtın en gayr-i mâkulü ve mümteniâtın en katmerlisidir.
Hem, şerikler "müstağniyetün anhâ" ve "mümteniâtün bizzat", yani hiç onlara ihtiyaç olmadığı gibi, vücudları muhâl oldukları halde onları dâvâ etmek, sırf tahakkümîdir. Yani aklen, mantıken, fikren o dâvâyı ettirecek bir sebep olmadığı için, mânâsız sözler hükmündedir. İlm-i usûlce "tahakkümî" tâbir edilir. Yani, mânâsız dâvâ-i mücerreddir. İlm-i kelâm ve ilm-i usûlün düsturlarındandır ki, denilir:
Yani, "Bir delilden, bir emâreden neş'et etmeyen bir ihtimâlin ehemmiyeti yok; katî ilme şek katmaz, yakîn-i hükmîyi sarsmaz." Meselâ, zâtında Barla Denizi (yani Eğridir Gölü), imkân ve ihtimâl var ki, pekmez olsun, yağa inkılâb etmiş olsun. Fakat, mâdem bir emâreden, o imkân ve ihtimâl neş'et etmiyor; onun vücuduna ve su olduğuna, katî ilmimize tesir etmez, şek ve vesvese vermez.
İşte bunun gibi, mevcudâtın her tarafından, kâinatın her köşesinden sorduk. Birinci Mevkıfta gösterildiği gibi, zerrâttan yıldızlara kadar ve İkinci Mevkıfta görüldüğü gibi, hilkat-i semâvât ve arzdan, tâ sîmâlardaki teşahhusâta kadar hangi şeyden soruldu ise, lisân-ı hal ile Vahdâniyete şehâdet ve sikke-i tevhidi gösterdi; sen de gördün. Öyle ise, kâinatın mevcudâtında bir emâre yok ki, bir şirk ihtimâli, ona binâ edilsin. Demek, dâvâ-i şirk, sırf tahakkümî ve mânâsız söz ve dâvâ-i mücerred olduğundan, şirki iddiâ etmek, mahz-ı cehâlet, ayn-ı belâhettir.
İşte ehl-i dalâletin vekili, buna karşı diyeceği kalmıyor. Yalnız diyor ki, "Şirke emâre, kâinattaki tertib-i esbâbdır, herşeyin bir sebeple bağlı olduğudur. Demek, esbâbın hakiki tesirleri vardır; tesirleri varsa, şerik olabilirler."
Elcevap: Meşîet ve hikmet-i İlâhiyenin muktezâsıyla ve çok esmânın tezâhür etmek istemesiyle, müsebbebât esbâba rabt edilmiş, herbir şey bir sebeple bağlanmış. Fakat, çok yerlerde ve müteaddit Sözlerde katî ispat etmişiz ki, "Esbâbda hakiki tesir-i icâdî yok." Şimdi yalnız bu kadar deriz ki:
Esbâb içinde, bilbedâhe en eşrefi ve ihtiyârı en geniş ve tasarrufâtı en vâsi, insandır. İnsanın dahi en zâhir ef'âl-i ihtiyâriyesi içinde en zâhiri, ekl ve kelâm ve fikirdir; yani yemek, söylemek, düşünmektir. Şu yemek, söylemek, düşünmek ise gayet muntazam, acîb, hikmetli birer silsiledir. O silsilenin yüz cüz'ünden, insanın dest-i ihtiyârına verilen, ancak bir cüz'üdür. Meselâ, yemekten, bedenin tegaddî-i hüceyrâtından tut, tâ semerâtın teşekkülüne kadar olan silsile-i ef'âl içinde, insanın dest-i ihtiyârına verilen, yalnız ağızdaki dişlerin değirmenini tahrik edip onu çiğnemektir; ve söylemek silsilesinden yalnız mehâric-i huruf kalıplarına havayı sokup çıkarmaktır. Halbuki, ağzında birtek kelime, bir çekirdek gibi iken, bir ağaç hükmündedir. Hava içinde milyonlar aynı kelime gibi meyveler verir. Milyonlarla dinleyenlerin kulaklarına girer. Bu misâlî sümbüle, insandaki hayalin eli ancak yetişebilir; ihtiyârın kısacık eli, nasıl yetişir?
Mâdem esbâb içinde en eşrefi ve en ziyâde ihtiyâr sahibi olan insan, böyle hakiki icaddan eli bağlansa, sâir cemâdât ve behîmât ve anâsır ve tabiat, nasıl hakiki mutasarrıf olabilirler? Yalnız o esbâb, birer zarftır ve masnuât-ı Rabbâniyeye bir kılıftırlar ve hedâyâ-i Rahmâniyeye birer tablacıdırlar. Elbette bir padişahın hediyesinin kabı veya hediyeye sarılan mendil veyahut hediye eline verilip getiren nefer, o padişahın saltanatına şerik olamazlar; ve onları şerik tevehhüm eden, saçma bir hezeyan eder. Öyle de, esbâb-ı zâhiriye ve vesâit-i sûriyenin, Rubûbiyet-i İlâhiyeden hiçbir cihette hisseleri olamaz, hizmet-i ubûdiyetten başka nasipleri yoktur.
İkinci Maksad
Ehl-i şirkin vekili, meslek-i şirki, hiçbir cihette ispat edemediğinden ve onun ispatından meyus kaldığından, ehl-i tevhidin mesleğini, teşkîkâtıyla ve şüpheleriyle tahrip etmeye çalışmak istediğinden, şöyle ikinci bir suâl ediyor, diyor ki:
"Ey ehl-i tevhid! Siz diyorsunuz ki: "Hâlık-ı âlem birdir, Ehaddir, Sameddir. Hem herşeyin Hâlıkı Odur. Ehadiyet-i Zâtiyesiyle beraber doğrudan doğruya herşeyin dizgini Onun elinde, herşeyin anahtarı kabzasında, herşeyin nâsiyesini tutuyor; bir iş bir işe mâni olmuyor. Bütün eşyada, bütün ahvâliyle bir anda tasarruf edebilir.' Böyle acîb bir hakikate nasıl inanılabilir? Müşahhas birtek zât, nihayetsiz yerlerde, nihayetsiz işleri külfetsiz yapabilir mi?"
Elcevap: Şu suâle, gayet derin ve ince ve gayet yüksek ve geniş olan bir sırr-ı Ehadiyet ve Samediyetin beyânıyla cevap verilir. Fikr-i beşer ise, o sırra, ancak bir temsil dürbünüyle ve mesel rasatıyla bakabilir. Cenâb-ı Hakkın zât ve sıfâtında, misil ve misâli yok; fakat, mesel ve temsil ile bir derece şuûnâtına bakılabilir. İşte biz de, temsilât-ı maddiye ile o sırra işaret edeceğiz.
Birinci temsil: Şöyle ki: On Altıncı Sözde ispat edildiği gibi, birtek zât-ı müşahhas, muhtelif aynalar vâsıtasıyla külliyet kesb eder; bir cüz'î-yi hakiki iken, şuûnât-ı kesîreye mâlik bir küllî hükmüne geçer. Evet, nasıl cismânî şeylere cam ve su gibi maddeler ayna olup, cismânî birtek şey o aynalarda bir külliyet kesb eder; öyle de, nurânî şeylere ve ruhâniyâta dahi, hava ve esîr ve âlem-i misâlin bâzı mevcudâtı aynalar hükmünde ve berk ve hayal süratinde birer vâsıta-i seyir ve seyahat sûretine geçerler ki, o nurânîler ve o ruhânîler, hayal süratiyle o merâyâ-i nazîfede ve o menâzil-i latîfede gezerler, bir anda binler yerlere girerler ve her aynada, nurânî oldukları ve akisleri onların aynı ve onların hâsiyetine mâlik oldukları için, cismâniyetin aksine olarak, her yerde bizzat bulunur gibi hükmederler. Kesif cismânîlerin akisleri ve misâlleri, o cismâniyetin aynıları olmadığı gibi, hâsiyetine dahi mâlik değil, ölü sayılırlar.
Meselâ, güneş müşahhas bir cüz'î olduğu halde, parlak eşya vâsıtasıyla bir küllî hükmüne geçer; zemin yüzündeki bütün parlak şeylere, hattâ herbir katre suya ve cam zerreciklerine birer aksini, bir misâlî güneşi, onların kabiliyetine göre verir. Güneşin hararet ve ziyâsı ve ziyâsındaki yedi rengi ve zâtının bir nevi misâli, herbir parlak cisimde bulunur. Farazâ güneşin ilmî şuuru bulunsa idi, her ayna onun bir nevi menzili ve tahtı ve iskemlesi hükmünde olup, herşeyle bizzat temas eder, her zîşuurla aynalar vâsıtasıyla, hattâ göz bebeğiyle, birer telefon hükmünde muhâbere edebilirdi; bir şey, bir şeye mâni olmazdı, bir muhâbere, bir muhâbereye sed çekmezdi; her yerde bulunmakla beraber, hiçbir yerde bulunmazdı.
Acaba, bir Zâtın binbir isminden yalnız Nur isminin maddî ve cüz'î ve câmid bir aynası hükmünde olan güneş, böyle teşahhusu ile beraber küllî yerlerde, küllî işlere mazhar olsa, o Zât-ı Zülcelâl, ehadiyet-i zâtiyesiyle beraber nihayetsiz işleri bir anda yapamaz mı?
İkinci temsil: Kâinat bir şecere hükmünde olduğu için, herbir şecere kâinatın hakâikına misâl olabilir. İşte, biz de şu odamızın önündeki muhteşem, muazzam çınar ağacını, kâinata bir misâl-i musağğar hükmünde tutup, kâinattaki cilve-i ehadiyeti onun ile göstereceğiz. Şöyle ki:
Şu ağacın, lâakal on bin meyvesi var. Herbir meyvesinin, lâakal yüzer kanatlı çekirdeği var. Bütün on bin meyve ve bir milyon çekirdek, bir anda, beraber bir san'at ve icada mazhardırlar. Halbuki, şu ağacın çekirdek-i aslîsinde ve kökünde ve gövdesinde, cüz'î ve müşahhas ve ukde-i hayatiye tâbir edilen bir cilve-i irâde-i İlâhiye ve bir nüve-i emr-i Rabbânî ile, şu ağacın kavânîn-i teşkiliyesinin merkeziyeti; her dalın başında, herbir meyvenin içinde, herbir çekirdeğin yanında bulunur ki, hiçbirinin bir şeyini noksan bırakmayarak, birbirine mâni olmayarak; onunla yapılır. Ve o birtek cilve-i irâde ve o kanun-u emrî; ziyâ, hararet, hava gibi dağılıp her yere gitmiyor. Çünkü, gittiği yerlerin ortalarındaki uzun mesafelerde ve muhtelif masnu'larda hiçbir iz bırakmıyor, hiçbir eseri görülmüyor. Eğer intişâr ile olsa idi, izi ve eseri görülecekti. Belki, bizzat tecezzî ve intişâr etmeden herbirisinin yanında bulunuyor. Ehadiyetine ve şahsiyetine o küllî işler, münâfi olmuyor. Hattâ denilebilir ki, o cilve-i irâde, o kanun-u emrî, o ukde-i hayatiye, herbirinin yanında bulunur, hiçbir yerde de bulunmaz.
Güyâ şu muhteşem ağaçta meyveler, çekirdekler adedince o kanun-u emrînin birer gözü, birer kulağı var. Belki ağacın herbir cüz'ü, o kanun-u emrînin duygularının birer merkezi hükmündedir ki, uzun vâsıtaları, perde olup bir mâni teşkil etmek değil, belki telefon telleri gibi birer vesîle-i teshîl ve takrîb olur; en uzak, en yakın gibidir.
Mâdem, bilmüşâhede Zât-ı Ehad-i Samedin irâde gibi bir sıfatının birtek cilve-i cüz'îsi, bilmüşâhede milyon yerde, milyonlar işe vâsıtasız medâr olur; elbette Zât-ı Zülcelâlin tecellî-i kudret ve irâdesiyle, şecere-i hilkati bütün eczâ ve zerrâtıyla beraber tasarruf edebilmesine şuhud derecesinde yakîn etmek lâzım gelir.
On Altıncı Sözde ispat ve izah edildiği gibi deriz ki: Mâdem güneş gibi âciz ve musahhar mahlûklar ve ruhânî gibi madde ile mukayyed nîmnurânî masnu'lar ve şu çınar ağacının mânevî nuru, ruhu hükmünde olan ukde-i hayatiyesi ve merkez-i tasarrufu olan emrî kanunlar ve irâdî cilveler, nurâniyet sırrıyla, bir yerde iken ve birtek müşahhas cüz'î oldukları halde, pekçok yerlerde ve pekçok işlerde bilmüşâhede bulunabilirler ve madde ile mukayyed bir cüz'î oldukları halde, mutlak bir küllî hükmünü alırlar. Ve bir anda bir cüz-i ihtiyârî ile, pekçok muhtelif işleri bilmüşâhede kesb ederler; sen de görüyorsun ve inkâr edemezsin.
Acaba, maddeden mücerred ve muallâ, hem kaydın tahdidinden ve kesâfetin zulmetinden münezzeh ve müberrâ, hem şu umum envar ve şu bütün nurâniyet, onun envar-ı kudsiye-i Esmâiyesinin kesif bir gölgesi ve zılâli, hem umum vücud ve bütün hayat ve âlem-i ervâh ve âlem-i berzah ve âlem-i misâl, nîmşeffaf birer âyine-i cemâli, hem sıfâtı muhîta ve şuûnâtı külliye olan birtek Zât-ı Akdesin irâde-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhît ile zâhir olan tecellî-i sıfâtı ve cilve-i ef'âli içindeki teveccüh-ü Ehadiyetinden hangi şey saklanabilir? Hangi iş Ona ağır gelebilir? Hangi yer Ondan gizlenebilir? Hangi ferd Ondan uzak kalabilir? Hangi şahıs külliyet kesb etmeden Ona yanaşabilir? Hiç, eşya Ondan gizlenebilir mi? Hiç, bir iş bir işe mâni olur mu? Hiç, bir yer Onun huzurundan hâlî kalır mı? İbn-i Abbas Radıyallâhü Anhın dediği gibi, "Herbir mevcuda bakar birer mânevî basarı ve işitir birer mânevî sem'i" bulunmaz mı? Silsile-i eşya Onun evâmir ve kanunlarının sür'atle cereyanlarına birer tel, birer damar hükmüne geçmez mi? Mevâni' ve avâik Onun tasarrufuna vesâil ve vesâit olamaz mı? Esbâb ve vesâit sırf zâhirî bir perde olamaz mı? Hiçbir yerde bulunmadığı halde, her yerde bulunmaz mı? Hiç tahayyüz ve temekküne muhtaç olur mu? Hiç, uzaklık ve küçüklük ve tabakât-ı vücudun perdeleri Onun kurbiyetine ve tasarrufuna ve şuhuduna mâni olabilir mi? Hem, hiç maddîlerin, mümkînlerin, kesiflerin, kesîrlerin, mukayyedlerin, mahdutların hâssaları ve maddenin ve imkânın ve kesâfetin ve kesretin ve takayyüdün ve mahdûdiyetin mahsus ve münhasır lâzımları olan tegayyür, tebeddül, tahayyüz ve tecezzî gibi emirler; maddeden mücerred ve Vâcibü'l-Vücud ve Nurü'l-Envar ve Vâhid-i Ehad ve kuyuddan münezzeh ve hududdan müberrâ ve kusurdan mukaddes ve noksandan muallâ bir Zât-ı Akdese lâhik olabilir mi? Acz hiç Ona yakışır mı? Kusur hiç Onun dâmen-i izzetine yanaşır mı?
Bir zaman Ehadiyete dâir bir tefekkürde bulunduğum zaman, odamın yanındaki çınar ağacının meyvelerine baktım, Arabiyyü'l-ibâre bir silsile-i tefekkür kalbe geldi. Nasıl gelmiş ise, öyle Arabî olarak yazıp, sonra kısa bir meâlini söyleyeceğim. İşte:
Bu Arabî fıkranın mebdei şudur:
İşte bu Arabî tefekkürün kısa bir meâli şudur ki:
Bütün meyveler ve içindeki tohumcuklar, hikmet-i Rabbâniyenin birer mu'cizesi, san'at-ı İlâhiyenin birer hârikası, rahmet-i İlâhiyenin birer hediyesi, vahdet-i İlâhiyenin birer bürhan-ı maddîsi, âhirette eltâf-ı İlâhiyenin birer müjdecisi, kudretinin ihâtasına ve ilminin şümûlüne birer şâhid-i sâdık oldukları gibi; şunlar, âlem-i kesretin aktârında ve şu ağaç gibi tekessür etmiş bir nevi, âlemin etrafında, Vahdet aynalarıdırlar; enzârı kesretten Vahdete çeviriyorlar. Lisân-ı hal ile herbirisi der: "Dal budak salmış şu koca ağacın içinde dağılma, boğulma; bütün o ağaç bizdedir. Onun kesreti, vahdetimizde dahildir." Hattâ her meyvenin kalbi hükmünde olan herbir çekirdek dahi, Vahdetin birer maddî aynası oldukları gibi, zikr-i kalbî-i hafî ile, koca ağacın zikr-i cehrî sûretiyle çektiği ve okuduğu bütün esmâyı zikreder, okur.
