Bu kelime-i âliye, üssü’l-esas-ı İslâmiyet olduğu gibi kâinat üstünde temevvüc eden İslâmiyetin en nurânî ve en ulvî bayrağıdır. Evet misak-ı ezeliye ile peyman ve yeminimiz olan îman, bu menşur-u mukaddeste yazılmıştır. Evet âb-ı hayat olan İslâmiyet ise, bu kelimenin aynü’l-hayatından nebean eder. Evet ebede namzed olan nev’-i beşer içinde saâdet-saray-ı ebediyeye tayin ve tebşir olunanın ellerine verilmiş bir ferman-ı ezelîdir. Evet kalb denilen avalim-i gayba karşı olan penceresinde kurulmuş olan latîfe-i Rabbânîyenin fotoğrafıyla alınan timsal-i nurânîyle Sultan-ı Ezel’i i’lân eden harita-i nurânîyesidir ve tercüman-ı beligidir. Evet vicdanın esrârengiz olan nutk-u beliganesini cem’iyyet-i kâinata karşı vekaleten inşad eden hatib-i fasihi ve kâinata Hâkim-i Ezel’i i’lân eden îmanın mübelliğ-i beligi olan lîsanın elinde bir menşur-u lâyezalîdir.
İşâret: Bu kelime-i şehâdetin iki kelâmı birbirine şâhid-i sâdıktır ve birbirini tezkiye eder. Evet ulûhiyet nübüvvete bürhan-ı limmîdir. Muhammed Aleyhisselâm, Sâni-i Zülcelâl’e zâtıyla ve lîsanıyla bürhan-ı innîdir...
Tenbih: Hakâik-i akaid-i İslâmiye, bütün teferruatıyla kütüb-ü İslâmiyede mufassalan müberhene ve musarrahadır, görünebilir.
Ve görülen şeyi göstermek, zâhirin hafasına veya muhatabın gabavetine işâret ve techil olduğundan, akidenin yalnız üçdört unsurunu beyân edeceğim. Diğer hakâikini fuhûlü ulemânın kitablarına havale ederim. Zîra bana hacet bırakmamışlar.
Ehl-i dikkatin ma’lûmudur ki: Makasıd-ı Kur’âniyenin fezlekesi dörttür: Sâni-i Vâhid’in isbatı ve nübüvvet ve haşr-i cismanî ve adldir.
Birinci Maksad: Delâil-i Sâni’ beyânındadır. Bir bürhanı da Muhammed’dir (Aleyhisselâm). Sâni’in vücûd ve vahdeti, isbata ihtiyaçtan müstağnidir. Lâsiyyema Müslümanlara karşı çok derece eclâ ve azhardır. Binâenaleyh hitabımı ecanibe, bahusus Japonya’ya tevcih eyledim. Zîra onlar eskide ba’zı sualler etmiştiler, ben de cevab vermiştim. Şimdi ihtisar ile yalnız biriki suallerine müteallik o cevabın bir parçasını söyleyeceğim. Onlardan bir sual:
Yâni: Vücûd-u Sâni’e delil-i vâzıh nedir?
İşâret: Gayr-ı mütenahî olan marifetullah, böyle mahdud olan kelâma sığışmaz. Binâenaleyh kelâmımdaki iğlakın mazur tutulması mercûdur.
Tenbih: Bervech-i âti kelâmdan maksad: Muhakeme ve müvazenenin tarîkını göstermektir. Tâ ki, mecmuunda hakîkat tecelli etsin. Yoksa zihnin cüz’iyeti sebebiyle o mecmuun herbir cüz’ünde neticenin tamamını taharri etmek, kuvve-i vâhimenin tasallut ve tereddüdüyle hakîkatı evham içinde setretmektir.
Hakîkatın keşfine mâni olan arzuyu hilaf ve iltizam-ı muhalif ve tarafdar-ı nefis cihetiyle asılsız evhamını bir asla irca’ etmekle kendini mazur göstermek ve müşterinin nazarı gibi yalnız meayibi görmek ve çocuk tabiatı gibi bahâne ile mahâne tutmak gibi emirlerden nefsini tecrid ile şartıma müraat edebilirsen huzur-u kalb ile dinle:
Cemi’ zerrat-ı kâinat, birer birer zât ve sıfât ve sâir vücuh ile gayr-ı mahdude olan imkânat mabeyninde mütereddid iken, bir ciheti ta’kib, hayretbahşa mesalihi intac etmekle Sâni’in vücub-u vücûduna şehâdetle avalim-i gaybiyenin enmuzeci olan latîfe-i Rabbânîyeden i’lân-ı Sâni’ eden i’tikâdın misbahını ışıklandırıyorlar. Evet herbir zerre kendi başıyla Sânii i’lân ettiği gibi, tesavir-i mütedâhileye benzeyen mürekkebat-ı müteşabike-i mütesaide-i kâinatın herbir makam ve herbir nisbetinde herbir zerre müvazene-i cereyan-ı umûmîyi muhafaza ve her nisbette ayrı ayrı mesalihi intac ettiklerinden Sâni’in kasd ve hikmetini izhâr ve kıraet ettikleri için Sâni’in delâili, zerrattan kat kat ziyâdedir.
