İşâret: Ehl-i zâhiri hayse beyse vartalarına atanlardan birisi, belki en birincisi: İmkânatı, vukuata karıştırmak ve iltibas etmektir. Meselâ diyorlar: “Böyle olsa, kudret-i İlâhîyede mümkündür. Hem ukûlümüzce azametine daha ziyâde delâlet eder. Öyle ise bu vaki’ olmak gerektir...”
Heyhat!.. Ey miskinler! Nerede aklınız kâinata mühendis olmaya liyakat göstermiştir? Bu cüz’î aklınız ile hüsnü küllîyi ihâta edemezsiniz. Evet bir zîra’ kadar bir burun altundan olsa, yalnız ona dikkat edilse, güzel gören bulunur.
Hem de onları hayrette bırakan tevehhümleridir ki: İmkân-ı zâtî, yakîn-i ilmîye münafîdir. O halde yakîniye olan ulûm-u âdiyede tereddüd ettiklerinden “lâedrî”lere yaklaşıyorlar. Hatta utanmıyorlar ki; mesleklerinde lâzım gelir; Van Denizi, Sübhan Dağı gibi bedihî şeylerde tereddüd edilsin. Zîra onların mesleğince mümkündür: Van Denizi düşab ve Sübhan Dağı da şeker ile örtülmüş bala inkılâb etsin. Veyahut o ikisi ba’zı arkadaşımız gibi küreviyetten razı olmayarak sefere gittiklerinden ayakları sürçerek umman-ı ademe gitmeleri muhtemeldir. Öyle ise, deniz ve Sübhan, eski halleriyle bâkî olduklarını tasdik etmemek gerektir.
Elâ! Ey mantıksız miskin! Neredesiniz? Bakınız. Mantıkta mukarrerdir, mahsusattaki vehmiyat bedihiyattandır. Eğer bu bedaheti inkâr ederseniz, size nasîhate bedel ta’ziye edeceğim. Zîra ulûm-u âdiye sizce ölmüş ve safsata dahi hayat bulmuş derecesindedir.
Dördüncü bela ki, ehl-i zâhiri teşviş eder: İmkân-ı vehmîyi, imkân-ı aklî ile iltibas ettikleridir.
Halbuki imkân-ı vehmî, esassız olan ırk-ı taklidden tevellüd ile safsatayı tevlid ettiğinden, delilsiz olarak herbiri bedihiyatta bir “belki”, bir “ihtimal”, bir “şekk”e yol açar. Bu imkân-ı vehmî, galiben muhakemesizlikten, kalbin za’f-ı a’sabından ve aklın sinir hastalığından ve mevzu ve mahmulün adem-i tasavvurundan ileri gelir.
Halbuki imkân-ı aklî ise: Vâcib ve mümteni’ olmayan bir maddede, vücûd ve ademe bir delil-i kat’iyye destres olmayan bir emirde tereddüd etmektir. Eğer delilden neş’et etmiş ise makbûldür. Yoksa muteber değildir.
Bu imkân-ı vehmînin ahkâmındandır ki: Ba’zı vehhamlar diyor: Muhtemeldir, bürhanın gösterdiği gibi olmasın. Zîra akıl, her bir şeyi derkedemez. Aklımız da buna ihtimal verir.
Evet, yok belki ihtimal veren vehminizdir. Aklın şe’ni bürhan üzerine gitmektir. Evet akıl herbir şeyi tartamaz, fakat böyle maddiyatı ve en küçük hâdimi olan basarın kabzasından kurtulmayan bir emri tartar. Faraza tartmaz ise, biz de o mes’elede çocuk gibi mükellef değiliz.
Tenbih: Ben zâhirperest ve nazar-ı sathî sâhibi ta’biriyle yâd ettiğim ve tevbih ve ta’nif ile teşhir ettiğim muhatab-ı zihniyem; ağleb-i halde ehl-i tefrit olan ve cemâl-i İslâmı görmeyen ve nazar-ı sathiyle uzaktan İslâmiyete bakan hasm-ı dindir. Fakat ba’zan, ehl-i ifrat olan, iyilik bilerek fenâlık eden dinin cahil dostlarıdır.
Beşinci bela: Ehl-i tefrit ve ifrat olan biçârelerin ellerini tutarak zulümata atan birisi de; her mecazın her yerinde taharri-i hakîkat etmektir. Evet mecazda bir dane-i hakîkat bulunmak lâzımdır ki, mecaz ondan neşv ü nema bularak sünbüllensin. Veyahut hakîkat, ışık veren fitildir; mecaz ise, ziyasını tezyid eden şişesidir. Evet, muhabbet kalbde ve akıl dimağdadır. Elde ve ayakta aramak abestir...
