BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ, Rumî 1293 (M. 1873) tarihinde Bitlis Vilayeti'ne bağlı Hizan Kazası'nın İsparit Nahiyesi'nin Nurs Köyü'nde doğmuştur. Babasının adı Mirza, anasının adı Nuriye'dir. Dokuz yaşına kadar peder ve validesinin yanında kaldı. O esnada bir halet-i ruhiye, tahsilde bulunan büyük biraderi Molla Abdullah'ın, ilimden ne derece feyizyab olduğunu tedkike sevketti. Molla Abdullah'ın gittikçe tekâmül ederek köydeki okumamış arkadaşlarından okumakla tezahür eden meziyetini düşünüp hayran kaldı. Bunun üzerine ciddî bir şevk ile tahsili gözüne aldı ve bu niyetle nahiyeleri İsparit Ocağı dâhilinde bulunan Tağ Köyü'nde Molla Mehmed Emin Efendi'nin medresesine gitti. Fakat fazla duramadı. Halet-i fitriyeleri îcabı, daima izzetini (Haşiye) koruması ve hattâ âmirane söylenen küçük bir söze dahi tahammül edememesi; medreseden ayrılmasına sebeb oldu. Tekrar Nurs'a döndü. Nurs'ta ayrıca bir medrese olmadığından dersini büyük biraderinin haftada bir defa sılaya geldiği günlere hasrederdi. Bir müddet sonra Pirmis karyesine, sonra Hizan Şeyhi'nin yaylasına gitti. Burada da tahakküme tahammülsüzlüğü, dört talebe ile geçinmemesine sebeb oldu. Bu
(Haşiye): Molla Said'de küçük yaşta görülen bu izzet, nefse muhabbetten gelmiyordu. Kader-i İlahî, istikbalde i'lâ-yı Kelimetullah vazifesini inayetiyle vereceği bir abdine, o vazifeyi bihakkın îfası için lâzım olacak hasletlerden biri olan izzet-i ilmiyeyi vermişti. Molla Said, henüz o zaman bunun mahiyet ve hikmetini belki bilemiyordu; fakat zaman gösterdi ki, şimdi muhteşem bir ağaç mahiyetini alan Risale-i Nur'un muazzam ve geniş hizmetinin levazımatından olan izzet-i ilmiyeyi Cenab-ı Hak Molla Said'in ruhunda tâ o zaman küçük bir çekirdek olarak dercetmişti. dört talebe birleşip, kendisini daima taciz ettiklerinden bir gün Şeyh Seyyid Nur Muhammed Hazretlerinin huzuruna çıkıp, izhar-ı acz ile arkadaşlarını şikayet etmeyerek şöyle dedi:
-Şeyh efendi, bunlara söyleyiniz, benimle döğüştükleri vakit, dördü birden olmasınlar, ikişer ikişer gelsinler.
Seyyid Nur Muhammed, küçük Said'in bu mertliğinden hoşlanarak:
-Sen benim talebemsin, kimse sana ilişemez! buyurdu.
Bu hâdiseden sonra "Şeyh Talebesi" diye yâdedildi. Burada bir müddet kaldıktan sonra, biraderi Molla Abdullah ile beraber Nurşin köyüne geldiler. Yaz olması dolayısıyla, ahali ve talebelerle birlikte Şeyhan yaylasına gittiler. Orada biraderi Molla Abdullah ile bir gün döğüşmüş. Tagî Medresesi müderrisi Mehmed Emin Efendi, küçük Said'e:
-Ne için kardeşinin emrinden çıkıyorsun? diye işe karışmış.
Bulundukları medrese, meşhur şeyh Abdurrahman Hazretlerinin olması dolayısıyla, hocasına şu yolda cevab verir:
-Efendim, şu tekyede bulunmak hasebiyle, siz de benim gibi talebesiniz. Şu halde burada hocalık hakkınız yoktur! diyerek, gündüz vakti bile herkesin güçlükle geçebileceği cesîm bir ormandan geceleyin geçerek Nurşin'e gelir.
Şarkî Anadolu'da medrese teşkilatındaki hususiyetlerden birisi şudur ki: İcazet almış bir âlim, istediği köyde hasbetenlillah bir medrese açar; medrese talebelerinin ihtiyacı, iktidarı olursa medrese sahibi tarafından, iktidarı yoksa halk tarafından temin edilir. Hoca meccanen ders verir, talebelerin iaşe ve levazımatını da halk deruhde ederdi. Bunların içinde yalnız Molla Said, hiçbir suretle zekat almıyordu. Zekat ve başkasının eser-i minneti olan bir parayı kat'iyen kabul etmiyordu.(Haşiye-1)
(Haşiye-1): Zekat ve sadaka ve mukabilsiz hiç bir şey almadığının sebeb ve hikmeti, Risale-i Nur'dan İkinci Mektub ve sair risalelerde beyan edilmiştir. Evet Molla Said'in istikbalde Risale-i Nur'la göreceği hizmet-i imaniyeyi kemal-i ihlasla îfası ve bu hizmetin meydana gelebilmesi için "Uhrevî hizmetin mukabilinde hiç birşey taleb etmemek" olan kudsî düsturun icmalî bir fihristesi, daha küçük yaşında iken rahmet-i İlahiye tarafından ruhunda yerleştirilmişti.
Nurşin'de bir müddet kaldıktan sonra Hizan'a döndü. Sonra medrese hayatını terkederek pederinin yanına geldi ve bahara kadar evde kaldı. O sırada şöyle bir rü'ya görür:
Kıyamet kopmuş, kâinat yeniden dirilmiş. Molla Said, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ı nasıl ziyaret edebileceğini düşünür. Nihayet Sırat Köprüsü'nün başına gidip durmak hatırına gelir. "Herkes oradan geçer, ben de orada beklerim" der ve Sırat Köprüsünün başına gider. Bütün Peygamberan-ı İzam hazeratını birer birer ziyaret eder, Peygamber Efendimizi de ziyarete mazhar olunca uyanır.
Artık bu rü'yadan aldığı feyiz, tahsil-i ilim için (Haşiye) büyük bir şevk uyandırır. Pederinden izin alarak, tahsil yapmak üzere Arvas nahiyesine gider. Burada icra-yı tedris eden meşhur Molla Mehmed Emin Efendi kendisine ders vermeye tenezzül etmeyip talebelerinden birisine okutmasını tavsiye edince, izzetine ağır gelir. Bir gün bu meşhur müderris câmide ders okutmakta iken, Molla Said itiraz ederek:
(Haşiye): Tarihçe-i hayatında yazılmamış, o rü'yada mazhar olduğu bir hakikatı sonradan şöyle anladık ki: Molla Said, Hazret-i Peygamber'den ilim talebinde bulunmasına karşılık; Hazret-i Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, ümmetinden sual sormamak şartıyla ilm-i Kur'anın talim edileceğini tebşir etmişler. Aynen bu hakikat hayatında tezahür etmiş. Daha sabavetinde iken bir allâme-i asır olarak tanınmış ve kat'iyen kimseye sual sormamış, fakat sorulan bütün suallere mutlaka cevab vermiştir.
-Efendim, öyle değil!
Hitabında bulunur. Okutmasına tenezzül etmediğini hatırlatır. Orada bir müddet kaldıktan sonra, Mîr Hasan Veli Medresesi'ne gitti. Aşağı derecede okuyan talebelere ehemmiyet verilmemek bu medresenin âdeti olduğunu anlayınca, sıra ile okunması îcabeden yedi ders kitabını terkederek, sekizinci kitabdan okuduğunu söyledi.
Birkaç gün sonra Vastan kasabasına gitti ise de, orada tebdil-i hava için ancak bir ay kadar kaldı, bilâhare Molla Mehmed isminde bir zâtın refakatinde Erzurum Vilayetine tâbi' Bayezid'e hareket etti. Hakikî tahsiline işte bu tarihte başlar. Bu zamana kadar hep "Sarf" ve "Nahiv" mebadileriyle meşgul olmuştu ve "İzhar"a kadar okumuştu. Bayezid'de Şeyh Mehmed Celalî Hazretlerinin nezdinde yaptığı bu hakikî ve ciddî tahsili, üç ay kadar devam etmiştir. Fakat pek garibdir. Zira Şarkî Anadolu usûl-ü tedrisiyle, "Molla Câmî"den nihayete kadar ikmal-i nüsah etti. Buna da her kitabdan bir veya iki ders, nihayet on ders tederrüs etmekle muvaffak oldu ve mütebâkisini terkeyledi. Hocası Şeyh Mehmed Celalî Hazretleri ne için böyle yaptığını sual edince Molla Said cevaben:
-Bu kadar kitabı okuyup anlamaya muktedir değilim. Ancak bu kitablar bir mücevherat kutusudur, anahtarı sizdedir. Yalnız sizden şu kutuların içinde ne bulunduğunu göstermenizin istirhamındayım. Yani bu kitabların neden bahsettiklerini anlayayım da, bilâhare tab'ıma muvafık olanlara çalışırım, demiştir.
Maksadı ise, esasen kendisinde fıtraten mevcud bulunan icad ve teceddüd fikrini medrese usûllerinde göstermek ve bir teceddüd vücuda getirmek (Haşiye) ve bir sürü haşiye ve şerhlerle vakit zayi' etmemekti. Bu suretle alelusûl yirmi sene tahsili lâzım gelen ulûm ve fünunun zübde ve hülâsasını üç ayda tahsil ve ikmal etmiştir.
(Haşiye): Yirmiüç senede te'lifi tamamlanan ve yüz otuz kitabdan müteşekkil "Risale-i Nur" adlı eserleriyle, İlm-i Kelâm sahasında bir teceddüd yaptığı görülmüştür. Evet kendisi onbeş sene tahsili lâzım gelen ilmi üç ayda elde etmesi, gaybî bir işarettir ki: "Bir zaman gelecek, onbeş sene değil, bir sene bile ilm-i iman dersini alacak medreseler ele geçmeyecek. İşte o zamanda müştaklara onbeş senelik dersi onbeş haftada ellere verebilecek Kur'anî bir tefsir çıkacak ve Said onun hizmetinde bulunacak." Evet tam zuhur etti ve aynen görüldü. Risale-i Nur, otuz senelik müdhiş bir zamanda gizli dinsiz ve ifsad komitelerinin hücumlarına rağmen iman hakikatları derslerini yüzbinler nüshalarıyla her tarafta neşrettiler ve binler kalemlerin gayretleriyle matbaalara ihtiyaç bırakmadan Kur'anın bu yeni dersleri yayıldı; milyonlarca insanın imanlarının takviyesine vesile oldu. Anadolu'daki Risale-i Nur'un faaliyeti, iman hizmeti ve makul yüksek dersleri, herkesin nazar-ı dikkatini celbetti. Mahkemeler ve tedkikler yoluyla Cenab-ı Hak, Nurları ehl-i siyaset ve hükûmete de okutturdu ve mektebliler arasında yayıldı, genç İslâm ve iman fedakârları çoğaldı; ve bunun büyük bir neticesi olarak, küfr-ü mutlakın ve dalaletin hücumu önlendi, geri çekildi. Yer yer bütün vatanda din lehinde cereyanlar başladı. İzn-i İlahî ile, âlem-i İslâm ve insaniyete doğmaya başlayan İslâmî saadetin fecr-i sadıkını gösterdi, Elhamdülillahi Rabb-il Âlemin...
Bunun üzerine hocalarının; "hangi ilim tab'ına muvafık" olduğu sualine cevaben:
-Bu ilimleri birbirinden tefrik edemiyorum. Ya hepsini biliyorum veyahut hiçbirisini bilmiyorum, der.
Herhangi bir kitabı eline alırsa, anlardı. Yirmidört saat zarfında "Cem'-ül Cevâmi", "Şerh-ül Mevakıf ", "İbn-ül Hacer" gibi kitabların ikiyüz sahifesini, kendi kendine anlamak şartıyla mütalaa ederdi. O derece ilme dalmıştı ki, hayat-ı zâhirî ile hiç alâkadar görünmezdi. Hangi ilimden olursa olsun sorulan suale tereddüdsüz derhal cevap verirdi.
* * *
O ZAMANKİ HAYATINA KISA BİR BAKIŞ
Evvelâ: Hükema-yı İşrakiyyunun mesleklerine sülûk ederek, zühd ve riyazete başladı. Hükema-yı İşrakiyyun, tedric kanunu mûcibince vücudlarını riyazete alıştırmışlardı. O ise tedrice riayet etmiyerek birdenbire riyazete daldı. Gün geçtikçe, vücudu tahammül etmeyerek zaîf düşmeye başladı. Üç günde bir parça ekmekle idare ediyordu. Ülema-yı İşrakiyyunun, "Riyazetin küşayiş-i fikre hizmet ettiği" nazariyesi üzerine, onlar gibi yapacağım diye çalışıyordu.
Saniyen: İmam-ı Gazalî Hazretlerinin "İhya-ül Ulûm"unda tasavvuf nokta-i nazarında دَعْ مَا يُرِيبُكَ اِلَى مَالاَ يُرِيبُكَ kaidesine ittibaen, ekmeği bile bir zaman terkedip, ot ile idareye koyuldu.
Salisen: Nadir konuşuyordu. Kürdlerin edib dâhîlerinden Molla Ahmed Hâni Hazretlerinin, gündüzleyin bile havf ile girilen kubbe-i saadetine kapanır, bazan geceleyin de orada kalırdı. Bundan dolayı ahali, Bediüzzaman'a: "Ahmed Hanî Hazretlerinin feyzine mazhar olmuştur" diyordu. Bu hali, müşarün'ileyhin kerametine hamlederlerdi. O vakitlerde kendisi onüç-ondört yaşlarında idi. Sonra ülemadan mümtaz sîmalarla mülâkat etmeye karar verdi ve Bağdad'a ziyaret kasdıyla hocasından izin istedi. Derviş kıyafetine girdi. Yolları takib etmeden dağlarda, ormanlarda gece dolaşarak Bağdad'a gitmek niyetinde iken Bitlis'e geldi. Bitlis'te Şeyh Mehmed Emin Efendi Hazretlerinin yanına giderek, iki gün kadar dersinde bulundu. Şeyh Mehmed Emin Efendi, kendisine kisve-i ilmiyeye girmesini teklif etti. Molla Said cevaben:
-Ben henüz sinn-i bülûğa vâsıl olmadığımdan, muhterem bir müderris kıyafetini kendime yakıştıramıyorum. Ve ben bir çocuk iken, nasıl hoca olabilirim? diyerek teklifini kabul etmemiştir.
Bundan sonra, Şirvan'daki biraderinin yanına gitti. Orada büyük kardeşiyle ilk görüşmede aralarında şöylece kısa bir muhavere cereyan etti.
Molla Abdullah:
- Sizden sonra ben Şerh-i Şemsî kitabını bitirdim, siz ne okuyorsunuz?
Bediüzzaman:
-Ben seksen kitab okudum.
Molla Abdullah:
-Ne demek?
Bediüzzaman:
-İkmal-i nüsah ettim ve sıranıza dâhil olmayan birçok kitabları da okudum.
Molla Abdullah:
-Öyle ise seni imtihan edeyim?
Bediüzzaman:
-Hazırım, ne sorarsanız sorunuz!
Molla Abdullah, biraderini imtihan eder. Kifayet-i ilmiyesini takdir ile, sekiz ay evvel talebesi bulunan Molla Said'i kendisine üstad kabul etti ve talebelerinden gizli olarak küçük biraderinden ders almaya başladı. Ve bittabi, daha evvel okuttuğu kardeşini kendisine üstad yaptığını sezdirmiyordu. Nihayet talebeler, Molla Abdullah'ın Molla Said nezdinde ders okuduğunu kapıdan, anahtar deliğinden gizlice görünce taaccüb ederek sormuşlarsa da; Molla Abdullah cevaben:
-Nazar değmemek için, ben ona ders veriyorum, demiş ve talebelerini aldatmıştı.
Molla Abdullah'ın yanında bir müddet kaldıktan sonra Siirt'e gelir. Orada bulunan Molla Fethullah Efendi'nin medresesine gider. Molla Fethullah, Molla Said'e:
-Geçen sene "Süyûtî" okuyordunuz, bu sene Molla Câmî'yi mi okuyorsunuz?
Bediüzzaman:
-Evet "Câmî"yi bitirdim.
Molla Fethullah hangi kitabı sordu ise, "bitirdim" cevabını alınca, tahayyürde kaldı. Bu kadar kitabı bitirdiğini, hem de az zamanda bitirdiğini aklına sığıştıramadı, taaccüb etti ve dedi:
-Geçen sene deli idin, bu senede mi delisin?