Eğer desen: Neden herkes aklıyla görmüyor?
Elcevab: Kemâl-i zuhurundan... Evet şiddet-i zuhurdan görünmemek derecesine gelenler vardır. Cirm-i şems gibi.
Yâni: Eb’ad-ı vasia-i âlemin sahifesinde Nakkaş-ı Ezelî’nin yazdığı silsile-i hâdisatın satırlarına hikmet nazarıyla bak ve fikr-i hakîkatla sarıl. Tâ ki mele-i a’lâdan gelen selasil-i resail seni a’lâyı illiyyîn-i yakîne çıkarsın.
İşâret: Kalbinde nokta-i istimdâd, nokta-i istinâd ile vicdan-ı beşer Sâni’i unutmamaktadır.
Eğer çendan dimağ ta’til-i eşgal etse de, vicdan edemez. İki vazife-i mühimme ile meşguldür. Şöyle ki: Vicdana müracaat olunsa, kalb bedenin aktarına neşr-i hayat ettiği gibi.. kalb gibi kalbdeki ukde-i hayatiye olan marifet-i Sâni’ dahi; cesed gibi isti’dâdat-ı gayr-ı mahdude-i insaniye ile mütenasib olan âmâl ve müyulü müteşaibeye neşr-i hayat eder; lezzeti içine atar ve kıymet verir ve bast ve temdid eder. İşte nokta-i istimdâd...
Hem de bununla beraber kavga ve müzahametin meydanı olan dağdağa-i hayata peyderpey hücum gösteren âlemin binler musîbet ve mezahimlere karşı yegâne nokta-i istinâd marifet-i Sâni’dir...
Evet, herşeyi hikmet ve intizamla gören Sâni-i Hakîm’e i’tikâd etmezse ve alelamyâ tesâdüfe havale ederse ve o beliyyata karşı elindeki kudretin adem-i kifayetini düşünse; tevahhuş ve dehşet ve telaş ve havftan mürekkeb bir hâlet-i Cehennemnümun ve ciğerşikâfta kaldığından eşref ve ahsen-i mahlûk olan insan, herşeyden daha perîşan olduğundan nizam-ı kâmil-i kâinatın hakîkatına muhalif oluyor. İşte nokta-i istinâd... Evet melce’ yalnız marifet-i Sâni’dir.
Demek şu iki nokta ile bu derece nizam-ı âlemde hükümfermalık, hakîkat-ı nefsü’lemriyenin hassa-i münhasırası olduğu için, her vicdanda iki pencere olan şu iki noktadan vücûd-u Sâni’ tecelli ediyor. Akıl görmezse de fıtrat görüyor... Vicdan nezzardır, kalb penceresidir.
Tenbih: Arş-ı kemâlât olan marifet-i Sâni’in mi’raclarının usûlü dörttür:
Birincisi: Tasfiye ve işraka müesses olan muhakkikîn-i sofiyenin minhacıdır.
İkincisi: İmkân ve hudûsa mebni olan mütekellimînin tarîkidir. Bu iki asıl, filvaki’ Kur’ân’dan teşa’ub etmişlerdir. Lâkin fikr-i beşer başka sûrete ifrağ ettiği için, tavîlüz zeyl ve müşkilleşmiştir.
Üçüncüsü: Hükemanın mesleğidir. Üçü de taarruz-u evhamdan masun değildirler...