Altıncı bela: Nazarı tams eden ve belâgatı setreden, zâhire olan kasr-ı nazardır. Demek ne kadar akılda hakîkat mümkün ise, mecaza tecavüz etmezler. Mecaza gidilse de meali tutulur. Bu sırra binâendir: Âyet ve hadîsin tefsir veya tercümesi, onlardaki hüsün ve belâgatı gösteremez. Güya onlarca karîne-i mecaz, aklen hakîkatın imtinaıdır. Halbuki karîne-i mânia, aklî olduğu gibi hissî ve âdi ve makamî.. daha başka çok şeyler ile de olabilir. Eğer istersen Cennetü’l-Firdevs gibi olan Delâilü’l-İ’caz’ın iki yüz yirmi birinci kapısından gir.
Göreceksin: O koca Abdülkahir gâyet hiddetli olarak böyle müteassifleri yanına çekmiş, tevbih ve tekdir ediyor.
Yedinci bela: Muarrefi münekker eden biri de: Hareke gibi bir arazı, zâtiye ve eyniyeye hasrettiklerinden, “gayr-ı men hüve leh” olan vasf-ı cârîyi inkâr etmek lâzım geldiğinden, şems-i hakîkat tarz-ı cereyanından çıkarılmıştır. Acaba böyleler Arabların üslûblarına hiç nazar etmemişlerdir ki: Nasıl diyorlar: Dağlar bize rast geldi. Sonra bizden ayrıldı. Başka bir dağ başını çıkardı. Sonra gitti, bizden müfarakat eyledi. Deniz dahi Güneşi yuttu.. ilh... “Miftah-ı Sekkakî”de beyân olunduğu gibi; pek çok yerlerde san’at-ı beyâniyeden olan kalb-i hayali, esrâr-ı beyâniye için isti’mal etmektedirler. Bu ise deveran sırrıyla mağlata-i vehmiye üzerine müesses bir letâfet-i beyâniyedir. Şimdi sermeşk olarak iki misâl-i mühimmeyi beyân edeceğim. Tâ ki o minval üzerine işleyesin. Şöyle:
Şu iki âyet gâyet şâyan-ı dikkattirler. Zîra zâhire cümud, belâgatın hakkını cühud demektir. Zîra birinci âyette olan istiare-i bedia, o derece hararetlidir ki; buz gibi olan cümudu eritir. Ve bulut gibi zâhir perdesini berk gibi yırtar. İkinci âyette belâgat o kadar müstakar ve muhkem ve parlaktır ki, seyri için Güneşi durdurur. Evvelki âyet, naziresidir. O da onun gibi bir istiare-i bediayı tazammun eylemiştir.
Şöyle ki:Cennet’in evanileri şişe olmadığı gibi gümüş dahi değildir. Belki şişenin gümüşe olan mübayeneti bir istiare-i bedianın karînesidir. Demek şişe şeffafiyetiyle, fidda dahi beyaz ve parlaklık hasebiyle, güya Cennet’in kadehlerini tasvir etmek için iki nümûnedirler ki Sâni-i Rahman bu âleme göndermiş. Tâ nefis ve mallarıyla Cennet’e müşteri olanların rağabatını tehyic ve iştihalarını açsın.
Aynen bunun gibi, bir istiare-i bedia ondan takattur ediyor.
O istiarenin zemîni ise, zemîn ve âsuman mabeyninde hükmü hayal ile tasavvur olunan müsabakat ve rekabetin tahayyülü üzerine müessestir. Mezraası şöyledir ki; zemîn kar ve bered ile tezemmül veya taammüm eden dağlarıyla ve rengârenk besatîniyle süslendiği gibi, güya ona rekabeten ve inaden âsuman dahi cibal ve besatîni andıran rengârenk ile teşekkül eden ve dağlara nazireler yapmak için parça parça dağılan bulutlarıyla sarılıp cilveger oluyor. O dağ gibi parça parça bulutlar; sefineler veyahut dağlar veyahut develer veyahut bostan ve derelerdir denilse, teşbihte hata edilmemiş olur. O cevvdeki seyyarelerin çobanı ra’ddır. Kamçı gibi, berkini başları üzerine silkeleyip dolaştırıyor. O müsahhar sabihalar ise, o bahr-i muhit-i havaîde seyr ü cereyan etmekle, mahşere tesâdüf etmiş dağları andırırlar. Güya semâ, su buharının zerratını ra’d ile silâh başına davet ettiği gibi.. “Rahat olun” emriyle herkes yerine gider, gizlenir.