Bediüzzaman:
-İnsan başkasına karşı kesr-i nefs için hakikatı ketmedebilir. Fakat babadan daha muhterem olan üstadına karşı hakikat-ı mahzdan başka bir şey söyleyemez. Emrederseniz söylediğim kitablardan beni imtihan ediniz der.
Molla Fethullah hangi kitabdan sordu ise, cevabını güzelce verir.
Bunun üzerine bu muhavereyi dinleyen ve bir sene evvel Saidin hocası bulunan Molla Ali-i Suran namındaki zât, kendilerinden ders almaya başladı.
Molla Fethullah:
-Pek âlâ, zekâda hârikasınız, fakat hıfzınız nasıldır? Makamat-ı Harîriye'den birkaç satırını iki defa okumakla hıfzedebilir misiniz? diyerek kitabı uzatır.
Molla Said alarak, bir yaprağını bir defa okumakla hıfzetti ve okudu.
Molla Fethullah:
-Zekâ ile hıfzın ifrat derecede bir kimsede tecemmuu nâdirdir, diyerek hayrette kaldı.
Bediüzzaman orada iken, Cem'-ül Cevami' kitabını, günde bir-iki saat iştigal etmek üzere bir haftada hıfzetti. Bunun üzerine Molla Fethullah şu kelâmı söyliyerek kitabın üzerine yazdı:
قَدْ جَمَعَ فِى حِفْظِهِ جَمْعُ الْجَوَامِعِ جَمِيعَهُ فِى جُمْعَةٍ
Bu hal Siirt'te şüyû' bulmuş ve Molla Fethullah, ülemaya:
-Bizim medreseye gayet genç bir talebe geldi. Her ne sual ettimse bilâ-tevakkuf cevab verdi. Bu yaşta zekâsına ve ilmine ve fazlına hayran kaldım diyerek pek çok medheder. Bunun üzerine ülema bir yerde toplanarak Bediüzzaman'ı davet ederler. Bediüzzaman intihab ettikleri bütün suallerine bilâ-tereddüd cevab verirken, Molla Fethullah'ın yüzüne bakıyordu. Sanki kitaba bakıyor gibi kendilerinden okuyarak cevab veriyordu. Bunu gören ülema, Bediüzzaman'ın hârikulâde bir genç olduğuna hükmedip, faziletini takdir ve sena ettiler. Bu hal etrafta işitilir. Ahali, kendisine veliyyullah derecesinde ihtiram eder ve o nazarla bakarlar. Bu vaziyet, ikinci derecede bulunan bir takım âlim ve talebelerin rekabetlerini arttırdı. Genç, tecrübesiz talebelerden bir kısmı, ilmen mağlub edemedikleri Bediüzzaman'ı kavga yoluyla iskât etmek teşebbüsünde bulunmuşlarsa da, mes'eleden haberdar olan Siirt ahalisi, kendisini kurtarmak için gelmişler. Ahali nazarında büyük mevkii olduğu için, derhal muarızların ellerinden kurtarılmış ve bir odaya bırakılmış ise de Bediüzzaman, mesleklerine olan fevkalâde muhabbetinden, muarızları bulunan talebe ve ehl-i ilmin cahillere hedef olmamasını temin için kendisi odadan çıkıp muarızları tarafından telef edilse bile ehl-i ilmin işine cahillerin karışmamasını müdafaa eder. Bu ihtilafı kaldırmak maksadıyla herhangi bir talebeye:
-Beni öldürünüz, ilmin haysiyetini muhafaza ediniz! diyerek yüzünü çevirmiş ise de hiçbir talebe kendisine hücum etmemiş ve nihayet ihtilaf bertaraf edilmiştir. Siirt Mutasarrıfı, kendisini muhafaza etmek üzere yanına çağırdığı ve o talebeleri nefyedeceği haberini tebliğ etmeye gönderdiği jandarmaya karşı Bediüzzaman:
-Biz talebeyiz, birbirimizle döğüşürüz, barışırız. Binaenaleyh mesleğimiz haricinde bulunan birisinin bize karışması muvafık olmadığından gelemiyeceğim ve hata da benimdir. Cevabında bulunarak jandarmaları reddetmiştir.
Bu esnada onbeş-onaltı yaşlarında bulunuyordu. Lâkin kuvve-i bedeniyece pek çevik ve metindi. "Said-ül-Meşhur" lakabiyle yâdediliyordu. Siirt'te kendisiyle mücadele etmek isteyen bütün arkadaşlarına karşı hazır bulunduğu ve aynı zamanda sorulacak bütün suallere cevab vereceğini, kimseye sual sormayacağını ilân etti. Sonra tekrar Bitlis'e geldi. Bitlis'te bir-iki şeyh hanedanının, âlim ve talebelerin arasında geçimsizlik olduğunu işitir. Fesadı netice veren sözlerin, bilhassa gıybetin İslâmiyete yakışmadığını onlara ihtar edince; Molla Said'i, Şeyh Emin Efendi'ye şikayet ederler. Şeyh Emin ise:
-Henüz çocuk olduğundan, kabil-i hitab değildir, der.
Bu söz Molla Said'e tebliğ edildiği anda, zâten bu gibi sözlere fıtraten tahammülsüz olduğundan Şeyh Emin Efendi'nin huzuruna çıkarak elini öper ve:
-Efendim, beni imtihan ediniz; kabil-i hitab olduğumu isbat etmek isterim, der.
Şeyh Emin Efendi mütenevvi ilimlerden ve en müşkil mes'elelerden onaltı sual tertib ederek sorar. Molla Said, suallerin umumuna cevab verdikten sonra, Kureyş Câmiine gider, ahaliye va'z ve nasihat etmeye başlar. Bunun üzerine Bitlis ahalisinin bir kısmı Molla Said'e, bir kısmı da Şeyh Emin Efendi'ye yardım etmek isterler. Bundan dolayı vali, büyük bir vukuata meydan vermemek için Bediüzzaman'ı nefyeder. Bu defa da Şirvan'a gider. Zâten infirad eden böyle zâtların muarızları pek çok bulunur. Bilhassa mücadele-i ilmiyede mağlub düşenlerden bazı zâhir hocalar, Molla Said'i ahali nazarında küçük düşürmek için var kuvvetleriyle çalışıyorlardı. Her hususatını tecessüs ettirirlerdi. Bir gün nasılsa, kazaen sabah namazını geçirmiş. Buna vakıf olan hasımları, "Molla Said, namazı terketmiştir" diyerek ahali arasında işâada bulundular. Molla Said'den soruldu ki:
-Niçin herkes bunu böyle söylüyor?
Molla Said:
Evet, esassız bir şey âlemin içinde çabuk yayılmaz. Hata bendedir. Onun için, iki cezaya uğradım: Birisi Allah'ın itabı, diğeri nâsın ta'rizi. Bunun esas sebebi ise, geceleyin âdet edindiğim vird-i şerifi terkettiğimdir. İşte âlemin ruhu bu hakikata temas etmişse de, tamamını kavrayamayarak ismini bilemeyip şu vechile hatayı isimlendirmişler, cevabını verir.
Şirvan'da bulunduğu sırada Siirt civarından birisi gelerek:
-Aman efendim, Siirt'e bir çocuk gelmiş, kendisi ondört-onbeş yaşında, umum ülemayı ilzam etti. Şunu ilzam etmek için sizi davete geldim, der.
Molla Said de şu davete icabet ederek Siirt'e gitmek için hazırlanır. Yola düşerler, iki saat gittikten sonra, o küçük hocanın evsaf ve kıyafetini sorar. O adam:
-Efendim, ismini bilmiyorum; fakat ilk gelişte derviş kıyafetinde olup omuzunda bir posteki vardı. Bilâhare talebe kıyafetine girdi ve umum ülemayı ilzam etti.
Bunu dinlediğinde, kendisinden bahsettiğini ve bir sene evvelki kendi vukuatının şimdi civar köylerde şüyû' bulduğunu anlayarak geriye döner, davete icabet etmez.
Bilâhare Siirt'e bağlı Tillo kasabasına gitti. Meşhur bir türbeye kapandı. Orada hârika olarak Kamus-u Okyanus'u Bâb-üs Sin'e kadar hıfzetti. Ne fikre binaen kamusu hıfzettiği sorulduğunda:
-Kamus her kelimenin kaç manaya geldiğini yazıyor. Ben de bunun aksine olarak her manaya kaç kelime kullanıldığını gösterir bir kamus vücuda getirmek merakına düştüm, cevabında bulundu. Mezkûr türbeye kapandığı vakit küçük biraderi Mehmed, yemeğini getiriyordu. Yemek içindeki taneleri kubbenin etrafında bulunan karıncalara vererek kendisi ekmeğini yemeğin suyuna batırarak kanaat ediyordu.
-Neden dolayı taneleri karıncalara veriyorsun? denildiğinde:
-Bunlarda hayat-ı içtimaiyeye mâlikiyet ve fevkalâde vazifeşinaslık ve çalışma bulunduğunu müşahede ettiğim için cumhuriyetperverliklerine mükâfaten kendilerine muavenet etmek istiyorum, cevabında bulunmuştur...(Haşiye)
(Haşiye): 1935'te Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde "Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?" sualine cevaben:
-Eskişehir mahkeme reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden benim dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım isbat eder, diyerek yukarıda zikredilen "Karınca hâdisesini" anlatır ve şöyle der:
-Hulefa-yı Raşidîn herbiri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddık-ı Ekber, Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-ı adaleti ve hürriyet-i şer'iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.
Tillo'da iken, bir gece Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (K.S.) Hazretlerini rü'yasında görür. Geylanî Hazretleri (K.S.) kendisine hitaben:
-Molla Said! Mîran Aşireti reisi Mustafa Paşa'ya gidiniz ve kendisini tarîk-ı hidayete davet ediniz. Yaptığı zulümden vazgeçerek namaza ve emr-i marufa müdavim olmasını tavsiye ediniz. Aksi takdirde öldürünüz.
Molla Said, bu rü'yayı görür görmez, hemen tedarikini yaparak Mîran Aşireti'ne doğru Tillo'dan hareket eder, doğruca Mustafa Paşa'nın çadırına girer. Paşa orada bulunmadığından, biraz istirahat eder. Sonra Mustafa Paşa içeri girer. Orada hazır olanların hepsi kıyam ettikleri halde Molla Said yerinden bile kımıldanmaz. Paşa'nın nazar-ı dikkatini celbedince, aşiret binbaşılarından Fettah Bey'den kim olduğunu sorar. Fettah Bey, meşhur Molla Said olduğunu bildirir. Halbuki Paşa, ülemadan hiç hoşlanmazdı.
Şübhesiz bunun üzerine daha fazla kızmış ise de izhar etmemişti. Molla Said'e ne için buraya geldiğini sorunca, Molla Said cevaben:
-Seni hidayete getirmeye geldim. Ya zulmü terkedip namazını kılacaksın veyahud seni öldüreceğim! demesinden paşa hiddetlenerek dışarı çıkar. Biraz dolaştıktan sonra yine çadıra girer ve Molla Said'e ne için geldiğini tekrar sorar. Molla Said:
-Sana söyledim ya.. onun için geldim, der. Mustafa Paşa çadırın direğinde asılı bulunan Said'in kılıncına işaret ederek:
-Bu pis kılınçla mı?
Bediüzzaman: Kılınç kesmez, el keser cevabında bulunur.
Mustafa Paşa tekrar dışarıya çıkarak biraz gezindikten sonra içeriye girer. Bediüzzaman'a:
-Benim Cezire'de çok âlimlerim var; eğer hepsini ilzam edebilirsen senin dediğini yaparım, eğer ilzam edemezsen seni Fırat Nehri'ne atarım.
Molla Said:
-Bütün ülemayı ilzam etmek benim haddim olmadığı gibi, beni de nehre atmak senin haddin değildir. Fakat ülemaya cevab verince sizden birşey isterim ki, o da mavzer tüfeğidir. Şayet sözünde durmazsan, seni onunla öldüreceğim, der.
Bu muhavereden sonra Paşa ile birlikte atlarla Cezire'ye giderler. Yolda Paşa kat'iyen Molla Said'le konuşmaz. Bani Hanı dedikleri mevkie gelince, yorgunluğundan Molla Said orada biraz yatar; uykudan uyanır uyanmaz etrafında bütün Cezire âlimlerinin, kitabları ellerinde beklediklerini görür. Biraz görüştükten sonra çay ikram edilir. Cezire âlimleri Molla Said'in şöhretini işittikleri için, mebhut ve hayran bir vaziyette çaylarını bile unutarak Molla Said'in sualine intizar etmekte idiler. Molla Said ise kendi çayını içtikten sonra dalgın dalgın karşısında bulunan bir-iki âlimin çayını da içer, onlar farkedemezler. Mustafa Paşa, hocalara hitaben:
-Ben okumuş değilim, fakat Molla Said ile mücadelenizde mağlub olacağınızı şimdi anlıyorum. Zira bakıyorum ki, siz düşünmekten çaylarınızı unuttuğunuz halde, Molla Said kendi çayını içtikten başka iki-üç bardak da sizin çayınızı içti.
Bunun üzerine, biraz latife ettikten sonra Molla Said bu âlimlere karşı:
-Efendiler! Bendeniz va'detmişim, hiç kimseye sual sormam. Binaenaleyh suallerinize muntazırım, der.
Bu hocalar kırk kadar sual sorarlar. Umumuna cevab verdikten sonra, her nasılsa Molla Said bir sualin cevabını yanlış söylediği halde karşısındakiler doğru telakki ederek tasdik etmişlerdi. Meclis dağılınca Molla Said hatırlar, hemen arkalarından koşarak:
-Affedersiniz, bir sualin cevabını yanlış söylediğim halde farkına varmadınız, diyerek cevabını tashih eder.
Hocalar dediler:
-İşte şimdi hakkıyla bizi tam ilzam ettiniz!
Sonra o hocalardan bir kısmı Molla Said'den ders almaya gelirler.
Bundan sonra Mustafa Paşa, ahdettiği mavzer tüfeğini hediye eder ve namaz kılmaya başlar. Molla Said, ilimdeki emsalsiz hârika istidadı derecesinde vücudca da gayet idmanlı ve kuvvetli idi. Güreş tutmaktan pek hoşlanırdı. Medreselerde bulunan umum talebelerle güreşirdi. Hiçbirisi güreşte bile onu mağlub edemezdi.
Mustafa Paşa ile bir gün at yarışına çıkarlar. Fakat kasdî olarak Mustafa Paşa gayet serkeş ve talimsiz ve hiç binilmemiş bir at hazırlanmasını emreder. Molla Said'e binmek için verir. (Allahu a'lem, attan düşüp ölmesini istemiş.) Onaltı yaşında bulunan Molla Said, serkeş atı biraz dolaştırdıktan sonra koşturmayı arzu eder. At, onun verdiği istikametten çıkarak başka bir istikamete doğru koşar. Var kuvvetiyle durdurmak ister ise de muvaffak olamaz. Nihayet çocukların bulunduğu yere gider. Cezire ağalarından birisinin oğlu yol üstünde iken hayvan iki ayağını kaldırıp çocuğun omuzları arasına vurunca çocuk yere düşerek hayvanın ayakları altında çırpınmaya başlar. Nihayet etraftan imdada ulaşırlar. Çocuğu hareketsiz ölü suretinde görünce Molla Said'i öldürmek isterler. Ağanın hizmetçileri hançerlerini çekince, Molla Said hemen rovelverine el atar ve adamlara hitaben:
-Hakikata bakılırsa çocuğu Allah öldürmüş, zâhire bakılırsa at öldürmüş, sebebe bakılırsa Kel Mustafa öldürmüş, çünki bu atı bana o verdi. Durunuz, ben gelip çocuğa bakayım, ölmüş ise sonra muharebe edelim, diyerek attan inerek çocuğu kucaklar; çocukta hareket görmeyince soğuk suyun içine batırıp çıkarır. Çocuk gülerek gözünü açar. Bunun üzerine bütün ahali mütehayyir kalırlar. Bu acib vak'a üzerine bir müddet Cezire'de kaldıktan sonra, talebesi Molla Sâlih ile bedevî arabların meskeni olan Biro'ya giderler. Orada biraz kalınca tekrar Mustafa Paşa'nın eskisi gibi zulme başladığını işitir, yanına gider ve ona nasihat eder, tehdid eder. Bir gün bir münakaşa arasında Mustafa Paşa'ya:
-Yine mi zulme başladın, seni Hak namına öldüreceğim! tehdidinde bulunur. Paşa'nın kâtibi ortaya atılır.
O sırada Molla Said, Mustafa Paşa'yı zulmünden dolayı çok tahkir eder.