Dördüncüsü ki, belâgat-ı Kur’âniyenin ulüvvü rütbesini i’lân eden ve istikamet cihetiyle en kısası ve vuzuh cihetiyle beşerin umumuna en eşmeli olan mi’rac-ı Kur’ânî’dir. İşte biz dahi bunu ihtiyar ettik. Bu da iki nevidir:
BİRİNCİSİ: “Delil-i inâyet”tir ki; menafi’-i eşyayı ta’dad eden bütün âyât-ı Kur’âniye bu delile îma ve şu bürhanı tanzim ediyorlar. Bu delilin zübdesi, kâinatın nizam-ı ekmelinde riayet-i mesalih ve hikemdir. Bu ise: Sâni’in kasd ve hikmetini isbat ve tesâdüf vehmini ortadan nefyediyor.
Mukaddeme: Eğer çendan her adam âlemdeki riayet-i mesalih ve intizamda istikra-i tâm edemez ve ihâta edemez. Fakat nev’-i beşerdeki telahuk-u efkâr sayesinde, kâinatın herbir nev’ine mahsus kavaid-i külliye-i muntazamadan ibaret olan bir fen teşekkül etmiş ve etmektedir.
Bununla beraber bir emirde intizam olmazsa hüküm külliyetiyle cereyan edemediği için, kâidenin külliyeti nev’in hüsnü intizamına delildir. Demek cemi’-i fünûn-u ekvan kâidelerin külliyetlerine binâen, istikra-i tâmla nizam-ı ekmeli intac eden birer bürhandırlar. Evet fünûn-u kâinat bitamamiha mevcûdâtın silsilelerindeki halkalardan asılmış olan mesalih ve semeratı ve inkılâbat-ı ahvâlin telâfifinde saklanmış olan hikem ve fevaidi göstermek ile Sâni’in kasd ve hikmetine parmak ile şehâdet ve işâret ettikleri gibi şeyatîn-i evhama karşı birer necm-i sâkıbdır.
İşâret: Cehl-i mürekkebi intac eden, nazar-ı sathîyi tevlid eden ülfetten tecrid-i nazar etsen ve akla karşı sedd-i turuk eden evhamın âşiyanı olan mümaresat-ı elzemiyattan nefsini tahliye etsen; hurdebînî bir hayvanın sûreti altında olan makine-i dakika-i bedia-i İlâhîyenin şuursuz, mecra ve mahrekleri tahdid olunmayan ve imkânatında evleviyet olmayan esbâb-ı basita-i camide-i tabiiyeden husulpezir ve o destgâhın masnuu olduğunu kendi nefsini kandırıp mutmain ve ikna edemiyorsun.
Meğer herbir zerrede Eflatun kadar bir şuur ve Calinos kadar bir hikmeti isbat ettikten sonra zerrat-ı sâire ile vasıtasız muhabereyi i’tikâd ve esbâb-ı tabiiyenin üssü’l-esası hükmünde olan cüz’-i lâyetecezzadaki kuvve-i cazibe ve kuvve-i dafianın içtimalarının hortumu üzerindeki muhaliyetin damgasını kaldırabilsen...
Eğer nefsin bu muhalâta ihtimal verse, seni insaniyet defterinden sildirecektir. Fakat caizdir ki: Herbir şeyin esası zannettikleri olan cezb ve def’ ve hareket, âdâtullahın kanunlarına birer isim olsun. Fakat kanun kâidelikten tabiîliğe ve zihnîlikten hâricîliğe ve i’tibârdan hakîkata ve âletiyetten müessiriyete gelmemek şartıyla kabul ederiz.
Tenbih:
Nazarını âleme gezdir. Hangi yerinde noksaniyeti görebilirsin? Kellâ... Gören görmez. Meğer kör ola veya kasr-ı nazar illetiyle mübtela ola. İstersen Kur’ân’a müracaat et. Delil-i inâyeti vücuh-u mümkinenin en ekmel vechiyle bulacaksın. Zîra Kur’ân, kâinatta tefekküre emir verdiği gibi, fevaidi tezkâr ve ni’metleri ta’dad eder. İşte o âyât, şu bürhan-ı inâyete mezâhirdir. İcmali budur, tut! Tafsili ise: Eğer meşiet-i İlâhîye taalluk ederse âyât-ı âfâkiye ve enfüsiyeyi tefsir tarîkinde sema ve beşer ve arzın ilimlerine ma’kud olan kütübü selâsede tefsir edilecektir. O vakit şu bürhan tamam-ı sûretiyle sana görünecektir.
İKİNCİ DELİLİ KUR’ÂNÎ: “Delil-i ihtira’“dır. Bunun hülâsası: Mahlûkatın her nev’ine, her ferdine ve o nev’e ve o ferde müretteb olan âsâr-ı mahsusasını müntic ve isti’dâd-ı kemâline münâsib bir vücûdun verilmesidir. Zîra hiçbir nev’-i müteselsil, ezelî değildir. “İmkân” bırakmaz. Hem de bizzarure ba’zının “hudûs”u nazarın müşahedesiyle ve sâirleri dahi aklın hikmet nazarıyla görülür.