Evet çok def’a bulut dağın libasını giydiği gibi, heykeli ile teşekkül etmekle beraber bered ve karın beyazıyla televvün ve rutubet ve bürudetiyle tekeyyüf eder. Öyle ise bulut ve dağ komşu, arkadaştırlar. Birbirine levazımatını âriye vermeye mecbûrdurlar. Bu uhuvvet ve mübadeleti Kur’ân’ın çok yerleri gösterir. Zîra ba’zan onu, onun libasında ve ötekini berikinin sûretinde bize gösterir. Hem de Tenzil’in pek çok menazilinde dağ ve bulut birbirinin elini tutup musafaha ettikleri vardır. Nasıl kitab-ı âlemin bir sahifesi olan zemînde muanaka ve musafahaları şâhiddir. Zîra umman-ı havada iskele hükmünde olan dağ tepesinde lenger endaz olduklarını görüyoruz...
İkinci âyet: Evet bir üslûba işâret ettiği gibi, dahi bir hakîkatı telvih eder. Demek caizdir ki, lafzıyla şöyle bir üslûba işâret olsun. Şöyle: Şems, demiri altundan yapılmış mühezzeb, müzehheb, zırhlı bir sefine gibi esîrden olan ve mevc-i mekfuf ta’bir olunan umman-ı semâda seyahat ve yüzüyor.
Eğer çendan müstekarrında lengerendazdır. Lâkin o bahr-i semâda o “zeheb-i zâib” cereyan ediyor. Fakat o cereyan arazî ve tebaî ve tefhim için müraat ve ihtiram olunan nazar-ı hissiyledir. Fakat hakîki iki cereyanı vardır. Olmaz ise de olur. Zîra maksad, beyân-ı intizamdır. Esalîb-i Arab’da olduğu gibi tebaî ise veya zâtî ise, nizamın nokta-i nazarında birdir.
Sâniyen: Şems müstekarrında, mihveri üzerinde müteharrik olduğundan o erimiş altun gibi eczaları dahi cereyan ediyor. Bu hareke-i hakîkiye evvelki hareke-i mecâzîyenin danesidir, belki zenbereğidir.
Sâlisen: Şemsin müstekarrı denilen taht-ı revanıyla ve seyyarat denilen asakir-i seyyaresiyle göçüp sahrayı âlemde seyr ü seferi, muktezayı hikmet görünüyor. Zîra kudret-i İlâhîye herşeyi hayy ve müteharrik kılmıştır ve sükûn-u mutlak ile hiçbir şeyi mahkûm etmemiştir. Mevtin biraderi ve ademin ammizadesi olan atalet-i mutlak ile, rahmeti bırakmamış ki kaydedilsin. Öyle ise Şems de hürdür. Kanun-u İlâhîye itaat etmek şartıyla serbesttir, gezebilir. Fakat başkasının hürriyetini bozmamak gerektir ve şarttır. Evet şems, emr-i İlâhîye temessül eden ve herbir hareketini meşiet-i İlâhîyeye tatbik eden bir çöl paşasıdır. Evet cereyan hakîki ve zâtî olduğu gibi arazî ve hissî de olabilir. Nasıl hakîkidir, öyle de mecazîdir. Bu mecazın menarı, i050 dir. Üslûbun ukde-i hayatiyesine telvih eden lafız, i052 dir.
Elhasıl: Maksad-ı İlâhîsi, nizam ve intizamı göstermektir. Nizam ise şems gibi parlıyor.
kâidesine binâen, nizamı intaç eden hareket-i şems veyahut deveran-ı arz, hangisi olursa olsun, asıl maksadı ihlâl etmediği için sebeb-i aslînin taharrisine mecbûr değiliz.
Meselâ: nin elifiyle hıffet hasıldır. Aslı ne olursa olsun, vav’a bedel kaf dahi olsa fark etmez. Yine elif, elif ve hafiftir.
İşâret: Bu tasviratla beraber hiss-i zâhire istinâden; zâhir, mutaassıbane bir cümud-u bâridi göstermek, nasılki belâgatın hararet ve letâfetine münafîdir. Öyle de: Delil-i Sâni’ olan nizam-ı âlemin esası olan hikmetullahın şâhidi olan istihsân-ı aklîye carih ve muhaliftir. Şöyle
Meselâ: Sübhan Dağı’na çok fersahla uzak bir mesafeden müteveccih olsan ve istesen ki: Sübhan senin cihat-ı erbaana mukâbil gelse veyahut her cihete mukâbil olarak görmüşsün, bu tebdil ve tebeddüle lâzım olan rahat bir sebebi olan kaç hareket-i vaz’iye ile birkaç adım atmak gibi en kısa yolu terk ve Sübhan Dağı gibi dehşetli bir cirm-i azîmi seni hayrette bırakacak bir dâire-i azîmeyi kat’etmesini tahayyül veya teklif etmek gibi bir gâyet uzun yolu ve israf ve abesiyete acib bir misâli, nizam-ı âleme esas tutmak, bence nizama cinâyet etmektir. Şimdi insafla nazar-ı hakîkatla bu taassub-u bârideye bak: Nasıl istikra-i tâmmın şehâdetiyle sâbit olan bir hakîkat-ı bahireye muaraza ediyor. O hakîkat ise budur:
Hilkatte israf ve abes yoktur. Ve hikmet-i ezeliye, kısa ve müstakîm yolu terketmez. Uzun ve müteassif yolu ihtiyar etmez. Öyle ise; acaba istikra-i tâmmın mecaza karîne olmasından ne mâni tasavvur olunur ve neden caiz olmasın?..