Paşa bu tahkire tahammül edemiyerek, öldürmek için üzerine hücum eder; fakat Mîran ağaları zabtederler. Nihayet Mustafa Paşa'nın oğlu Abdülkerim Molla Said'e yaklaşarak:
-Onun akidesi yanlıştır; rica ederim, şimdilik buradan başka yere teşrif ediniz, der.
Abdülkerim'in sözünü kırmaz, yalnız olarak bedevîlerin meskeni olan Biro Çölü'ne doğru hareket eder. Yolda bedevî eşkiyalarına tesadüf eder. Bedevîlerin silâhları mızrak ve Molla Said'in silâhı mavzer olduğundan, eşkiyalara doğru kurşun atmaya başlar, eşkiyalar çekilirler. Yoluna devam ederken ikinci çeteye tesadüf eder. Bu defa eşkiyalar çok olduğundan etrafını çevirirler. Kendisini öldürecekleri sırada içlerinden birisi tanıyarak:
-Ben bunu Mîran Aşireti'nin içinde gördüm. Bu meşhur bir adamdır deyince, derhal bedevîler çekilerek kusurlarının af buyurulmasını dilerler. Ve korkulu olan yerlerde kendilerine muhafızlık yapmak istemişlerse de Molla Said reddedip, yalnız olarak yoluna devam eder. Birkaç gün sonra Mardin'e gelir. Mardin üleması muarazaya kalkışırlarsa da muvaffak olamazlar, evlâdları yaşında olan genç Said'de hârika bir şekildeki ilmî kudreti görünce kendilerine üstad kabul ederler.
Bu esnada, Mardin'e gelen iki talebeye tesadüf etti. Bunlardan birisi, Cemaleddin-i Efganî'ye mensub olup; diğeri, tarîkat-ı Sünûsiyeden idi. Bunlar vasıtasıyla hem Cemaleddin-i Efganî'nin mesleğine, hem de tarîk-ı Sünûsî'ye aşinalık peyda etti.
Molla Said çok genç yaşta iken siyasî hayata atılır, vatan ve millete hizmete başlar. İlk hayat-ı siyasiyesi Mardin'de başlamıştır. Bunun üzerine bir mutasarrıfın pençe-i kahrıyla, elleri bağlı, muhafız nezaretinde Bitlis'e nefyedildi. Jandarmalarla yolda giderken namaz vakti gelir. Namaz kılmak için, kayıdların açılmasını jandarmalara ihtar eder. Jandarmalar kabul etmeyince, demir kayıdları bir mendil gibi açarak önlerine atar. Jandarmalar, bu hali keramet addedip hayretler içinde kalırlar. Teslimiyetle, rica ve istirham ile:
-Biz şimdiye kadar muhafızınız idik, bundan sonra hizmetçiniziz! derler. (*)
(*) Bir gün Bediüzzaman'a soruldu: Kaydı nasıl açtın?
Dedi: Ben de bilmem. Fakat olsa olsa namazın kerametidir.
Bitlis'te iken bir gün kendilerine vali ile bir kısım memurların içki içtikleri ihbar olununca, hiddetlenerek:
-Bitlis gibi dindar bir memlekette hükûmeti temsil eden bir zâtın irtikâb ettiği bu muameleyi kabul edemem! diyerek içki meclisine gider. Evvelâ içki hakkında bir hadîs-i şerif okuduktan sonra pek acı sözler söyler; valinin vurdurmak için işaret etmesi ihtimaline binaen de bir elini rovelverinin bulunduğu yerde tutar. Fakat vali fevkalâde mütehammil ve hamiyetli bir zât olduğundan, kat'iyen ses çıkarmaz. Oradan ayrılınca valinin yaveri genç Said'e:
-Ne yaptınız? Söyledikleriniz, idamınızı mûcibdir, der.
Genç Said:
-İdam hayalime gelmedi, hapis ve nefiy zannederdim. Her ne ise, bir münkeri def'etmek için ölürsem ne zararı var? cevabında bulunur.
Oradan avdetinden bir-iki saat sonra, iki polis vasıtasıyla vali kendisini istetir. Valinin odasına girerken; vali hürmet ve tazimle genç Said'i karşılayarak, elini öpmek ister. İltifatla yer göstererek:
-Herkesin bir üstadı vardır. Sen de benim üstadımsın, der.
* * *
Genç Said fıtraten, bir kanun altında yaşamayı ve harekâtının tahdid olunmasını sevmez. Her halinde, her hareketinde gayet serbest olmasını arzu eder ve daima "Ben, hürriyet ve serbestiyetimi hiçbir keyfî kanunla tahdid ettirmem." derdi. Bunun içindir ki, ilk İstanbul'a teşriflerinde yine her kayıddan uzak kalmakta ısrar etmiş ve hayatının bütün safhalarında bu vaziyet müşahede edilmiştir. Ondaki bu serbestiyet ve hürriyet aşkı, hayatının yarısından sonra Avrupa'dan gelen müdhiş bir dalâlet ve zındıka taarruzuna karşı koymayı ve felsefe-i tabiiyeden doğan dehşetli bir istibdad-ı mutlakın hilaf-ı Kur'an prensiplerine boyun eğmemeyi, onlara itaat etmemeyi ve hakikî hürriyet-i meşrua olan İslâmî hürriyet ve medeniyete çalışmayı netice vermiştir.
Molla Said, Bitlis'te iken onbeş-onaltı yaşlarında idi. Henüz sinn-i bülûğa vâsıl olmuştu. O zamana kadar bütün malûmatı sünuhat kabilinden olduğu için, uzun uzadıya mütalaaya lüzum görmezdi. Fakat o zaman sinn-i bülûğa vâsıl olduğundan mı veyahut siyasete karıştığından mı, her nedense eski sünuhat yavaş yavaş kaybolmağa başladı. Bunun üzerine her türlü fenne ait eserleri tedkike koyuldu. Bilhassa Din-i İslâma varid olan şekk ve şübheleri reddetmek için "Metali" ve "Mevakıf" nam eserler ile ulûm-u âliye آليه (Sarf, Nahiv, Mantık vesaire) ve âliyeye عاليه (Tefsir ve İlm-i Kelâm)a dair kırk kadar kitabı iki sene zarfında hıfzeyledi. Hattâ her gün okumak şartıyla, hıfzettiği kitabların üç ayda bir kerre devrine muvaffak oluyordu. Molla Said'in iki mutezad hali vardı:
Birincisi: Fikrinin münkeşif bulunduğu vakitler ki; her ne eline alırsa, onu anlamaması mümkün değildi.
İkincisi: Fikrinin münkabız bulunduğu vakitler ki; mütalaa değil, konuşmaktan bile hoşlanmazdı.
Molla Said günde bir-iki cüz' okumak suretiyle Kur'anı hıfza başladı. Her gün iki cüz' ezber etmekle, Kur'anın mühim bir kısmını hıfzına aldı, fakat iki sünuhat ile, tekmili müyesser olmadı:
Birincisi, Kur'anın çok sür'atle okunması bir hürmetsizlik olmasın diye; ikincisi, Kur'an hakaikının hıfzının daha ziyade lüzumu var diye kalbine gelmiş. Onun için Kur'an hakaikının anahtarı olacak ve şübehata karşı muhafaza ve mukabele edecek hikmet ve fünun-u İslâmiyeye dair kırk risaleyi iki senede hıfzına aldı. Her gün bir parça ezberden okumak suretiyle, hepsini üç ayda ancak devrediyordu.
"Mirkat" ismindeki kitabı, haşiye ve şerh olmaksızın hıfzetmeye başladı. Bilâhare eline geçen mezkûr kitabın haşiye ve şerhi ile kendi nokta-i nazarını karşılaştırmış, bütün mes'eleler muvafık olup ancak üç kelime tevafuk etmemiş. Bu tevcihleri de ülemanın tahsinine mazhar olarak kabul edilmiştir.
Bir gün Bitlis meşayihinden Şeyh Mehmed Küfrevî Hazretlerinin kendilerine beddua ettiğini birisi yalandan söyler. Bunun üzerine müşarün'ileyhi ziyarete gider. Şeyh Hazretleri Molla Said'e iltifat eder, teberrüken bir ders verir. İşte Molla Said'in en son aldığı ders bu olmuştur.
Bir gece Molla Said, rü'yasında Şeyh Mehmed Küfrevî Hazretlerini görür. Kendisine hitaben:
-Molla Said; gel beni ziyaret et, gideceğim demesi üzerine hemen gider; ziyaret eder. Ve şeyhin uçup gittiğini görünce, uyanır. Saate bakar, saat gecenin yedisidir. Tekrar yatar. Sabahleyin Şeyh'in hanesinden matem seslerinin yükseldiğini işitir, oraya gider ve Şeyh Hazretlerinin gece saat yedide vefat ettiğini haber alır.
اِنَّا لِلّهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ * رَحْمَةُ اللّهِ عَلَيْهِ *آمِينَ
Mahzun olarak geriye döner.
Molla Said şarkın büyük ülema ve meşayihinden olan Seyyid Nur Mehmed, Şeyh Abdurrahman-ı Tâğî, Şeyh Fehim ve Şeyh Mehmed Küfrevî gibi zevat-ı âliyenin herbirisinden ilm-i irfan hususunda ayrı ayrı derslere nail olduğundan, onları fevkalâde severdi. Ülemadan Şeyh Emin Efendi, Molla Fethullah ve Şeyh Fethullah Efendilere de ziyade muhabbeti vardı.
Van'da maruf ülemâ bulunmadığından, Hasan Paşa'nın daveti üzerine Molla Said Van'a gitti. Van'da onbeş sene kalarak, aşâirin irşadı için aralarında seyahatla tedris ve tederrüs vazifesiyle hayat geçirdi. Van'da bulunduğu müddet, vali ve memurîn ile ihtilât ederek, bu asırda yalnız eski tarzdaki İlm-i Kelâm'ın İslâm Dini hakkındaki şekk ve şübhelerin reddine kâfi olmadığına kanaat hasıl etmiş ve fünunun tahsiline lüzum görmüştür. (Hâşiye)
(Hâşiye): Bediüzzaman'ın çok genç yaşındaki bu vukufiyeti, onun istikbaldeki çok muazzam hizmet-i Kur'aniye ve İslâmiyesi için hazırlanmasını temin etmiştir. Bu kanaatını o zaman izhar ettiğinden otuz-kırk sene sonra, İlm-i Kelâm'da bir teceddüd yapan Risale-i Nur külliyatının te'lifine Cenab-ı Hak muvaffak eylemiştir.
Bu kanaatı hasıl ettiği o zamanda, ulûm-u müsbete denilen bütün fenleri tetebbua başlayarak pek kısa bir zamanda Tarih, Coğrafya, Riyaziyat, Jeoloji, Fizik, Kimya, Astronomi, Felsefe gibi ilimlerin esaslarını elde etmiştir. Bu ilimleri bir hocadan ders alarak değil, yalnız kendi mütalaası sayesinde hakkıyla anlamıştır. Meselâ: Bir Coğrafya muallimini, mübahaseye girişmeden evvel, yirmidört saat içerisinde eline geçirdiği bir coğrafya kitabını hıfzetmek suretiyle, ertesi gün Van Valisi merhum Tahir Paşa'nın konağında onu ilzam eder. Ve yine aynı surette bir muaraza neticesinde beş gün zarfında Kimya-yı Gayr-ı Uzvî'yi (İnorganik Kimya) elde ederek, Kimya muallimiyle muarazaya girişir ve onu da ilzam eder. İşte pek geç yaşındaki mezkûr hârikulâdeliklere ve bahr-ı umman halinde bir ilme mâlikiyetine şahid olan ehl-i ilim, Molla Said'e "Bediüzzaman" lakabını vermiştir. Bediüzzaman Van'da bulunduğu müddet zarfında, o zamana kadar edindiği fikir ve mütalaalar ve ilmî ve dinî tedris usûllerini görmek ile ve zamanın ihtiyac-ı zarurîlerini nazar-ı itibare almakla kendisine mahsus bir usûl-ü tedris icad eder. Bu da, hakaik-i diniyeyi asrın fehmine uygun en yeni izah ve beyan tarzlarıyla isbat etmek suretiyle talebelerini tenvir etmektir.
Molla Said Van'da bulunduğu zamanlarda, bazı hususlarda o havalinin ülemasına muhalif bulunuyordu. (Haşiye) Bu hususlar şunlardır:
(Haşiye): Aynı vaziyet, seksen senelik hayatında da devam etmiştir.
1- Kat'iyen hiç kimseden hediye olarak para almamak ve maaş bile kabul etmemek. Evet hayatta hiçbir maddî mülkiyeti olmayıp, fakir ve kimsesiz ve daimî nefiy ve hapislerle çok sıkıntılı ve dehşetli musibetler içerisinde yaşadığı halde, kimseden para ve mukabelesiz hediye almadığı, bilmüşahede görülmüştür.
2- Hiçbir âlimden sual sormamak. Yirmi sene zarfında, daima
sh: » (T: 46)
ancak sorulanlara cevab vermişti. Bu hususta kendileri derlerdi ki: "Ben ülemanın ilmini inkâr etmem; binaenaleyh kendilerinden sual sormak fazladır. Benim ilmimden şübhe edenler varsa, sorsunlar onlara cevab vereyim."
3- Yanında bulunan talebelerini aynı kendisi gibi zekat ve hediye almaktan men'etmek. Onları da yalnız rıza-yı İlahî için çalıştırırdı. Hattâ çok zamanlar, talebelerini kendi iaşe ederdi.
4- Daima mücerred kalmak ve dünyada hiçbir şeyle alâka peyda etmemek. Bunun içindir ki: "Bütün malımı bir elimle kaldırıp götürebilmeliyim" demiştir. Bu halin sebebi sorulunca, "Bir zaman gelecek, herkes benim halime gıbta edecektir. Sâniyen, mal ve servet bana lezzet vermiyor; dünyaya ancak bir misafirhane nazarıyla bakıyorum." derdi.
Van'da bulunduğu vakit, merhum vali Tahir Paşa, Avrupa kitablarını tetebbu' ederek kendisine sualler tertib edip sorardı. Bunların hiçbirisini görmediği ve Türkçeyi de yeni konuşmağa başladığı halde, cevabında tereddüd etmezdi. Bir gün kitabları görür ve Tahir Paşa'nın bunlardan sual tertib ettiğini anlayarak az bir zamanda kitabların muhtevasını elde eder.
O zamanda en büyük gaye ve düşüncesi, Mısır'daki Câmi-ül Ezher'e mukabil Bitlis ve Van'da "Medreset-üz Zehra" isminde bir dârülfünun vücuda getirmekti. Bu teşebbüsünü kuvveden fiile çıkarmak niyetinde olup bunu tasarlıyordu.
Van'da yaz zamanlarını, Bâşit ve Beytüşşebab namındaki yaylalarda geçiriyordu. Bir gün Tahir Paşa'ya, mezkûr dağların başında Temmuz'da bile buz bulunduğunu söyler. Tahir Paşa itiraz eder ve "Temmuz'da kat'iyen oralarda buz bulunmaz" iddiasında bulunur. Yaylada iken bir gün bunu hatırlıyarak Tahir Paşa'ya yazdığı ilk Türkçe mektubunda der:
-Ey Paşa! Bâşit başında buz tuttu. Görmediğin şeyi inkâr etme. Her şey senin malûmatında münhasır değildir, vesselâm!
Molla Said, aşiretler arasında olan herhangi bir geçimsizliği işitince hemen müdahale ederek, irşad yoluyla her iki tarafı da derhal barıştırırdı. Hattâ hükûmetin bile barıştırmaktan âciz kaldığı Şeker Ağa ile Mîran Reisi Mustafa Paşa'yı barıştırdı. Ve Mustafa Paşa'ya:
-Daha tövbe etmedin mi? diye sorunca, Mustafa Paşa da cevaben:
-Seydâ! Ne söylerseniz sözünüzden çıkmam, demiştir.
Mustafa Paşa, at ile para teberru' etmek ister. Bediüzzaman reddederek:
-Şimdiye kadar kimseden para almadığımı işitmediniz mi? Bahusus sizin gibi zalimden nasıl para alırım? Ve siz galiba tövbenizi bozdunuz, şu takdirde Cezire'ye ulaşamazsınız, demiştir.
Ve hakikaten Cezire'ye yetişmeden yolda öldüğünü haber alır.
