Çocuklarınıza “kendine güvenmeyi” öğretmeyin
Dünkü pedagoji bilimi, terbiye açısından sağlıklı bir çocuğu tarif ederken, “kendi ayakları üzerinde durabilen ve hayatının geri kalan kısmını kimseye muhtaç olmadan yürütebilecek cesareti kendinde bulan çocuk, sağlıklı yetiştirilmiş çocuktur” diyordu. Çocuk terbiyesindeki bütün sistem bunun üzerine kuruluyordu... Kendi ayakları üzerinde durabilen çocuk yetiştirmek... Otonom (bağımsız) olabilmek... Kendine güven duyan çocuk yetiştirmek...
Bu yazımızda bu üç temel kavram üzerinde duracağız:
1- Kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan çocuk
2- Otonom (bağımsız) olma mücadelesi veren genç
3- Kendine güvenen çocuk
Kendi ayakları üzerinde durmaya çalışmak, insanı yorar
Üniversite ikinci sınıfta, “çocuk psikolojisi” dersine gelen Hollandalı bir profesörün sözleri hala kulaklarımda çınlıyor. Klinik psikiyatr olan hocamız şöyle söylemişti: “Çocuklarımıza kendi ayakları üzerinde, kimseye muhtaç olmadan yaşaması gerektiğini öğretirken, ne yazık ki biz, büyük bir hata yaptık. Hastalıklı ruha sahip insanlar yetiştirdik. Korku, panik ve güven duygusundan yoksun. Hayatı hep bir savaş gibi algılayan bir toplum haline geldik. Benim kliniğime gelen hastalarımın birçoğu, kendi ayakları üzerinde durma mücadelesi verirken, yorulup pes eden veya yıkılan kişilerden oluşuyor. Ben, sağlıklı insanı, ‘kendi ayakları üzerinde durabilen değil, başkaları ile yardımlaşarak ayakta durmaya çalışan insan’ olarak tarif ediyorum” demişti.
Bu sözler, emekliliğine az kalmış ve bütün ömrünü binlerce ruh hastasını gözlemleyerek geçirmiş, yaşlı bir psikiyatrın samimi tespitleri idi.
O halde, anne ve babalar, çocuklarını yetiştirirken, onların ileride taşıyamayacağı bir yükün altına girmelerini teşvik etmek, tek başına ayakta kalma mücadelesine yönlendirmek yerine, onları sosyal çevreyle yardımlaşarak hayatlarını sürdürmeye teşvik etmelidir.
Sırtına taşıyamayacağından fazla yük yüklenmiş, hayatı bir mücadele ve ayakta kalabilme savaşı olarak tanımış çocuklar korku, endişe ve şüphe içinde kalarak etraflarıyla iletişim kuruyorlar... Her an kendisinin bir darbe alacağını, her an aldatılacağını ve her an mahvolacağının endişesi ile çevrenlerine şüphe ile bakıyorlar... Bu gergin bekleyiş bir gün akıl zembereğinin boşalmasına kadar devam ediyor…
Kendi ayakları üzerinde durama mücadelesi veren çocuğun hali, bir gemide deniz yolculuğuna çıkmış şu yolcunun haline benziyor. Bir adam, uzun bir yola çıkmak üzere gemiye biner..Çıktığı bu yolculukta, kimseye ihtiyaç duymadan ve kendi ayakları üzerinde yolculuğunu sürdüreceğine inanır. Kimseye güven duymamaktadır ve sırtındaki yükü de bu yüzden yere koymamaktadır. Kendisinin bu garip tutumuna şahit olan diğer yolcular, “Kendine yazık ediyorsun, yolculuğumuz çok uzun, sırtındaki yükü indir ve dinlenmek üzere otur” dediklerinde, onun cevabı “Hayır, ben eşyamın kaybolmasını istemiyorum. Kendi ayaklarım üzerinde durabilecek ve kendimi idare edebilecek gücüm de var” diye cevap verse, bu ne kadar akıllıca bir cevap olmuş olur?