Hem o meyveler, tohumlar, Vahdetin aynaları oldukları gibi, kaderin meşhud işârâtı ve kudretin mücessem rumuzâtıdır ki; kader onlar ile işaret eder ve kudret o kelimeler ile remzen der:
"Nasıl ki şu ağacın kesretli dal ve budakları birtek çekirdekten gelmiş ve şu ağacın san'atkârının icad ve tasvirde vahdetini gösteriyor. Sonra şu ağaç, dal ve budak salıp tekessür ve intişâr ettikten sonra, bütün hakikatini bir meyvede toplar, bütün mânâsını bir çekirdekte derc eder, onunla Hâlık-ı Zülcelâlinin halk ve tedbîrindeki hikmetini gösterir. Öyle de, şu şecere-i kâinat, bir menba-ı Vahdetten vücud alır, terbiye görür; ve o kâinatın meyvesi olan insan, şu kesret-i mevcudât içinde, Vahdeti gösterdiği gibi, kalbi dahi İmân gözüyle kesret içinde sırr-ı Vahdeti görür." Hem, o meyveler ve tohumlar hikmet-i Rabbâniyenin telvihâtıdır. Hikmet, onlarla ehl-i şuura şöyle ifade ediyor ve diyor ki:
"Nasıl şu ağaca müteveccih küllî nazar, küllî tedbîr, külliyetiyle ve umumiyetiyle birtek meyveye bakar; çünkü o meyve, o ağaca bir misâl-i musağğardır. Hem o ağaçtan maksud, odur. Hem o küllî nazar ve umumi tedbîr, bir meyvenin içinde herbir çekirdeğe dahi nazar eder. Çünkü, çekirdek umum ağacın mânâsını, fihristesini taşıyor. Demek, ağacın tedbîrini gören Zât, o tedbîr ile alâkadar bütün esmâsıyla, ağacın vücudundan maksud ve icadının gâyesi olan herbir semereye müteveccihtir. Hem şu koca ağaç, o küçük meyveler için bâzan budanır, kesilir, tecdid için bâzı cihetleri tahrip edilir; daha güzel, bâkî meyveler vermek için, aşılanır. Öyle de, şu şecere-i kâinatın semeresi olan beşer; kâinatın vücudundan ve icadından maksud odur ve icad-ı mevcudâtın gâyesi de odur. Ve o meyvenin çekirdeği olan insanın kalbi dahi, Sâni-i Kâinatın en münevver ve en câmi' bir aynasıdır. İşte şu hikmettendir ki, şu küçücük insan, neşir ve haşir gibi muazzam inkılâblara medâr olmuş kâinatın tahrip ve tebdiline sebep olur. Onun muhâkemesi için dünya kapısı kapanıp, âhiret kapısı açılır."
Mâdem haşrin bahsi geldi. Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın, haşrin ispatına dâir cezâlet-i beyânını ve kuvvet-i ifadesini gösteren bir nükte-i hakikatini beyân etmeye münâsebet geldi. Şöyle ki:
Şu tefekkür neticesi gösteriyor ki, beşerin muhâkemesi ve saadet-i ebediye kazanması için lüzum olsa bütün kâinat tahrip edilir ve tahrip ve tebdil edecek bir kudret görünüyor ve vardır. Fakat, haşrin merâtibi var. Bir kısmına İmân farzdır, mârifeti lâzımdır; diğer kısmı, terakkiyât-ı ruhiye ve fikriyenin derecâtına göre görünür ve ilim ve mârifeti lâzım olur. Kur'ân-ı Hakîm, en basit ve kolay olan mertebeyi katî ve kuvvetli ispat için, en geniş ve en büyük bir daire-i haşri açacak bir kudreti gösteriyor.
İşte, umuma İmân lâzım olan haşrin mertebesi şudur ki: "İnsanlar öldükten sonra, ruhları başka makamlara gider. Cesedleri çürüyor, fakat insanın cesedinden, bir çekirdek, bir tohum hükmünde olacak acbü'z-zeneb tâbir edilen küçük bir cüz'ü bâkî kalıp, Cenâb-ı Hak, onun üstünde cesed-i insanîyi haşirde halk eder, onun ruhunu ona gönderir." İşte bu mertebe o kadar kolaydır ki, her baharda milyonlarla misâli görülüyor.
İşte, bâzan şu mertebeyi ispat için âyât-ı Kur'âniye öyle bir daireyi gösteriyor ki, bütün zerrâtı haşr ve neşredecek bir kudretin tasarrufâtını gösterir; bâzan da bütün mahlûkatı fenâya gönderip, yeniden getirecek bir kudret ve hikmetin âsârını gösterir. Bâzı, yıldızları dağıtıp, semâvâtı parçalayabilir bir kudret ve hikmetin tasarrufâtını ve âsârını gösterir; bâzı, bütün zîhayatı öldürecek, yeniden, def'aten, bir sayha ile diriltecek bir kudret ve hikmetin tasarrufâtını ve tecelliyâtını gösterir. Bâzı, bütün rûy-i zeminle zîhayat olanları ayrı ayrı haşir ve neşredecek bir kudret ve hikmetin tecelliyâtını gösterir; bâzan, küre-i arzı bütün bütün dağıtacak, dağları uçuracak, düzeltip daha güzel bir sûrete çevirecek bir kudret ve hikmetin âsârını gösterir.
Demek, herkese imânı ve mârifeti farz olan haşirden başka, çok mertebe-i haşirleri dahi o kudret ve hikmetle yapabilir. Hikmet-i Rabbâniye iktizâ etmiş ise, elbette haşir ve neşr-i insanî ile beraber, umum onları dahi yapacak; veyahut bâzı mühimlerini yapar.
Bir suâl: Diyorsunuz ki: "Sen, Sözlerde kıyas-ı temsilî çok istimâl ediyorsun. Halbuki fenn-i mantıkça, kıyas-ı temsilî, yakîni ifade etmiyor. Mesâil-i yakîniyede bürhan-ı mantıkî lâzımdır. Kıyas-ı temsilî, usûl-ü fıkıh ulemâsınca zann-ı gâlip kâfi olan metâlibde istimâl edilir. Hem de, sen, temsilâtı bâzı hikâyeler sûretinde zikrediyorsun. Hikâye hayalî olur, hakiki olmaz, vâkıa muhâlif olur?"
Elcevap: İlm-i mantıkça çendan "Kıyas-ı temsilî, yakîn-i katî ifade etmiyor" denilmiş; fakat kıyas-ı temsilînin bir nevi var ki, mantığın yakînî bürhanından çok kuvvetlidir ve mantığın birinci şeklinin birinci darbından daha yakînîdir. O kısım da şudur ki:
Bir temsil-i cüz'î vâsıtasıyla bir hakikat-i küllînin ucunu gösterip, hükmü o hakikate binâ ediyor; o hakikatin kanununu, bir hususi maddede gösteriyor. Tâ o hakikat-i uzmâ bilinsin ve cüz'î maddeler, ona ircâ edilsin. Meselâ "Güneş, nurâniyet vâsıtasıyla, birtek zât iken, her parlak şeyin yanında bulunuyor" temsiliyle bir kanun-u hakikat gösteriliyor ki; nur ve nurânî için kayıt olamaz, uzak ve yakın bir olur, az ve çok müsâvi olur, mekân onu zapt edemez.
Hem meselâ, "ağacın meyveleri, yaprakları, bir anda bir tarzda kolaylıkla ve mükemmel olarak birtek merkezde, bir kanun-u emrî ile teşkili ve tasviri" bir temsildir ki, muazzam bir hakikatin ve küllî bir kanunun ucunu gösterir; o hakikat ve o hakikatin kanununu gayet katî bir sûrette ispat eder ki, o koca kâinat dahi şu ağaç gibi o kanun-u hakikatin ve o sırr-ı ehadiyetin bir mazharıdır, bir meydân-ı cevelânıdır. İşte, bütün Sözlerdeki kıyâsât-ı temsiliyeler bu çeşittirler ki, bürhan-ı katî-yi mantıkîden daha kuvvetli, daha yakînîdirler.
İkinci suâle cevap: Mâlûmdur ki, fenn-i belâgatta bir lâfzın, bir kelâmın mânâ-i hakikisi, başka bir maksud mânâya sırf bir âlet-i mülâhaza olsa, ona lâfz-ı kinâî denilir. Ve kinâî tâbir edilen bir kelâmın mânâ-i aslîsi medâr-ı sıdk ve kizb değildir; belki kinâî mânâsıdır ki, medâr-ı sıdk ve kizb olur. Eğer o kinâî mânâ doğru ise, o kelâm sâdıktır; mânâ-i aslî kâzib dahi olsa, sıdkını bozmaz. Eğer mânâ-i kinâî doğru değilse, mânâ-i aslîsi doğru olsa, o kelâm kâzibdir. Meselâ, kinâî misâllerinden, "Filânün tavîlü'n-necad" denilir. Yani, "Kılıncının kayışı, bendi uzundur." Şu kelâm, o adamın kametinin uzunluğuna kinâyedir. Eğer o adam uzun ise, kılıncı ve kayışı ve bendi olmasa da, yine bu kelâm sâdıktır, doğrudur. Eğer o adamın boyu uzun olmazsa; çendan, uzun bir kılıncı ve uzun bir kayışı ve uzun bir bendi bulunsa, yine bu kelâm kâzibdir. Çünkü, mânâ-i aslîsi, maksud değil.
İşte, Onuncu Sözün ve Yirmi İkinci Sözün hikâyeleri gibi, sâir Sözlerin hikâyeleri, kinâiyât kısmındandırlar ki, begayet doğru ve gayet sâdık ve mutâbık-ı vâki' olan hikâyelerin sonlarındaki hakikatler, o hikâyelerin mânâ-i kinâiyeleridir. Mânâ-i asliyeleri bir temsil-i dürbünîdir; nasıl olursa olsun, sıdkına ve hakkâniyetine zarar vermez. Hem o hikâyeler, birer temsildirler. Yalnız umuma tefhim için, lisân-ı hal lisân-ı kâl sûretinde ve şahs-ı mânevî, bir şahs-ı maddî şeklinde gösterilmiştir.
Üçüncü Maksad
Umum ehl-i dalâletin vekili, ikinci suâline Haşiye karşı, katî ve muknî ve mülzim cevabı aldıktan sonra, şöyle üçüncü bir suâl ediyor, diyor ki:
"Kur'ân'da, "Ahsen-ül-Hâlikîn" -1- "Ehram-ür-Râhimîn" -2- gibi kelimât, başka hâlıklar, râhimler bulunduğunu iş'âr eder. Hem diyorsunuz ki, 'Hâlık-ı âlemin, nihayetsiz kemâlâtı var. Bütün enva-ı kemâlâtın en nihayet mertebelerini câmi'dir.' Halbuki eşyanın kemâlâtı, ezdâd ile bilinir. Elem olmazsa, lezzet bir kemâl olmaz. Zulmet olmazsa, ziyâ tahakkuk etmez. Firâk olmazsa, visâl lezzet vermez ve hâkezâ."
Elcevap: Birinci şıkka Beş İşaret ile cevap veririz:
BİRİNCİ İŞARET: Kur'ân baştan başa tevhidi ispat ettiği ve gösterdiği için, bir delil-i katîdir ki; Kur'ân-ı Hakîmin o nevi kelimeleri sizin fehmettiğiniz gibi değildir. Belki, Ahsenü'l-Hâlıkîn demesi, "Hâlıkıyet mertebelerinin en ahsenindedir" demektir ki, başka hâlık bulunduğuna hiç delâleti yok. Belki, hâlıkıyetin, sâir sıfatlar gibi, çok merâtibi var. Ahsenü'l-Hâlıkîn demek, "Merâtib-i Hâlıkıyetin en güzel, en müntehâ mertebesinde bir Hâlık-ı Zülcelâldir" demektir.
İKİNCİ İŞARET: Ahsenü'l-Hâlıkîn gibi tâbirler, hâlıkların taaddüdüne bakmıyor; belki, mahlûkıyetin envaına bakıyor. Yani, "Herşeyi, herşeye lâyık bir tarzda, en güzel bir mertebede halk eder bir Hâlıktır." Nasıl ki, şu mânâyı, -3- gibi âyetler ifade eder.
ÜÇÜNCÜ İŞARET: Ahsenü'l-Hâlıkîn, Allahü Ekber, Hayrü'l-Fâsılîn, Hayrü'l-Muhsinîn gibi tâbirâttaki muvâzene, Cenâb-ı Hakkın vâki'deki sıfât ve ef'âli, sâir o sıfât ve ef'âlin numûnelerine mâlik olanlarla muvâzene ve tafdil değildir. Çünkü, bütün kâinatta cin ve ins ve melekte olan kemâlât, Onun kemâline nisbeten zayıf bir gölgedir. Nasıl muvâzeneye gelebilir? Belki muvâzene, insanların ve bâhusus ehl-i gafletin nazarına göredir.
Meselâ, nasıl ki bir nefer, onbaşısına karşı kemâl-i itaat ve hürmeti gösteriyor, bütün iyilikleri ondan görüyor; padişahı az düşünür. Onu düşünse de yine teşekkürâtını onbaşıya veriyor. İşte böyle bir nefere karşı denilir: "Yâhu, padişah senin onbaşından daha büyüktür. Yalnız ona teşekkür et." Şimdi şu söz, vâki'deki padişahın haşmetli hakiki kumandanlığıyla, onbaşısının cüz'î, sûrî kumandanlığını muvâzene değil. Çünkü, o muvâzene ve tafdil, mânâsızdır. Belki, neferin nazar-ı ehemmiyet ve irtibâtına göredir ki; onbaşısını tercih eder, teşekkürâtını ona verir, yalnız onu sever.
Haşiye: İkinci Maksadın başındaki suâl demektir. Yoksa hâtimenin âhirindeki bu küçücük suâl değildir.
1- A'râf Sûresi: 151; Yûsuf Sûresi: 64, 91; Enbiyâ Sûresi: 83; Mü'minûn Sûresi: 109, 118.
2- Mü'minûn Sûresi: 31; Saffât Sûresi: 125.
3- O herşeyi en güzel şekilde yarattı. (Secde Sûresi: 7.)
İşte bunun gibi, hâlık ve mün'im tevehhüm olunan zâhirî esbâb, ehl-i gafletin nazarında Mün'im-i Hakikîye perde olur. Ehl-i gaflet onlara yapışır, nimet ve ihsanı onlardan bilir; medih ve senâlarını, onlara verir. Kur'ân der ki: "Cenâb-ı Hak, daha büyüktür, daha güzel bir Hâlıktır, daha iyi bir Muhsîndir; Ona bakınız, Ona teşekkür ediniz."
DÖRDÜNCÜ İŞARET: Muvâzene ve tafdil, vâki' mevcudlar içinde olduğu gibi, imkânî, hattâ farazî eşyalar içinde dahi olabilir. Nasıl ki ekser mahiyetlerde, müteaddit merâtib bulunur. Öyle de, esmâ-i İlâhiye ve Sıfât-ı Kudsiyenin mahiyetlerinde de, akıl itibâriyle hadsiz merâtib bulunabilir. Halbuki Cenâb-ı Hak, o sıfât ve esmânın mümkîn ve mutasavver bütün merâtibinin en ekmelinde, en ahsenindedir. Bütün kâinat, kemâlâtıyla bu hakikate şâhiddir. "Lehül Esmâ-ül-Hüsnâ" -1-, bütün esmâsını ahseniyet ile tavsif, şu mânâyı ifade ediyor.
BEŞİNCİ İŞARET: Şu muvâzene ve müfâdale; Cenâb-ı Hakkın, mâsivaya mukabil değil, belki iki nevi tecelliyât ile sıfâtı var.
Biri: Vâhidiyet sırrıyla ve vesâit ve esbâb perdesi altında ve bir kanun-u umumi sûretinde tasarrufâtıdır.
İkincisi: Ehadiyet sırrıyla, perdesiz, doğrudan doğruya, hususi bir teveccüh ile tasarruftur.
İşte, ehadiyet sırrıyla, doğrudan doğruya olan ihsanı ve icadı ve kibriyâsı ise, vesâit ve esbâbın mezâhiriyle görünen âsâr-ı ihsanından ve icad ve kibriyâsından daha büyük, daha güzel, daha yüksektir, demektir. Meselâ, nasıl bir padişahın-fakat velî bir padişahın-ki, umum memurları ve kumandanları sırf bir perde olup, bütün hüküm ve icraat onun elinde farz ediyoruz. O padişahın tasarrufât ve icraatı iki çeşittir:
Birisi, umumi bir kanunla, zâhirî memurların ve kumandanların sûretinde ve makamların kabiliyetine göre verdiği emirler ve gösterdiği icraatlardır.
İkincisi, umumi kanunla değil ve zâhirî memurları da perde yapmayarak, doğrudan doğruya ihsanât-ı şâhânesi ve icraatı; daha güzel, daha yüksek denilebilir.
Öyle de, Sultân-ı Ezel ve Ebedolan Hâlık-ı Kâinat, çendan vesâit ve esbâbı icraatına perde yapmış, haşmet-i rubûbiyetini göstermiş. Fakat, ibâdının kalbinde hususi bir telefon bırakmış ki, esbâbı arkada bırakıp, doğrudan doğruya Ona teveccüh etmek için, ubûdiyet-i hâssa ile mükellef edip, "İyyâke na'büdü iyyâke nestaîn" deyiniz diye, kâinattan yüzlerini kendine çevirir.
1- En güzel isimler Onundur. (Haşir Sûresi: 24.)
2- Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz. (Fâtiha Sûresi: 5.)
İşte, Ahsenü'l-Hâlıkîn, Erhamü'r-Râhimîn, Allahü ekber maânîsi, şu mânâya da bakıyor.
Vekilin ikinci şık suâline Beş Remiz ile cevaptır:
BİRİNCİ REMİZ: Suâlde diyor ki: "Birşeyin zıddı olmazsa, o şeyin nasıl kemâli olabilir?"