Bediüzzaman, riyaziyede hârikulâde bir sür'at-i intikale mâlik idi. Herhangi bir müşkil mes'eleyi, zihnen hemen hallederdi. Hattâ Cebir Mukabele ilminde bir risale te'lif etmişti. Tahir Paşa nezdinde hesab mes'eleleri münakaşa mevzuu olduğunda hesaba dair hangi mes'ele bahsedilse, başkaları ve en mâhir kâtibler neticeyi bulamadan, Molla Said zihnen çıkarıyordu. Çok defalar böyle yarışlara girişir ve umumunda daima birinci gelirdi. Bir defasında şöyle bir sual sordular:
-Onbeş müslim, onbeş gayr-ı müslim farzedilerek, birbiri ardına dizilince bunlara yapılacak her kur'ada gayr-ı müslime isabet etmesi matlubdur. Nasıl taksim edilir?
Bu suale cevaben:
-Bunların yüz yirmi dört vaziyet-i muhtemelesi vardır, diyerek yapar.
Hem de der:
-Bundan daha müşkilini de kendim icad ederim. İki bin beşyüz vaziyet-i muhtemeleye göre yaparım.
İki saat zarfında yüz adamdan elli adet gayr-ı müslimi o vaziyette taksim eder ki, daima kur'ayı gayr-ı müslime düşürür. Ve hattâ beşyüz gayr-ı müslim olmakla ikiyüz ellibin vaziyet-i muhtemele üzerine bir mes'ele çıkarttı ve Tahir Paşa'ya göstererek bir risale şeklinde yazdı (Haşiye).
(Haşiye): Maatteessüf o risale Van'da bir yangında yanmıştır.
Bediüzzaman Van'da bulunduğu zamanlarda, vali Tahir Paşa ile bazı gazetelerden havadis okurdu. Bilhassa İslâmiyeti alâkadar eden hususlara dikkat ederdi. Van'daki ikameti esnasında, âlem-i İslâmın vaziyetini bir derece öğrenmiş bulunuyordu. Bir gün Tahir Paşa bir gazetede şu müdhiş haberi ona göstermişti. Haber şu idi:
İngiliz Meclis-i Meb'usanında Müstemlekât Nâzırı, elinde Kur'an-ı Kerim'i göstererek söylediği bir nutukta:
Bu Kur'an, İslâmların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur'anı onların elinden kaldırmalıyız; yahut Müslümanları Kur'andan soğutmalıyız, diye hitabede bulunmuş.
İşte bu müdhiş haber, onda tarifin fevkinde bir tesir uyandırmıştı. İstidadı şimşek gibi alevli, duyguları ve bütün letaifi uyanık ve ilim, irfan, ihlas, cesaret ve şecaat gibi hârika inayet ve seciyelere mazhar olan Bediüzzaman'ın, bu havadis üzerine: "Kur'anın sönmez ve söndürülmez manevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya isbat edeceğim ve göstereceğim!" diye kuvvetli bir niyet ruhunda uyanır ve bu saikle çalışır. (Haşiye)
______________
(Haşiye): Said Nursî altmışbeş sene evvel Van'da Vali Tahir Paşa'nın yanında iken okuduğu bir gazetede, İngiliz Müstemlekât Nâzırı'nın İngiliz Meclis-i Meb'usanında elinde Kur'anı göstererek: "Bu Kur'an, müslümanların elinde kaldıkça biz onlara hakikî hâkim olamayız. Ya Kur'anı ortadan kaldırmalıyız veya onları Kur'andan soğutmalıyız." sözü üzerine, ruhunda bir feveran ve nihayetsiz bir gayret uyanır. Kur'anın bir mu'cize olduğunu isbat ederek her tarafa neşretmek ve kâfirleri tam susturmak ister; buna kat'i karar verir. Van'da bulunduğu onbeş sene müddet içerisinde hıfzına aldığı seksenden ziyade kitabı ezbere devrettiği gibi, âlem-i İslâmın hal-i hazırda durumu hakkında da gerekli her türlü malûmatı elde eder.
Nazîrsiz bir allâme olan Bediüzzaman, daha genç yaşında görünen müstesna zekâ ve ilminden de anlaşıldığı gibi, sair emsalleri fevkinde kendisine ayrıca hikmet-i Kur'aniye talim edilmişti. Kendisi, asr-ı hazırın ihtiyacını karşılayacak, zamanın ilmî ve edebî seviyesinin fevkinde bütün dünyaya Kur'anın mu'cize olduğunu isbat ve herkesi ikna' edebilecek bir kabiliyet, metanet, emel ve fedakârlık taşıyordu.
Bir buğday tanesi kadar çam çekirdeğinden dağ gibi bir ağacın zuhuru, kudret-i İlahiyeyi açıkça gösterdiği gibi; maddî hiçbir kuvvete sahib olmayan, bilakis mazlum ve bir nevi elleri kolları bağlı bir vaziyette Bediüzzaman'ın çekirdek-misal hayatı ve hizmetiyle tarihin en dehşetli bir devrinde hem Anadolu, hem âlem-i İslâm, hem dünyanın ekserisine de maddeten tesir edecek ve zihniyetlerini değiştirecek manevî küllî ve cihanşümul bir inkişafın zuhuru; aynen bir kudret-i mutlaka ve istihdam-ı İlahî ve sevk-i Rabbanî ile olduğu akla ve kalbe görünmektedir.
Bediüzzaman'ıın; Şarkî Anadolu'da "Medresetüzzehra" namında bir dârülfünun açmak, ya Van'da veyahut da Diyarbakır'da dârülfünun derecesinde bir medrese tesisine çalışmak için İstanbul'a geldi. İstanbul'a gelişini bir muharrir şöyle tasvir etmişti: "Şarkın yalçın kayalıklarından, bir ateşpare-i zekâ, İstanbul âfâkında tulû' etti."
İstanbul'a gelmeden evvel bir gün Tahir Paşa:
-Şark ülemasını ilzam ediyorsun, fakat İstanbul'a gidip o denizdeki büyük balıklara da meydan okuyabilecek misin? demişti.
İstanbul'a gelir gelmez ülemayı münazaraya davet etti. Bunun üzerine İstanbul'daki meşhur âlimler grup grup ziyarete gelip sualler soruyorlar ve o hepsinin de cevablarını sahih olarak veriyordu. Bundan maksadı, Şarkî Anadolu'daki ilim ve irfan faaliyetine nazar-ı dikkati celbetmekti. Yoksa Molla Said, kat'iyen hodfüruşluğu sevmezdi. Her türlü gösteriş ve alayişten müberra olarak hareket ederdi. İlim, cesaret, hâfıza ve zekâ itibariyle pek hârika idi. Aynı derecede belki daha ziyade olarak hâlis ve muhlis idi. Tasannu ve tekellüften kat'iyen hoşlanmazdı. İstanbul'daki ikametgâhının kapısında şöyle bir levha asılı idi: "Burada her müşkil halledilir, her suale cevab verilir, fakat sual sorulmaz."(Haşiye).
_______________________
Filhakika; bir eserinde tahdis-i nimet suretinde hizmet-i imaniyeye ait inayet-i İlahiyeden bahsederken şöyle der:
"Eski harb-i umumîde ve daha evvellerinde bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki: Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı'nın altındayım. Birden o dağ, müdhiş infilâk etti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. Dedim:
-Ana korkma, Cenab-ı Hakk'ın emridir. O hem Rahîm'dir, hem Hakîm'dir.
Birden o halette iken, baktım ki mühim bir zât bana âmirane diyor ki:
-İ'caz-ı Kur'anı beyan et.
Uyandım, anladım ki: Bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılabdan sonra, Kur'an etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur'an, kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur'ana hücum edilecek. İ'cazı, onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i'cazın bir nev'ini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak benim gibi bir adam namzed olacak ve namzed olduğumu anladım."
(Haşiye): Burada şunu ilâveten beyan etmek îcab eder ki: Said Nursî'nin hayatının son otuz-kırk senesinde, Din-i İslâma ve Kur'ana hizmet cihetinde fevkalâde bir rahmet ve inayetle Risale-i Nur ihsan edildiğinden ve âlemşümul bir manevî cihad-ı diniye ve
İstanbul'da grup grup gelen ülemanın suallerini cevablandırıyordu. Genç yaşında böyle bilâistisna bütün suallere cevab vermesi ve gayet mukni' ve belîğ ifade ve hârika hal ve tavırlarıyla, ehl-i ilmi hayranlıkla takdire sevkediyordu. Ve "Bediüzzaman" ünvanına bihakkın lâyık görüyorlar ve bu fevkalâde zâtı, bir "nadire-i hilkat" olarak tavsif ediyorlardı.
Hattâ bu zamanlarda Mısır Câmi-ül Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahid Efendi İstanbul'a bir seyahat için geldiğinde; Kürdistan'ın sarp, yalçın kayaları arasından gelerek İstanbul'da bulunan Bediüzzaman Said Nursî'yi ilzam edemeyen İstanbul üleması, Şeyh Bahid'den bu genç hocanın ilzam edilmesini isterler. Şeyh Bahid de bu teklifi kabul ederek bir münazara zemini arar. Ve bir namaz vakti Ayasofya Câmiinden çıkıp çayhaneye oturulduğunda bunu fırsat telakki eden Şeyh Bahid Efendi, yanında ülema hazır bulunduğu halde Bediüzzaman'a hitaben:
مَا تَقُولُ فِى حَقِّ اْلاَوْرُوبَائِيَّةِ وَ الْعُثْمَانِيَّةِ
Yani: -Avrupa ve Osmanlılar hakkında ne diyorsunuz, fikriniz nedir? der.
Şeyh Bahid Efendi'nin bu sualden maksadı; Bediüzzaman'ın şekk olmayan bir bahr-i umman gibi ilmini ve ateşpare-i zekâsını tecrübe etmek değil, belki zaman-ı istikbale ait şiddet-i ihatasını ve idare-i âlemdeki siyasetini anlamak idi. Buna karşı Bediüzzaman'ın verdiği cevab şu oldu:
____________________
hizmet-i Kur'aniyede bulunduğundan anlaşılmış ve sonra kendileri de bir manevî ihtarla kaleme almışlardır ki, onun hayatı bir intizam dairesinde geçiyordu. Yani, ileride mühim bir hizmet-i Kur'aniyede bulunacağı için, Cenab-ı Hak o hizmet-i Kur'aniyeye zemin hazırlamak hikmetiyle, Said'i fevkalhad şartlar içerisinde ve fevkalâde inayet altında hârika bir zekâ ve dehâ ile mücehhez olarak istihdam ve istimal ediyordu. Onun için, tarihçe-i hayatın başında beyan edildiği vecihle, onun hayat ve ahvaline bu nokta-i nazarla bakmak lâzımdır. Ve hattâ kendisi hürriyetten evvel birçok talebelerine, dostlarına:
-Bir nur görüyorum, istikbâle büyük ümidlerle bakıyorum diye, ehemmiyetli bir Kur'an hizmetinin vuku'bulacağını haber veriyordu. Bir hiss-i kablelvuku' ile Risale-i Nur'un şimdiki manevî hizmet-i Kur'aniye ve imaniyesini, o zamanları siyaset âleminde olacak zannedip, bütün kuvvetiyle İstanbul'da siyaseti dine, Kur'ana âlet ederek çalışıyordu.
اِنَّ اْلاَوْرُوبَا حَامِلَةٌ بِاْلاِسْلاَمِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا وَ اِنَّ الْعُثْمَانِيَّةَ حَامِلَةٌ بِاْلاَوْرُوبَائِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا
Yani "Avrupa, bir İslâm devletine hâmiledir, günün birinde onu doğuracak. Osmanlılar da Avrupa ile hâmiledir, o da onu doğuracak."
Bu cevaba karşı Şeyh Bahid Hazretleri:
-Bu gençle münazara edilmez, ben de aynı kanaatteyim. Fakat bu kadar veciz ve belîgane bir tarzda ifade etmek, ancak Bediüzzaman'a hastır (1) demiştir.
Bediüzzaman'ın İstanbul'da hayatı, bir derece siyasîdir. Siyaset yoluyla İslâmiyete hizmet edilecek, diye kanaat besliyordu. Siyasî hayata karışması, İslâmiyete hizmet aşkının bir neticesi idi. Daima hürriyet taraftarı idi. Gördüğü haksızlıklardan dolayı Jön Türklere daima muhalefette bulunarak:
-Siz dini incittiniz, gayretullaha dokundunuz, şeriatı tezyif ettiniz; neticesi vahîm olacaktır, diye izhar-ı muhalefetten çekinmiyordu.
Hürriyetten sonra mücahid arkadaşlarıyla beraber İttihad-ı Muhammedî (A.S.M.) Cem'iyeti'ni kurmuşlar, cem'iyet pek kısa bir zamanda inkişafa başlamış, hattâ Bediüzzaman'ın bir makalesiyle Adapazarı ve İzmit havalisinde elli bin kişi cem'iyete dâhil olmuştu.
Hürriyeti sû'-i tefsir etmemek ve meşrutiyeti meşrutiyet-i meşrua olarak kabul etmek lâzım geldiğini ileri sürerek bu hususta dinî gazetelerde makaleler neşrediyor ve hitabelerde bulunuyordu. Bu makale ve hitabeleri, emsalsiz denecek kadar belîğ ve mukni' idi. Ehl-i ilim ve ehl-i siyaset, Said Nursî'nin bu yazılarından ve derslerinden çok istifade etmişlerdir.
___________________
(1) Nitekim Bediüzzaman'ın dediği gibi; ihbaratın iki kutbu da tahakkuk etmiş, bir iki sene sonra Meşrutiyet devrinde şeair-i İslâmiyeye muhalif çok âdât-ı ecnebiyeyi ahzetmek ve gittikçe Türkiye'de yerleştirmek; ve şimdi Avrupa'da Kur'ana ve İslâmiyete karşı gösterilen hüsn-ü alâka ve bilhassa bahtiyar Alman milletinde fevc fevc İslâmiyeti kabul etmek gibi hâdiseler, o ihbarı tamamıyla tasdik etmişlerdir.
O zamanki intibah-ı millîyi, Anadolu ve Asya'nın saadet-i dünyeviyesinin fecr-i sadıkı olarak müjde veriyor, fakat elden kaçmaması için evamir-i şer'iyeyi çabuk imtisal etmenin zarurî olduğunu ileri sürüyordu. "Eğer meşrutiyeti hürriyet-i şer'iye ile kabul etmezsek ve öyle tatbik edilmezse, elimizden kaçacak, müstebid bir idareye yerini terkedecek" diye ihtar ediyordu. O nutuk ve makalelerden nümune olarak cüz'î bir kısmını buraya dercediyoruz:
Bediüzzaman Said Nursî'nin ilân-ı hürriyetin üçüncü gününde irticalen söylediği ve sonra Selânik'te Hürriyet Meydanı'nda tekrar ettiği ve o zamanın gazetelerinin neşrettikleri nutkunun suretidir.
Hürriyete Hitâb
Ey Hürriyet-i Şer'î! Öyle müthiş ve fakat güzel ve müjdeli bir sadâ ile çağırıyorsun;benim gibi bir şarklıyı tabakat-ı gaflet altında yatmışken uyandırıyorsun. Sen olmasaydın, ben ve umum millet, zindan-ı esarette kalacaktık. Seni ömr-ü ebedî ile tebşir ediyorum. Eğer ayn-ül hayat-ı şeriatı menba-ı hayat yapsan ve o cennette neşv ü nema bulsan, bu millet-i mazlûmenin de eski zamana nisbeten bin derece terakki edeceğini müjde veriyorum. Eğer hakkıyla seni rehber etse, ağrâz-ı şahsî ve fikr-i intikam ile sizi lekedar etmezse...
Yâ Rab! Ne saadetli bir kıyamet ve ne güzel bir haşir ki,
وَالبَعْثُ بَعَدَ المَوْتِ hakikatının küçük bir misalini bu zaman bize tasvir ediyor. Şöyle ki:
Asya'nın ve Rumeli'nin köşelerinde medfun olan medeniyet-i kadîme hayata başlamış ve menfaatini mazarrat-ı umumiyede arayan ve istibdadı arzu edenler
يَا لَيْتَنِى كُنْتُ تُرَابًا demeye başladılar. Yeni Hükûmet-i Meşrûtamız mu'cize gibi doğduğu için inşâallah bir seneye kadar, نُكَلِّمُ مَنْ كَانَ فِى الْمَهْدِ صَبِيًّا sırrına mazhar olacağız. Mütevekkilâne, sabûrane tuttuğumuz otuz sene Ramazan-ı sükûtun sevabıdır ki, azabsız cennet-i terakki ve medeniyet kapılarını bize açmıştır. Hâkimiyet-i milliyenin beraat-i istihlâli olan kanun-u Şer'î, hâzin-i cennet gibi bizi duhûle davet ediyor.
Ey mazlum ihvân-ı vatan! Gidelim dahil olalım! Birinci kapısı, şeriat dairesinde ittihad-ı kulûb; ikincisi, muhabbet-i milliye; üçüncüsü, maarif; dördüncüsü, sa'y-i insanî; beşincisi, terk-i sefahettir. Ötekilerini sizin zihninize havale ediyorum.