İnsan uzun deniz yolculuğuna çıkmış bir yolcu gibidir. Geminin kaptanına güvenmelidir. Sırtındaki yükü güven içinde yere indirmeli, aynı gemide yolculuk yapan diğer yolcularla tanışmalı ve dayanışmalıdır. Yoksa bu yolculuğun belli bir noktasında, taşımaya çalıştığı yükün ağır baskısı altında kalarak yere yığılabilir.
İşte yukarıda bahsettiğim psikiyatrın “Çocuklarımıza kendi ayakları üzerinde, kimseye muhtaç olmadan yaşaması gerektiğini öğretirken, ne yazık ki biz, büyük hata yaptık. Hastalıklı ruha sahip insanlar yetiştirdik. Korku, panik ve güven duygusundan yoksun insanlar oluşturduk” derken, sırtındaki yükü indirmeden, korku ve endişe ile hayat yolculuğuna devam eden yolcuların halini anlatıyordu.
Hollanda Merkezi İstatistik Dairesi’nin (CBS) yaptığı araştırmaya göre, 8 - 11 yaş arası çocukların % 7’si ağır psikolojik problemler yaşıyor. Yine aynı kurumun yaptığı araştırmaya göre, stres ile tanışma yaşı 8 yaşına inmiş. Halbuki daha ergenlik çağında bile olmayan bu çocuklar için hayat, rengarenk ve eğlence dolu bir lunapark gibi olması gerekirken, ne oldu da daha hayat yolculuğunun başladığı ilk yıllarda çocuklar ağır psikolojik problemler yaşıyor?
İnsan sosyal bir varlıktır. Kendi ayakları üzerinde durarak yaşamayı beceremez. En güçlü insanlar bile en basit ihtiyaçlarını tek başlarına karşılayamaz.
Düşünün lütfen... Bütün insanlar bir gün dünyayı terk etseler ve Mars’a gitseler... Dünyadaki her şeyi de size bıraksalar... Dünyadaki bütün arabalar park yerlerinde öylece bekliyor. Hepsi sizin... Bütün ülkelerin başbakanı da, kralı da, kraliçesi de sizsiniz... Dünyadaki bütün eurolar, dolarlar ve liralar da sizin... Evler, apartmanlar... Gözünüzün görebildiği her şey sizin olsa... Ama sizden başka bu dünyada bir kişi daha yoksa. Mutlu olur musunuz? İşte size tek başınıza ayakta durabilecek bütün güç, kuvvet ve servet... Bütün bu imkanlar sizde olsa, kendinize bir cumartesi gününü ayırıp çarşıda alışverişe gitme heyecanı duyar mısınız? Bir bayram heyecanla erkenden kalkıp bayram gününün mutluluğunu yaşayabilir misiniz? Yaşayamazsınız... Çünkü insan tek başına ayakta durmak üzere programlanarak yaratılmış bir canlı değildir... Aksine insan, her bir ihtiyacı için bir başkası ile dayanışma içerisinde olması gereken sosyal bir zirve noktasıdır...
