Din, somut kavramlardan çok soyut kavramlarla açıklanabilen bir inanç sistemidir. Soyut kavramlar akıldan çok duygularla kavranır. Öğrenme psikolojisi üzerinde yapılan son çalışmalar, öğrenmenin sadece akademik zeka (IQ) ile gerçekleşmediğini, duygusal ve ruhsal zekanın da (EQ) öğrenmede büyük payı olduğunu ortaya koymuştur. Sevgi, saygı, şefkat, acıma, yardımlaşma, iş bölümü, kurallara uyma, sorumluluklarını yerine getirme, Allah’a iman, dua, ibadet gibi sosyal davranışlar ve alışkanlıklar akademik zekadan çok duygusal zeka ile kavranmakta, bu değerlerin geçerli olduğu mutlu bir aile ortamında yaşayarak kazanılmaktadır.
Son yıllarda embriyoloji alanında önemli gelişmeler kaydedilmiştir. Bilgisayar destekli gelişmiş elektronik araçlarla ana rahmindeki fetus (cenin) üzerinde yapılan araştırmalar ana rahmindeki bebeğin annenin moral ve ruhsal durumunu algıladığını ve bundan etkilendiğini ortaya koymuştur. Bu araştırmalara dayanarak duygusal zekanın daha ana rahminde iken gelişmeye başladığını söyleyebiliriz.
Yeni evlenmiş, birbirini seven, sağlıklı ve mutlu bir çift düşünelim. Genç anne adayı hamile olduğunu öğrendiği gün bunu mutluluk ve sevinçle karşılayacak, doğacak bebeği için güzel hayaller kuracak, bundan ruhsal bir haz alacaktır. Annenin sevinci ve ruhsal hazzı cenin tarafından hissedilecek; bu da duygusal gelişimini olumlu yönde etkileyecektir.
Daha ana rahminde iken annenin moral ve ruhsal durumundan etkilenen bir bebeğin doğduktan sonra etkilenmemesi düşünülemez. Annenin ve babanın bebeği kucağına alması, sevmesi, hayır duada bulunması, ilim sahibi biri tarafından kulağına ezan okunması, isim verilmesi, kurban kesilmesi, sadaka dağıtılması, evde bir sevinç atmosferi oluşması bebek tarafından mutlaka algılanacaktır.
Güven Duygusunun Önemi
Ana rahmini terk eden yeni doğmuş bir bebek “anneden ayrılma anksiyetesi” dediğimiz yeni hayata adapte olamama sıkıntısı yaşar. Ana rahmindeki o mutlu ve lüks hayat bitmiş; yeni ve alışık olmadığı bir hayata adım atmıştır. İçinde yüzdüğü ve darbelerden korunduğu o ılık sıvının yerini şimdi kuru bezler almıştır. Acıkmakta, altı kirlenmekte, sesten, ışıktan, soğuktan ve sıcaktan rahatsız olmaktadır. Ağlamaktan başka elinden bir şey gelmez.
Ancak ne zaman ağlasa ve korku ile titrese kendisini saran şefkatli kollar, yanağına öpücük konduran sevgi dolu dudaklar olduğunu hissetmeye başlar. Acıktığında süt veren memeler, altı kirlendiğinde temizleyen eller vardır. Bu yabancı dünyada yalnız ve sahipsiz değildir. Onu koruyan, ihtiyaçlarını yerine getiren, seven, değer veren biri vardır. Bunu hissettikçe korkunun yerini güven duygusu almaya başlar. Annesinin şefkatli kollarında kendisini güvende hisseder; gülücükler dağıtarak ve kuş diliyle cıvıldayarak mutluluğunu dile getirir.