Elcevap: Şu suâl sahibi, hakiki kemâli bilmiyor; yalnız nisbî bir kemâl zannediyor. Halbuki, gayra bakan ve gayra nisbeten hâsıl olan meziyetler, fazîletler, tefevvuklar hakiki değiller, nisbîdirler; zayıftırlar. Eğer gayr, nazardan sâkıt olsalar, onlar da sukut ederler. Meselâ, sıcaklığın nisbî lezzeti ve fazîleti, soğuğun tesiri iledir; yemeğin nisbî lezzeti, açlık eleminin tesiri iledir. Onlar gitse, bunlar da azalır.
Halbuki, hakiki lezzet ve muhabbet ve kemâl ve fazîlet odur ki, gayrın tasavvuruna binâ edilmesin, zâtında bulunsun ve bizzat bir hakikat-i mukarrere olsun. Lezzet-i vücud ve lezzet-i hayat ve lezzet-i muhabbet ve lezzet-i mârifet ve lezzet-i İmân ve lezzet-i bekâ ve lezzet-i rahmet ve lezzet-i şefkat ve hüsn-ü nur ve hüsn-ü basar ve hüsn-ü kelâm ve hüsn-ü kerem ve hüsn-ü sîret ve hüsn-ü sûret ve kemâl-i zât ve kemâl-i sıfât ve kemâl-i ef'âl gibi bizzat meziyetler, gayr olsun olmasın, şu meziyetler tebeddül etmez.
İşte Sâni-i Zülcelâl ve Fâtır-ı Zülcemâl ve Hâlık-ı Zülkemâlin bütün kemâlâtı, hakikiyedir, Zâtiyedir; gayr ve mâsivâ, ona tesir etmez, yalnız mezâhir olabilirler.
İKİNCİ REMİZ: Seyyid Şerif-i Cürcânî, Şerhü'l-Mevâkıf'ta demiş ki, "Sebeb-i muhabbet ya lezzet veya menfaat, ya müşâkelet (yani meyl-i cinsiyet), ya kemâldir. Çünkü, kemâl mahbub-u lizâtihîdir." Yani, ne şeyi seversen; ya lezzet için seversin, ya menfaat için, ya evlâda meyil gibi bir müşâkele-i cinsiye için, ya kemâl olduğu için seversin. Eğer kemâl ise, başka bir sebep, bir garaz lâzım değil. O, bizzat sevilir. Meselâ, eski zamanda sahib-i kemâlât insanları herkes sever onlara karşı hiçbir alâka olmadığı halde istihsankârâne muhabbet edilir.
İşte, Cenâb-ı Hakkın bütün kemâlâtı ve Esmâ-i Hüsnâsının bütün merâtibleri ve bütün fazîletleri, hakiki kemâlât olduklarından, bizzat sevilirler; "mahbubetü'n-lizâtihâ"dırlar. Mahbub-u bilhak ve habîb-i hakiki olan Zât-ı Zülcelâl, hakiki olan kemâlâtını ve sıfât ve esmâsının güzelliklerini kendine lâyık bir tarzda sever, muhabbet eder. Hem, o kemâlâtın mazharları, aynaları olan san'atını ve masnuâtını ve mahlûkatının mehâsinini sever, muhabbet eder; enbiyâsını ve evliyâsını, hususan Seyyidü'l-Mürselîn ve Sultanü'l-Evliyâ olan Habîb-i Ekremini sever. Yani, Kendi cemâlini sevmesiyle, o cemâlin aynası olan Habîbini sever; ve Kendi esmâsını sevmesiyle o esmânın mazhar-ı câmii ve zîşuuru olan o Habîbini ve ihvânını sever; ve san'atını sevmesiyle, o san'atın dellâl ve teşhircisi olan o Habîbini ve emsâlini sever; ve masnuâtını sevmesiyle, o masnuâta karşı, "Mâşaallah, bârekâllah, ne kadar güzel yapılmışlar!" diyen ve takdir eden ve istihsan eden o Habîbini ve onun arkasında olanları sever; ve mahlûkatının mehâsinini sevmesiyle, o mehâsin-i ahlâkın umumunu câmi' olan o Habîb-i Ekremini ve onun etbâ ve ihvânını sever, muhabbet eder.
ÜÇÜNCÜ REMİZ: Umum kâinattaki umum kemâlât, bir Zât-ı Zülcelâlin kemâlinin âyâtıdır ve cemâlinin işârâtıdır; belki hakiki kemâline nisbeten, bütün kâinattaki hüsün ve kemâl ve cemâl, zayıf bir gölgedir. Şu hakikatin beş hüccetine icmâlen işaret ederiz.
� Birinci hüccet: Nasıl ki mükemmel, muhteşem, münakkaş, müzeyyen bir saray, mükemmel bir ustalık, bir dülgerliğe bilbedâhe delâlet eder; ve mükemmel fiil olan o dülgerlik, o nakkaşlık, bizzarûre mükemmel bir fâile, bir ustaya, bir mühendise ve "nakkaş ve musavvir" gibi ünvan ve isimleriyle beraber delâlet eder; ve mükemmel o isimler dahi, şüphesiz o ustanın mükemmel, san'atkârâne sıfatına delâlet eder; ve o kemâl-i san'at ve sıfat, bilbedâhe o ustanın kemâl-i istidadına ve kabiliyetine delâlet eder; ve o kemâl-i istidad ve kabiliyet, bizzarûre o ustanın kemâl-i zâtına ve ulviyet-i mahiyetine delâlet eder.
Aynen öyle de, şu saray-ı âlem, şu mükemmel, müzeyyen eser, bilbedâhe gayet kemâldeki ef'âle delâlet eder. Çünkü, eserdeki kemâlât, o ef'âlin kemâlâtından ileri gelir ve onu gösterir.
Kemâl-i ef'âl ise, bizzarûre bir fâil-i mükemmele ve o fâilin kemâl-i esmâsına, yani âsâra nisbeten, Müdebbir, Musavvir, Hakîm, Rahîm, Müzeyyin gibi isimlerin kemâline delâlet eder.
İsimlerin ve ünvanların kemâli ise, şeksiz, şüphesiz, o fâilin kemâl-i evsâfına delâlet eder. Zîrâ, sıfat mükemmel olmazsa sıfattan neş'et eden isimler, ünvanlar mükemmel olamaz.
Ve o evsâfın kemâli, bilbedâhe şuûnât-ı zâtiyenin kemâline delâlet eder. Çünkü, sıfatın mebde'leri, o şuûn-u zâtiyedir. Ve şuûn-u zâtiyenin kemâli ise, biilmelyakîn, zât-ı zîşuûnun kemâline ve öyle lâyık bir kemâline delâlet eder ki, o kemâlin ziyâsı, şuûn ve sıfât ve esmâ ve ef'âl ve âsâr perdelerinden geçtiği halde, şu kâinatta yine bu kadar hüsnü ve cemâli ve kemâli göstermiş.
İşte şu derece hakiki kemâlât-ı zâtiyenin bürhan-ı katî ile vücudu sabit olduktan sonra, gayra bakan ve emsâl ve ezdâda tefevvuk cihetiyle olan nisbî kemâlâtın ne ehemmiyeti kalır, ne derece sönük düşer, anlarsın.
� İkinci hüccet: Şu kâinata nazar-ı ibretle bakıldığı vakit, vicdan ve kalb, bir hads-i sâdıkla hisseder ki; şu kâinatı bu derece güzelleştiren ve süslendiren ve enva-ı mehâsin ile tezyin edenin, nihayet derecede bir cemâl ve kemâlâtı vardır ki, şöyle yapıyor.
� Üçüncü hüccet: Mâlûmdur ki, mevzun ve muntazam ve mükemmel ve güzel san'atlar, gayet güzel bir programa istinad eder. Mükemmel ve güzel bir program ise, mükemmel ve güzel bir ilme ve güzel bir zihne ve güzel bir kabiliyet-i ruhiyeye delâlet eder. Demek, ruhun mânevî güzelliğidir ki, ilim vâsıtasıyla san'atında tezâhür ediyor.
İşte, şu kâinat, hadsiz mehâsin-i maddiyesiyle, bir mânevî ve ilmî mehâsinin tereşşuhâtıdır. Ve o ilmî ve mânevî mehâsin ve kemâlât, elbette hadsiz bir sermedî hüsün ve cemâlin ve kemâlin cilveleridir.
� Dördüncü hüccet: Mâlûmdur ki, ziyâyı verenin ziyâdar olması lâzım; tenvir edenin nurânî olması gerek; ihsan, gınâdan gelir; lûtuf, latîften zuhur eder. Mâdem öyledir; kâinata bu kadar hüsün ve cemâl vermek ve mevcudâta muhtelif kemâlât vermek, ışık güneşi gösterdiği gibi, bir cemâl-i sermedîyi gösterirler.
Mâdem mevcudât, zeminin yüzünde büyük bir nehir gibi kemâlâtın lem'alarıyla parlar geçer. O nehir güneşin cilveleriyle parladığı gibi, şu seyl-i mevcudât dahi hüsün ve cemâl ve kemâlin lem'alarıyla muvakkaten parlar, gider. Arkalarından gelenler aynı parlamayı, aynı lem'aları gösterdiklerinden anlaşılıyor ki, cereyan eden suyun kabarcıklarındaki cilveler, güzellikler, nasıl kendilerinden değil, belki bir güneşin ziyâsının güzellikleri, cilveleridir; öyle de, şu seyl-i kâinattaki muvakkat parlayan mehâsin ve kemâlât, bir Şems-i Sermedînin lemeât-ı cemâl-i esmâsıdır.
� Beşinci hüccet: Mâlûmdur ki, üç dört muhtelif yoldan gelenler, aynı bir hâdiseyi söyleseler, yakîni ifade eden tevâtür derecesinde o hâdisenin katî vukuuna delâlet eder. İşte, meşrebce ve meslekçe ve istidadca ve asırca gayet muhtelif ayrı ayrı bütün muhakkikînin muhtelif tabakâtından ve evliyânın muhtelif turûklarından ve asfiyânın muhtelif mesleklerinden ve hükemâ-i hakikiyenin muhtelif mezheblerinden olan bütün ehl-i keşif ve zevk ve şuhud ve müşâhede, keşif ve zevk ve şuhud ile ittifak etmişler ki; kâinat mezâhirinde ve mevcudât aynalarında görülen mehâsin ve kemâlât, birtek Zât-ı Vâcibü'l-Vücudun tecelliyât-ı kemâlidir ve cilve-i cemâl-i esmâsıdır.
İşte bunların icmâı, sarsılmaz bir hüccet-i kâtıadır.
Tahmin ederim ki, şu Remizde, ehl-i dalâletin vekili işitmemek için kulağını kapayıp kaçmaya mecburdur. Zâten zulmetli kafaları, huffâş misillü, bu nurları görmeye tahammül edemezler. Öyle ise, bundan sonra onları, pek de nazara almayacağız.
Evet, tecellî ve feyiz devam etmesine rağmen aynaların fenâya gitmesi, mevcudâtın yok olması, görünen cemâlin aynaların malı olmadığına en açık delillerdendir; Vâcibü'l-Vücudun, Bâkî-i Vedûdun cemâl-i mücerredine ve tazelenen ihsanına en açık bürhanıdır.
DÖRDÜNCÜ REMİZ: Birşeyin lezzeti, hüsnü, cemâlî, emsâl ve ezdâdına bakmaktan ziyâde, mazharlarına bakarlar. Meselâ kerem, güzel ve hoş bir sıfattır; kerîm olan zât, başka mükrimlere tefevvuk cihetiyle aldığı lezzet-i nisbiyeden bin defa daha hoş bir lezzeti, ikram ettiği adamların telezzüzleriyle, ferahlarıyla alır. Hem, bir şefkat ve merhamet sahibi, şefkat ettiği mahlûkların istirahatleri derecesinde hakiki bir lezzet alır. Meselâ, bir vâlidenin evlâdının mesûdiyetlerinden ve istirahatlerinden, şefkat vâsıtasıyla aldığı lezzet, o derece kuvvetlidir ki, onların rahatı için ruhunu fedâ eder derecesine getirir. Hattâ o şefkatin lezzeti, tavuğu, civcivlerini himâye etmek için, arslana saldırtır.
İşte, mâdem evsâf-ı âliyedeki hakiki lezzet ve hüsün ve saadet ve kemâl, akran ve ezdâda bakmıyor, belki mezâhir ve müteallikâtına bakıyor; elbette Hayy-ı Kayyûm ve Hannân-ı Mennân ve Rahîm ve Rahmân olan Zât-ı Zülcemâl ve Kemâlin rahmetindeki cemâl ise, merhumlara bakar. Merhametine mazhar olanların, hususan Cennet-i bâkiyede nihayetsiz enva-ı rahmet ve şefkatine mazhar olanların derece-i saadetlerine ve tena'umlarına ve ferahlarına göre, o Zât-ı Rahmânirrahîm, Ona lâyık bir tarzda bir muhabbet, bir sevmek gibi, Ona lâyık şuûnâtla tâbir edilen ulvî, kudsî, güzel, münezzeh mânâları vardır. "Lezzet-i kudsiye, aşk-ı mukaddes, ferah-ı münezzeh, mesrûriyet-i kudsiye" tâbir edilen, izn-i şer'î olmadığından yâd edemediğimiz gayet münezzeh, mukaddes şuûnâtı vardır ki, herbiri, kâinatta gördüğümüz ve mevcudât mâbeyninde hissettiğimiz aşk ve ferah ve mesrûriyetten nihayetsiz derecelerde daha yüksek, daha ulvî, daha mukaddes, daha münezzeh olduğunu çok yerlerde ispat etmişiz. O mânâların birer lem'asına bakmak istersen, gelecek temsilâtın dürbünü ile bak:
� Meselâ, nasıl ki sehâvetli, âlicenap, müşfik bir zât, güzel bir ziyâfeti, gayet fakir ve aç ve muhtaç olanlara vermek için, seyahat eden güzel bir gemisine serer. Kendi de üstünde seyreder. O fukarânın minnettarâne tenâ'umları ve o aç olanların müteşekkirâne telezzüzleri ve o muhtaç olanların senâkârâne memnûniyetleri, ne derece o kerîm zâtı mesrur ve müferrah eder, ne kadar onun hoşuna gider; anlarsın.
İşte, küçücük bir sofranın hakiki mâliki olmayan ve bir tevzîât memuru hükmünde olan bir insanın mesrûriyeti böyle ise; cin ve insi ve hayvanâtı fezâ-i âlem denizinde seyir ve seyahat ettiren ve bir sefine-i Rabbâniye olan koca zeminin üstüne bindirip, yüzünde hadsiz enva-ı mat'umâtı câmi' bir sofrayı serip, bütün zîhayatı küçük bir kahvaltı nevinde o ziyâfete dâvet etmekle beraber, gayet mükemmel ve bütün enva-ı lezâizi câmi', sermedî, ebedî bir dâr-ı bekâda Cennetleri, herbirisini birer sofra-i nimet ederek hadsiz lezâizi ve letâifi câmi' bir tarzda, nihayetsiz bir zamanda nihayetsiz muhtaç, nihayetsiz müştak, nihayetsiz ibâdına, hakiki yemek için ziyâfet açan bir Rahmân-ı Rahîme âit ve tâbirinde âciz olduğumuz maânî-i mukaddese-i muhabbeti ve netâic-i rahmeti kıyas edebilirsin.
� Hem meselâ, mâhir bir san'atperver, maharetini göstermeyi sever bir usta, güzel, plâksız konuşan fonoğraf gibi bir san'atı icad ettikten sonra, onu kurup tecrübe ediyor; gösteriyor. O san'atkârın düşündüğü ve istediği neticeleri en mükemmel bir tarzda gösterse, onun mûcidi ne kadar iftihar eder, ne kadar memnun olur, ne derece hoşuna gider; kendi kendine "Bârekâllah" der.
İşte, küçücük bir insan, icadsız, sırf sûrî bir san'atçığı ile, bir fonoğrafın güzel işlemesiyle böyle memnun olsa; acaba bir Sâni-i Zülcelâl, koca kâinatı bir mûsıkî, bir fonoğraf hükmünde icad ettiği gibi, zemini ve zemin içindeki bütün zîhayatı ve bilhassa zîhayat içinde insanın başını öyle bir fonoğraf-ı Rabbânî ve bir mûsıkâ-i İlâhî tarzında yapmış ki; hikmet-i beşer, o san'at karşısında hayretinden parmağını ısırıyor. İşte bütün o masnuât, bütün onlardan matlûb neticeleri nihayet derecede ve gayet güzel bir sûrette gösterdiklerinden ve ibâdât-ı mahsusa ve tesbihât-ı hususiye ve tahiyyât-ı muayyene ile tâbir edilen evâmir-i tekviniyeye karşı onların itaatleri ve onlardan matlûb olan makâsıd-ı Rabbâniyenin husûlünden hâsıl olan ve iftihar ve memnuniyet ve ferahla, tâbir edemediğimiz maânî-i mukaddese ve şuûn-u münezzeh, o derece âlî ve mukaddestir ki; bütün ukûl-ü beşer ittihad edip bir akıl olsa, yine onların künhüne yetişemez ve ihâta edemez.
� Hem meselâ, adâletperver, ihkâk-ı hakkı sever ve ondan zevk alır bir hâkim, mazlumların haklarını vermekten ve mazlumların teşekkürlerinden ve zâlimleri tecziye etmekle, mazlumların intikamlarını almaktan nasıl memnun olur, bir zevk alır. İşte, Hakîm-i Mutlak ve âdil-i Bilhak ve Kahhâr-ı Zülcelâl, değil yalnız cin ve inste, belki bütün mevcudâtta ihkâk-ı haktan, yani, herşeye hakk-ı vücudu ve hakk-ı hayatı vermekten ve vücud ve hayatını mütecâvizlerden muhâfaza etmekten ve dehşetli mevcudları tecavüzlerden tevkif ve durdurmaktan, hususan mahşerde ve dâr-ı âhirette cin ve insin muhâkemesinden başka, bütün zîhayata karşı tecellî-i kübrâ-i adl ve hikmetten gelen maânî-i mukaddeseyi kıyas edebilirsin.