Bütün bunları teker teker analiz ettiğimizde görüyoruz ki insanın tek başına ayakta durmaya çalışması onun ruhen yıpranmasından başka bir şey değildir... Sağlıklı terbiye almış çocuk, “sosyal çevresi ile birlikte uyum sağlayarak ayakta durmaya çalışan çocuktur.“ Hatta sosyal çevresi ile uyum sağlaması bile bizce yeterli değildir. Düşünün, sosyal hayatı çok iyi olan bir çocuk var, ama hayvanlara eziyet ediyor... Kedilerin kuyruklarından tutup yere vuruyor... Bu çocuk sağlıklı terbiye edilmiş midir? Değildir elbette... O halde, sağlıklı yetiştirilmiş çocuk, “hem sosyal çevre ile hem de hayvanlar ile uyum içerisinde olan çocuktur” dersek yeterli mi? Tabii ki değil... Mesela bir çocuk düşünün, sosyal çevresi ve hayvanlarla ilişkisi mükemmel... Ama önüne geçen ağacın yapraklarını yoluyor... Çiçekleri kopartıp, dalları kırıyor... Elindeki kimyasal ve zehirli maddeleri sağa sola savuruyor... Bu çocuk ruhen sağlıklıdır diyebilir miyiz? Tabii ki değil... O halde tanımımızı genişletirsek eğer, “sağlıklı terbiye almış çocuk, sosyal çevresi ile dayanışma içinde yaşayan ve kendi dışındaki canlı ve cansız varlıklar ile uyum içerisinde olmaya çalışan çocuktur” diyebiliriz belki... Ama bu tarif bile, belki sağlıklı bir terbiye metodunu en kapsamlı şekilde tarif etse de yine yeterli değildir... Çünkü insan ihtiyaçlarının içerisinde bir de sonsuzluk isteği vardır... Yok olmayı istemez... Bir insan, bir gün yok olacağına, her şeyin birden sona ereceğine inanıyorsa, o insan her ne kadar ruhen sağlıklı görünse de, beyninin bir köşesini kemiren “yok olma endişesinin” ağır baskısına yenik düşecektir... O halde sağlıklı terbiye nedir sorusuna, “sosyal çevresi ile dayanışma ve yardımlaşma içinde olan, kendi dışındaki canlı ve cansız varlıklara değer veren ve sonsuzluk istek ve heyecanını yok etmemiş çocuk, sağlıklı terbiye edilen çocuktur” diyebiliriz.
Yukarıdaki gemide yolculuk yapan yolcumuzu hatırladınız mı? Sırtındaki yükü indirmeden “tek başıma ayakta duracağım” stresi ile yoluna devam ediyordu. Bu stresli yolcuya, bir de “bu gemi bir süre sonra batacak ve hepimiz yok olacağız” deseniz... Onu ne hale getirirsiniz? Hayatın bu yorucu yükü, her şeyin boş olması, ve yolculuğun yorgunluğu bu insanı pes ettirmez mi? Bu yolcu sonunda, kendini sarhoşluğa ve her şeyi unutmaya vermez mi?
Otonom çocuk yetiştirmek başa beladır!
Anne babalar çocuklarını en iyi şekilde yetiştirmeye çalışırken, bir yandan onları kendi ayakları üzerinde durmaya teşvik ettikleri gibi, diğer yandan onları da otonom (bağımsız) olmaya yönlendirmektedir.
Uzun yıllar üniversitelerde ders vermiş bir psikolog, otonom çocuk yetiştirmeyi “başa bela” yetiştirmekle eş değer görüyordu. “Hayatı “ben” merkezci olarak algılayan çocukların ne zaman ne yapacağı ve kimin başına hangi belayı açacağı bilinmez” diyordu. Böylesi bir çocuk için hayatın anlamı, zevktir... Hayatın anlamı özgürlüktür... Hayatın anlamı “ben”dir... Geri kalanlar ise “sizin problemlerinizdir”... Ona göre, “problem çözmek ve başkalarının derdi ile dertlenmek ahmaklıktır.”
Belki çocukluklarda, bebeklik yıllarındaki o sempatik ve sevimli hal bu çirkin davranışın çirkinliğinin görünmesine engel olabilir. Ancak, çocuk yetişkin olmaya başladıkça ve ergenliğe doğru adımlar atıldıkça, otonom çocuklar, anne ve babaları için birer kabus halini alabilir.