Araştırmalar, doğumdan sonra çeşitli sebeplerle anneden ayrı kalan çocuklarda güven duygusunun gelişmediğini; annenin yerini alacak bir kadın bulunamadığı zaman çocukta ruhsal çöküntü başladığını göstermektedir. Çocuk esirgeme kurumunda çok iyi bakılıp beslense dahi duygusal ve sosyal gelişimi yaşıtlarına göre geri kalmaktadır. Bu sebeple ilk üç yıl anne-çocuk beraberliği çok önemlidir. İlk üç yılını anne sevgisinden ve şefkatinden yoksun geçiren bir çocukta güven duygusu gelişmediğinden kendisine gösterilen sevgiye karşılık veremez. Duygusal yönden geri kalmış bir çocuğa, “Allah çocukları çok sever,” demeniz bir anlam ifade etmez.
Güven duygusunun gelişmesinde babanın rolü de çok önemlidir. Güçlü biri tarafından korunduğunu bilmesi çocuğun korkularını azaltır. “Benim babam senin babanı döver.” diyen çocuk, bir bakıma, “Beni her türlü tehlikeye karşı koruyan güçlü bir babam var.” demektedir. Her çocukta babanın gücünü abartma eğilimi vardır. Bu güce sığınarak kendini güvende hisseder. Baba şefkatinden ve korumasından mahrum büyümüş bir çocuğa, “Allah çocukları her türlü tehlikelerden korur.” demeniz fazla bir anlam taşımaz.
Tabiatla Barışık Olmanın Önemi
İnancımıza göre topraktan geldiğimiz için topraktan ne kadar uzaklaşırsak kendimize o kadar yabancılaşırız. Büyük şehirlerde, çok katlı apartmanlarda, dört duvar arasında sıkışıp kalmış, ayağı toprağa basmayan, bahçelerde ve kırlarda yalınayak koşturmayan, sokakta arkadaşlarıyla oynamayan çocuklar duygusal ve sosyal yönden gelişemez; soluk benizli, sinirli ve geçimsiz olurlar.
Toprak ve su, hayat demektir. Bu yüzden çocuklar, toprakla ve suyla oynamayı çok sever. Bazı anneler üst-başları kirlenecek endişesi ile çocukların toprakla oynamalarına izin vermezler. Kimi anneler de çocukların sokağa çıkmasına izin verirken üst-başlarını kirletmemelerini, çamurlu sulara basmamalarını sıkı sıkıya tembih ederler. Yağmur yağarken bazı annelerin balkondan veya pencereden çocuklarına, “Çabuk eve gir, ıslanacaksın!” diye bağırdıklarını duyarız. Yağmurla ıslanan toprağın kokusunu acaba kaç çocuk hissetmiş ve içine çekmiştir? Yağmurdan sonra toprağın yüzüne çıkan solucanları izlemek çocukları çok heyecanlandırır.
Araştırmalar çocuklara hayvan korkusunun (zoophobia) özellikle anneler tarafından aşılandığını göstermektedir. Çocuk sokakta gördüğü minik bir kedi veya köpek yavrusuna yaklaşıp okşamak istediğinde anne çığlığı koparır: “Dokunma o pis hayvana!” Annenin acı sesini duyan çocuk korku ile irkilir. Anne: “Sakın dokunma, seni ısırır, mikrop kapar, hasta olursun. Allah korusun, ya bir de kuduzsa...” diyerek olayı iyice dramatize eder, çocuğun korkusunu pekiştirir. Kuduzun öldürücü bir hastalık olduğunu anlatmayı da ihmal etmez. Zavallı çocuk korkudan titremeye başlar. Gece rüyasında kendisine saldırıp ısıran kedi ve köpek yavruları görür.
Çocuklar piknikte veya kır gezmesinde rengarenk açan yaban çiçeklerine, çimenlerin üzerinde yürüyen böceklere, tırtıllara, uçan kelebeklere ve kuşlara büyük ilgi duyarlar. Ancak kuşkucu anneler böceklerin ve çiçeklerin zehirli olabileceği endişesiyle çocukları korkutarak bu ilgiden de mahrum bırakırlar.
Sudan, topraktan, çiçekten, böcekten, evcil hayvanlardan, kısacası tabiattan uzak büyüyen çocuklarda duygusal zeka gelişmez. Bu çocuklara tabiatın güzelliğini, Allah’ın bir sanatı olduğunu anlatmanız çok zordur.