İşte şu üç misâl gibi, bin bir esmâ-i İlâhiyenin herbirinde pekçok tabakât-ı hüsün ve cemâl ve fazl ve kemâl bulunduğu gibi, pekçok merâtib-i muhabbet ve iftihar ve izzet ve kibriyâ vardır. İşte bundandır ki, Vedûd ismine mazhar olan muhakkikîn-i evliyâ, "Bütün kâinatın mâyesi, muhabbettir. Bütün mevcudâtın harekâtı, muhabbetledir. Bütün mevcudâttaki incizab ve cezbe ve câzibe kanunları, muhabbettendir" demişler. Onlardan birisi demiş:
Yani, muhabbet-i İlâhiyenin tecellîsinde ve o şarâb-ı muhabbetten herkes istidadına göre mesttir. Mâlûmdur ki, her kalb, kendine ihsan edeni sever ve hakiki kemâle muhabbet eder ve ulvî cemâle meftun olur. Kendiyle beraber, sevdiği ve şefkat ettiği zâtlara dahi ihsan edeni, daha pekçok sever. Acaba, sâbıkan beyân ettiğimiz gibi, herbir isminde binler ihsan defîneleri bulunan ve bütün sevdiklerimizi ihsanâtıyla mes'ud eden ve binler kemâlâtın menbaı olan ve binler tabakât-ı cemâlin medârı olan, bin bir esmâsının müsemmâsı olan Cemîl-i Zülcelâl, Mahbub-u Zülkemâl, ne derece aşk ve muhabbete lâyık olduğu ve bütün kâinat Onun muhabbetiyle mest ve sergerdan olmasının şâyeste bulunduğu anlaşılmaz mı?
İşte şu sırdandır ki, Vedûd ismine mazhar bir kısım evliyâ, "Cenneti istemiyoruz; bir lem'a-i muhabbet-i İlâhiye, ebeden bize kâfidir" demişler.
Hem ondandır ki, hadîste geldiği gibi, "Cennette bir dakika rü'yet-i cemâl-i İlâhî, bütün Cennet lezâizine fâiktir."
İşte şu nihayetsiz kemâlât-ı muhabbet, vâhidiyet ve ehadiyet dairesinde Zât-ı Zülcelâlin Kendi esmâ ve mahlûkatıyla hâsıl olur. Demek, o daire haricinde tevehhüm olunan kemâlât, kemâlât değildir.
BEŞİNCİ REMİZ: Beş Noktadır.
� Birinci Nokta: Ehl-i dalâletin vekili der ki: "Ehâdisinizde, dünya tel'in edilmiş; cîfe ismiyle yâd edilmiş. Hem, bütün ehl-i velâyet ve ehl-i hakikat, dünyayı tahkir ediyorlar; "Fenadır, pistir" diyorlar. Halbuki, sen bütün kemâlât-ı İlâhiyeye medâr ve hüccet, onu gösteriyorsun ve âşıkâne ondan bahsediyorsun."
Elcevap: Dünyanın üç yüzü var.
Birinci yüzü, Cenâb-ı Hakkın esmâsına bakar; onların nukuşunu gösterir, mânâ-i harfiyle, onlara âyinedarlık eder. Dünyanın şu yüzü, hadsiz mektubât-ı Samedâniyedir. Bu yüzü gayet güzeldir; nefrete değil, aşka lâyıktır.
İkinci yüzü, âhirete bakar; âhiretin tarlasıdır, Cennetin mezraasıdır, rahmetin mezheresidir. Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir; tahkire değil, muhabbete lâyıktır.
Üçüncü yüzü, insanın hevesâtına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın mel'abe-i hevesâtı olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünkü fânîdir, zâildir, elemlidir, aldatır. İşte, hadîste vârid olan tahkir ve ehl-i hakikatin ettiği nefret, bu yüzdedir.
Kur'ân-ı Hakîmin kâinattan ve mevcudâttan ehemmiyetkârâne, istihsankârâne bahsi ise, evvelki iki yüze bakar. Sahabelerin ve sâir ehlullâhın mergub dünyaları, evvelki iki yüzdedir.
Şimdi, dünyayı tahkir edenler dört sınıftır.
Birincisi, ehl-i mârifettir ki, Cenâb-ı Hakkın mârifetine ve muhabbet ve ibâdetine sed çektiği için tahkir eder.
İkincisi, ehl-i âhirettir ki; ya dünyanın zarûrî işleri onları amel-i uhrevîden men ettiği için, veyahut şuhud derecesinde İmân ile Cennetin kemâlât ve mehâsinine nisbeten dünyayı çirkin görür. Evet, Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâma güzel bir adam nispet edilse, yine çirkin göründüğü gibi; dünyanın ne kadar kıymettar mehâsini varsa, Cennetin mehâsinine nispet edilse, hiç hükmündedir.
Üçüncüsü, dünyayı tahkir eder; çünkü, eline geçmez. Şu tahkir, dünyanın nefretinden gelmiyor, muhabbetinden ileri geliyor.
Dördüncüsü, dünyayı tahkir eder; zîrâ, dünya eline geçiyor, fakat durmuyor, gidiyor. O da kızıyor. Teselli bulmak için tahkir eder, "Pistir" der. Şu tahkir ise, o da dünyanın muhabbetinden ileri geliyor. Halbuki, makbul tahkir odur ki, hubb-u âhiretten ve Mârifetullâhın muhabbetinden ileri gelir.
Demek, makbul tahkir, evvelki iki kısımdır. Cenâb-ı Hak, bizi onlardan yapsın.
Peygamberlerin Efendisi hürmetine duâmızı kabul etsin.
Şu üçüncü mevkıf iki noktadır. O da iki mebhastır.
BİRİNCİ MEBHAS
sırrınca: Herşeyden Cenâb-ı Hakk'a karşı pencereler hükmünde çok vecihler var. Bütün mevcûdâtın hakaikı, bütün kâinatın hakikatı; Esmâ-i İlâhiyyeye istinad eder. Herbir şeyin hakikatı, bir isme veyahut çok Esmâya istinad eder. Eşyadaki sıfatlar, san'atlar dahi, herbiri birer isme dayanıyor. Hattâ hakikî fenn-i hikmet, "Hakîm" ismine ve hakikatlı fenn-i tıp "Şâfi" ismine ve fenn-i hendese "Mukaddir" ismine ve hâkezâ� Herbir fen, bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gibi, bütün fünun ve kemâlât-ı beşeriyye ve tabakat-ı kümmelîn-i insânîyyenin hakikatları, Esmâ-i İlâhiyyeye istinad eder. Hattâ muhakkikîn-i evliyanın bir kısmı demişler: "Hakikî hakaik-i eşya, Esmâ-i İlâhiyedir. Mâhiyet-i eşya ise, o hakaikın gölgeleridir�" Hattâ birtek zîhayat şeyde, yalnız zâhir olarak yirmi kadar Esmâ-i İlâhiyyenin cilve-i nakşı görünebilir.
Şu ince ve dakik ve pek büyük ve geniş hakikatı, bir temsil ile fehme takribe çalışacağız. İki üç ayrı ayrı elek ile elemek sûretinde tahlil edeceğiz. Ne kadar uzun beyân etsek yine kısadır. Usanmamak gerek. Şöyle:
Nasıl ki, gayet mâhir bir tasvirci ve heykeltraş bir zât, gayet güzel bir çiçekle ve insan cins-i latîfinden gayet güzel bir hasnânın sûret ve heykelini yapmak istese, evvelâ o iki şeyin umumi şekillerini bâzı hatlarla tâyin eder. Şu tâyini, bir tanzim iledir, bir takdîr ile yapıyor. Hendeseye istinâden hudud tâyin ediyor. Şu tanzim ve takdîr, bir hikmet ve ilim ile yapıldığını gösteriyor. Demek, tanzim ve tahdit fiilleri, ilim ve hikmet pergeliyle dönüyor. Öyle ise, tanzim ve tahdit arkasında ilim ve hikmet mânâları hükmediyor. Öyle ise, ilim ve hikmet pergeli, kendini gösterecek.
İşte, kendini gösterdi ki, o hududlar içinde, göz, kulak, burun, yaprak ve incecik püskülcükler gibi şeylerin tasvirine başladı. Şimdi görüyoruz ki, içindeki pergelin harekâtıyla tâyin edilen âzâlar, san'atkârâne ve inâyetkârâne düşüyor. Öyle ise, o ilim ve hikmet pergelini çeviren, arkada sun' ve inâyet mânâları var; hükmediyorlar ve kendilerini gösterecekler.
Hiçbir şey yoktur ki Onu övüp Onu tesbih etmesin. (İsrâ Sûresi: 44.)
İşte, ondandır ki, bir hüsün ve zînete kabiliyet gösteriyor. Öyle ise, sun' ve inâyeti çalıştıran, irâde-i tahsin ve kasd-ı tezyindir. Öyle ise, onlar hükmediyorlar ki, tezyine, tenvire başladı, bir tebessüm vaziyetini gösterdi ve hayattarlık heyetini verdi. Elbette şu tahsin ve tenvir mânâsını çalıştıran, lûtuf ve kerem mânâsıdır. Evet, o iki mânâ, onda o derece hükmeder ki, âdetâ, o çiçek bir lûtf-u mücessem, o heykel bir kerem-i mütecessiddir.
Şimdi, bu mânâ-i kerem ve lütfu çalıştıran ve tahrik eden, teveddüd ve taarrüf mânâlarıdır. Yani, kendini hüneri ile tanıttırmak ve halka kendini sevdirmek mânâları arkada hükmediyor. Bu tanıttırmak ve sevdirmek, elbette meyl-i merhamet ve irâde-i nimetten geliyor.
Mâdem rahmet ve irâde-i nimet, arkada hükmediyor; öyle ise, o heykeli, nimetin envaıyla dolduracak, tezyin edecek, o çiçeğin sûretini de bir hediyeye takacak.
İşte, o heykelin ellerini, kucağını ve ceplerini kıymettar nimetler ile doldurdu ve o çiçek sûretini de bir mücevherâta taktı. Demek bu rahmet ve irâde-i nimeti çalıştıran, terahhum ve tahannündür. Yani, acımak ve şefkat etmek mânâsı, rahmet ve nimeti tahrik ediyor. Ve o müstağnî ve hiç kimseye ihtiyacı olmayan zâtta olan terahhum ve tahannün mânâsını tahrik eden ve izhâra sevk eden, elbette o zâttaki mânevî cemâl ve kemâldir ki; tezâhür etmek isterler. Ve o cemâlin en şirin cüz'ü olan muhabbet ve en tatlı kısmı olan rahmet ise, san'at aynasıyla görünmek ve müştakların gözleriyle kendilerini görmek isterler. Yani, cemâl ve kemâl-çünkü bizzat sevilirler-herşeyden ziyâde kendi kendini severler. Hem hüsündür, hem aşktırlar. Hüsün ve aşkın ittihadı bu noktadandır. Cemâl, mâdem kendini sever; kendini aynalarda görmek ister. İşte heykele konulan ve sûrete takılan sevimli nimetler, güzel meyveler, o cemâl-i mânevînin-kendi kabiliyetlerine göre-birer lem'asını taşıyorlar. O lem'aları hem cemâl sahibine, hem başkasına gösteriyorlar.
Aynen öyle de, Sâni-i Hakîm, Cenneti ve dünyayı, semâvâtı ve zemini, nebâtât ve hayvanâtı, cin ve insi, melek ve ruhâniyâtı, küllî ve cüz'î bütün eşyayı, cilve-i esmâsıyla, eşkâlini tahdit ediyor, tanzim ediyor, birer miktar-ı muayyene veriyor. Onun ile, bunlara Mukaddîr, Munazzım, Musavvir isimlerini okutturuyor.
Öyle bir tarzda şekl-i umumisinin hududunu tâyin eder ki, Alîm, Hakîm ismini gösterir.
Sonra, ilim ve hikmet cetveliyle, o hudud içinde, o şeyin tasvirine başlar. Öyle bir tarzda ki, sun' ve inâyet mânâlarını ve Sâni' ve Kerîm isimlerini gösteriyor.
Sonra, san'atın yed-i beyzâsıyla, inâyetin fırçasıyla o sûretin-eğer birtek insan ve birtek çiçek ise-göz, kulak, yaprak, püskül gibi âzâlarına bir hüsün, bir zînet renkleri veriyor; eğer zemin ise, maâdin, nebâtât ve hayvanâtına bir hüsün ve zînet renkleri veriyor. Eğer Cennet ise, bağlarına, kasırlarına, hûrilerine bir hüsün ve zînet renkleri veriyor, ve hâkezâ, başkalarını kıyas et.
Hem öyle bir tarzda tezyin ve tenvir eder ki, lûtuf ve kerem mânâları onda o derece hükmediyor ki, âdetâ o mevcud-u müzeyyen, o masnu-u münevver, bir lütf-u mücessem, bir kerem-i mütecessid hükmüne geçer, Latîf ve Kerîm ismini zikreder.
Sonra, o lütuf ve keremi şu cilveye sevk eden, elbette teveddüd ve taarrüftür, yani Kendini zîhayata sevdirmek ve zîşuura bildirmek şe'nleridir ki, Latîf, Kerîm isimlerinin arkalarında Vedûd ve Mâruf isimlerini okutuyor ve masnuun lisân-ı halinden işitiliyor.
Sonra, o müzeyyen mevcudu, o güzel mahlûku leziz meyveler, sevimli neticelerle süslendirip, zînetten nimete, lütuftan rahmete çevirir, Mün'im ve Rahîm ismini okutturur ve zâhirî perdeler arkasında o iki ismin cilvesini gösterir.
Sonra, bu Rahîm ve Kerîm'i, Müstağnî-i Alelıtlak olan Zâtta bu cilveye sevk eden, elbette bir terahhum, tahannün şe'nleridir ki; ism-i Hannân ve Rahmân'ı okutturuyor ve gösteriyor. Şu terahhum, tahannün mânâlarını cilveye sevk eden, elbette bir cemâl ve kemâl-i zâtîdir ki, tezâhür etmek ister. Cemîl ismini ve Cemîl isminde münderiç olan Vedûd ve Rahîm isimlerini okutturuyor. Çünkü cemâl bizzat sevilir. Zîcemâl ve cemâl, kendi kendini sever. Hem hüsündür, hem muhabbettir. Kemâl dahi bizzat mahbubdur, sebepsiz olarak sevilir. Hem muhibdir, hem mahbubdur. Mâdem nihayetsiz derece-i kemâlde bir cemâl ve nihayetsiz derece-i cemâlde bir kemâl nihayet derecede sevilir, muhabbete ve aşka lâyıktır. Elbette, aynalarda ve aynaların kabiliyetlerine göre lemeâtını ve cilvelerini görmek ve göstermekle tezâhür etmek ister.
Demek, Sâni-i Zülcelâlin ve Hakîm-i Zülcemâlin ve Kadîr-i Zülkemâlin zâtındaki cemâl-i zâtî ve kemâlât-ı zâtiyesi terahhum ve tahannün ister ve Rahmân ve Hannân isimlerini tecellîye sevk eder.
Terahhum ve tahannün ise, rahmet ve nimeti göstermekle Rahîm ve Mün'im isimlerini cilveye sevk eder.
Rahmet ve nimet ise teceddüd, taarrüf şe'nlerini iktizâ edip, Vedûd ve Mâruf isimlerini tecellîye sevk eder, masnuun bir perdesinde onları gösterir.
Teveddüd ve taarrüf ise, lütuf ve kerem mânâlarını tahrik eder; Latîf ve Kerîm isimlerini masnuun bâzı perdelerinde okutturuyor. Lütuf ve kerem şe'nleri ise, tezyin ve tenvir fiillerini tahrik eder, Müzeyyin ve Münevvir isimlerini masnuun hüsün ve nurâniyeti lisâniyle okutturur. Ve o tezyin ve tahsin şe'nleri ise, sun' ve inâyet mânâlarını iktizâ eder ve Sâni' ve Muhsîn isimlerini o masnuun güzel sîmâsıyla okutturur.
Ve o sun' ve inâyet ise, bir ilim ve hikmeti iktizâ eder ve ism-i Alîm ve Hakîm'i o masnuun intizamlı, hikmetli âzâsıyla okutturur.
O ilim ve hikmet ise, tanzim, tasvir, teşkil fiillerini iktizâ ediyor; Musavvir ve Mukaddîr isimlerini, masnuun heyetiyle, şekliyle okutturur, gösterir.
İşte, Sâni-i Zülcelâl, bütün masnuâtını öyle bir tarzda yapmış ki, ekserîsi, hususan zîhayat kısmı, çok esmâ-i İlâhiyeyi okutturur. Güyâ herbir masnuuna ayrı ayrı, birbiri üstünde yirmi gömlek giydirmiş, yirmi perdeye sarmış; her gömlekte, her perdede ayrı ayrı esmâsını yazmış.
Meselâ, temsilde gösterildiği gibi, tek güzel bir çiçekle, insanın kısm-ı sânîsinden bir ferd-i hasnânın yalnız zâhirî hilkatlerinde, çok sahifeler vardır. Başka büyük ve küllî masnuâtı, o iki cüz'î misâle kıyas et.
Birinci sahife: Umumi şekil ve miktarını gösteren heyettir ki; yâ Musavvir, yâ Mukaddîr, yâ Munazzım isimlerini yâd eder.
İkinci sahife: Sûretlerinde ayrı ayrı âzâların inkişafıyla hâsıl olan çiçek ve insanın basit heyetidir ki, o sahifede Alîm, Hakîm isimleri gibi çok isimler yazılıyor.