Vehim ve tenbih: İnkılâb-ı hakîkat olmaz. Nev’-i mutavassıtın silsilesi devam etmez. Tahavvülü esnaf, inkılâb-ı hakâikin gayrısıdır.
İşâret: Herbir nev’in bir âdemi ve bir büyük pederi olduğundan silsilelerdeki tenasülden neş’et eden vehm-i bâtıl o âdemlerde, o evvel pederlerinde tevehhüm olunmaz. Evet hikmet, fenn-i tabakatü’l-arz ve ilm-i hayvânât ve nebâtât lîsanıyla iki yüz bini mütecaviz olan enva’ın âdemleri hükmünde olan mebde-i evvellerinin herbirinin müstakillen hudûsuna şehâdet ettiği gibi; mevhum ve i’tibârî olan kavânin ve şuursuz olan esbâb-ı tabiiye ise, bu kadar hayretfeza silsileler ve bu silsileleri teşkil eden ve efrad denilen dehşetengiz hadsiz makine-i acibe-i İlâhîyenin tasni’ ve îcadına adem-i kabiliyetleri cihetiyle herbir ferd ve herbir nevi’, müstakillen Sâni-i Hakîm’in yed-i kudretinden çıktığını i’lân ve izhâr ediyor. Evet Sâni-i Zülcelâl herşeyin cebhesinde hudûs ve imkân damgasını koymuştur.
Tenbih: Ezeliyet-i madde ve hareket-i zerrattan teşekkülü enva’ gibi umûr-u bâtılaya ihtimal vermek, sırf başka şeyle nefsini ikna etmek sadedinde olduğu için, o umûrun esas-ı fâsidesini tebaî nazarıyla adem-i derkinden neş’et eder. Evet nefsini ikna etmek sûretinde müteveccih olursa, muhaliyet ve adem-i makuliyetine hükmedecektir. Faraza kabul etse de “tegafülü ani’s-Sâni’“ sebebiyle hasıl olan ızdırar ile kabul edebilir.
Tenbih: Mükerrem olan insan, insaniyetin cevheri i’tibâriyle dâima hakkı satın almak istiyor ve dâima hakîkatı arıyor ve dâima maksadı saâdettir. Fakat bâtıl ve dalal ise, hakkı arıyorken haberi olmadan eline düşer. Hakîkatın madenini kazarken ihtiyarsız bâtıl onun başına düşer. Veyahut hakîkatı bulmaktan muztar veya tahsil-i haktan haib oldukça, asıl fıtratı ve vicdanı ve fikri; muhal ve gayr-ı makul bildiği bir emri, nazar-ı sathî ve tebaî ile kabulüne mecbûr oluyor.
İşte bu hakîkatı pîş-i nazara al!. Göreceksin ki: Bütün nizam-ı âlemden eser-i gaflet olarak tevehhüm ettikleri ezeliyet-i madde ve hareket ve şu bütün akılları hayrette bırakan nakş ve san’at-ı bediada tahayyül ettikleri tesâdüf-ü amyâ ve bütün hikemin şehadatına rağmen esbâb-ı camideden i’tikâd ettikleri te’sir-i hakîki ve nefislerine mugalata edip vehmin -istimrara istinâden- iğvasıyla tecessüm ve tahayyül olunan tabiat-ı mevhumeyi merci’ yapmakla teselli ettikleri; elbette fıtratları reddeder. Fakat yalnız hakka teveccüh ve hakîkata kasd ettikleri için şu evham-ı bâtıla davetsiz olarak yolun canibinden taarruz ettikleri için, elbette hedef-i garazına nazarını dikmiş olan adam o evhama tebaî ve sathî bir nazar ile bakıyor. Onun için, müzahref olan içine nüfuz edemez... Fakat ne vakit rağbet ve kasd ve satın almak nazarıyla baksa; almaya değil, belki iltifat etmeye ve bakmaya tenezzül etmez!..