Masal Çağındaki Çocuklar Her Şeye İnanır
Çocuk gelişiminde 3-5 yaşları hayal dünyasının en zengin olduğu dönemdir. Hayal ettiği her şeyin gerçekleşeceğine inanır. Buna “masal çağı” diyoruz. Masallarda anlatılan abartılı ve gerçek dışı olayların gerçekleştiğine inanır. Çocuk için “imkansız” diye bir şey yoktur. Akla gelebilecek her şey mümkündür. “Dün gece, sen uyurken, gökten bir yıldız indi ve seni öpüp gitti.” deseniz hemen inanır; bunun mümkün olamayacağını düşünmez. Bu yüzden anlattığımız masallarda korku öğesi taşıyan “cadı, dev, hortlak, canavar” gibi karakterlerin bulunmamasına özen göstermeli, çocuğun kendisini iyi hissedeceği, kahramanıyla özdeşleşeceği; iyiliğin, dürüstlüğün, mertliğin, duanın, meleklerin, Allah’a imanın telkin edildiği masalları tercih etmeliyiz.
Çocuklar 5 yaşından önce canlı-cansız ayırımı yapamazlar. Onlara göre her şey canlıdır. Bu yüzden Allah’ı büyük ve güçlü bir insana benzetmekten kurtulamazlar.
Çocuk: Anne, Allah’ın yemeğini kim yapar?
Anne: Allah yemek yemez, O’nun yemeğe ihtiyacı yoktur.
Çocuk: Ama sen bana yemek yemeden güçlü olamazsın demiştin. Hayret, yemek yemeden Allah nasıl bu kadar güçlü olabiliyor?
Çocuk 7 yaşından sonra okula başlayınca babasının her şeye gücü yetmediğini, her şeyi bilemeyeceğini anladığı zaman Allah’ın insanlardan farklı olduğunu kavramaya başlar.
Okul öncesi çocuk için “taklit” güçlü bir öğrenme mekanizmasıdır. Büyükleri taklit ederek yetenek ve el becerilerini geliştirir. Sizi namaz kılarken görünce, ne olduğunu bilmeden sizi taklit eder. Sizinle birlikte; sahura kalkmak, dua etmek, camiye gitmek çocukların çok hoşuna gider. Yemekten önce verdiği nimetler için Allah’a sesli olarak şükretmek, yine namazdan sonra sesli olarak eşimiz, aile büyüklerimiz ve çocuklarımız için hayır duada bulunmak yavrularımız üzerinde Allah’a iman konusunda çok olumlu tesirler bırakacaktır.
Bazı büyüklerin, özellikle yaşlı kimselerin, namazın sıhhatini bozdukları gerekçesiyle namaza durmadan önce çocukları odadan dışarı çıkardıklarını, önlerinden geçtikleri veya gürültü yaptıkları için onlara kızdıklarını görüyoruz. Yine camide gülüştükleri veya konuştukları için çocuklara kızan, kimi zaman camiden kovan yaşlılar biliyoruz. Bu tür davranışlar sünnete uymadığı gibi, çocukları namazdan, camiden ve namaz kılan yaşlılardan soğutmaktan başka bir işe yaramaz.
Çocuğa Önce Cenneti Olan Allah’ı Anlatmalıyız
Bir gün bir çay sohbetinde komşumuz olan ev sahibi bey 3-4 yaşlarındaki oğlu ile övünmeye başladı: “Bütün namaz surelerini bilir, tadili erkânla namaz kılar, hiç namazını bırakmaz.” Oğlunu çağırdı. İmanın şartlarını saydırdı, namaz surelerini okuttu ve sordu: “Söyle bakalım oğlum, Allah namaz kılmayanları ne yapar?” Çocuk, yüzünü buruşturarak, “Cehennemine atar!” dedi. “Eyvah!” dedim içimden “Hangi çocuk cehennemi olan Allah’ı sever? Korkuya dayalı Allah inancı çocuk ruh sağlığını bozar.” Ancak, yanlış anlaşılacağı endişesi ile, bunu toplulukta sesli olarak dile getiremedim. İki ay sonra adam bana geldi: “Ali bey, çocuğun huyu değişti, ne yapacağımı şaşırdım, yardımına ihtiyacım var.” dedi. Böyle bir sonucu zaten bekliyordum. “Hayırdır, çocuğun huyu neden değişti, anlat bakalım..” dedim. Anlatmaya başladı: “Ah, sorma komşum, çocuğuma nazar değdi. Namazı bıraktı. ‘Allah’ı da seni de sevmiyorum!’ diyor. Geceleri bağırarak uyanıyor. Hocaya götürdüm, ‘cin tasallutu var’ dedi. Muska yazdı, okunmuş su verdi, ama bir faydası olmadı.”