Üçüncü sahife: O iki mahlûkun ayrı ayrı âzâlarına, ayrı ayrı hüsün ve zînet vermekle, o sahifede Sâni' ve Bâri' isimleri gibi çok isimler yazılıyor.
Dördüncü sahife: Öyle bir zînet ve hüsün, o iki masnua veriliyor ki, güyâ lûtuf ve kerem tecessüm etmiş, onlar olmuş. O sahife, yâ Latîf, yâ Kerîm gibi çok isimleri yâd eder, okur.
Beşinci sahife: O çiçeğe leziz meyveler, o hasnâya sevimli evlâtlar, güzel ahlâklar takmakla, o sahife, yâ Vedûd, ya Rahîm, yâ Mün'im gibi isimleri okutturuyor.
Altıncı sahife: O in'âm ve ihsan sahifesinde, yâ Rahmân, yâ Hannân gibi isimler okunuyor.
Yedinci sahife: O nimetlerde, o neticelerde, öyle lemeât-ı hüsün ve cemâl görünüyor ki, hakiki bir şevk ve şefkatle yoğrulmuş hâlis bir şükür ve sâfî bir muhabbete lâyık olur. O sahifede, yâ Cemîl-i Zülkemâl, yâ Kâmil-i Zülcemâl isimleri yazılı okunuyor.
İşte, yalnız bir güzel çiçek ve hasnâ bir insan ve yalnız maddî ve zâhir sûretinde bu kadar esmâyı gösterirse, acaba umum çiçekler ve bütün zîhayat ve büyük ve küllî mevcudât ne derece ulvî ve küllî esmâyı okutuyor, kıyas edebilirsin.
Hem insan ruh, kalb, akıl cihetiyle hayat ve letâif sahifeleriyle Hayy, Kayyûm ve Muhyî gibi ne kadar esmâ-i kudsiye-i nurâniyeyi okur ve okutturur, kıyas edebilirsin.
İşte, Cennet bir çiçektir. Hûri tâifesi dahi bir çiçektir. Rûy-i zemin dahi bir çiçektir. Bahar da bir çiçektir. Semâ da bir çiçektir; yıldızlar, o çiçeğin yaldızlı nakışlarıdır. Güneş de bir çiçektir; ziyâsındaki yedi rengi, o çiçeğin nakışlı boyalarıdır. Âlem, güzel ve büyük bir insandır; nasıl ki insan, küçük bir âlemdir.
Hûriler nevi ve ruhânîler cemaati ve melek cinsi ve cin tâifesi ve insan nevi, birer güzel şahıs hükmünde tasvir ve tanzim ve icad edilmiştir. Hem herbiri, külliyetiyle, hem herbir ferdi tek başıyla, Sâni-i Zülcemâlinin esmâsını gösterdikleri gibi, Onun cemâline, kemâline, rahmetine ve muhabbetine birer ayrı ayrı aynalardır. Ve nihayetsiz cemâl ve kemâline ve rahmet ve muhabbetine birer şâhid-i sâdıktır. Ve o cemâl ve kemâlin ve rahmet ve muhabbetin birer âyâtıdır, birer emârâtıdır. İşte, şu nihayetsiz envâ-ı kemâlât, daire-i vâhidiyette ve ehadiyette hâsıldır. Demek, o daire haricinde tevehhüm olunan kemâlât, kemâlât değildir.
İşte hakaik-i eşyanın Esmâ-i İlâhiyyeye dayandığını ve istinad ettiğini, belki hakikî hakaik, o Esmânın cilveleri olduğunu ve herşeyin çok cihetlerle, çok dillerle Sâniini zikr ve tesbih ettiğini anla, nin bir mânâsını bil ve de.
Ve âyetlerin âhirlerinde olan
gibi zikir ve tekrarlarındaki bir sırrı fehmet.
1- Şiddetli zuhurunda gizlenmiş olan Allah'ı her türlü noksandan tenzih ederiz.
2- O herşeyi hakkıyla bilir; O her şeye hakkıyla kâdirdir. (Rum Sûresi: 54.)
3- Çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici olan da ancak Odur. (Yûnus Sûresi: 107.)
4- Onun kuvveti her şeye gâliptir ve O herşeyi hikmetle yapar. (İbrâhim Sûresi: 4.)
Eğer bir çiçekte esmâyı okuyamıyorsan ve vâzıh göremiyorsan; Cennete bak, bahara dikkat et, zeminin yüzünü temâşâ et. Rahmetin şu büyük çiçekleri olan Cennet ve bahar ve zeminde yazılan esmâyı, vâzıhan okuyabilirsin, cilvelerini ve nakışlarını anlar, görürsün.
Ehl-i dalâletin vekili, tutunacak ve dalâletini ona binâ edecek hiçbir şey bulamadığı ve mülzem kaldığı zaman şöyle diyor ki: "Ben, saadet-i dünyayı ve lezzet-i hayatı ve terakkiyât-ı medeniyeti ve kemâl-i san'atı, kendimce, âhireti düşünmemekte ve Allah'ı tanımamakta ve hubb-u dünyada ve hürriyette ve kendine güvenmekte gördüğüm için, insanın ekserîsini bu yola şeytanın himmetiyle sevk ettim ve ediyorum."
Elcevap: Biz dahi Kur'ân nâmına diyoruz ki:
Ey bîçare insan! Aklını başına al, ehl-i dalâletin vekilini dinleme. Eğer onu dinlersen, hasâretin o kadar büyük olur ki, tasavvurundan ruh, akıl ve kalb ürperir.
Senin önünde iki yol var: Birisi, ehl-i dalâletin vekilinin gösterdiği şekâvetli yoldur; diğeri, Kur'ân-ı Hakîmin tarif ettiği saadetli yoldur. İşte o iki yolun pekçok muvâzenelerini, çok Sözlerde, hususan Küçük Sözlerde gördün ve anladın. Şimdi, makam münâsebetiyle, binde bir muvâzenelerini yine gör, anla. Şöyle ki:
Şirk ve dalâletin ve fısk ve sefâhetin yolu, insanı nihayet derecede sukut ettiriyor. Hadsiz elemler içinde nihayetsiz ağır bir yükü zayıf ve âciz beline yükletir. Çünkü insan, Cenâb-ı Hakkı tanımazsa ve Ona tevekkül etmezse, o vakit insan, gayet derecede âciz ve zayıf, nihayet derecede muhtaç, fakir, hadsiz musîbetlere mâruz, elemli, kederli bir fânî hayvan hükmünde olup, bütün sevdiği ve alâka peydâ ettiği bütün eşyadan mütemâdiyen firâk elemini çeke çeke, nihayette bakî kalan bütün ahbabını bir firâk-ı elîm içinde bırakıp, kabrin zulümâtına yalnız olarak gider. Hem, müddet-i hayatında gayet cüz'î bir ihtiyar ve küçük bir iktidar ve kısacık bir hayat ve az bir ömür ve sönük bir fikir ile nihayetsiz elemler ile ve emeller ile faydasız çarpışır. Ve hadsiz arzuların ve makâsıdın tahsiline semeresiz boşu boşuna çalışır. Hem, kendi vücudunu yükleyemediği halde, koca dünya yükünü bîçare beline ve kafasına yüklenir. Daha Cehenneme gitmeden Cehennem azabını çeker.
Evet, şu elîm elemi ve dehşetli mânevî azabı hissetmemek için, ehl-i dalâlet, iptal-i his nevinden, gaflet sarhoşluğuyla muvakkaten hissetmez. Fakat, hissedeceği zaman, yani kabre yakın olduğu vakit birden hisseder. Çünkü, Cenâb-ı Hakka hakiki abd olmazsa, kendi kendine mâlik zannedecek. Halbuki, o cüz'î ihtiyar, o küçük iktidarı ile şu fırtınalı dünyada vücudunu idare edemiyor. Hayatına muzır mikroptan tut, tâ zelzeleye kadar binler tâife düşmanları, hayatına karşı tehâcüm vaziyetinde görür. Elîm bir korku dehşeti içinde, her vakit kendine müthiş görünen kabir kapısına bakıyor.
Hem, bu vaziyette iken, insaniyet itibâriyle, nev-i insanî ile ve dünya ile alâkadar olduğu halde, dünyayı ve insanı bir Hakîm, Alîm, Kadîr, Rahîm, Kerîm bir Zâtın tasarrufunda tasavvur etmediği ve onları tesadüf ve tabiata havale ettiği için, dünyanın ehvâli ve insanın ahvâli onu dâimâ iz'âc eder. Kendi elemiyle beraber insanların elemini de çeker. Dünyanın zelzelesi, tâunu, tûfanı, kaht ü galâsı, fenâ ve zevâli, ona gayet müz'ic ve karanlıklı birer musîbet sûretinde, onu tâzib eder.
Hem, şu haldeki insan merhamet ve şefkate lâyık değildir. Çünkü, kendi kendine bu dehşetli vaziyeti veriyor. Sekizinci Sözde, kuyuya girmiş iki kardeşin muvâzene-i halinde denildiği gibi, nasıl bir adam güzel bir bahçede, güzel bir ziyâfette, güzel ahbablar içinde nezâhetli, tatlı, nâmuslu, hoş, meşrû bir lezzet ve eğlenceye kanaat etmeyip, gayr-i meşrû ve mülevves bir lezzet için çirkin ve necis bir şarabı içse, sarhoş olup kendini kış ortasında, pis bir yerde ve hattâ canavarlar içinde tahayyül etse, titreyip bağırıp çağırsa, nasıl merhamete lâyık değil. Çünkü, ehl-i nâmus ve mübârek arkadaşlarını canavar tasavvur eder, onlara karşı hakâret eder; hem, ziyâfetteki leziz taamları ve temiz kapları, mülevves, pis taşlar tasavvur eder, kırmaya başlar; hem, mecliste muhterem kitapları ve mânidar mektupları mânâsız ve âdi nakışlar tasavvur eder, yırtarak ayak altına atar, ve hâkezâ. Böyle bir şahıs, nasıl merhamete müstehak değildir, belki tokata müstehaktır; öyle de, sû-i ihtiyârından neş'et eden küfür sarhoşluğu ile ve dalâlet divâneliğiyle Sâni-i Hakîmin şu misafirhâne-i dünyasını tesadüf ve tabiat oyuncağı olduğunu tevehhüm edip ve cilve-i esmâ-i İlâhiyeyi tazelendiren masnuâtın, zamanın geçmesiyle vazifelerinin bittiğinden âlem-i gayba geçmelerini adem ile idâm tasavvur ederek ve tesbihât sadâlarını zevâl ve firâk-ı ebedî vâveylâsı olduklarını tahayyül ettiğinden ve mektubât-ı Samedâniye olan şu mevcudât sayfalarını mânâsız, karma karışık tasavvur ettiğinden ve âlem-i rahmete yol açan kabir kapısını zulümât-ı adem ağzı tasavvur ettiğinden ve eceli ise hakiki ahbablara visâl dâveti olduğu halde, bütün ahbablardan firâk nöbeti tasavvur ettiğinden, hem kendini dehşetli bir azab-ı elîmde bırakıyor, hem mevcudâtı, hem Cenâb-ı Hakkın esmâsını, hem mektubâtını inkâr ve tezyif ve tahkir ettiğinden merhamete ve şefkate lâyık olmadığı gibi, şiddetli bir azaba da müstehaktır; hiçbir cihette merhamete lâyık değildir.
İşte, ey bedbaht ehl-i dalâlet ve sefâhet! Şu dehşetli sukûta karşı ve ezici me'yusiyete mukabil, hangi tekemmülünüz, hangi fünûnunuz, hangi kemâliniz, hangi medeniyetiniz, hangi terakkiyâtınız karşı gelebilir? ruh-u beşerin eşedd-i ihtiyaç ile muhtaç olduğu hakiki teselliyi nerede bulabilirsiniz? Hem, güvendiğiniz ve bel bağladığınız ve âsâr-ı İlâhiyeyi ve ihsanât-ı Rabbâniyeyi onlara isnad ettiğiniz hangi tabiatınız, hangi esbâbınız, hangi şerikiniz, hangi keşfiyâtınız, hangi milletiniz, hangi bâtıl ma'budunuz sizi, sizce idâm-ı ebedî olan mevtin zulümâtından kurtarıp kabir hududundan, berzah hududundan, mahşer hududundan, Sırat Köprüsünden hâkimâne geçirebilir, saadet-i ebediyeye mazhar edebilir? Halbuki, kabir kapısını kapamadığınız için, siz katî olarak bu yolun yolcususunuz. Böyle bir yolcu, öyle birisine dayanır ki, bütün bu daire-i azîme ve bu geniş hududlar onun taht-ı emrinde ve tasarrufundadır.
Hem dahi, ey bedbaht ehl-i dalâlet ve gaflet! "Gayr-i meşrû bir muhabbetin neticesi, merhametsiz azab çekmektir" kaidesi sırrınca, siz, fıtratınızdaki Cenâb-ı Hakkın zât ve sıfat ve esmâsına sarf edilecek muhabbet ve mârifet istidadını ve şükür ve ibâdât cihazâtını nefsinize ve dünyaya gayr-i meşrû bir sûrette sarf ettiğinizden, bilistihkak cezasını çekiyorsunuz. Çünkü, Cenâb-ı Hakka âit muhabbeti nefsinize verdiniz; mahbubunuz olan nefsinizin hadsiz belâsını çekiyorsunuz. Çünkü, hakiki bir rahatı, o mahbubunuza vermiyorsunuz. Hem onu, hakiki mahbub olan Kadîr-i Mutlaka tevekkül ile teslim etmiyorsunuz, dâimâ elem çekiyorsunuz. Hem, Cenâb-ı Hakkın esmâ ve sıfatına âit muhabbeti dünyaya verdiniz ve âsâr-ı san'atını âlemin esbâbına taksim ettiniz; belâsını çekiyorsunuz. Çünkü, o hadsiz mahbublarınızın bir kısmı size Allahaısmarladık demeyip, size arkasını çevirip, bırakıp gidiyor. Bir kısmı sizi hiç tanımıyor, tanısa da sizi sevmiyor, sevse de size bir fayda vermiyor; dâimâ hadsiz firâklardan ve ümitsiz dönmemek üzere zevâllerden azab çekiyorsunuz.
İşte, ehl-i dalâletin saadet-i hayatiye ve tekemmülât-ı insaniye ve mehâsin-i medeniyet ve lezzet-i hürriyet dedikleri şeylerin içyüzleri ve mahiyetleri budur. Sefâhet ve sarhoşluk bir perdedir, muvakkaten hissettirmez. "Tuh onların aklına!" de.
Ammâ, Kur'ân'ın cadde-i nurâniyesi ise, bütün ehl-i dalâletin çektiği yaraları hakâik-ı imâniye ile tedâvi eder, bütün evvelki yoldaki zulümâtı dağıtır, bütün dalâlet ve helâket kapılarını kapatır. Şöyle ki:
İnsanın zaaf ve aczini ve fakr ve ihtiyacını, bir Kadîr-i Rahîme tevekkül ile tedâvi eder. Hayat ve vücudun yükünü, Onun kudretine, rahmetine teslim edip, kendine yüklemeyip, belki kendisi o hayatına ve nefsine biner hükmünde bir rahat makam bulur. Kendisinin nâtık bir hayvan değil, belki hakiki bir insan ve makbul bir misafir-i Rahmân olduğunu bildirir.
Dünyayı bir misafirhâne-i Rahmân olduğunu göstermekle ve dünyadaki mevcudât ise, esmâ-i İlâhiyenin aynaları olduklarını ve masnuâtı ise, her vakit tazelenen mektubât-ı Samedâniye olduklarını bildirmekle, insanın fenâ-i dünyadan ve zevâl-i eşyadan ve hubb-u fâniyâttan gelen yaralarını güzelce tedâvi eder ve evhâmın zulümâtından kurtarır.
Hem, mevt ve eceli âlem-i berzaha giden ve âlem-i bekâda olan ahbablara visâl ve mülâkât mukaddimesi olarak gösterir. Ehl-i dalâletin nazarında bütün ahbabından bir firâk-ı ebedî telâkkî ettiği ölüm yaralarını böylece tedâvi eder. Ve o firâk, ayn-ı likâ olduğunu ispat eder.
Hem, kabrin âlem-i rahmete ve dâr-ı saadete ve bâğistân-ı Cinâna ve nuristân-ı Rahmâna açılan bir kapı olduğunu ispat etmekle, beşerin en müthiş korkusunu izâle edip, en elîm ve kasâvetli ve sıkıntılı olan berzah seyahatini, en leziz ve ünsiyetli ve ferahlı bir seyahat olduğunu gösterir. Kabir ile ejderha ağzını kapatır, güzel bir bahçeye kapı açar. Yani, kabir ejderha ağzı olmadığını, belki bâğistân-ı rahmete açılan bir kapı olduğunu gösterir.
Hem, mü'mine der: İhtiyârın cüz'î ise, kendi Mâlikinin irâde-i külliyesine işini bırak. İktidarın küçük ise, Kadîr-i Mutlakın kudretine itimad et. Hayatın az ise, hayat-ı bâkiyeyi düşün. Ömrün kısa ise, ebedî bir ömrün var; merak etme. Fikrin sönük ise, Kur'ân'ın güneşi altına gir. İmânın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur'ân, birer yıldız misillü sana ışık verir. Hem hadsiz emellerin, elemlerin varsa, nihayetsiz bir sevap ve hadsiz bir rahmet seni bekliyor. Hem hadsiz arzuların, makâsıdın varsa, onları düşünüp muztarip olma; onlar bu dünyaya sığışmaz, onların yerleri başka diyardır ve onları veren de başkadır.