Evet, şu kadar çirkin bir şeyi vicdan ve akıl muhal görüyor. Kalb dahi kabul etmez. İllâ ki müşagabe ile safsata edip herbir zerreye hükemanın akıllarını ve hükkamın siyasetlerini verip, tâ herbir zerre ehavatıyla ittifak ve intizam mes’elesinde müşavere ve muhabere etsinler. Evet bu sûrette bir mesleği, insan değil hayvan dahi kabul etmez. Fakat ne çâre, mesleğin lâzım-ı beyyini meslektendir. Şu meslek ise, bu sûretten başka birşey ile tasvir edilmez. Evet bâtılın şe’ni şöyledir: Ne vakit tebaî bir nazar ile bakılırsa, sıhhatine bir ihtimal verilir. Fakat im’an-ı nazar eyledikçe, ihtimal-i sıhhat bertaraf olur.
İşâret: Madde dedikleri şey ise; sûret-i mütegayyire, hem de hareket-i zâile-i hâdiseden tecerrüd etmez. Demek hudûsu muhakkaktır. Feya acaba! Sâni-i Vâcibü’l-Vücûd’un lâzıme-i zaruriye-i beyyinesi olan ezeliyeti zihinlerine sığıştıramayan nasıl oldu da herbir cihetten ezeliyete münafî olan maddenin ezeliyetini zihinlerine sığıştırabilirler? Hakîkaten cây-ı taaccübdür... Evet insan düşündükçe, cemi’ sıfat-ı kemâliye ile muttasıf olan Sâni’den istiğrab ve istinkâr ettikleri şu hayret-efza masnuatı tesâdüf-ü amyâya ve hareket-i zerrata isnad ettikleri için, insanı insaniyetten pişman eder.
Telvih: Harekât-ı zerrattan husulü dava olunan kuvvet ve sûretler, araziyetleri cihetiyle enva’daki mübayenet-i cevheriyeyi teşkil edemez. Araz cevher olamaz. Demek bütün enva’ın fasılları ve umum a’razın havass-ı mümeyyizeleri, adem-i sırftan muhtera’dırlar. Tenasül, teselsülde şerâit-i âdiye-i i’tibâriyedendir.
İşte delil-i ihtiraînin icmali... Eğer açık olarak mufassalan istersen Kur’ânın firdevsine gir. Zîra hiçbir ratb ve yabis yoktur ki; o tenezzühgâhta ya çiçek veya gonca halinde bulunmasın. Eğer ecel müsaid ve meşiet taalluk ve tevfik refik olursa, elfaz-ı Kur’âniyenin esdafında şu bürhanı tezyin eden cevherleri, gelecek kütübde tafsil edilecektir.
Vehim ve Tenbih: Eğer sual etsen: “Nedir şu tabiat ki dâima onun ile tın tın ediyorlar? Nedir şu kavânin ve kuva ki dâima onlar ile mütedemdimdirler?” Cevab vereceğiz ki: Âlem-i şehâdet denilen, cesed-i hilkatin anâsır ve a’zasının ef’allerini intizam ve rabt altına alan şerîat-ı fıtriye-i İlâhîye vardır. İşte şu şerîat-ı fıtriyedir ki, “Tabiat” veya “Matbaa-i İlâhîye” ile müsemmadır. Evet tabiat, hilkat-i kâinatta cârî olan kavânin-i i’tibâriyesinin mecmu’ ve muhassalasından ibarettir. İşte kuva dedikleri şey, her biri şu şerîatın birer hükmüdür. Ve kavânin dedikleri şey, her biri şu şerîatın birer mes’elesidir. Fakat o şerîattaki ahkâmın istimrarına istinâden... Hem de hayali hakîkat sûretinde gören ve gösteren nüfusun isti’dâdları bir zemîn-i şûre müheyya etmesiyle vehim ve hayal tasallut ederek tazyik edip şu tabiat-ı hevaiye tavazzu’ ve tecessüm edip mevcûd-u hâricî ve hayalden misâl sûretine girmiştir. Evet şunun gibi, vehmin çok hileleri vardır.
İşâret: Şu tabiat ve kuvayı umûmîye tesmiye ettikleri emirler, kat’iyyen aklı ikna edecek ve fikre kendini beğendirecek ve nazar-ı hakîkat ona ünsiyet edecek hiçbir mülâyemet ve münâsebet yok iken ve şu kâinata illet ve masdar olmaya kabiliyeti mefkud iken, mahza Sâni’den tegafül ve intizamın ilcaından tevellüd eden yalnız ızdırar ile veleh-resan-ı ukûl olan kudretin âsârını şu matbaa-misâl olan tabiatın san’atından görmek, tabiatı mistar iken masdar tahayyül etmek; lâzım-ı eammın vücûduyla, melzum-u ehassın vücûdunu intaca çalışan akîm bir kıyasın neticesidir. Evet şu kıyas-ı akîm, dalâlet ve hayret vâdilerine çok yolları açmıştır.