Sakın Ey İhvân-ı vatan! Sefahetlerle ve dinde lâübaliliklerle tekrar öldürmeyiniz. Ve bütün efkâr-ı fâsideye ve ahlâk-ı rezîleye ve desais-i şeytaniyeye ve tabasbusata karşı; şeriat-ı garra üzerine müesses olan kanun-u esasî Azrail hükmüne geçti. Onları öldürdü.
Sakın Ey ihvân-ı vatan! İsrafat ve hilâf-ı şeriat ve lezaiz-i nâmeşrua ile tekrar ihya etmeyiniz! Demek şimdiye kadar mezarda idik, çürüyorduk. Şimdi bu ittihad-ı millet ve meşrutiyet ile rahm-ı mâdere geçtik; neşv ü nema bulacağız. Yüz bu kadar sene geri kaldığımız mesafe-i terakkiden inşâallah mu'cize-i Peygamberî ile, şimendifer-i kanun-u şer'iyye-i esasiyeye amelen ve burak-ı meşveret-i şer'iyeye fikren bineceğiz. Bu vahşet-engiz sahra-yı kebiri kısa zamanda tayyetmekle beraber, milel-i mütemeddine ile omuz omuza müsabaka edeceğiz. Zira onlar kâh öküz arabasına binmişler, yola gitmişler. Biz birdenbire şimendifer ve balon gibi mebâdiye bineceğiz, geçeceğiz. Belki câmi'-i ahlâk-ı hasene olan hakikat-ı İslâmiyyenin ve istidad-ı fıtrînin, feyz-i îmanın ve şiddet-i açlığın hazma verdiği teshil yardımiyla fersah fersah geçeceğiz. Nasıl ki vaktiyle geçmiştik.
Talebeliğin bana verdiği vazife ile ve hürriyetin ferman-ı me'zuniyetiyle ihtar ediyorum ki:
Ey ebnâ-yı vatan! Hürriyeti sû'-i tefsir etmeyiniz; tâ elimizden kaçmasın. Ve müteaffin olan eski esareti başka kabda bize içirmekle bizi boğmasın. (Hâşiye) Zira hürriyet, mürâat-ı ahkâm ve âdâb-ı şeriat ve ahlâk-ı hasene ile tahakkuk eder ve neşvünema bulur.
...........................................................................................
Bediüzzaman
* * *
____________________
(Haşiye): Evet daha dehşetli bir istibdad ile, pek acı ve zehirli bir esareti bize içirdiler.
Yaşasın Şeriat-ı Ahmedî (A.S.M.)
Dinî Ceride : 77
5/ Mart/ 1325
18/ Mart /1909
ŞERİAT-I GARRA: Kelâm-ı Ezelîden geldiğinden, ebede gidecektir. Nefs-i emmarenin istibdad-ı rezilesinden selâmetimiz, İslâmiyete istinat iledir, o hablülmetîne temessük iledir ve haklı hürriyetten hakkıyla istifade etmek, imandan istimdad iledir. Zira Sâni'-i Âleme hakkiyla abd ve hizmetkâr olanın halka ubudiyete tenezzül etmemesi gerektir. Herkes; kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asgarında cihad-ı ekber ile mükelleftir ve ahlâk-ı Ahmedîye ile tahallûk ve sünnet-i nebeviyeyi ihya ile muvazzaftır.
Ey evliyâ-yı umûr! Tevfik isterseniz, kavanin-i âdetullaha tevfik-i hareket ediniz. Yoksa; tevfiksizlik ile cevab-ı red alacaksınız. Zira mâruf umum enbiyanın memalik-i İslâmiye ve Osmaniyeden zuhuru, kader-i İlâhînin bir işaret ve remzidir ki, bu memleket insanlarının makine-i tekemmülâtının buharı diyanettir. Ve bu Asya ve Afrika tarlasının ve Rumeli bostanının çiçekleri, ziya-yı İslâmiyet ile neşv ü nema bulacaktır. Dünya için din feda olunmaz. Gebermiş istibdadı muhafaza için, vaktiyle mesail-i şeriat rüşvet verilirdi. Dinin mes'eleleri terk ve feda edilmesinden, zarardan başka ne faidesi görüldü? Milletin kalb hastalığı za'f-ı diyanettir; bunu takviye ile sıhhat bulabilir. Bizim cemaatımızın meşrebi, muhabbete muhabbet ve husumete husumettir. Yani beyn-el İslâm muhabbete imdad ve husumet askerini bozmaktır. Mesleğimiz ise, Ahlâk-ı Ahmedîye ile tahallûk ve sünnet-i Peygamberîyi ihya etmektir. Ve rehberimiz şeriat-ı garrâ.. ve kılıncımız da, berâhin-i katıa.. ve maksadımızİ'lâ-yı Kelimetul-lahtır!...
Bediüzzaman
* * *
HAKÎKAT
Dinî Ceride: 70
26/ Şubat/ 1324
Mart /1909
BİZ KALUBELÂDAN CEMİYET-İ
MUHAMMEDÎDE DAHİLİZ.
Cihetülvahdet-i ittihadımız, Tevhiddir. Peyman ve yeminimiz, imandır. Madem ki muvahhidiz, müttehidiz. Herbir mü'min İ'lâ-yı Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda en büyük sebebi, maddeten terakki etmektir. Zira; ecnebiler fünun ve sanayi silâhiyla bizi istibdad-ı mânevîleri altında eziyorlar. Biz de fen ve san'at silâhiyla, İ'lâ-yı Kelimetullahın en müthiş düşmanı olan cehil ve fakr ve ihtilâf-ı efkâra cihad edeceğiz. Amma; cihad-ı haricîyi, şeriat-ı garrânın berâhin-i katıasının elmas kılınçlarına havale edeceğiz; zira, medenîlere galebe çalmak, ikna iledir; söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir. Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur!...
Meşrutiyet ki, adalet ve meşveret ve kanunda inhisar-ı kuvvetten ibarettir. On üç asır evvel Şeriat-ı Garra teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa'ya dilencilik etmek, Din-i İslâma büyük bir cinayettir ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir.
Kuvvet kanunda olmalı. Yoksa istibdad tevzi olunmuş olur. اِنَّ اللّهَ هُوَ الْقَوِىُّ ا لْمَتِينُ hâkim ve âmir-i vicdanî olmalı. O da mârifet-i tam ve medeniyet-i âm veyahut Din-i İslâm namiyle olmalı. Yoksa; istibdad daima hükümfermâ olacaktır. İttifak, hüdadadır; heva ve hevesde değil! İnsanlar hür oldular, amma yine abdullahtırlar. Her şey hür oldu. Başkasının kusuru, insanın kusuruna sened ve özür olamaz! Ye's, mâni-i her kemaldir. "Neme lâzım, başkası düşünsün" istibdadın yadigârıdır.
Bediüzzaman
* * *
İstanbul Hahambaşısı Yahudi Karasso ile Bediüzzaman arasında Selânik'te cereyan eden bir konuşma sırasında, Karasso konuşmayı yarıda bırakarak dışarıya fırlamış ve arkadaşlarına: "Eğer yanında biraz daha kalsaydım, az kalsın beni de Müslüman edecek idi" diyerek mağlûbiyetini hayret ve telâşla izhar etmiştir. Karasso ki, Osmanlı İmparatorluğunu parçalamak için sinsi ve tertibli bir şekilde çalışan gizli bir teşkilâta mensub olup, ortada fevkalâde bir rol oynuyordu. Karasso'nun Bediüzzaman'ı ziyaret etmekten maksadı, onu kendi fikrine çevirmek ve meş'um gayesine âlet etmek idi. Fakat heyhat!...
* * *
Nihayet menhus Otuz Bir Mart hâdisesi meydana gelir. Şeriat isteyen ve o hâdisede ismi karışan on beş kadar hoca idam edilir. Bediüzzaman, onlar mahkeme binasının bahçesinde asılı durdukları ve kendisi de pencereden onları gördüğü bir halde muhakeme olunur. Mahkeme reisi Hurşid Paşa sorar:
-Sen de şeriat istemişsin?...
Bediüzzaman cevab verir:
-Şeriatın bir hakikatına, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat, ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil!
Bediüzzaman'ın divan-ı harbdeki bu kahramanca müdafaası, o zaman iki defa tâbedilip neşredilmiştir. O dehşetli mahkemeden idamını beklerken beraet etmiş ve mahkemeye teşekkür etmeyerek, yolda Bayezid'den tâ Sultanahmet'e kadar arkasında kalabalık bir halk kütlesi mevcud olduğu halde: "Zalimler için yaşasın Cehennem! Zalimler için yaşasın Cehennem!" nidalariyle ilerlemiştir.
Divan-ı Harb'deki müdafaasının bir kısmı bu tarihçe-i hayatta yazılmıştır. Tâ ki Otuz Bir Mart hâdisesinin içyüzü ve Bediüzzaman'ın kahramanca müdafaası bir derece anlaşılabilsin.
* * *
İKİ MEKTEB-İ MUSİBET ŞEHADETNAMESİ YAHUT DİVAN-I HARB-İ
ÖRFÎ VE SAİD-İ NURSÎ ADLI ESERDEN PARÇALAR:
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
MUKADDEME : Vaktâ ki hürriyet divanelikle yâdolunurdu; zayıf istibdad, tımarhaneyi bana mekteb eyledi.
Vakta ki i'tidal, istikamet; irtica ile iltibas olundu, meşrutiyette şiddetli istibdad, hapishaneyi mekteb eyledi.
Ey şehadetnamemi temaşa eden zevat! Lûtfen, ruh ve hayâlinizi, misafireten yeni medeniyete karışmış, asabî bir bedevî talebenin hâl-i ihtilâlde olan ceset ve dimağına gönderiniz, tâ tahtie ile hatâya düşmeyiniz!... 31 Mart hâdisesinde, Divan-ı Harb-i Örfî'de dedim ki:
-Ben talebeyim; onun için, her şeyi mizan-ı şeriatla muvazene ediyorum. Ben milliyetimizi, yalnız İslâmiyet biliyorum; onun için her şeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme ediyorum. Ben hapishane denilen âlem-i berzahın kapısında dururken ve darağacı denilen istasyonda âhirete giden şimendiferi beklerken, cemiyet-i beşeriyenin gaddârâne hallerini tenkid ederek, değil yalnız sizlere, belki bu zamandaki nev-i benî beşere irad ettiğim bir nutuktur. Onun için يَوْمَ تُبْلَى السَّرَائِرُ sırrınca, kabr-i kalbden hakaik çıplak çıktı; nâmahrem olan kimseler nazar etmesin. Âhirete kemal-i iştiyakla müheyyâyım; bu asılanlarla beraber gitmeye hazırım. Nasılki bir bedevî garaibperest, İstanbul'un acâib ve mehasinini işitmiş, fakat görmemiş; nasıl kemal-i hâhişle görmeyi arzu eder; ben de ma'rez-i acaib ve garaib olan Âlem-i Âhireti o hâhişle görmek istiyorum; şimdi de öyleyim. Beni oraya nefyetmek, bana ceza değil! Sizin elinizden gelirse, beni vicdanen tâzib ediniz! Ve illâ başka suretle azab, azab değil, benim için bir şandır!
Bu hükûmet, zaman-ı istibdatta akla husumet ediyordu; şimdi de hayata adavet ediyor... Eğer hükûmet böyle olursa, yaşasın cünun!... Yaşasın mevt!... Zalimler için de yaşasın cehennem!.. Ben zaten bir zemin istiyordum ki, efkârımı onda beyan edeyim.
Şimdi bu Divan-ı Harb-i Örfî iyi bir zemin oldu.
Bidayetlerde herkesten sual olunduğu gibi, Divan-ı Harbde bana da sual ettiler:
-Sen de şeriatı istemişsin?
Dedim:
-Şeriatın bir hakikatına, bin ruhum olsa feda etmeğe hazırım; zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat, ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil!
Hem de dediler:
- İttihad-ı Muhammedîyeye (A.S.M.) dâhil misin?
Dedim:
Maaliftihar... En küçük efradındanım; fakat benim târif ettiğim veçhile... O ittihaddan olmayan, dinsizlerden başka kimdir bana gösterin?...
İşte o nutku şimdi neşrediyorum; tâ ki, meşrutiyeti lekeden ve ehl-i şeriatı meyusiyetten ve ehl-i asrı tarih nazarında cehil ve cünundan ve hakikati evham ve şübheden kurtarayım. İşte başlıyorum:
Dedim:
-Ey Paşalar, zabitler! Hapsimi iktiza eden cinayetlerin icmâli:
اِذَا مَحَاسِنِى اللاَّتِى اَدِلُّ بِهَا كَانَتْ ذُنُوبِى فَقُلْ لِى كَيْفَ اَعْتَذِرُ
Yâni, medar-ı iftiharım olan mehasinim, şimdi günah sayılıyor! Artık nasıl i'tizar edeyim, mütehayyirim! Mukkaddeme olarak söylüyorum:
Mert olan, cinayete tenezzül etmez. Şayet isnad olunsa, cezadan korkmaz. Hem de, haksız yere idam olunsam, iki şehid sevabını kazanırım. Şayet hapiste kalsam, böyle hürriyeti lâfızdan ibaret bulunan gaddar bir hükûmetin en rahat mevkii hapishane olsa gerektir. Mazlumiyetle ölmek, zalimiyetle yaşamaktan daha hayırlıdır.
Bunu da derim ki: Siyaseti dinsizliğe âlet yapan bazı adamlar; kabahlerini setir için, başkasını irtica ile ve dinini siyasete âlet yapmakla ittiham ederler.
Şimdiki hafiyeler, eskisinden beterdirler. Bunların sadakatine nasıl itimad olunur? Adalet, onların sözlerine nasıl bina olunur? Hem de cerbeze ile, insan adalet yaparken zulme düşüyor. Zira; insan kusursuz olmaz; fakat, uzun zamanda ve efrad-i kesîre içinde ve tahallül-ü mehasinle tâdil olunan müteferrik kusurları, cerbeze ile cemedip bir zaman-ı vâhidde, bir şahs-ı vahidden sudurunu tevehhüm ederek, şedid cezaya müstahak görür. Halbuki bu tarz, bir zulm-ü şediddir... Şimdi gelelim onbir buçuk cinayetlerin tadâdına: (Hâşiye)
BİRİNCİ CİNAYET: Geçen sene bidayet-i hürriyette elli-altmış telgraf umum şark aşiretlerine sadaret vasıtasiyle çektim. Meâli şu idi:
"Meşrutiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz mes'ele ise, hakikî adalet ve meşveret-i şer'iyyeden ibarettir. Hüsn-ü telâkki ediniz. Muhafazasına çalışınız. Zira, dünyevî saadetimiz, meşrutiyettedir. Ve istibdattan herkesten ziyade biz zarardîdeyiz."
Her yerden bu telgrafların cevabı, müsbet ve güzel olarak geldi.
Demek Vilâyat-ı Şarkiyyeyi tenbih ettim, gafil bırakmadım; tâ yeni bir istibdat onların gafletinden istifade etmesin. "Neme lâzım" demediğimden cinayet işledim ki, bu mahkemeye girdim!
İKİNCİ CİNAYET: Ayasofya'da, Bayezid'de, Fatih'te, Süleymaniye'de, umum ulemâ ve talebeye hitaben müteaddid nutuklar ile şeriatın ve müsemma-yı meşrutiyetin münasebet-i hakikiyesini izah ve teşrih ettim. Ve mütehakkimane istibdadın, şeriatla bir münasebeti olmadığını beyan ettim. Şöyle ki: سَيِّدُ الْقَوْمِ خَادِمُهُمْ hadîsinin sırrıyle; şeriat âleme gelmiş, tâ istibdadı ve zalimane tahakkümü mahvetsin. Herhangi bir nutuk irad ettim ise; herbir kelimesine kimsenin bir itirazı varsa, bürhan ile isbata hazırım. Ve dedim ki: "Asıl şeriatın meslek-i hakikîsi, hakikat-ı meşrutiyet-i meşrûadır" Demek meşrutiyeti, delâil-i şer'iyye ile kabul ettim. Başka medeniyetçiler gibi taklidî ve hilâf-ı şeriat telâkki etmedim. Ve şeriatı rüşvet
__________________________
Hâşiye: Müellifin meslek ve meşrebine ait parçalar alınmış olup, tafsilât arzu edenler mezkûr esere müracaat etsinler.
vermedim. Ve ulema ve şeriatı, Avrupa'nın zunûn-u fâsidesinden iktidarıma göre kurtarmağa çalıştığımdan cinayet ettim ki, bu tarz muamelenizi gördüm!