Hem der: Ey insan! Sen kendine mâlik değilsin. Sen, kudreti nihayetsiz bir Kadîr, rahmeti hadsiz bir Rahîm-i Zât-ı Zülcelâlin memlûküsün. Öyle ise sen, kendi hayatını kendine yükleyip zahmet çekme; çünkü, hayatı veren Odur, idare eden de Odur. Hem, dünya sahipsiz değil ki, sen kendi kafana dünya yükünü yüklettirerek ehvâlini düşünüp merak etme. Çünkü, onun sahibi Hakîm'dir, Alîm'dir; sen de misafirsin, fuzûlî olarak karışma, karıştırma.
Hem insanlar, hayvanlar gibi mevcudât başıboş değiller; belki vazifedar memurdurlar, bir Hakîm-i Rahîmin nazarındadırlar. Onların âlâm ve meşakkatlerini düşünüp, ruhuna elem çektirme. Ve onların Hâlık-ı Rahîminin rahmetinden daha ileri şefkatini sürme. Hem, sana düşmanlık vaziyetini alan mikroptan tâ tâun ve tûfan ve kaht ve zelzeleye kadar bütün eşyanın dizginleri o Rahîm-i Hakîmin elindedirler. O Hakîm'dir, abes iş yapmaz; Rahîm'dir, rahîmiyeti çoktur. Yaptığı her işinde bir nevi lütuf var.
Hem der: Şu âlem, çendan, fânîdir; fakat ebedî bir âlemin levâzımâtını yetiştiriyor. Çendan, zâildir, geçicidir; fakat bâkî meyveler veriyor, bâkî bir Zâtın bâkî esmâsının cilvelerini gösteriyor. Ve çendan, lezzetleri az, elemleri çoktur; fakat Rahmân-ı Rahîmin iltifatâtı, zevâlsiz, hakiki lezzetlerdir. Elemler ise, sevap cihetiyle mânevî lezzet yetiştiriyor.
Mâdem meşrû daire, ruh ve kalb ve nefsin bütün lezzetlerine, safâlarına, keyiflerine kâfidir; gayr-i meşrû daireye girme. Çünkü, o dairedeki bir lezzetin bâzan bin elemi var. Hem hakiki ve dâimî lezzet olan iltifatât-ı Rahmâniyeyi kaybetmeye sebeptir.
Hem, dalâletin yolunda sâbıkan beyân edildiği gibi, esfel-i sâfilîne insanı öyle bir sukut ettiriyor ki, hiçbir medeniyet, hiçbir felsefe ona çare bulamadıkları ve o derin zulümât kuyusundan hiçbir terakkiyât-ı beşeriye, hiçbir kemâlât-ı fenniye insanı çıkaramadığı halde, Kur'ân-ı Hakîm, İmân ve amel-i sâlih ile o esfel-i sâfilîne sukuttan insanı âlâ-yı illiyyîne çıkarır. Ve delâil-i katiye ile çıkarmasını ispat ediyor. Ve o derin kuyuyu terakkiyât-ı mâneviyenin basamaklarıyla ve tekemmülât-ı ruhiyenin cihazâtıyla dolduruyor.
Hem, beşerin uzun ve fırtınalı ve dağdağalı olan ebed tarafındaki yolculuğunu gayet derecede teshîl eder ve kolaylaştırır; bin, belki elli bin senelik mesafeyi bir günde kestirecek vesâiti gösterir.
Hem, Sultân-ı Ezel ve Ebedolan Zât-ı Zülcelâli tanıttırmakla, insana, Ona bir memur abd ve bir vazifedar misafir vaziyetini verir. Hem dünya misafirhânesinde, hem berzahî ve uhrevî menzillerde kemâl-i rahatla seyahatini temin eder. Nasıl ki, bir padişahın müstakîm bir memuru, onun daire-i memleketinde, hem her vilâyetin hududlarından suhûletle ve tayyâre, gemi, şimendifer gibi süratli vâsıta-i seyahatle gezer, geçer; öyle de, Sultan-ı Ezeliye İmân ile intisab eden ve amel-i sâlih ile itaat eden bir insan, şu misafirhâne-i dünya menzillerinden ve âlem-i berzah ve âlem-i mahşer dairelerinden ve hâkezâ, kabirden sonraki bütün âlemlerin geniş hududlarından berk ve burak süratinde geçer; tâ saadet-i ebediyeyi bulur ve şu hakikati katî ispat eder ve asfiyâ ve evliyâya gösterir.
Hem de, Kur'ân'ın hakikati der ki: Ey mü'min! Sendeki nihayetsiz muhabbet kabiliyetini çirkin ve noksan ve şerûr ve sana muzır olan nefs-i emmârene verme. Onu mahbub ve onun hevâsını kendine ma'bud ittihaz etme. Belki, sendeki o nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, nihayetsiz bir muhabbete lâyık, hem nihayetsiz sana ihsan edebilen, hem istikbâlde seni nihayetsiz mes'ud eden, hem bütün alâkadar olduğun ve onların saadetleriyle mes'ud olduğun bütün zâtları ihsanâtıyla mes'ud eden, hem nihayetsiz kemâlâtı bulunan ve nihayetsiz derecede kudsî, ulvî, münezzeh, kusursuz, noksansız, zevâlsiz cemâl sahibi olan ve bütün esmâsı nihayet derecede güzel olan ve her isminde pekçok envar-ı hüsün ve cemâl bulunan ve Cennet, bütün güzellikleriyle ve nimetleriyle Onun cemâl-i rahmetini ve rahmet-i cemâlini gösteren ve sevimli ve sevilen bütün kâinattaki bütün hüsün ve cemâl ve mehâsin ve kemâlât, Onun cemâline ve kemâline işaret eden ve delâlet eden ve emâre olan bir Zâtı mahbub ve ma'bud ittihaz et.
Hem der: Ey insan! Onun esmâ ve sıfatına âit istidad-ı muhabbetini sâir bekâsız mevcudâta verme, faydasız mahlûkata dağıtma. Çünkü, âsâr ve mahlûkat fânîdirler. Fakat, o âsârda ve o masnuâtta nakışları, cilveleri görünen Esmâ-i Hüsnâ, bâkîdirler, dâimîdirler. Ve esmâ ve sıfatın herbirisinde binler merâtib-i ihsan ve cemâl ve binler tabakât-ı kemâl ve muhabbet var. Sen yalnız Rahmân ismine bak ki, Cennet bir cilvesi ve saadet-i ebediye bir lem'ası ve dünyadaki bütün rızk ve nimet, bir katresidir.
İşte şu müvazene, ehl-i dalaletle ehl-i îmânın hayat ve vazife cihetindeki mâhiyetlerine işaret eden
hem netice ve akibetlerine işaret eden olan âyete dikkat et. Ne kadar ulvî, mu'cizane, beyân ettiğimiz müvazeneyi ifade ederler.
Birinci âyet, On Birinci Sözde tafsîlen o âyetin i'câzkârâne ve îcâzkârâne ifade ettiği hakikati, o sözde beyân edildiğinden, onu oraya havale ederiz.
İkinci âyet ise, yalnız bir küçük işaretle göstereceğiz ki, ne kadar ulvî bir hakikati ifade ediyor. Şöyle ki:
Şu âyet, mefhum-u muvâfık ile şöyle ferman ediyor: "Ehl-i dalâletin ölmesiyle, semâvât ve zemin, onların üstünde ağlamıyorlar." Ve mefhum-u muhâlif ile delâlet ediyor ki, "Ehl-i imânın dünyadan gitmesiyle, semâvât ve zemin onların üstünde ağlıyor." Yani, ehl-i dalâlet, mâdem semâvât ve arzın vazifelerini inkâr ediyor, mânâlarını bilmiyor, onların kıymetlerini ıskat ediyor, Sâni'lerini tanımıyor. Onlara karşı bir hakâret, bir adâvet ettiğinden, elbette semâvât ve zemin, onlara ağlamak değil, belki onlara nefrîn eder. Onların gebermesiyle memnun olurlar. Ve mefhum-u muhâlif ile der: "Semâvât ve arz ehl-i imânın ölmesiyle ağlarlar." Zîrâ ehl-i İmân ise-çünkü-semâvât ve arzın vazifelerini bilir. Hakiki hakikatlerini tasdik ediyor. Ve onların ifade ettikleri mânâları İmân ile anlıyor. "Ne kadar güzel yapılmışlar, ne kadar güzel hizmet ediyorlar" diyor ve onlara lâyık kıymeti veriyor ve ihtiram ediyor. Cenâb-ı Hak hesâbına onlara ve onlar ayna oldukları esmâya muhabbet ediyor. İşte bu sır içindir ki, semâvât ve zemin, ağlar gibi, ehl-i imânın zevâline mahzun oluyorlar.
1- Muhakkak ki Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık. � Sonra da onu en aşağı seviyeye indirdik. � Ancak İmân eden ve güzel işler yapanlar müstesnâ. (Tîn Sûresi: 4-6.)
2- Gök ve yer onlara ağlamadı. (Duhân Sûresi: 29.)
Mühim Bir Suâl: Diyorsunuz ki: "Muhabbet ihtiyârî değil. Hem, ihtiyac-ı fıtrîye binâen, leziz taamları ve meyveleri severim, peder ve vâlide ve evlâtlarımı severim, refîka-i hayatımı severim, dost ve ahbablarımı severim, enbiyâ ve evliyâyı severim, hayatımı, gençliğimi severim, baharı ve güzel şeyleri ve dünyayı severim. Nasıl bunları sevmeyeceğim? Nasıl bütün bu muhabbetleri Cenâb-ı Hakkın zât ve sıfat ve esmâsına verebilirim? Bu ne demektir?"
Elcevap: Dört Nükteyi dinle.
BİRİNCİ NÜKTE: Muhabbet, çendan, ihtiyârî değil. Fakat ihtiyar ile muhabbetin yüzü, bir mahbubdan diğer bir mahbuba dönebilir. Meselâ, bir mahbubun çirkinliğini göstermekle veyahut asıl lâyık-ı muhabbet olan diğer bir mahbuba perde veya ayna olduğunu göstermekle, muhabbetin yüzü mecâzî mahbubdan hakiki mahbuba çevrilebilir.
İKİNCİ NÜKTE: Tâdâd ettiğin sevdiklerini, sevme demiyoruz. Belki, onları Cenâb-ı Hakkın hesâbına ve Onun muhabbeti nâmına sev deriz.
Meselâ, leziz taamları, güzel meyveleri, Cenâb-ı Hakkın ihsanı ve o Rahmân-ı Rahîmin in'âmı cihetinde sevmek, Rahmân ve Mün'im isimlerini sevmektir. Hem mânevî bir şükürdür. Şu muhabbet, yalnız nefis hesâbına olmadığını ve Rahmân nâmına olduğunu gösteren, meşrû dairesinde kanaatkârâne kazanmak ve mütefekkirâne, müteşekkirâne yemektir.
Hem, peder ve vâlideyi şefkat ile teçhiz eden ve seni onların merhametli elleriyle terbiye ettiren hikmet ve rahmet hesâbına onlara hürmet ve muhabbet, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine âittir. O muhabbet ve hürmet, şefkat, lillâh için olduğuna alâmeti şudur ki: Onlar ihtiyar oldukları ve sana hiçbir faydaları kalmadığı ve seni zahmet ve meşakkate attıkları zaman daha ziyâde muhabbet ve merhamet ve şefkat etmektir. -1- âyeti, beş mertebe hürmet ve şefkate, evlâdı dâvet etmesi, Kur'ân'ın nazarında vâlideynin hukukları ne kadar ehemmiyetli ve ukûkları ne derece çirkin olduğunu gösterir.
Mâdem peder kimseyi değil, yalnız veledinin kendinden daha ziyâde iyi olmasını ister; ona mukabil, veled dahi pedere karşı hak dâvâ edemez. Demek vâlideyn ve veled ortasında fıtraten sebeb-i münâkaşa yok. Zîrâ münâkaşa, ya gıpta ve hasedden gelir. Pederde oğluna karşı o yok. Veya münâkaşa, haksızlıktan gelir. Veledin hakkı yoktur ki, pederine karşı hak dâvâ etsin. Pederini haksız görse de, ona isyan edemez. Demek, pederine isyan eden ve onu rencide eden, insan bozması bir canavardır.
Ve evlâtlarını, o Zât-ı Rahîm-i Kerîmin hediyeleri olduğu için kemâl-i şefkat ve merhamet ile onları sevmek ve muhâfaza etmek, yine Hakka âittir. Ve o muhabbet ise, Cenâb-ı Hakkın hesâbına olduğunu gösteren alâmet ise, vefâtlarında sabır ile şükürdür, me'yusâne feryad etmemektir. "Hâlıkımın, benim nezâretime verdiği, sevimli bir mahlûku idi, bir memlûkü idi. Şimdi hikmeti iktizâ etti, benden aldı, daha iyi bir yere götürdü. Benim o memlûkte bir zâhirî hissem varsa, hakiki bin hisse onun Hâlıkına âittir. "El-hükmü Lillâh" -2- deyip teslim olmaktır.
1- Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa, onlara sakın "Öf" bile deme. (İsrâ Sûresi: 23.)
2- Hüküm Allah'ındır. (Mü'min Sûresi: 12.)
Hem, dost ve ahbab ise, eğer onlar İmân ve amel-i sâlih sebebiyle Cenâb-ı Hakkın dostları iseler, "El-hubbu Fillâh" -1- sırrınca, o muhabbet dahi Hakka âittir.
Hem, refîka-i hayatını, rahmet-i İlâhiyenin mûnis, latîf bir hediyesi olduğu cihetiyle sev ve muhabbet et. Fakat çabuk bozulan hüsn-ü sûretine muhabbetini bağlama. Belki kadının en câzibedar, en tatlı güzelliği, kadınlığa mahsus bir letâfet ve nezâket içindeki hüsn-ü sîretidir. Ve en kıymettar ve en şirin cemâli ise, ulvî, ciddi, samimi, nurânî şefkatidir. Şu cemâl-i şefkat ve hüsn-ü sîret, âhir hayata kadar devam eder, ziyâdeleşir. Ve o zaife, latîfe mahlûkun hukuk-u hürmeti o muhabbetle muhâfaza edilir. Yoksa, hüsn-ü sûretin zevâliyle, en muhtaç olduğu bir zamanda, bîçare, hakkını kaybeder.
Hem enbiyâ ve evliyâyı sevmek, Cenâb-ı Hakkın makbul ibâdı olmak cihetiyle, Cenâb-ı Hakkın nâmına, hesâbınadır ve o nokta-i nazardan Ona âittir.
Hem hayatı, Cenâb-ı Hakkın insana ve sana verdiği en kıymettar ve hayat-ı bâkiyeyi kazandıracak bir sermâye ve bir defîne ve bâkî kemâlâtın cihazâtını câmi' bir hazîne cihetiyle, onu sevmek, muhâfaza etmek, Cenâb-ı Hakkın hizmetinde istihdam etmek, yine o muhabbet bir cihette Ma'buda âittir.
Hem gençliğin letâfetini, güzelliğini, Cenâb-ı Hakkın latîf, şirin, güzel bir nimeti nokta-i nazarından istihsan etmek, sevmek, hüsn-ü istimâl etmek, şâkirâne bir nevi muhabbet-i meşrûadır.
Hem baharı, Cenâb-ı Hakkın nurânî esmâlarının en latîf güzel nakışlarının sayfası ve Sâni-i Hakîmin antika san'atının en müzeyyen ve şâşaalı bir meşher-i san'atı olduğu cihetiyle, mütefekkirâne sevmek, Cenâb-ı Hakkın esmâsını sevmektir.
Hem dünyayı, âhiretin mezraası ve esmâ-i İlâhiyenin aynası ve Cenâb-ı Hakkın mektubâtı ve muvakkat bir misafirhânesi cihetinde sevmek, nefs-i emmâre karışmamak şartıyla, Cenâb-ı Hakka âit olur.
Elhâsıl, dünyayı ve ondaki mahlûkatı mânâ-i harfiyle sev, mânâ-i ismiyle sevme; "Ne kadar güzel yapılmış" de, "Ne kadar güzeldir" deme. Ve kalbin bâtınına başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünkü, bâtın-ı kalb âyine-i Sameddir ve Ona mahsustur. -2- de.
1- Allah için sevmek. (Feyzü'l-Kadîr, 2:28, hadîs no: 1241.)
2- Allah'ım, bize sevgini ve bizi Sana yaklaştıracak şeylerin sevgisini nasip eyle.
İşte, bütün tâdâd ettiğimiz muhabbetler, eğer bu sûretle olsa, hem elemsiz bir lezzet verir, hem bir cihette zevâlsiz bir visâldir, hem muhabbet-i İlâhiyeyi ziyâdeleştirir, hem meşrû bir muhabbettir, hem ayn-ı lezzet bir şükürdür, hem ayn-ı muhabbet bir fikirdir.
Meselâ, nasılki Haşiye bir padişah-ı âlî, Haşiye sana bir elmayı ihsan etse, o elmaya iki muhabbet ve onda iki lezzet var:
Biri: Elma, elma olduğu için sevilir. Ve elmaya mahsus ve elma kadar bir lezzet var. Şu muhabbet padişaha âit değil. Belki, huzurunda o elmayı ağzına atıp yiyen adam, padişahı değil, elmayı sever ve nefsine muhabbet eder. Bâzan olur ki, padişah, o nefisperverâne olan muhabbeti beğenmez, ondan nefret eder. Hem, elma lezzeti dahi cüz'îdir, hem zevâl bulur; elmayı yedikten sonra o lezzet dahi gider, bir teessüf kalır.