Tenvir: Ef’al-i ihtiyariyenin nazzamı olan şerîat ve kanun şu kadar hark ve muhalefetle beraber birçok cühhal-i vahşiye; âdeta şerîatı bir hâkim-i ruhanî ve nizamı bir sultan-ı ma’nevî tevehhüm edip, bir te’siri tahayyül eder. Evet bir taburun veya askerin muttarid olan harekâtını ve yeknesak olan etvarlarını ve birbiriyle rabtolunan ahvâllerini müşahede eden vahşi bir adam, şu efrad-ı adîdeyi veyahut hey’et-i askeriyeyi, ma’nevî bir iple merbut zannederse; acaba garîb görünecek midir? Veyahut bir bedevi veya bir şâirü’ttab’, nâsı bir vaz’-ı hasende ifrağ eden ve mabeynlerini te’lif eden nizamı bir mevcûd-u ma’nevî ve şerîatı bir halife-i ruhanî temessül ederse, çok görünecek midir? Öyle ise kâinatın ahvâline taalluk eden ve tabiat tesmiye olunan ve tasdik-i enbiyâ veya tekrim-i evliyâdan başka hark olunmayan ve müstemirre olan şu şerîat-ı fıtriye-i İlâhîye, evhamda tecessüm etsin, neden taaccüb olunsun?
Vehim ve Tenbih: İnsanın zihni ve lîsanı ve sem’i; cüz’î ve teakubî oldukları gibi, fikri ve himmeti dahi cüz’îdir. Ve teakub tarîkıyla yalnız bir şeye taalluk eder ve meşgul kalır. Hem de insanın kıymet ve mâhiyeti, himmeti nisbetindedir. Himmetin derecesi ise, maksad ve iştigal ettiği şeyin nisbetindedir. Hem de insan teveccüh ve kasdettiği şeyde, güya “fenâ fil maksad” oluyor. İşte şu noktaya binâen hasis bir emir veya pek cüz’î bir şey, büyük bir adama isnad olunmaz. Zîra tenezzül etmez. Ve himmetini o küçük şeye sığıştıramaz. Himmeti ağır, o şey gâyet hafif olduğundan güya müvazenet bozulur.
Hem de insan hangi şeye temâşâ ederse, elbette mekayisini ve esaslarını kendi nefsinde arayacaktır. Eğer bulmazsa, etrafında ve ebnayı cinsinde arayacaktır. Hatta hiçbir cihetten mümkinata benzemeyen Vâcibü’l-Vücûd’u tefekkür etse; yine kuvve-i vâhimesi şu vehm-i seyyii düstûr ve dûrbîn yapmak istiyor. Halbuki Sâni-i Zülcelâl, şu nokta-i nazarda temâşâ edilmez. Kudretine inhisar yoktur. Ziyayı şems gibi, kudret ve ilim ve irâdesi şâmile ve âmmedir, münhasır olmaz, müvazeneye gelmez. En büyük şeye taalluk ettiği gibi, en küçük ve en hasis şeye dahi taalluk eder. Mikyas-ı azameti ve mîzan-ı kemâli mecmu-u âsârıdır. Herbir cüz’ü mikyas olamaz. İşte Vâcibü’l-Vücûd’u mümkinata kıyas etmek, kıyas-ı maalfârıktır. Mezbur vehm-i bâtıl ile muhakeme etmek hatayı mahzdır.
İşte şu hata-i bîedebane ve şu vehm-i bâtılın netice-i seyyiesidir ki: Tabiiyyun, esbâbı müessir-i hakîki olduklarına; ve Mu’tezile hayvanları ef’al-i ihtiyariyelerine hâlık olduklarına; ve hükema, cüz’iyatta ilm-i İlâhînin nefyine; ve Mecusiler, halk-ı şerr başkasının eseri olduğuna i’tikâd ettiler. Güya onlarca Sâni’ o kadar azametiyle beraber, nasıl şöyle umûr-u hasiseye ve cüz’iyeye tenezzül edip iştigal etsin. Yuf onların akıllarına ki, şöyle bir vehm-i bâtılın hükmüne esir oldular. Ey birader! Şu vehim i’tikâd tarîkıyla olmazsa da, vesvese cihetiyle ba’zan mü’minlere musallat oluyor.