Sözgelimi, trafikte arabalar her ne kadar birbirinden bağımsız hareket ediyor olsalar da her bir trafik kuralı her bir sürücüyü bir diğerine bağlı hale getirmektedir. Siz trafikteki bir araba sürücüsü olarak, ben bağımsızım ve kimseye uymak zorunda değilim diyerek, dönüşlerde sinyal vermeden dönebilir misiniz? Kırmızı ışıklarda durmadan yolunuza devam edebilir misiniz? Hız sınırı konulmuş yollarda “hiç umurumda bile değil” diyerek sürat yapabilir misiniz? Tabii ki yapamazsınız... Yaparsanız trafik canavarı olursunuz... O halde nasıl ki, trafikte bağımız olunamıyorsa, sosyal hayatta da bağımsızlık ve otonomi diye bir şeyden söz edilemez... Eğer bir çocuk bu düşünce ile yetiştirilmeye çalışılırsa, tıpkı trafik canavarının trafiği bir kabusa çevirdiği gibi, böylesi bir çocuk da sosyal hayatı bir kabus haline getirebilir. Bundan da en başta, anne ve babalar zarar görür.
O halde, anne babalar çocuk terbiyesinde hedef olarak otonomiyi ve bağımsızlığı değil, vicdan kültürünü ve bağlılığı seçmelidir.
Kendine güvenen çocuk yetiştirmeyin
Son olarak, kendine güvenmeyi öğrenmiş çocukları ele almak istiyoruz... Güçlünün her zaman kazanacağı düşüncesi ile hayata alıştırılan çocuklar, genellikle kendilerinden güçlü kişilerin gücü altında ezilmeye de mahkum olmaktadır. Her şeyi kendi gücü ve başarısı ile elde ettiğini düşünen çocuklar, bunun böyle olmadığını ve olamayacağını anladığı an, büyük bir ruhi çöküntü ile karşılaşmaktadır.
İşte size bir örnek... Düşünün lütfen... Bir bebek, altını ıslatıyor ve ıslaklığın verdiği rahatsızlık ile gecenin bir yarısında feryat figan ağlıyor... Gece uykusundan uyanan anne, çocuğunun altını temizliyor ve onu şefkat ile sararak tekrar yatağına yatırıyor... Şimdi soruyorum size... Bu bebeğin dili olmuş olsa da, “Bakın ben, gecenin yarısında, kendi gücümle annemi kaldırdım ve altımı ona temizlettim” dese ne kadar haince ve komikçe bir şey söylemiş olur değil mi? Çünkü o anneyi uykusunun en tatlı yerinde kaldırabilen şey, çocuğunun gücü değil, o annenin yavrusuna duyduğu şefkat hissidir. Eğer bu annede şefkat duygusu olmasa, o çocuk kendine ne kadar güvenirse güvensin annesini gece yanına çağıramaz... Altını temizletemez...
Bir başka örnek... Sokak ortasında dayak yiyen bir çocuğun feryatlarına yardım için koşanlar, o çocuğa yardım edip zavallı bir adamın elinden kurtarsalar da, daha sonra kurtardıkları çocuk, “Ben kendimi kendim kurtardım... Yardım diye bağırdım ve kurtuldum“ dese, kendisine yardım edenlere karşı ne kadar da çirkin bir tavır sergilemiş olur...
Hayat zordur... İnsan ise zayıf... Bu zayıf insanın ihtiyaçları sınırsız... Sınırsız ihtiyaç sahibi insanın imkanları ise sınırlıdır...
Bütün bu zafiyet içerisindeki insanın, kendi sınırlı güç ve kuvvetine güvenerek değil, Allah’a güvenerek yaşaması onu ruhen daha da mutlu edecektir... “Aslan oğlum sen yapabilirsin... Aferin kızım, sen edebilirsin” diye bütün yükü çocukların üzerine yüklemek ve onları ezmek yerine, “bu iş Allah dilerse olur, o istemezse eğer, sen ne kadar çalışırsan çalış, kendini ne kadar harap edersen et, yine de olmaz” demek daha uygun olacaktır...
O halde, anne ve babalar, kendine güvenen değil, Allah’a güvenen çocuklar yetiştirmelidir... Bütün prensip ve terbiye yöntemlerini bu doğrultuda kullanmalıdırlar... |