İkinci muhabbet ise, elma içindeki, elma ile gösterilen iltifatât-ı şâhânedir. Güyâ, o elma iltifat-ı şâhânenin numûnesi ve mücessemidir diye başına koyan adam, padişahı sevdiğini izhâr eder. Hem, iltifatın gılâfı olan o meyvede öyle bir lezzet var ki, bin elma lezzetinin fevkındedir. İşte şu lezzet, ayn-ı şükrandır; şu muhabbet, padişaha karşı hürmetli bir muhabbettir.
Aynen onun gibi, bütün nimetlere ve meyvelere, zâtları için muhabbet edilse, yalnız maddî lezzetleriyle gâfilâne telezzüz etse, o muhabbet nefsânîdir; o lezzetler de geçici ve elemlidir. Eğer Cenâb-ı Hakkın iltifatât-ı rahmeti ve ihsanâtının meyveleri cihetiyle sevse ve o ihsan ve iltifatâtın derece-i lûtuflarını takdir etmek sûretinde kemâl-i iştihâ ile lezzet alsa, hem mânevî bir şükür, hem elemsiz bir lezzettir.
ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Cenâb-ı Hakkın esmâsına karşı olan muhabbetin tabakâtı var. Sâbıkan beyân ettiğimiz gibi, bâzan âsâra muhabbet sûretiyle esmâyı sever. Bâzan, esmâyı kemâlât-ı İlâhiyenin ünvanları olduğu cihetle sever. Bâzan, insan, câmiiyet-i mahiyet cihetiyle hadsiz ihtiyacât noktasında esmâya muhtaç ve müştak olur ve o ihtiyaçla sever. Meselâ, sen bütün şefkat ettiğin akrabâ ve fukarâ ve zayıf ve muhtaç mahlûkata karşı âcizâne istimdâd ihtiyacını hissettiğin halde biri çıksa, istediğin gibi onlara iyilik etse, o zâtın in'âm edici ünvânı ve kerîm ismi ne kadar senin hoşuna gider, ne kadar o zâtı o ünvan ile seversin. Öyle de, yalnız Cenâb-ı Hakkın Rahmân ve Rahîm isimlerini düşün ki, sen sevdiğin ve şefkat ettiğin bütün mü'min âbâ ve ecdâdını ve akrabâ ve ahbabını dünyada nimetlerin envaıyla ve Cennette enva-ı lezâiz ile ve saadet-i ebediyede onları sana gösterip ve kendini onlara göstermesiyle mes'ud ettiği cihette, o Rahmân ismi ve Rahîm ünvânı ne kadar sevilmeye lâyıktırlar ve ne derece o iki isme ruh-u beşer muhtaç olduğunu kıyas edebilirsin. Ve ne derece "'Elhamdülillâhi alâ Rahmâniyyetihî ve alâ Rahîmiyyetihî" yerindedir, anlarsın.
Haşiye: Bir zaman iki aşîret reisi bir padişahın huzuruna girmişler, yazılan aynı vaziyette bulunmuşlar.
Bütün mahlûkatına dünya ve âhirette şefkat ve merhametle ihsanda bulunmasından, onları rızıklandırmasından dolayı Allah'a hamd olsun. (Duâ)
Hem, alâkadar olduğun ve perişâniyetlerinden müteessir olduğun senin bir nevi hânen ve içindeki mevcudât senin o hânenin ünsiyetli levâzımâtı ve sevimli müzeyyenâtı hükmünde olan dünyayı ve içindeki mahlûkatı kemâl-i hikmet ile tanzim ve tedbîr ve terbiye eden Zâtın Hakîm ismine ve Mürebbî ünvânına, senin ruhun ne kadar muhtaç, ne kadar müştak olduğunu, dikkat etsen anlarsın.
Hem, bütün alâkadar olduğun ve zevâlleriyle müteellim olduğun insanları, mevtleri hengâmında adem zulümâtından kurtarıp şu dünyadan daha güzel bir yerde yerleştiren bir Zâtın Vâris, Bâis isimlerine, Bâkî, Kerîm, Muhyî ve Muhsin ünvanlarına, ne kadar ruhun muhtaç olduğunu, dikkat etsen, anlarsın.
İşte, insanın mahiyeti ulviye, fıtratı câmia olduğundan, binler enva-ı hâcât ile bin bir esmâ-i İlâhiyeye, herbir ismin çok mertebelerine fıtraten muhtaçtır. Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır; muzaaf iştiyak, muhabbettir; muzaaf muhabbet dahi, aşktır. ruhun tekemmülâtına göre merâtib-i muhabbet, merâtib-i esmâya göre inkişaf eder. Bütün esmâya muhabbet dahi-çünkü, o esmâ Zât-ı Zülcelâlin ünvanları ve cilveleri olduğundan-muhabbet-i zâtiyeye döner. Şimdi, yalnız numûne olarak, bin bir esmâdan yalnız Adl ve Hakem ve Hak ve Rahîm isimlerinin bin bir mertebelerinden bir mertebeyi beyân edeceğiz. Şöyle ki:
Hikmet ve adl içindeki Rahmânirrahîm ve Hak ismini âzamî bir dairede görmek istersen, şu temsile bak:
Nasıl ki, bir orduda dört yüz muhtelif tâifeler bulunduğunu farz ediyoruz ki, herbir tâife, beğendiği elbiseleri ayrı, hoşuna gittiği erzakı ayrı, rahatla istimâl edeceği silâhları ayrı ve mizâcına devâ olacak ilâçları ayrı oldukları halde, bütün o dört yüz tâife, ayrı ayrı, takım, bölük tefrik edilmeyerek, belki birbirine karışık olduğu halde, onları kemâl-i şefkat ve merhametinden ve hârikulâde iktidarından ve mu'cizâne ilim ve ihâtasından ve fevkalâde adâlet ve hikmetinden, misilsiz birtek padişah, onların hiçbirini şaşırmayarak, hiçbirini unutmayarak, bütün ayrı ayrı onlara lâyık elbise, erzak, ilâç ve silâhlarını muînsiz olarak bizzat kendisi verse, o zât, acaba ne kadar muktedir, müşfik, âdil, kerîm bir padişah olduğunu anlarsın. Çünkü, bir taburda on milletten efrad bulunsa, onları ayrı ayrı giydirmek ve teçhiz etmek çok müşkül olduğundan, bilmecburiye, ne cinsten olursa olsun, bir tarzda teçhiz edilir.
İşte öyle de, Cenâb-ı Hakkın adl ve hikmet içindeki ism-i Hak ve Rahmânirrahîmin cilvesini görmek istersen, bahar mevsiminde zeminin yüzünde çadırları kurulmuş muhteşem dört yüz bin milletten mürekkeb nebâtât ve hayvanât ordusuna bak ki; bütün o milletler, o tâifeler, birbiri içinde oldukları halde, herbirinin libası ayrı, erzakı ayrı, silâhı ayrı, tarz-ı hayatı ayrı, tâlimâtı ayrı, terhisâtı ayrı oldukları halde ve o hâcâtlarını tedârik edecek iktidarları ve o metâlibi isteyecek dilleri olmadığı halde, daire-i hikmet ve adl içinde, mîzan ve intizam ile, Hak ve Rahmân, Rezzâk ve Rahîm, Kerîm ünvanlarını seyret, gör; nasıl hiçbirini şaşırmayarak, unutmayarak, iltibas etmeyerek terbiye ve tedbîr ve idare eder.
İşte, böyle hayret verici muhît bir intizam ve mîzan ile yapılan bir işe, başkalarının parmakları karışabilir mi? Vâhid-i Ehad, Hakîm-i Mutlak, Kadîr-i Küll-i Şeyden başka bu san'ata, bu tedbîre, bu rubûbiyete, bu tedvîre hangi şey elini uzatabilir, hangi sebep müdâhale edebilir?
DÖRDÜNCÜ NÜKTE: Diyorsun: "Benim taamlara, nefsime, refîkama, vâlideynime, evlâdıma, ahbabıma, evliyâya, enbiyâya, güzel şeylere, bahara, dünyaya müteallik ayrı ayrı muhtelif muhabbetlerimin, Kur'ân'ın emrettiği tarzda olsa, neticeleri, faydaları nedir?"
Elcevap: Bütün neticeleri beyân etmek için büyük bir kitap yazmak lâzım gelir. Şimdilik, yalnız icmâlen bir iki neticeye işaret edilecek. Evvelâ, dünyadaki muaccel neticeleri beyân edilecek; sonra, âhirette tezâhür eden neticeleri zikredilecek. Şöyle ki:
Sâbıkan beyân edildiği gibi, ehl-i gaflet ve ehl-i dünya tarzında ve nefis hesâbına olan muhabbetlerin, dünyada belâları, elemleri, meşakkatleri çoktur; safâları, lezzetleri, rahatları azdır. Meselâ şefkat, acz yüzünden elemli bir musîbet olur; muhabbet, firâk yüzünden belâlı bir hırkat olur; lezzet, zevâl yüzünden zehirli bir şerbet olur. Âhirette ise, Cenâb-ı Hakkın hesâbına olmadıkları için, ya faydasızdır veya azabdır (eğer harama girmiş ise).
Suâl: Enbiyâ ve evliyâya muhabbet, nasıl faydasız kalır?
Elcevap: Ehl-i Teslisin İsâ Aleyhisselâma ve Râfızîlerin Hazret-i Ali Radıyallâhü Anha muhabbetleri faydasız kaldığı gibi. Eğer o muhabbetler, Kur'ân'ın irşâd ettiği tarzda ve Cenâb-ı Hakkın hesâbına ve muhabbet-i Rahmân nâmına olsalar, o zaman hem dünyada, hem âhirette güzel neticeleri var.
Ammâ dünyada ise, leziz taamlara, güzel meyvelere muhabbetin, elemsiz bir nimet ve ayn-ı şükür bir lezzettir.
Nefsine muhabbet ise, ona acımak, terbiye etmek, zararlı hevesâttan men etmektir. O vakit, nefis sana binmez, seni hevâsına esir etmez; belki sen nefsine binersin, onu hevâya değil, hüdâya sevk edersin.
Refîka-i hayatına muhabbetin mâdem hüsn-ü sîret ve mâden-i şefkat ve hediye-i rahmet olduğuna binâ edilmiş, o refîkaya samimi muhabbet ve merhamet edersen, o da sana ciddi hürmet ve muhabbet eder. İkiniz ihtiyar oldukça, o hal ziyâdeleşir, mesûdâne hayatını geçirirsin. Yoksa, hüsn-ü sûrete muhabbet, nefsânî olsa, o muhabbet çabuk bozulur, hüsn-ü muâşereti de bozar.
Peder ve vâlideye karşı muhabbetin Cenâb-ı Hak hesâbına olduğu için, hem bir ibâdet, hem de onlar ihtiyarlandıkça hürmet ve muhabbeti ziyâdeleştirirsin. En âlî bir his ile, en merdâne bir himmet ile onların tûl-i ömrünü ciddi arzu edip bekâlarına duâ etmek, tâ onların yüzünden daha ziyâde sevap kazanayım diye samimi hürmetle onların elini öpmek, ulvî bir lezzet-i ruhânî almaktır. Yoksa nefsânî, dünya itibâriyle olsa, onlar ihtiyar oldukları ve sana bâr olacak bir vaziyete girdikleri zaman, en süflî ve en alçak bir his ile, vücudlarını istiskâl etmek, sebeb-i hayatın olan o muhterem zâtların mevtlerini arzu etmek gibi vahşî, kederli, ruhânî bir elemdir.
Evlâdına muhabbet ise, Cenâb-ı Hakkın senin nezâretine ve terbiyene emânet ettiği sevimli, ünsiyetli o mahlûklara muhabbet ise, saadetli bir muhabbet, bir nimettir. Ne musîbetleriyle fazla elem çekersin, ne de ölümleriyle me'yusâne feryad edersin. Sâbıkan geçtiği gibi, onların Hâlıkları hem Hakîm, hem Rahîm olduğundan, "Onlar hakkında o mevt, bir saadettir" dersin. Senin hakkında da, onları sana veren Zâtın rahmetini düşünürsün, firâk eleminden kurtulursun.
Ahbablara muhabbetin ise, mâdem lillâh içindir; o ahbabların firâkları, hattâ ölümleri, sohbetinize ve uhuvvetinize mâni olmadığı için, o mânevî muhabbet ve ruhânî irtibattan istifade edersin. Ve mülâkât lezzeti dâimî olur. Lillâh için olmazsa, bir günlük mülâkât lezzeti, yüz günlük firâk elemini netice verir. Haşiye
Enbiyâ ve evliyâya muhabbetin ise, ehl-i gaflete karanlıklı bir vahşetgâh görünen âlem-i berzah, o nurânîlerin vücudlarıyla tenevvür etmiş menzilgâhları sûretinde sana göründüğü için, o âleme gitmeye tevahhuş, tedehhüş değil, belki, bilakis temâyül ve iştiyak hissini verir, hayat-ı dünyeviyenin lezzetini kaçırmaz. Yoksa, onların muhabbeti, ehl-i medeniyetin meşâhir-i insaniyeye muhabbeti nevinden olsa, o kâmil insanların fenâ ve zevâllerini ve mâzi denilen mezar-ı ekberinde çürümelerini düşünmekle, elemli hayatına bir keder daha ilâve eder. Yani, "Öyle kâmilleri çürüten bir mezara, ben de gideceğim" diye düşünür, mezaristana endişeli bir nazarla bakar, ah çeker. Evvelki nazarda ise, cisim libasını mâzide bırakıp, kendileri istikbâl salonu olan berzah âleminde kemâl-i rahatla ikâmetlerini düşünür, mezaristana ünsiyetkârâne bakar.
Hem, güzel şeylere muhabbetin, mâdem Sâni'leri hesâbınadır, "Ne güzel yapılmışlar" tarzındadır. O muhabbetin, bir leziz tefekkür olduğu halde hüsünperest, cemâlperest zevkinin nazarını, daha yüksek, daha mukaddes ve binler defa daha güzel cemâl mertebelerinin defînelerine yol açar, baktırır. Çünkü, o güzel âsârdan ef'âl-i İlâhiyenin güzelliğine intikal ettirir; ondan esmânın güzelliğine, ondan sıfatın güzelliğine, ondan Zât-ı Zülcelâlin cemâl-i bîmisâline karşı kalbe yol açar. İşte bu muhabbet, bu sûrette olsa, hem lezzetlidir, hem ibâdettir ve hem tefekkürdür.
Gençliğe muhabbetin ise, mâdem Cenâb-ı Hakkın güzel bir nimeti cihetinde sevmişsin, elbette onu ibâdette sarf edersin, sefâhette boğdurup öldürmezsin. Öyle ise, o gençlikte kazandığın ibâdetler, o fânî gençliğin bâkî meyveleridir. Sen ihtiyarlandıkça, gençliğin iyilikleri olan bâkî meyvelerini elde ettiğin halde, gençliğin zararlarından, taşkınlıklarından kurtulursun. Hem, ihtiyarlıkta daha ziyâde ibâdete muvaffakıyet ve merhamet-i İlâhiyeye daha ziyâde liyâkat kazandığını düşünürsün. Ehl-i gaflet gibi beş on senelik bir gençlik lezzetine mukabil, elli senede, "Eyvah, gençliğim gitti" diye teessüf edip, gençliğe ağlamayacaksın. Nasıl ki öylelerin birisi demiş:
Haşiye: Lillah için bir sâniye mülâkât, bir senedir. Dünya için olsa, bir sene, bir sâniyedir.
Yani, "Keşke gençliğim bir gün dönseydi, ihtiyarlık benim başıma neler getirdiğini, şekvâ ederek haber verecektim."
Bahar gibi zînetli meşherlere muhabbet ise, mâdem san'at-ı İlâhiyeyi seyran itibâriyledir, o baharın gitmesiyle, temâşâ lezzeti zâil olmaz. Çünkü bahar, yaldızlı bir mektup gibi verdiği mânâları her vakit temâşâ edebilirsin. Senin hayalin ve zaman, ikisi de sinema şeritleri gibi sana o temâşâ lezzetini idâme ettirmekle beraber, o baharın mânâlarını, güzelliklerini sana tazelendirirler. O vakit muhabbetin esefli, elemli, muvakkat olmaz; lezzetli, safâlı olur.
Dünyaya muhabbetin ise, mâdem Cenâb-ı Hakkın nâmınadır, o vakit, dünyanın dehşetli mevcudâtı sana ünsiyetli bir arkadaş hükmüne geçer. Mezraâ-i âhiret cihetiyle sevdiğin için, herşeyinde âhirete fayda verecek bir sermâye, bir meyve alabilirsin; ne musîbetleri sana dehşet verir, ne zevâl ve fenâsı sana sıkıntı verir. Kemâl-i rahatla o misafirhânede müddet-i ikâmetini geçirirsin. Yoksa, ehl-i gaflet gibi seversen, yüz defa sana söylemişiz ki, sıkıntılı, ezici, boğucu, fenâya mahkûm, neticesiz bir muhabbet içinde boğulur gidersin.
İşte bâzı mahbubların, Kur'ân'ın irşâd ettiği sûrette olduğu vakit, herbirisinden yüzde ancak bir letâfetini gösterdik; Kur'ân'ın gösterdiği yolda olmazsa, yüzden bir mazarrâtına işaret ettik. Şimdi, şu mahbubların dâr-ı bekâda, âlem-i âhirette, Kur'ân-ı Hakîmin âyât-ı beyyinâtıyla işaret ettiği neticeleri işitmek ve anlamak istersen, işte o çeşit meşrû muhabbetlerin dâr-ı âhiretteki neticelerini, bir Mukaddime ve Dokuz İşaretle, yüzden bir faydasını icmâlen göstereceğiz.