İşâret: Eğer desen: “Delil-i ihtiraî i’tâ-i vücûddur. İ’tâ-i vücûd ise; i’dam-ı mevcûdun refikidir. Halbuki adem-i sırftan vücûdu ve vücûd-u mahzdan adem-i sırfı aklımız tasavvur edemiyor.” Cevaben derim: Yahu!.. Sizin bu istis’âbınız ve şu mes’elenin tasavvurundaki istiğrabınız, bir kıyas-ı hâdi’in netice-i vahîmesidir. Zîra îcad ve ibda-i İlâhîyi, abdin san’at ve kesbine kıyas edersiniz. Halbuki abdin elinden bir zerreyi imate veyahut îcad etmek gelmez.
Belki yalnız umûr-u i’tibâriye ve terkibiyede bir san’at ve kesbi vardır. Evet bu kıyas aldatıcıdır, insan kendini ondan kurtaramıyor.
Elhasıl: İnsan kâinatta mümkinatın öyle bir kuvvet ve kudretini görmemiş ki, îcad-ı sırf ve i’dam-ı mahz etsin. Halbuki hükm-ü aklîsi de dâima üssü’l-esası, müşahedattan neş’et eder. Demek âsâr-ı İlâhîyeye mümkinat tarafından bakıyor. Halbuki hayret-efza âsârıyla müsbet olan kudret-i Sâni’in canibinden temâşâ etmek gerektir. Demek ibadın ve kâinatın umûr-u i’tibâriyeden başka te’siri olmayan kuvvet ve kudretlerin cinsinden olan bir kudret-i mevhume içinde Sânii farz ederek o noktadan şu mes’eleye temâşâ ediyor. Halbuki Vâcibü’l-Vücûd’un canibinden, kudret-i tâmmesi nokta-i nazarından bu mes’eleye temâşâ etmek gerektir.
İşâret: Birinin âsârı muhakeme olunursa, onun hassasını nazara almak lâzımdır. İşte şu mes’elede, edilmemiştir. Zîra bu mes’eleye, acz-i abdin arkasında kudret-i mümkinatın tarafında kıyas-ı temsilînin perdesi altında temâşâ ediyor. Halbuki tekvin-i âlemde bir kısmını maddesiz ibda’ ve bir kısmı dahi maddeden inşa ile şu kadar hayret-feza âsâr-ı mu’cize ile kudret-i kâmile-i İlâhîyeyi göstermekle beraber ondan sarf-ı nazar etmek, gaibi şâhid sûretinde görmek olan kıyas-ı hâdi’ ile ve ebna-yı cinsini muhakeme ettiği gibi; bir kâide-i mahdude ile Vâcibü’l-Vücûd’a nazar ederler. Hatta çok mes’eleyi akl-ı selim makul gördüğü halde, onlar gayr-ı makul tevehhüm ederler.
Tenbih: Muhtereattan kat’-ı nazar; masnuatın en zâhir ve münevver ve “ziya” dedikleri olan nûr-u ayn-ı âlemin kavânin-i acibesi ve onun semeresi ve misâl-i musaggarı olan nûr-u basarın nevâmis-i bediasıyla münevver ve musavver olan kemâl-i kudret-i İlâhîyenin canibinden; müvazene nokta-i nazarında gayr-ı makul ve uzak tevehhüm olunan mesâile temâşâ edilirse, me’nus ve ayn-ı aklın kirpikleri ortasında görülecektir.
Tenbih: Nasılki zaruriyattan nazariyat istintac olunur. Öyle de âsâr-ı Sâni’in zaruriyatı, mahfiyat-ı san’atına bürhandır. İkisi beraber bu mes’eleyi isbat eder.
Telvih: Acaba nizam-ı âlemdeki san’attan daha dakik, daha acib, daha garîb, cins-i kudret-i mümkinattan daha uzak, akıl tasavvur edebilir mi? Elbette edemez. Zîra fünûn; gösterdikleri fevaid ve hikem ile bizzarure Sâni’in kasd ve san’at ve hikmetine şehâdet ettiklerinden ukûlü kabul etmeye muztar etmişlerdir. Yoksa bu bedihiyattan en küçük bir hakîkatı, akıl kendi kendine kalsa idi kabul etmezdi.