Tenbih: Eğer istersen Mukaddemata gir. Birinci Mukaddeme’yi suğra ve Üçüncü Mukaddeme’yi kübrâ yap. Sana netice verecektir ki: Ehl-i zâhirin zihinlerini teşviş eden, felsefe-i Yunaniyeye incizablarıdır. Hatta o felsefeye fehm-i âyette bir esas-ı müselleme nazarıyla bakıyorlar. Hatta oğlu ölmüş bir kocakarıyı güldürecek derecede bir misâl budur ki: Ba’zılar öyle bir zâtın kelâmındaki fülûs-u felsefeyi, cevher-i hakîkattan temyiz etmeyecek dereceden pek çok derecede âlî olan o zât-ı nekkad, Kürdçe demiş ki:
Halbuki: Bu söz ile hükemanın mezhebi olan ki: “Melâike-i Kiram maddeden mücerreddirler” red yolunda tasrih ediyor ki: “Melâike-i Kiram anâsırdan mahlûk ecsam-ı nurânîyedirler.” Onlar fehmetmişler ki: Anâsır dört oldukları, İslâmiyet’tendir. Acaba.. dörtlüğü ve unsuriyeti ve besateti, hükema ıstılahatından ve müzahref olan ulûm-u tabiiyenin esaslarındandır. Hiç usûlü İslâmiyeye taallukları yoktur, belki zâhir müşahedetle hükmolunan bir kaziyedir. Evet, dine teması olan her şey, dinden olması lâzım gelmiyor. Ve İslâmiyet’le imtizac eden her bir madde, İslâmiyet’in anâsırından olduğunu kabul etmek, unsur-u İslâmiyet’in hasiyetini bilmemek demektir. Zîra kitab ve sünnet ve icma’ ve kıyas olan anâsır-ı erbaa-i İslâmiye, böyle maddeleri terkib ve tevlid etmez.
Elhasıl: Unsuriyet ve besatet ve erbaiyet, felsefenin bataklığındandır; şerîatın maden-i safîsinden değildir. Fakat felsefenin yanlışı, seleflerimizin lîsanlarına girdiğinden, bir mahmil-i sahih bulmuştur. Zîra selef, “dörttür” dediklerinden murad, zâhiren dörttür. Veyahut hakîkaten ecsam-ı uzviyeyi teşkil eden müvellidülma ve müvellidülhumuza ve azot ve karbon.. yine dörttür.
Eğer hürfikirsen bu felsefenin şerrine bak: Nasıl ezhanı esaretle sefalete atmıştır. Âferin, hürriyetperver olan hikmet-i cedidenin himmetine ki, o müstebid hikmet-i Yunaniyeyi dört duvarıyla zîr ü zeber etmiştir. Demek muhakkak oldu ki: Âyâtın delâil-i i’cazının miftahı ve esrâr-ı belâgatın keşşafı, yalnız belâgat-ı Arabiyenin madenindendir. Yoksa felsefe-i Yunaniyenin destgâhından değildir.
Ey birader!Vakta ki keşf-i esrâr merakı bizi şu makama kadar getirdi. Biz de seni beraber çektik. Seni taciz ettik. Hem senin çok yorgunluğunu dahi biliriz. Şimdi Unsurul Belâgat ve i’cazın miftahı olan İkinci Makale’nin içerisine seni gezdirmek istiyorum.
Sakın o makalenin iğlak-ı üslûbu ve içinde cilveger olan mesâilin elbiselerinin perîşaniyeti, seni temâşâsından müteneffir etmesin. Zîra iğlak eden, ma’nasındaki dikkat ve kıymettir. Ve perîşan eden ve zînet-i zâhiriyeden müstağni eden, ma’nasındaki cemâl-i zâtiyesidir.
Evet, nazlanan ve istiğna gösteren nazeninlerin mehirleri dikkattir. Ve menzilleri dahi kalbin süveydasıdır. Bunlara giydirdiğim elbise, zamanın modasına muhaliftir. Zîra Kürd mektebi denilen yüksek dağlarda büyümüş olduğumdan alaturka terzîliğe alışamadım. Hem de şahsın üslûb-u beyânı, şahsın timsal-i şahsiyetidir. Ben ise gördüğünüz veya işittiğiniz gibi, halli müşkil bir muammayım...