Komşuma cehennem korkusunun çocuğun ruh sağlığını bozduğunu, çocukları cehenneme atan bir Allah olmadığını, buluğa erinceye kadar çocuğa günah yazılmadığını anlatmam çok zor oldu. Çocuğu terapiye aldık. Uzun süren terapilerden sonra çocuğun korkuları azaldı.
Bir hadisinde Peygamberimiz buyuruyor: “Üç kişiden kalem kaldırılmıştır. Uyanıncaya kadar uyuyandan, iyileşinceye kadar deliden ve buluğa erinceye kadar çocuktan.” Bu hadise göre çocuklara önce cenneti olan Allah’ı anlatmalıyız. Çocuk gelişimine ve ruh sağlığına uygun olan da budur.
Çocuklarda Ölüm Korkusu “Cennet” İnancıyla Hafifler
“Ölüm korkusu” çocuk korkularının içinde ruh sağlığını etkileyen en ciddi korkudur. Bu korkunun en etkili terapisi cennet inancıdır.
Eğitimci-Yazar Cezmi Tahir Berktin, “Okul Öncesi Eğitim” isimli kitabında kendi başından geçen bir olayı anlatıyor: “Dört yaşındaki kızım, açlık grevine başlamış gibi, birden bire yemek yememeye başladı. Bizimle sofraya oturmuyor, ağzına bir lokma koymuyordu. Bütün çabalarımıza rağmen sebebini öğrenemedik. Gece olmuş, yatma saati gelmişti. Kucağıma alıp yatağına götürdüm. Başını okşayarak, “Seni seviyorum, yemek yemeyişin beni üzüyor.” dedim. Ağlayarak boynuma sarıldı: “Babacığım, ne olur sen de yeme!” dedi. Neden yememi istemediğini sordum. Çocuk diliyle sebebini anlatmaya başlayınca konu açıklığa kavuştu. Eşim, farkında olmadan, bir eğitim hatası yapmış. Her anne gibi, bizim hanım da çocuğun beslenmesini aşırı önemsediği için kızım soruyor:
- Anne, neden yemek yiyoruz?
- Büyümek için.
- Büyüyünce ne olacak?
- Yaşlanacağız.
- Yaşlanınca ne olacak.
- Her yaşlı gibi bir gün biz de öleceğiz.
Kızım, o küçük mantığı ile, ölümden kurtulmanın çaresini yemek yememekte buluyor. ‘Yemek yemesem büyümem, büyümezsem yaşlanmam, yaşlanmazsam ölmem.’ gibi basit bir mantık geliştiriyor.”
Cezmi Tahir Hoca’nın da tesbit ettiği gibi, biz ne kadar saklasak da çocuk er veya geç ölüm gerçeği ile yüzleşecektir. Çok sevdiği büyük annesi, büyük babası veya arkadaşı öldüğünde bize sormayacak mı: “Büyükannem (veya arkadaşım) nereye gitti?” Vereceğimiz cevapta ahiret (cennet) inancı yoksa, ayrılık acısıyla dolu o yufka yüreğini hangi teselli ile doldurabiliriz?
Okul öncesi çocuklarda ölüm korkusu çok baskındır. Öncelikle anne-babasının, daha sonra kendisinin öleceğinden korkar. Ölüm korkusunun en etkili ilacı cennet inancıdır.
|