Cenâb-ı Hak celîl ulûhiyetiyle, cemîl rahmetiyle, kebîr rubûbiyetiyle, kerîm re'fetiyle, azîm kudretiyle, latîf hikmetiyle, şu küçük insanın vücudunu bu kadar havâss ve hissiyât ile, bu derece cevârih ve cihazât ile ve muhtelif âzâ ve âlât ile ve mütenevvi' letâif ve mâneviyât ile teçhiz ve tezyin etmiştir ki, tâ mütenevvi' ve pekçok âlât ile, hadsiz enva-ı nimetini, aksâm-ı ihsanâtını, tabakât-ı rahmetini o insana ihsâs etsin, bildirsin, tattırsın, tanıttırsın. Hem, tâ bin bir esmâsının hadsiz enva-ı tecelliyâtlarını, insana o âlât ile bildirsin, tattırsın, sevdirsin. Ve o insandaki pek kesretli âlât ve cihazâtın herbirisinin ayrı ayrı hizmeti, ubûdiyeti olduğu gibi, ayrı ayrı lezzeti, elemi, vazifesi ve mükâfatı vardır.
Meselâ, göz sûretlerdeki güzellikleri ve âlem-i mubsırâtta güzel mu'cizât-ı kudretin envaını temâşâ eder. Vazifesi, nazar-ı ibretle Sâniine şükrandır. Nazara mahsus lezzet ve elem mâlûmdur, tarife hâcet yok.
Meselâ, kulak sadâların envalarını, latîf nağmelerini ve mesmûât âleminde Cenâb-ı Hakkın letâif-i rahmetini hisseder. Ayrı bir ubûdiyet, ayrı bir lezzet, ayrı da bir mükâfatı var.
Meselâ, kuvve-i şâmme kokular tâifesindeki letâif-i rahmeti hisseder. Kendine mahsus bir vazife-i şükrâniyesi, bir lezzeti vardır. Elbette, mükâfatı dahi vardır. Meselâ, dildeki kuvve-i zâika bütün mat'umâtın ezvâkını anlamakla, gayet mütenevvi' bir şükr-ü mânevî ile vazife görür.
Ve hâkezâ, bütün cihazât-ı insaniyenin ve kalb ve akıl ve ruh gibi büyük ve mühim letâifin böyle ayrı ayrı vazifeleri, lezzetleri ve elemleri vardır.
İşte, Cenâb-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, bu insanda istihdam ettiği bu cihazâtın, elbette herbirerlerine lâyık ücretlerini verecektir. O müteaddit enva-ı muhabbetin sâbıkan beyân edilen dünyadaki muaccel neticelerini herkes vicdan ile hisseder. Ve bir hads-i sâdık ile ispat edilir. Âhiretteki neticeleri ise, katiyen vücudları ve tahakkukları, icmâlen Onuncu Sözün on iki hakikat-i kâtıâ-i sâtıasıyla ve Yirmi Dokuzuncu Sözün altı esâs-ı bâhiresiyle ispat edildiği gibi, tafsîlen olan Kur'ân-ı Hakîmin âyât-ı beyyinâtıyla tasrih ve telvih ve remz ve işârâtıyla katiyen sabittir. Daha uzun bürhanları getirmeye lüzum yok. Zâten başka Sözlerde ve Cennete dâir Yirmi Sekizinci Sözün Arabî olan İkinci Makamında ve Yirmi Dokuzuncu Sözde çok bürhanlar geçmiştir.
Birinci İşaret: Leziz taamlara, hoş meyvelere şâkirâne muhabbet-i meşrûanın uhrevî neticesi, Kur'ân'ın nassıyla, Cennete lâyık bir tarzda leziz taamları, güzel meyveleridir ve o taamlara ve o meyvelere müştehiyâne bir muhabbettir. Hattâ dünyada yediğin meyve üstünde söylediğin Elhamdülillâh kelimesi, Cennet meyvesi olarak tecessüm ettirilip, sana takdim edilir. Burada meyve yersin, orada elhamdülillâh yersin! Ve nimette ve taam içinde in'âm-ı İlâhîyi ve iltifat-ı Rahmânîyi gördüğünden, o lezzetli şükr-ü mânevî, Cennette gayet leziz bir taam sûretinde sana verileceği, hadîsin nassıyla, Kur'ân'ın işârâtıyla ve hikmet ve rahmetin iktizâsıyla sabittir.
İkinci İşaret: Dünyada meşrû bir sûrette nefsine muhabbet, yani, mehâsinine binâ edilen muhabbet değil, belki noksaniyetlerini görüp tekmil etmeye binâ edilen şefkat ile onu terbiye etmek ve onu hayra sevk etmek neticesi, o nefse lâyık mahbubları Cennette veriyor. Nefis, mâdem dünyada hevâ ve hevesini Cenâb-ı Hak yolunda hüsn-ü istimâl etmiş, cihazâtını, duygularını hüsn-ü sûretle istihdam etmiş; Kerîm-i Mutlak, ona dünyadaki meşrû ve ubûdiyetkârâne muhabbetin neticesi olarak, Cennette, Cennetin yetmiş ayrı ayrı enva-ı zînet ve letâfetinin numûneleri olan yetmiş muhtelif hulleyi giydirip, nefisteki bütün hasseleri memnun edecek, okşayacak yetmiş envâ-ı hüsün ile vücudunu süslendirip, herbiri ruhlu küçük birer Cennet hükmünde olan hûrileri o dâr-ı bekâda vereceği, pekçok âyât ile tasrih ve ispat edilmiştir.
En doğru söz ve en beliğ nizam, hakîki mülk sahibi ve sonsuz ilim sahibi olan Allah'ın kelâmıdır. (Hadîslerden derlenmiştir. Meselâ Feyzü'l-Kadîr, 2:175.)
Hem, dünyada gençliğe muhabbet, yani, ibâdette gençlik kuvvetini sarf etmenin neticesi, dâr-ı saadette ebedî bir gençliktir.
Üçüncü İşaret: Refîka-i hayatına meşrû dairesinde, yani, latîf şefkatine, güzel hasletine, hüsn-ü sîretine binâen samimi muhabbet ile refîka-i hayatını da nâşizelikten, sâir günahlardan muhâfaza etmenin netice-i uhreviyesi ise, Rahîm-i Mutlak, o refîka-i hayatı hûrilerden daha güzel bir sûrette ve daha zînetli bir tarzda, daha câzibedar bir şekilde, ona dâr-ı saadette ebedî bir refîka-i hayatı ve dünyadaki eski mâceraları birbirine mütelezzizâne nakletmek ve eski hâtırâtı birbirine tahattur ettirecek enîs, latîf, ebedî bir arkadaş, bir muhib ve mahbub olarak verileceğini vaad etmiştir. Elbette vaad ettiği şeyi, katî verecektir.
Dördüncü İşaret: Vâlideyn ve evlâda muhabbet-i meşrûanın neticesi, nass-ı Kur'ân ile, Cenâb-ı Erhamü'r-Râhimîn, onların makamları ayrı ayrı da olsa, yine o mes'ud âileye sâfî olarak lezzet-i sohbeti Cennete lâyık bir hüsn-ü muâşeret sûretinde dâr-ı bekâda ebedî mülâkât ile ihsan eder. Ve on beş yaşına girmeden, yani, hadd-i bülûğa vâsıl olmadan vefât eden çocuklar, -1- ile tâbir edilen Cennet çocukları şeklinde ve Cennete lâyık bir tarzda, gayet süslü, sevimli bir sûrette onları Cennette dahi peder ve vâlidelerinin kucaklarına verir, veledperverlik hislerini memnun eder, ebedî o zevki ve o lezzeti onlara verir. Zîrâ çocuklar sinn-i teklife girmediklerinden, ebedî sevimli, şirin çocuk olarak kalacaklar. Dünyadaki her lezzetli şeyin en âlâsı Cennette bulunur. Yalnız çok şirin olan veledperverlik, yani, çocuklarını sevip okşamak zevki, Cennet tenâsül yeri olmadığından, Cennette yoktur zannedilirdi. İşte bu sûrette, o dahi vardır. Hem en zevkli ve en şirin bir tarzda vardır. İşte, kable'l-bülûğ evlâdı vefât edenlere müjde!
Beşinci İşaret: Dünyada, "Elhubbu fillâh" -2- hükmünce, sâlih ahbablara muhabbetin neticesi, Cennette, -3- ile tâbir edilen, karşı karşıya kurulmuş Cennet iskemlelerinde oturup hoş, şirin, güzel, tatlı bir sûrette dünya mâceralarını ve kadîm olan hâtırâtlarını birbirine nakledip eğlendirmeleri sûretinde, firâksız, sâfî bir muhabbet ve sohbet sûretinde, ahbablarıyla görüştüreceği, Kur'ân'ın nassıyla sabittir.
1- Ebediyen yaşlanmayacak olan çocuklar. (Vâkıa Sûresi: 17.)
2- Allah için sevmek. (Feyzü'l-Kadîr, 2:28, hadîs no: 1241.)
3- Karşılıklı tahtlarda kardeş kardeş otururlar. (Hicr Sûresi: 47.)
Altıncı İşaret: Enbiyâ ve evliyâya Kur'ân'ın tarif ettiği tarzda muhabbetin neticesi: O enbiyâ ve evliyânın şefaatlerinden berzahta, haşirde istifade etmekle beraber, gayet ulvî ve onlara lâyık makam ve füyüzâttan o muhabbet vâsıtasıyla istifâza etmektir. Evet, sırrınca, âdi bir adam, en yüksek bir makama, muhabbet ettiği âlî-makam bir zâtın tebâiyetiyle girebilir.
Yedinci İşaret: Güzel şeylere ve bahara meşrû muhabbetin, yani, "Ne kadar güzel yapılmış" nazarı ile o âsârın arkasındaki ef'âlin güzelliğini ve intizamını ve intizam-ı ef'âl arkasındaki güzel esmânın cilvelerini ve o güzel esmânın arkasında sıfatın tecelliyâtını ve hâkezâ, sevmekliğin neticesi ise, dâr-ı bekâda o güzel gördüğün masnuâttan bin defa daha güzel bir tarzda, esmânın cilvesini ve esmâ içindeki cemâl ve sıfatını Cennette görmektir. Hattâ İmâm-ı Rabbânî Radıyallâhü Anh demiş ki: "Letâif-i Cennet, cilve-i esmânın temessülâtıdır." Teemmel!
Sekizinci İşaret: Dünyada, dünyanın âhiret mezraası ve esmâ-i İlâhiye aynası olan iki güzel yüzüne karşı mütefekkirâne muhabbetin uhrevî neticesi, dünya kadar, fakat fânî dünya gibi fânî değil, bâkî bir Cennet verilecektir. Hem, dünyada yalnız zayıf gölgeleri gösterilen esmâ, o Cennetin aynalarında en şâşaalı bir sûrette gösterilecektir.
Hem, dünyayı mezraâ-i âhiret yüzünde sevmenin neticesi, dünyayı fidanlık, yani, ancak fidanları bir derece yetiştiren küçük bir mezraası hükmünde olacak öyle bir Cenneti verecek ki, dünyada havâs ve hissiyât-ı insaniye, küçük fidanlar olduğu halde, Cennette en mükemmel bir sûrette inkişaf ve dünyada tohumcuklar hükmünde olan istidadları, enva-ı lezâiz ve kemâlât ile sünbüllenecek sûrette ona verileceği, rahmetin ve hikmetin muktezâsı olduğu gibi, hadîsin nusûsuyla ve Kur'ân'ın işârâtıyla sabittir.
Hem, mâdem dünyanın, her hatânın başı olan mezmum muhabbeti değil, belki esmâya ve âhirete bakan iki yüzünü, esmâ ve âhiret için sevmiş ve ibâdet fikriyle o yüzleri mâmur etmiş, güyâ bütün dünyasıyla ibâdet etmiş; elbette dünya kadar bir mükâfat alması, muktezâ-i rahmet ve hikmettir.
Hem, mâdem âhiretin muhabbetiyle onun mezraasını sevmiş ve Cenâb-ı Hakkın muhabbetiyle âyine-i esmâsını sevmiş; elbette dünya gibi bir mahbub ister. O da dünya kadar bir Cennettir.
Suâl: O kadar büyük ve hâlî bir Cennet neye yarar?
Elcevap: Nasıl ki, eğer mümkün olsaydı, hayal süratiylele zeminin aktârını ve yıldızların ekserîsini gezsen, "Bütün âlem benimdir" diyebilirsin. Melâike ve insan ve hayvanların iştirakleri, senin o hükmünü bozmaz. Öyle de, o Cennet dahi dolu olsa, "O Cennet benimdir" diyebilirsin. Hadîste, "Bâzı ehl-i Cennete verilen beş yüz senelik bir Cennet" sırrı, Yirmi Sekizinci Sözde ve İhlâs Lem'asında beyân edilmiştir.
Kişi sevdiği ile beraberdir. (Buhârî, Edeb: 96; Müslim, Birr: 165; Tirmizî, Zühd: 50.)
Tenbih
Şu Sözün âhirinde uzun tafsilâtı uzun görme. Ehemmiyetine nisbeten kısadır; daha uzun ister.
Bütün Sözlerde konuşan ben değilim. Belki, işârât-ı Kur'âniye nâmına hakikattir. Hakikat ise hak söyler, doğru konuşur. Eğer yanlış bir şey gördünüz; muhakkak biliniz ki, haberim olmadan fikrim karışmış, karıştırmış, yanlış etmiş.
Haşiye: Hadîsin nassıyla, "O şuhud, bütün lezâiz-i Cennetin o derece fevkındedir ki, onları unutturur ve şuhuddan sonra, ehl-i şuhudun hüsn-ü cemâli o derece fazlalaşır ki, döndükleri vakit, saraylarındaki âileleri çok dikkat ile, zor ile onları tanıyabilirler"[ el-Münzirî, et-Terğib ve't-Terhîb, 4:556.] hadîste vârid olmuştur.
1- Allah'ım! Bizi, dünyada Senin sevgin ve bizi Sana ve Senin emrettiğin gibi istikâmetli olmaya yaklaştıracak şeylerin sevgisiyle, âhirette ise rahmetin ve cemâlini bize göstermeğe rızıklandır.
2- Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara Sûresi: 32.)
3- Allah'ım, âlemlere rahmet olarak gönderdiğin Resûlüne, onun bütün âl ve Ashâbına salât ve selâm eyle. âmin.
Yâ Rab! Nasıl büyük bir sarayın kapısını çalan bir adam, açılmadığı vakit, o sarayın kapısını, diğer makbul bir zâtın sarayca me'nûs sadâsıyla çalar- tâ ona açılsın; öyle de, bîçare ben dahi Senin dergâh-ı rahmetini, mahbub abdin olan Üveysü'l-Karânî'nin nidâsıyla ve münâcâtıyla şöyle çalıyorum. O dergâhını ona açtığın gibi, rahmetinle bana da aç. Ekûlü kemâ kâle:
-2-
1- Allah'ım! Sen benim Rabbimsin, ben ise Senin bir kulunum. � Sen herşeyi yaratan Hâlık'sın, ben ise Senin bir mahlûkunum.
Sen rızık veren Rezzâk'sın, ben ise Senin rızkınla beslenen bir merzûkunum. � Sen mülk sahibi Mâlik'sin, ben ise Senin kölen olan memlüküm.
Sen gerçek izzet sahibi olan Azîz'sin, ben ise âciz ve zelilim. � Sen hazîneleri bitmeyen zenginlik sahibi Ganî'sin, ben ise Senin ihsanına muhtaç fakr-ı mutlak içinde bir fakirim.
Sen gerçek hayat sahibi Hayy'sın; ben ise, Senin hayat verişin olmasa, bir ölüyüm. � Sen varlığı ebedî olan Bâkî'sin, ben ise gelip geçici bir fânîyim.
Sen sonsuz izzet ve şeref sahibi Kerîm'sin, ben ise zillet ve kötülükler içinde bocalayan bir leîmim. � Sen sonsuz ihsan sahibi Muhsin'sin, ben ise günah ve kötülük işleyen bir âsiyim.
Sen günahları bol bol bağışlayan Gafûr'sun, ben ise bir günahkârım. � Sen sonsuz azamet ve büyüklük sahibi Azîm'sin, ben ise küçük ve değersiz bir hakîrim.
Sen gerçek kudret ve kuvvet sahibi Kavî'sin, ben ise sınırsız acz içinde bir zaifim. � Sen bağış ve ihsanı veren Mu'tîsin, ben ise lûtuf ve ikramına muhtaç bir dilenciyim.
Sen her türlü zarar ve korkudan uzak Emîn'sin, ben ise maddî ve mânevî korkular içinde biriyim. � Sen cömertlik sahibi Cevâd'sın, ben ise Senin cömertliğine muhtaç bir miskinim.
Sen kullarının duâlarına cevap veren Mucîb'sin, ben ise ise Sana yalvaran duâcıyım. � Sen şifâ veren Şâfî'sin, ben ise türlü türlü dertlere mübtelâ bir hastayım.
Öyleyse ise Sen benim günahlarımı affet, hatâlarımı bağışla, hastalıklarıma şifâ ver, ey bütün kemâl sıfatlarla muttasıf olan Allah, ey her şeye bedel, her şeye yeten Kâfi, ey mahlûkatını besleyip büyüten ve mânilerini def' eden Rab, ey va'dini mutlaka yerine getiren Vâfi, ey kullarına pek şefkatli olan Rahîm, ey maddî ve mânevî hastalıklara şifa veren Şâfî, ey ikram ve ihsânı bol olan Kerîm, ey belâ ve musîbetleri def' edip âfiyet veren Muâfi! Benim bütün günahlarımı bağışla, her türlü hastalığa karşı bana âfiyet ver, beni ebediyen rızâna mazhar eyle. Bunu rahmetinle ihsân eyle ey Erhame'r-Râhimîn.
2- Onların duâları, "âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamd olsun" sözleriyle sona erer. (Yûnus Sûresi: 10.)