ÜÇÜNCÜ CİNAYET: İstanbul'da yirmi bine yakın hemşehrilerimi, hamal ve gafil ve safdil olduklarından, bazı particiler onları iğfal ile Vilâyat-ı Şarkiyeyi lekedar etmelerinden korktum. Ve hammalların umum yerlerini ve kahvelerini gezdim. Geçen sene anlıyacakları surette meşrutiyeti onlara telkin ettim. Şu mealde:
"İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar. Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silâhiyle cihad edeceğiz. Ve bizi bir cihette teyakkuza ve terakkiye sevkeden hakiki kardeşlerimiz Türklerle ve komşularımızla dost olup el ele vereceğiz. Zira husumette fenalık var, husumete vaktimiz yoktur. Hükûmetin işine karışmayacağız; zira, hikmet-i hükûmeti bilmiyoruz..."
İşte o hammalların, Avusturya'ya karşı (benim gibi bütün Avrupa'ya karşı) (1) boykotları ve en müşevveş ve heyecanlı zamanlarda âkılâne hareketlerinde bu nasihatın tesiri olmuştur. Padişaha karşı irtibatlarını tâdil etmeye ve boykotajlarla Avrupa'ya karşı harb-i iktisadî açmaya sebebiyet verdiğimden demek cinayet ettim ki, bu belâya düştüm!
DÖRDÜNCÜ CİNAYET: Avrupa, bizdeki cehalet ve taassub müsaadesiyle; şeriatı (hâşâ ve kellâ) istibdada müsait zannettiklerinden, nihayet derecede kalben üzülmüştüm. Onların zannını tekzib etmek için, meşrutiyeti herkesten ziyade şeriat namına alkışladım. Lâkin yine korktum ki, başka bir istibdat tekrar o zannı tasdik eder diye, ne kadar kuvvetim varsa Ayasofya camiinde meb'usana hitaben feryat ettim.
______________________
(1) Bediüzzaman'a zurefâdan biri, bir gün, irfanıyla mütenasib bir esvab giymesi lüzumundan bahseder. Müşarünileyh de: "Siz, Avusturya'ya güya boykot yapıyorsunuz, hem onun gönderdiği kalpakları giyiyorsunuz. Ben ise, bütün Avrupa'ya boykot yapıyorum, onun için yalnız memleketimin maddî ve manevî mâmulâtını giyiyorum" buyurmuştur.
Ve söyledim ki: "Meşrutiyeti, meşrûiyet ünvanı ile telakki ve telkin ediniz. Tâ, yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareki, ağrazına siper etmekle lekedar etmesin. Hürriyeti, âdâb-ı şeriatle takyid ediniz; zira cahil efrad ve avam-ı nâs, kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsız olur. Adalet namazında kıbleniz dört mezheb olsun. Tâ ki, namaz sahih ola. Zira; hakaik-i meşrutiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört mezhebten istihracı mümkün olduğunu dâva ettim." Ben ki, bir âdi talebeyim; ulemaya farz olan bir vazifeyi omuzuma aldım, demek cinayet ettim ki, bu tokadı yedim!
BEŞİNCİ CİNAYET: Gazeteler; iki kıyas-ı fâsid cihetiyle ve haysiyet kırıcı bir neşriyat ile, ahlâk-ı İslâmiyyeyi sarstılar ve efkâr-ı umumiyeyi perişan ettiler. Ben de, gazetelerle onları reddeden makaleler neşrettim. Dedim ki:
-Ey gazeteciler! Edibler edebli olmalı; hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalı. Ve onların sözleri, kalb-i umumî-i müşterek-i milletten, bitarafane çıkmalı. Ve matbuat nizamnamesini, vicdanınızdaki hiss-i diyanet ve niyet-i hâlisa tanzim etmeli. Halbuki siz, iki kıyas-ı fâsidle, yâni: Taşrayı İstanbul'a ve İstanbul'u Avrupa'ya kıyas ederek efkâr-ı umumîyeyi bataklığa düşürdünüz; ve şahsî garazları ve fikr-i intikamı uyandırdınız. Zira elifba okumayan çocuğa, felsefe-i tabiiye dersi verilmez! Ve erkeğe, tiyatrocu karı libası yakışmaz! Ve Avrupa'nın hissiyatı, İstanbul'da tatbik olunmaz! Akvamın ihtilafı; mekânların ve aktârın tehalüfü, zamanların ve asırların ihtilâfı gibidir. Birisinin libası, ötekinin endamına gelmez. Demek, Fransız Büyük İhtilâli, bize tamamen hareket düsturu olamaz! Yanlışlık, tatbik-i nazariyat ve muktezâ-yı hâli düşünmemekten çıkar.
Ben ki, ümmî bir köylüyüm, böyle cerbezeli ve mugalâtalı ve ağrâzlı muharrirlere nasihat ettim. Demek cinayet işledim(!)..
ALTINCI CİNAYET: Kaç defa, büyük içtimalarda heyecanları hissettim korktum ki, âvam-ı nâs, siyasete karışmakla asayişi ihlâl etsinler. Türkçeyi yeni öğrenen köylü bir talebenin lisanına yakışacak lâfızlarla, heyecanı teskin ettim. Ezcümle, Bayezid'de talebenin içtimaında ve Ayasofya mevlidinde ve Ferah Tiyatrosundaki heyecana yetiştim; bir derece heyecanı teskin ettim. Yoksa bir fırtına daha olacaktı. Ben ki bedevî bir adamım; medenîlerin entrikalarını bildiğim halde, işlerine karıştım. Demek, cinayet ettim (!)...
YEDİNCİ CİNAYET: İşittim "İttihad-ı Muhammedî (A.S.M.)" nâmiyle bir cemiyet teşekkül etmiş. Nihayet derecede korktum ki, bu ism-i mübarekin altında bazılarının bir yanlış hareketi meydana gelsin. Sonra işittim: Bu ism-i mübareki bazı mübarek zevat, Süheyl Paşa ve Şeyh Sadık gibi zatlar; daha basit ve sırf ibadete ve sünnet-i seniyeye tebaiyete nakletmişler. Ve o siyasî cemiyetten kat-ı alâka ettiler; siyasete karışmayacaklar; lâkin tekrar korktum, dedim: Bu isim umumun hakkıdır, tahsis ve tahdit kabul etmez. Ben nasıl ki, dindar müteaddit cemiyete bir cihette mensubum. Zira, maksatlarını bir gördüm. Kezalik, o ism-i mübareke intisab ettim. Lâkin târif ettiğim ve dahil olduğum ittihad-ı Muhammedî (A.S.M.) nin târifi budur ki: Şarktan garba, cenuptan şimale uzanan bir silsile-i nûranî ile merbut bir dairedir; dahil olanlar da bu zamanda üç yüz milyondan ziyadedir. Bu ittihadın cihetülvahdeti ve irtibatı, Tevhid-i İlahîdir; peyman ve yemini, imandır. Müntesibleri, kalûbelâdan dahil olan umum mü'minlerdir; defter-i esmâları da Levh-i Mahfuz'dur; bu ittihadın nâşir-i efkârı, umum kütüb-ü İslâmiyedir; günlük gazeteleri de, İ'lâ-yı Kelimetullahı hedef-i maksad eden umum dinî gazetelerdir; klüb ve encümenleri, cami ve mescidlerdir ve dinî medreseler ve zikirhanelerdir, merkezi de Haremeyn-i Şerifeyn'dir. Böyle cemiyetin reisi Fahr-i Âlemdir (A.S.M.) ve mesleği, herkes kendi nefsiyle mücahede, yâni ahlâk-ı Ahmedîye (A.S.M.) ile tahallûk ve Sünnet-i Nebevîyeyi ihya ve başkalara da muhabbet ve eğer zarar etmezse nasihat etmektir. Bu ittihadın nizamnamesi, Sünnet-i Nebeviye ve kanunnamesi evâmir ve nevahi-i şer'iyedir ve kılınçları da berâhin-i katıadır. Zira, medenîlere galebe çalmak, ikna iledir, icbar ile değildir! Taharri-i hakikat, muhabbet iledir. Husumet ise, vahşet ve taassuba karşı idi. Hedef ve maksatları da, İ'lâ-yı Kelimetullahtır. Şeriatta; yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve fazilete aittir, yüzde bir nisbetinde siyasete mütealliktir; onu da ulûlemirlerimiz düşünsünler. Şimdi maksadımız, o silsile-i nûraniyi ihtizaza getirmekle herkesi bir şevk-i hâhiş-i vicdaniye ile tarik-i terakkide kâbe-i kemalâta sevketmektir. Zira, İ'lâ-yı Kelimetullahın bu zamanda bir büyük sebebi, maddeten terakki etmektir!
İşte ben bu ittihadın efradındanım ve bu ittihadın tezahürüne teşebbüs edenlerdenim. Yoksa sebeb-i iftirak olan fırkalardan, partilerden değilim...
Elhâsıl, Sultan Selim'e biat etmişim, onun ittihad-ı İslâmdaki fikrini kabul ettim. Zira o, vilâyat-ı şarkiyeyi ikaz etti, onlar da ona biat ettiler. Şimdiki Şarklılar, o zamanki Şarklılardır. Bu meselede seleflerim; Şeyh Cemaleddin-i Efganî, allâmelerden Mısır Müftüsü merhum Muhammed Abdüh, müfrit âlimlerden Ali Suavi, Hoca Tahsin ve İttihad-ı İslâmı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selimdir ki demiş:
İhtilaf u tefrika endişesi,
Kûşe-i kabrimde hattâ bikarar eyler beni;
İttihadken savlet-i a'dayı def'e çaremiz,
İttihad etmezse millet, dağıdar eyler beni...
Yavuz Sultan Selim
Ben zâhiren buna teşebbüs ettim, iki maksad-ı azîm için:
Birincisi: O ismi tahdid ve tahsisten hâlâs etmek ve umum mü'minlere şümulünü ilân etmek; tâ ki tefrika düşmesin ve evham çıkmasın.
İkincisi: Bu geçen musibet-i azîmeye sebebiyet veren fırkaların iftirakının tevhid ile önüne sed olmaktı. Vâesefa ki zaman fırsat vermedi; sel geldi, beni de yıktı. Hem derdim: Bir yangın olsa, bir parçasını söndüreceğim. Fakat hocalık elbisem de yandı; ve uhdesinden gelemediğim bir yalancı şöhret de maalmemnuniye ref' oldu. Ben ki âdi bir adamım, böyle meclis-i meb'usan ve âyan ve vükelânın en mühim vazifelerini düşündürecek bir emri, uhdeme aldım. Demek cinayet ettim (!)...
...............................................................................................................................
SEKİZİNCİ CİNAYET: Ben işittim ki, askerler bazı cemiyetlere intisab ediyorlar. Yeniçerilerin hâdise-i müthişesi hatırıma geldi. Gayet telâş ettim. Bir gazetede yazdım ki: "Şimdi en mukaddes cemiyet, ehl-i iman askerlerin cemiyetidir. Umum mü'min ve fedakâr askerlerin mesleğine girenler, neferden seraskere kadar dahildir. Zira; ittihat, uhuvvet, itaat, muhabbet ve İ'lâ-yı Kelimetullah, dünyanın en mukaddes cemiyetinin maksadıdır. Umum mü'min askerler, tamamiyle bu maksada mazhardırlar. Askerler merkezdir; millet ve cemiyet onlara intisab etmek lâzımdır. Sâir cemiyetler, milleti, asker gibi mazhar-ı muhabbet ve uhuvvet etmek içindir. Amma ittihad-ı Muhammedî (A.S.M.) ki; umum mü'minlere şâmildir, cemiyet ve fırka değildir. Merkezi ve saff-ı evveli; gaziler, şehidler, âlimler, mürşitler teşkil ediyor. Hiç bir mü'min ve fedakâr asker (zabit olsun, nefer olsun) hariç değil ki; tâ intisaba lüzum kalsın. Lâkin bazı cemiyet-i hayriye, kendine İttihad-ı Muhammedî diyebilir, buna karışmam."
Ben ki, âdi bir talebeyim. Böyle büyük ulemanın vazifelerini gasbettim. Demek cinayet ettim (!)
DOKUZUNCU CİNAYET: Martın Otuzbirinci günündeki dehşetli hareketi iki üç dakika uzaktan temaşa ettim. Müteaddid metâlibi işittim. Fakat, yedi renk süratle çevrilse, yalnız beyaz göründüğü gibi, o ayrı ayrı matlablardaki fesâdâtı binden bire indiren ve avamı anarşilikten kurtaran ve efrad elinde kalan umum siyaseti, mucize gibi muhafaza eden "Lâfz-ı Şeriat" yalnız göründü. Anladım: İş fena, itaat muhtel, nasihat tesirsizdir. Yoksa, her vakit gibi, yine o ateşin söndürülmesine teşebbüs edecektim. Fakat, âvam çok, bizim hemşehriler gafil ve safdil. Ben de şöhret-i kâzibe ile görünüyorum. Üç dakikadan sonra çekildim, Bakırköyüne gittim; tâ beni tanıyanlar karışmasınlar, rastgelenlere de karışmamak tavsiye ettim. Eğer zerre mikdar dahlim olsaydı, zaten elbisem beni ilân ediyor, istemediğim bir şöhret de beni herkese gösteriyordu, bu işde pek büyük görünecektim. Belki Ayastafanos'a kadar, tek başıma olsun, Hareket Ordusuna mukabele ederek isbat-ı vücud edecektim; merdâne ölecektim. O vakit dahlim bedihî olurdu; tahkike lüzum kalmazdı.
İkinci günde bir ukde-i hayatımız olan itaat-ı askeriyeden sual ettim; dediler ki: -Askerlerin zâbitleri, asker kıyafetine girmiş, itaat çok bozulmamış.
Tekrar sual ettim:
-Kaç zâbit vurulmuş?
Beni aldattılar; dediler:
-Yalnız dört tane; onlar da, müstebid imişler; hem şeriatın âdâb ve hududu icra olunacak.
Bir de gazetelere baktım; onlar da o kıyamı meşru gibi tasvir ediyorlardı. Ben de bir cihette sevindim; zira, en mukaddes maksadım, şeriatın ahkâmını tamamen icra ve tatbiktir. Fakat itaat-i askeriyeye halel geldiğinden, nihayet derecede me'yus ve müteessir oldum ve umum gazetelerle askere hitaben neşrettim ki:
"Ey askerler! Zâbitleriniz bir günah ile nefislerine zulmediyorlarsa, siz o itaatsizlikle otuz milyon Osmanlı ve üçyüz milyon nüfus-u İslâmiyenin haklarına bir nevi zulmediyorsunuz. Zira, umum İslâm ve Osmanlıların haysiyet, saadet ve bayrak-ı tevhîdi, bu zamanda bir cihette sizin itaatinizle kaimdir. Hem de şeriat istiyorsunuz; fakat itaatsizlikle şeriata muhalefet ediyorsunuz."
Ben onların hareketini, şecaatlarını okşadım. Zira, efkâr-ı umumiyenin yalancı tercümanı olan gazeteler, nazarımıza hareketlerini meşru göstermişlerdi. Ben de takdirle beraber nasihatımı bir derece tesir ettirdim, isyanı bir derece bastırdım. Yoksa böyle, âsân olmazdı. Ben ki bilfiil tımarhaneyi ziyaret etmiş bir adamım, "Neme lâzım, böyle işleri akıllılar düşünsün" demediğimden cinayet ettim (!)...
ONUNCU CİNAYET: Harbiye Nezaretindeki askerler içine Cuma günü ulema ile beraber gittim. Gayet müessir nutuklarla sekiz tabur askeri itaate getirdim. Nasihatlarım tesirini sonradan gösterdi. İşte nutkun sureti:
"Ey âsakir-i muvahhidîn! Otuz milyon Osmanlı ve üçyüz milyon İslâmın namusu ve haysiyeti ve saadeti ve bayrak-ı tevhîdi; bir cihette sizin itaatınıza vâbestedir. Sizin zabitleriniz, bir günah ile kendi nefsine zulmetse, siz bu itaatsizlikle, üçyüz milyon İslâma zulmediyorsunuz. Zira, bu itaatsizlikle uhuvvet-i İslâmiyeyi tehlikeye atıyorsunuz. Biliniz ki: Asker ocağı, cesîm ve muntazam bir fabrikaya benzer; bir çark itaatsizlik etse, bütün fabrika herc ü merc olur. Asker neferatı, siyasete karışmaz; Yeniçeriler şahiddir. Siz "şeriat" dersiniz, halbuki şeriata muhalefet ediyorsunuz ve lekedar ediyorsunuz. Şeriatla, Kur'ânla, hadîs ile, hikmetle, tecrübeyle sâbittir ki: Sağlam, dindar, hakperest ulûlemre itaat farzdır. Sizin ulûlemriniz, üstadınız; zabitlerinizdir. Nasıl ki mahir mühendis, hâzık tabib; bir cihette günahkâr olsalar, tıb ve hendeselerine zarar vermez. Kezalik, münevver-ül-efkâr ve fenn-i harbe âşina, mektebli, hamiyetli, mü'min zabitlerinizin bir cüz'î nâmeşrû hareketi için itaatinize halel vermekle, Osmanlılara ve İslâmlara zulmetmeyiniz! Zira itaatsizlik, yalnız bir zulüm değil, milyonlarca nüfusun hakkına bir nevi tecavüz demektir. Bilirsiniz ki; bu zamanda bayrak-ı tevhid-i İlâhî sizin yed-i şecaatinizdedir. O yedin kuvveti de, itaat ve intizamdır. Zira, bin muntazam ve mutî asker, yüzbin başıbozuğa mukabildir. Ne hâcet, yüz sene zarfında, otuz milyon nüfusun vücuda getirmediği böyle pek çok kan döktüren inkılâpları, siz, itaatinizle kan dökmeden yaptınız.
Bunu da söylüyorum ki: Hamiyetli ve münevverülfikir bir zabiti zayi etmek, mânevî kuvvetinizi zayi etmektir.
Zira şimdi hükümferma: Şecaat-ı imaniye ve akliye ve fenniyedir. Bazan bir münevverülfikir, yüze mukabildir. Ecnebiler, size bu şecaatle galebeye çalışıyorlar. Yalnız şecaat-i fıtriye kâfi değil!...
Elhâsıl, Fahr-i Âlem'in fermanını size tebliğ ediyorum ki; itaat farzdır, zabitlerinize isyan etmeyiniz!
Yaşasın askerler! Yaşasın meşrûta-i meşrûa!.."
Demek ki ben, bu kadar âlim varken böyle mühim vazifeleri deruhte ettiğimden, cinayet ettim (!)...
ONBİRİNCİ CİNAYET: Ben, Vilâyat-ı Şarkiyede, aşiretlerin hâl-i perişaniyetini görüyordum. Anladım ki: Dünyevî bir saadetimiz, bir cihetle fünun-u cedîde-i medeniye ile olacak. O fünûnun da gayr-ı müteaffin bir mecrası ulema ve bir menbaı da medreseler olmak lâzımdır. Tâ, ulemâ-i din, fünûn ile ünsiyet peyda etsin. Zira, o vilâyâtta, yarı bedevi vatandaşların zimam-ı ihtiyarı, ulema elindedir. Ve o sâik ile Der-Saadete geldim. Saadet tevehhümüyle o vakit de (şimdi münkasım olmuş, şiddetlenmiş olan) istibdadlar, merhum Sultan-ı mahlûa isnad edildiği halde, onun Zabtiye Nazırı ile bana verdiği maaş ve ihsan-ı şâhânesini kabul etmedim, reddettim, hatâ ettim. Fakat o hatâm, medrese ilmi ile dünya malını isteyenlerin yanlışlarını göstermekle hayır oldu. Aklımı feda ettim, hürriyetimi terketmedim. O şefkatli Sultana boyun eğmedim. Şahsî menfaatımı terk ettim. Şimdiki sivrisinekler, beni cebirle değil, muhabbetle kendilerine müttefik edebilirler. Bir buçuk senedir burada memleketimin neşr-i maarifi için çalışıyorum. İstanbul'un ekserisi bunu bilir.Ben ki bir hammalın oğluyum; bu kadar dünya bana müyesser iken, kendi nefsimi hammal oğulluğundan ve fakr u halden çıkarmadım ve dünya ile kökleşemediğim ve en sevdiğim mevki olan Vilâyât-ı Şarkiyenin yüksek dağlarını terketmekle millet için tımarhaneye ve tevkifhaneye ve meşrutiyet zamanında işkenceli hapishaneye düşmeme sebebiyet veren öyle umurlara teşebbüs etmekle büyük bir cinayet eyledim ki, bu dehşetli mahkemeye girdim (!)...
YARI CİNAYET: Şöyle ki: Daire-i İslâmın merkezi ve rabıtası olan nokta-i hilâfeti elinden kaçırmamak fikriyle ve sâbık Sultan merhum Abdülhamid Han Hazretleri, sâbık içtimaî kusuratını derk ile nedamet ederek kabul-ü nasihata istidat kesbetmiş zanniyle ve "Aslâh tarik, müsalâhadır" mülâhazasiyle, şimdiki en çok ağraz ve infiâlâta mebde ve tohum olan bu vukua gelen şiddet suretini daha ahsen surette düşündüğümden, merhum Sultan-ı sâbıka, ceride lisanıyla söyledim ki: "Münhasif Yıldızı darülfünun et; tâ, Süreyya kadar âli olsun! Ve oraya seyyahlar, zebanîler yerine, ehl-i hakikat melâike-i rahmeti yerleştir; tâ cennet gibi olsun! Ve Yıldızdaki milletin sana hediye ettiği servetini, milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dinî darülfünunlara sarf ile millete iade et ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et. Zira, senin şâhâne idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra sırf âhireti düşünmek lâzım. Dünya seni terk etmeden evvel sen dünyayı terket! Zekat-ül-ömrü, ömr-ü sâni yolunda sarfeyle. Şimdi müvazene edelim: Yıldız, eğlence yeri olmalı veya darülfünun olmalı? Ve içinde seyyahlar gezmeli veya ulema tedris etmeli? Ve gasbedilmiş olmalı veyahut hediye edilmiş olmalı? Hangisi daha iyidir? İnsaf sahipleri hükmetsin."
Ben ki bir gedâyım. Bir büyük padişaha nasihat ettim. Demek yarı cinayet ettim.
Cinayetin öteki yarısını söylemek zamanı gelmedi. (Hâşiye)
.....................................................................................
Yazık, eyvahlar olsun! Saadetimiz olan meşrûtiyet-i meşrûa, bir menba-ı hayat-ı içtimaiyemiz ve İslâmiyete uygun olan maarif-i cedideye, millet nihayet derecede müştak ve susamış olduğu halde; bu hâdisede, ifratperver olanlar, meşrutiyete garazlar karıştırmakla ve fikren münevver olanlar da, dinsizce harekât-ı lâübaliyane ile milletin rağbetine karşı maatteessüf sed çektiler. Bu seddi çekenler, ref'etmelidirler; vatan namına rica olunur.
___________________
(Hâşiye): O yarının zamanı; onbeş sene sonra, yirmisekiz senedir müellifin sebeb-i hapsi olan, "Siracünnur"un âhirindeki bahse bakınız, tam o yarı cinayeti bileceksiniz.
Ey Paşalar, Zabitler! Bu on bir buçuk cinayetin şahitleri, binlerle adamdır. Belki bazılarına İstanbul'un yarısı şahittir. Bu on bir buçuk cinayetin cezasına rıza ile beraber, on bir buçuk sualime de cevab isterim. İşte bu seyyiatıma bedel bir hasenem de var. Söyleyeceğim:
Herkesin şevkini kıran ve neş'esini kaçıran ve ağrazlar ve taraftarlıklar hissini uyandıran ve sebeb-i tefrika olan ırkçılık cem'iyât-ı akvamiye teşkiline sebebiyet veren; ve ismi meşrutiyet ve mânâsı istibdat olan ve İttihad ve Terakki ismini de lekedar eden buradaki şûbe-i müstebidaneye muhalefet ettim.
Herkesin bir fikri var. İşte; sulh-u umumî, aff-ı umumî ve ref-i imtiyaz lâzım. Tâ ki; biri, bir imtiyaz ile başkasına haşarat nazariyle bakmakla nifak çıkmasın. Fahr olmasın! Derim: Biz ki hakiki müslümanız, aldanırız fakat aldatmayız. Bir hayat için yalana tenezzül etmeyiz. Zira biliyoruz ki: "İnnem-el-Hîyletü fî Terkil-Hiyel" Fakat, meşrû, hakiki meşrutiyetin müsemmasına ahd ü peyman ettiğimden, istibdat ne şekilde olursa olsun, -meşrutiyet libası giysin ve ismini taksın- rast gelsem sille vuracağım.
Fikrimce meşrutiyetin düşmanı, meşrutiyeti; gaddar, çirkin ve hilâf-ı şeriat göstermekle meşveretin de düşmanlarını çok edenlerdir. "Tebeddül-ü esmâ ile, hakaik tebeddül etmez." En büyük hata, insan, kendini hatasız zannetmek olduğundan hatamı itiraf ederim ki; nâsın nasihatını kabul etmeden, nâsa nasihatı kabul ettirmek istedim. Nefsimi irşad etmeden, başkasının irşadına çalıştığımdan, emr-i bilmâ'rufu te'sirsiz etmekle tenzil ettim. Hem de tecrübe ile sabittir ki: Ceza, bir kusurun neticesidir; fakat, bazan o kusur, işlenmemiş başka kusurun suretinde kendini gösterir. O adam mâsum iken cezaya müstehak olur. Allah musibet verir, hapse atar, adalet eder, fakat hâkim ona ceza verir, zulmeder.
Ey ulûlemir! Bir haysiyetim vardı, onunla İslâmiyet milliyetine hizmet edecekdim, kırdınız. Kendi kendine olmuş, istemediğim bir şöhret-i kâzibem vardı, onunla avama nasihatı te'sir ettiriyordum; maalmemnuniye mahvettiniz. Şimdi usandığım bir hayat-ı zaîfem var, kahrolayım, eğer idama esirgerisem, merd olmıyayım eğer ölmeye gülmekle gitmezsem. Sûreten mahkûmiyetim, vicdanen mahkûmiyetinizi intaç edecektir. Bu hâl bana zarar değil, belki şandır. Fakat millete zarar ettiniz. Zira nasihatımdaki te'siri kırdınız. Saniyen; kendinize zarardır. Zira hasmınızın elinde bir hüccet-i kâtıa olurum. Beni mihenk taşına vurdunuz; acaba fırka-i hâlise dediğiniz adamlar böyle mihenge vurulsalar, kaç tanesi sağlam çıkacaktır? Eğer meşrutiyet bir fırkanın istibdadından ibaret ise ve hilaf-ı şeriat hareket ise:
فَلْيَشْهَدِ الثَّقَلاَنِ اَنِّى مُرْتَجِعٌ (Hâşiye) Zira yalanlarla ittihad yalandır ve ifsadat üzerine müesses olan ism-i meşrutiyet fâsiddir. Müsemma-yı meşrutiyet; hak, sıdk, imtiyazsızlık üzerine beka bulacaktır.
......................................................................................
"Otuz Bir Mart Hâdisesi" denilen o sâika ve müdhiş fırtına, adî sebepler tahtında öyle bir istidâd-ı tabiîyi müheyya etmişti ki; neticesi hercümerç olduğu halde, min-indillâh ehl-i kıyamın lisanına daima mu'cizesini gösteren ism-i şeriat geldi. O fırtınayı gayet hafif geçirdiğinden, Nisan'ın nısfından sonraki gazeteleri İndallah mahkûm ediyor. Zira o hadiseye sebebiyet veren yedi mes'ele ve onunla beraber yedi hal, nazar-ı mütalâaya alınsa, hakikat tezahür eder. Onlar da bunlardır:
1- Yüzde doksanı, İttihad ve Terakki'nin aleyhinde, hem onların tahakkümü ve istibdadı aleyhinde bir hareket idi.
2- Fırkaların meydân-ı münakaşatı olan vükelâyı tebdil idi.
3- Sultan-ı mazlûmu sukut-u musammemden kurtarmaktı.
4- Hissiyat-ı askeriyenin ve âdâb-ı dindaranelerinin muhalif telkinatının önüne sed olmaktı.
5- Pek çok büyütülen Hasan Fehmi Bey'in kâtilini meydana çıkarmaktı.
_______________________
Hâşiye: Yâni: Bütün dünya, cin ve ins şahid olsun ki, ben mürteciyim.
6- Kadro haricine çıkanları ve alay zabitlerini mağdur etmemekti.
7- Hürriyeti, sefahete şumulünü men ve âdâb-ı şeriatla tahdit ve avâmın siyaset-i şer'i bildikleri yalnız kısas ve kat-ı yed haddini icra idi.
Fakat zemin bataklık.. ve dâm (tuzak) ve plân serilmişti. Mukaddes olan itaat-ı askeriye feda edildi. Üssülesas esbab, fırkaların taraftârâne ve garazkârâne münakaşatı ve gazetelerin belagât yerine mübalâgat ve yalan ve ifratperverâne keşmâkeşleri idi. Bu metâlib-i seb'ada, nasıl ki yedi renk çevrilse yalnız beyaz görünür; bunda da yalnız ziyâ-yı şeriat-ı beyzâ tecelli etti, fesadın önüne sed çekti.
Bütün kuvvetimle derim ki: Terakkimiz, ancak, milliyetimiz olan İslâmiyetin terakkisiyle ve hakaik-i şeriatın tecellisiyledir. Yoksa, "Yürüyüşünü terketti, başkasının da yürüyüşünü öğrenmedi" olan darb-ı mesele mâsadak olacağız. Evet hem şan ü şeref-i millet-i İslâmiye, hem sevab-ı Âhiret, hem cemiyet-i milliye, hem hamiyet-i İslâmiye, hem hubb-u vatan, hem hubb-u din ile mütehassis olmalıyız.
................................................................................................
Ey Paşalar, Zabitler! Cinayetlerime ceza ve şimdi suallerime de cevab isterim. İslâmiyet ise, insaniyet-i kübrâ.. ve şeriat ise medeniyet-i fuzlâ (en faziletli medeniyet) olduğundan; âlem-i İslâmiyet, medine-i fâzıla-i Eflâtûniyye olmağa sezâdır. (Hâşiye)
Birinci Sual: (Hâşiye) Gazetelerin aldatmalariyle meşrû bilerek buradaki görenek ve âdata binâen cereyan-ı umumîye kapılan safdillerin cezası nedir?
İkinci Sual: Bir insan yılan suretine girse, yahut bir veli haydut kıyafetine girse, veyahut meşrutiyet, istibdad şekline girse; ona taarruz edenlerin cezası nedir? Belki; hakikaten onlar yılandırlar, haydutturlar ve istibdattırlar.
Üçüncü Sual: Acaba, müstebit yalnız bir şahıs mı olur? Müteaddit şahıslar müstebit olmaz mı? Bence "Kuvvet, kanunda olmalı" yoksa istibdat münkasim olmuş olur ve komitecilikle tam şiddetlenir.
_________________
Hâşiye: Bu sualler kırk-elli mâsum mahpusun tahliyesine sebeb oldu.
Dördüncü Sual: Bir mâsumu idam etmek mi, yoksa on câniyi affetmek mi daha zarardır?
Beşinci Sual: Maddî tazyikler, ehl-i meslek ve fikre galebe etmediği gibi, daha ziyade nifak ve tefrika vermez mi?
Altıncı Sual: Bir mâden-i içtimaî hayatımız olan ittihad-ı millet; ref-i imtiyazdan başka ne ile olur?
Yedinci Sual: Müsavatı ihlâl ve yalnız bazılara tahsis ve haklarında kanunu tamamiyle tatbik etmek, zahiren adalet iken, bir cihette acaba müsavatsızlıkla zulüm ve garaz olmaz mı? Hem de tebrie ve tahliye ile masumiyetleri tebeyyün eden ekser-i mahbusînin, belki yüzde sekseni masum iken, acaba; ekseriyet nokta-i nazarında bu hâl hükümfermâ olsa, garaz ve fikr-i intikam olmaz mı? Divan-ı Harbe diyeceğim yok, ihbar edenler düşünsünler.
Sekizinci Sual: Bir fırka kendisine bir imtiyaz taksa, herkesin en hassas nokta-i asabiyyesine daima dokundura dokundura zorla herkesi meşrutiyete muhalif gibi gösterse ve herkes de onların kendilerine taktığı ism-i meşrutiyet altında olan muannit istibdada ilişmiş ise, acaba kabahat kimdedir?
Dokuzuncu Sual: Acaba, bahçıvan bir bahçenin kapısını açsa, herkese ibahe etse, sonra da zâyiat vuku bulsa, kabahat kimdedir?
Onuncu Sual: Fikir ve söz hürriyeti verilse, sonra da muahaze olunsa, acaba bîçâre milleti ateşe atmak için bir plân olmaz mı? Böyle olmasa idi, başka bahaneyle mevki-i tatbike konulacağı hayale gelmez mi idi?
On Birinci Sual: Herkes meşrutiyete yemin ediyor. Halbuki ya müsemma-yı meşrutiyete kendi muhalif, veya muhalefet edenlere kaşı sükût etse, acaba kefaret-i yemin vermek lâzım gelmez mi? Ve millet yalancı olmaz mı? Ve mâsum olan efkâr-ı umumiye; yalancı, bunak ve gayr-ı mümeyyiz addolunmaz mı?
Elhâsıl: Şedit bir istibdad ve tahakküm, cehalet cihetiyle şimdi hükümfermâdır. Güya istibdat ve hafiyelik, tenasuh etmiş. Ve maksad da Sultan Abdülhamitten istirdâd-ı hürriyet değilmiş, belki; hafif ve az istibdadı, şiddetli ve kesretli yapmakmış?
Yarım Sual: Nazik ve zayıf bir vücut ki, sivrisineklerin ve arıların ısırmasına tahammül edemediği için, gayet telâş ve zahmetle onları def'e çalışırken biri çıksa, dese ki: "Maksadı, sivrisinekleri, arıları defetmek değil, belki büyük arslanı ikaz edip kendine musallat etmek ister." Acaba böyle demekle hangi ahmağı kandıracaktır?
Sualin diğer yarısı çıkmağa izin yoktur!
.......................................................................................................
Ey Paşalar, zabitler! Bütün kuvvetimle derim ki:
Gazetelerde neşrettiğim umum makalâtımdaki umum hakaikde nihayet derecede musırrım. Şayet zaman-ı mâzi canibinden, Asr-ı Saadet mahkemesinden adaletnâme-i şeriatla dâvet olunsam, neşrettiğim hakaiki aynen ibraz edeceğim. Olsa olsa, o zamanın ilcaâtının modasına göre bir libas giydireceğim. Şayet müstakbel tarafından üçyüz sene sonraki tenkidat-ı ukalâ mahkemesinden tarih celbnamesiyle celbolunsam; yine bu hakikatları, tevessü ve inbisat ile çatlayan bazı yerlerini yamalamakla beraber taze olarak orada da göstereceğim. Demek ki hakikat tahavvül etmez. Hakikat haktır. اَلْحَقُّ يَعْلُو وَلاَ يُعْلَى عَلَيْهِ Millet uyanmış; mugalâta ve cerbeze ile iğfal olunsa, devam etmiyecektir. Hakikat telâkki olunan hayâlin, ömrü kısadır. Feveran eden efkâr-ı umumiye ile o aldatmalar ve muğalâtalar dağılacaktır ve hakikat meydana çıkacaktır, İnşâallah.
Sizin işkenceli hapishanenizin hali: Zaman müthiş, mekân muvahhiş, mahbûsîn mütevahhiş, gazeteler mürcif, efkâr müşevveş, kalbler hazin, vicdanlar müteessir ve me'yus; bidayet-i halde me'murlar şemâtetli, nöbetçiler müz'iç olmakla beraber; vicdanım beni tâzib etmediği için o hâl bana eğlence gibi idi. Musibetlerin tenevvüü, mûsikinin nağmelerinin tenevvüü gibi bana geliyordu. Hem de, geçen sene tımarhanede tahsil ettiğim dersi, şimdi bu mektebde itmam ettim. Musibet zamanının uzunluğundan, uzun dersler gördüm. Dünyanın ruhanî lezzeti olan hüzn-ü mâsumane ve mazlumâneden: "Zaife şefkat ve gadre şiddet-i nefret" dersini aldım.
Ümidim kavidir ki, çok mâsumların kalblerinden hararet-i hüzün ile tebahhur eden "Ây", "Vay" ve "Ah" lar rahmetli bir bulut teşkil edecektir. Ve Âlem-i İslâmdaki yeni yeni İslâm Devletlerinin teşekkülleriyle o rahmetli bulut teşekküle başlamıştır.
Eğer medeniyet, böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalâtalara ve diyanette lâubalicesine hareketlere müsaid bir zemin ise, herkes şahit olsun ki; o "Saadet, Saray-ı Medeniyet" tesmiye olunan böyle mahall-i ağrâzâ bedel; Vilâyât-ı Şarkiyenin, hürriyet-i mutlakanın meydanı olan, yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mimsiz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbesti-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kalb, Şarkî Anadolunun dağlarında tam mânasiyle hükümfermâdır.
Bildiğime göre, edipler edepli olurlar. Edebsiz bazı gazeteleri, nâşir-i ağrâz görüyorum. Eğer edeb böyle ise ve efkâr-ı umumiye böyle karmakarışık olsa, şahid olunuz ki, böyle edebiyattan vazgeçdim; bunda da dahil değilim. Vatanımın yüksek dağlarında yâni, Bâşid başındaki ecram ve elvâh-ı âlemi, gazetelere bedel mütalâa edeceğim.
Muarradır feza-yı feyzimiz şîn-i temennâdan;
Bize dâd-ı ezeldir, zîrden bâlâdan istiğnâ.
Çekildik neşve-i ümidden, tûl-ü emellerden;
Öyle mecnunuz ki, ettik vuslat-ı leylâdan istiğnâ!...
Tenbih:Medeniyetten istifam, sizi düşündürecek. Evet böyle istibdat ve sefahete ve zilletle memzuç medeniyete bedeviyeti tercih ediyorum. Bu medeniyet; eşhası, fakir ve sefih ve ahlâksız eder. Fakat hakikî medeniyet; nev-i insanın terakki ve tekemmülüne, ve mahiyet-i nev'iyyesinin kuvveden fiile çıkmasına hizmet ettiğinden, bu nokta-i nazardan medeniyeti istemek, insaniyeti istemektir. Hem de mânâ-yı meşrutiyete ibtilâ ve muhabbetimin sebebi şudur ki: Asyanın ve Âlem-i İslâmın istikbalde terakkisinin birinci kapısı, meşrutiyet-i meşrua ve şeriat dairesindeki hürriyettir!
Ve tâlih ve taht ve baht-ı İslâmın anahtarı da, meşrutiyetteki şûrâdır. Zira, şimdiye kadar üçyüz yetmiş milyon İslâm, ecânibin istibdad-ı mânevîsi altında eziliyordu. Şimdi hâkimiyet-i İslâmiye; âlemde bâhusus bundan sonra Asya'da hükümfermâ olduğu halde herbir ferd-i müslüman hâkimiyetin bir cüz-ü hakikisine malik olur. Ve hürriyet, üç yüz yetmiş milyon İslâmı esaretten halâs etmeğe bir çare-i yegânedir. Farz-ı muhâl olarak burada yirmi milyon nüfus, te'sis-i hürriyete çok zarar-dîde olsalar da, feda olsunlar.. yirmiyi verir, üçyüzü alırız.
Yazık, eyvahlar olsun! Bizdeki unsurlar, ırklar; hava gibi muhtelittir, su gibi memzuç olmamışlar. İnşâallah, elektrik-i hakaik-ı İslâmiyetle imtizaç ederek, ziya-yı maârif-i İslâmiye hararetiyle kuvvet tevlid ederek, bir mizac-ı mûtedile-i adalet vücuda gelecektir.
Yaşasın meşrutiyet-i meşrua, sağ olsun hakikat-ı şeriat terbiyesinden tam ders alan neyyir-i hürriyet!
İstibdadın garîbüzzamanı
Meşrutiyetin Bediüzzamanı
Şimdikinin de bid'atüzzamanı
SAİD NURSÎ
* * *
Bundan sonra; İstanbul'da fazla kalmaz, Van'a gitmek üzere İstanbul'dan ayrılır. Batum yoliyla Van'a giderken Tiflis'e uğrar. Tiflis'de, Şeyh San'an Tepesi'ne çıkar. Dikkatle etrafı temaşa ederken yanına bir Rus polisi gelir ve sorar:
-Niye böyle dikkat ediyorsun?
Bediüzzaman der:
-Medresemin plânını yapıyorum.
O der:
-Nerelisin?
Bediüzzaman:
-Bitlisliyim.
Rus polisi:
-Bu Tiflis'tir!
Bediüzzaman:
-Bitlis, Tiflis birbirinin kardeşidir.
Rus polisi:
- Ne demek?
Bediüzzaman:
-Asya'da Âlem-i İslâm'da üç nur birbiri arkasında inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet inkişafa başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallüs edecek, ben de gelip burada medresemi yapacağım.
Rus polisi:
-Heyhat!.. Şaşarım senin ümidine?
Bediüzzaman:
-Ben de şaşarım senin aklına! Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı vardır.
Rus polisi:
-İslâm, parça parça olmuş?
Bediüzzaman:
-Tahsile gitmişler. İşte Hindistan, İslâm'ın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadîsinde çalışıyor. Mısır, İslâm'ın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâm'ın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim ediyorlar. İlâ âhir...
Yahu, şu asilzade evlâd, şehadetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıt'a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyet'in bayrağını âfâk-ı kemalâtta temevvüç ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında feleğin inadına, nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir.
* * *
Van'a muvasalat ettikten sonra, aşairi (aşiretleri) dolaşarak içtimaî, medenî, ilmî derslerle onları irşada çalışmıştır. Bu hususta, sual-cevab halinde, "Münazarat" isimli bir kitab neşretmiştir.
Bediüzzaman'ın bir taraftan ehl-i siyasetle, diğer taraftan halk tabakası ve aşiretlerle muhaveresi, şübhesiz ki gayet merakâverdir. Bütün bunlarda; bu zâtın yegâne azim ve gayesinin İslâmiyet nurunun ve Kur'an hakikatlarının dünyaya yayılması olduğu ve kendisinin de bir dellâl-ı Kur'an vazifesini bütün hayatında îfa ettiği görülmektedir.
* * *
Bediüzzamanın, Şarkdaki aşâirle muhavere ve
münazaralarından bir kaç misâl
Sual: Dine zarar olmasın, ne olursa olsun?
Elcevab: İslâmiyet, Güneş gibidir, üflemekle sönmez; gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar.
Hem de mağlûb bîçare bir reise, yahut müdahin me'murlara, ve yahut mantıksız bir kısım zabitlere itimad edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir, yoksa efkâr-ı âmme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin mâdeni olan ve herkesin kalbindeki şefkat-i imaniye olan envâr-ı İlâhînin lemeatının içtimalarından ve hamiyet-i İslâmiyenin şerârât-ı neyyiranesinin imtizacından hasıl olan amud-u nuranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir? Siz muhakeme ediniz!
Evet şu amud-u nuranî; dinin himayetini; şehametinin başına, murakibinin gözüne, hamiyetin omuzuna alacaktır. Görüyorsunuz ki: Lemeat-ı müteferrika, tele'lüe başlamış, yavaş yavaş incizab ile imtizaç edecektir. Fenn-i hikmette takarrur etmiştir ki: Hiss-i dinî, bâhusus din-i hakk-ı fıtrînin sözü daha nâfiz, hükmü daha âli, te'siri daha şediddir.
Evet, evet.. eğer sivrisinek tantanasını kesse, bal arısı demdemesini bozsa; sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz. Zira, kâinatı nağamatiyle raksa getiren ve hakaikin esrarını ihtizaza veren musika-i İlâhiyye hiç durmuyor, mütemadiyen güm güm eder. Padişahlar Padişahı olan Sultan-ı Ezelî, Kur'an denilen musika-i İlâhiyyesiyle umum âlemi doldurarak, kubbe-i âsumanda şiddetli ses getirmekle sadef-i kehf-misâl olan ulema ve meşâyih ve hutebânın dimağ, kalb ve femlerine vurarak, aks-i sadâsı onların lisanlarından çıkıp seyr ü seyelân ederek çeşid çeşid sadâlarla dünyayı güm güm ile ihtizaza getiren o sadânın tecessüm ve intibaiyle umum kütüb-ü İslâmiyeyi bir tanbur ve kanunun bir teli ve bir şeridi hükmüne getiren ve herbir tel bir nev'i ile onu ilân eden, o sada-yı semavî ve ruhanîyi kalbin kulağı ile işitmiyen veya dinlemiyen, acaba o sadâya nisbeten sivrisinek gibi bir emîrin demdemelerini ve karasinekler gibi bir hükûmetin adamlarının vızvızlarını işitecek midir?
........................................................................................
S - Hürriyeti bize çok fena tefsir etmişler. Hattâ, âdeta; hürriyette, insan her ne sefahet ve rezalet işlerse, başkasına zarar etmemek şartiyle hiç birşey denilmez, diye bize anlatmışlar. Acaba böyle midir?
C - Öyleler, hürriyeti değil, belki sefahet ve rezaletlerini ilân ediyorlar ve çocuk bahanesi gibi hezeyan ediyorlar. Zira; nâzenin hürriyet, âdab-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzımdır. Yoksa, sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir; belki hayvanlıkdır, şeytanın istibdadıdır, nefs-i emmareye esir olmakdır. Hürriyet-i umumî efradın zerrat-ı hürriyatının muhassalıdır. Hürriyetin şe'ni odur ki ne nefsine, ne gayriye zararı dokunmasın.
Fakat, ey göçerler! Sizde olan yarı hürriyettir, diğer yarısı da başkasının hürriyetini bozmamaktır. Hem de kût-u lâyemut ve vahşetle âlûde olan hürriyet, sizin dağ komşularınız olan hayvanlarda da bulunuyor. Vâkıa, şu bîçare vahşi hayvanların bir lezzeti ve tesellisi varsa, o da hürriyetleridir. Lâkin; güneş gibi parlak, ruhun mâşukası ve cevher-i insaniyetin küfvü o hürriyettir ki, Saadet-i Saray-ı Medeniyette oturmuş ve mârifet ve fazilet ve İslâmiyet terbiyesiyle ve hulleleriyle mütezeyyine olan hürriyettir.
................................................................................
S - Nasıl hürriyet imanın hassasıdır?
C - Zira, rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinata hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi, başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz!
Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tenezzül etmez. Bir bîçareye tahakküme dahi o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saadet!..
S - Bir büyük adama ve bir veliye ve bir şeyhe ve bir büyük âlime karşı nasıl hür olacağız. Onlar meziyetleri için bize tahakküm etmek haklarıdır. Biz onların faziletlerinin esiriyiz?
C - Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe'ni; tevazu ve mahviyettir, tekebbür ve tahakküm değildir! Demek tekebbür eden, sabiyy-i müteşeyyihdir, siz de büyük tanımayınız!
...............................................................................
S - Heyhat! Bize teselli veren şu ulvî emeli ye'se inkılâb ettiren ve etrafımızda hayatımızı zehirlendirmek ve devletimizi parça parça etmek için ağızlarını açmış olan o müthiş yılanlara ne diyeceğiz?
C - Korkmayınız; medeniyet, fazilet ve hürriyet, âlem-i insaniyette galebe çalmağa başladığından, bizzarure terazinin öteki yüzü şey'en feşey'en hafifleşecektir. Farz-ı muhal olarak, Allah etmesin, eğer bizi parça parça edip öldürseler; emin olunuz, biz yirmi olarak öleceğiz, üçyüz olarak dirileceğiz. Başımızdan rezail ve ihtilâfatın gubarını silkip, hakikî münevver ve müttehid olarak kervan-ı benî beşere pişdarlık edeceğiz. Biz, en şedit, en kavi ve en bâki hayatı intaç eden öyle bir ölümden kormayız. Biz ölsek de, İslâmiyet sağ kalır. O millet-i kudsiye sağ olsun!..
S - Gayr-ı müslimlerle nasıl müsavi olacağız?..
C - Müsavat ise, fazilet ve şerefde değildir; hukukdadır. Hukukda ise, şah ve geda birdir. Acaba bir şeriat «Karıncaya bilerek ayak basmayınız...» dese, tâzibinden menetse, nasıl Benî-Âdemin hukukunu ihmâl eder? Kellâ... Biz imtisâl etmedik. Evet İmam-ı Alinin (R.A.) adi bir yahudi ile muhakemesi ve medar-ı fahriniz olan Salâhaddin-i Eyyûbînin miskin bir hıristiyan ile mürafaası, sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim. (Hâşiye).
__________________________________
Hâşiye: Eski Said, Nurun parlak hâsiyetinden gelen kuvvetli ümid ve tam teselli ile, siyaseti İslâmiyete âlet yaparak hararetle hürriyete çalışırken; diğer bir hiss-i kablelvuku' ile dehşetli ve lâdinî bir istibdad-ı mutlakın geleceğini bir Hadîs-i Şerifin mânasından anlayıp, elli sene evvel haber vermiş. Saidin teselli haberlerini, o istibadad-ı mutlak yirmi beş sene bil'fiil tekzib edeceğini hissetmiş ve otuz seneden beri
اَعُوذُ بِالَّلهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسِيَّةِ deyip siyaseti bırakmış, Yeni Said olmuştur.