Evet zemîn ve âsumanı hamleden ve muallakta tutan ve ecrâm-ı kâinatı istihdam eden ve nizamında idhal ile hiçbir emrine isyan edilmeyen Zât-ı Akdes’ten neden istiğrab olunsun ki; ondan derecatla eshel ve ehaff olanı hamletsin. Evet bir dağı kaldıran, bir hokkayı kaldırabilmekten tereddüd etmek, sırf safsata etmektir. Elhasıl: Nasıl Kur’ân’ın ba’zısı, ba’zısına müfessirdir; kezalik kâinat kitabı dahi, ba’zı sutûru arkalarındaki san’at ve hikmeti tefsir eder.
İşâret: Eğer desen: Ba’zı mutasavvıfın kelâmından ittisal ve ittihad ve hulûl zâhir oluyor. Ve ondan tevehhüm edilir ki: Ba’zı maddiyyunun mesleği olan vahdetü’l-vücûda bir münâsebet gösterir.
Elcevab: Müteşabih hükmünde olan muhakkikîn-i sofiyenin şatahatını ki: Vücûd-u Akdes’e hasr-ı nazar ve istiğrak ve mümkinattan tecerrüd cihetiyle matmah-ı nazar ettikleri delil içinde neticeyi görmek, yâni âlemden Sânii müşahede etmek tarîkıyla ta’kib ettikleri meslek olan cedavil-i ekvanda cereyan-ı tecelliyatı ve melekûtiyet-i eşyada sereyan-ı füyuzatı ve meraya-yı mevcûdâta tecelli-i esmâ ve sıfatı ise; dîk-ul elfaz sebebiyle ulûhiyet-i sâriye ve hayat-ı sâriye ta’bir ettikleri hakâikı başkalar anlamadılar... Sû-i tefehhüm ile kendi isti’dâd-ı şûrelerinden zuhur eden evham-ı vâhiyeye, muhakkikînin kelimat ve şatahatını tatbik ettiler.
Yuha onların akıllarına!.. Süreyya derecesinde olan muhakkikînin efkâr-ı mücerredeleri, sera derekesinde olan mukallidîn-i maddiyyunun efkâr-ı sefilesinden binler derece uzaktır. Evet şu iki fikrin tatbikine çalışmak, şu zaman-ı terakkide akl-ı beşerin düçar-ı sekte olduğunu ve varta-i mevte düştüğünü izhâr etmektir ki; insaniyet müteessifane nazar ederek ve isti’dâd-ı tahkik ve terakki lîsanıyla
demeye mecbûr oluyor.
İşâret: Şunlar, ehl-i vahdetüş şuhûddurlar. Fakat vahdetü’l-vücûd ile mecazen ta’bir edilebilir. Fakat hakîkaten vahdetü’l-vücûd, ba’zı hükema-i kadîmenin meslek-i bâtılasıdır.
Tenbih: Şu mutasavvifînin reis ve kebiri demiş ki: İttisali veya ittihadı veya hulûlü iddia eden marifet-i İlâhîyeden hiçbir şey istişmam etmemiştir. Evet mümkün, Vâcib ile nasıl ittisal veya ittihad edecek? Kellâ!. Evet mümkünün ne kıymeti vardır; tâ ki Vâcib onda hulûl ede, hâşâ!.. Neam, mümkünde füyuzat-ı İlâhîyeden bir feyz tecelli eder.
İşte bunların mesleği ötekilerin mesleğine münâsebet ve temas edemez. Zîra maddiyyunun mesleği maddiyata hasr-ı nazar ve istiğrak ettiklerinden, efkârları fehm-i ulûhiyetten tecerrüd edip uzaklaştılar. O derece maddeye kıymet verdiler ki; herşeyi maddede görmek, hatta ulûhiyeti onda mezcetmek gibi bir meslek-i müteassifeye girmişlerdir. Fakat ehl-i vahdetüş şuhûd olan muhakkikîn-i sofiye o derece Vâcib’e hasr-ı nazar etmişler ki; mümkinatın hiçbir kıymeti kalmamıştır. “Bir vardır” derler... El’insaf... Sera Süreyya kadar birbirinden uzaktır. Maddeyi cemi’ enva’ ve eşkaliyle halkeden Hâlık-ı Zülcelâl’e kasem ederim ki: Dünyada şu iki mesleğin temasını intac eden re’y-i ahmakaneden daha kabih ve daha hasis ve daha sâhibinin mizac-ı aklının inhirafına delil olacak bir re’y yoktur.
Tenvir: Küre-i arz küçük, parça parça ve rengârenk ve mütehalif cam parçalarından farz olunursa herbiri başka çeşitle levnine ve cirmine ve şekline nisbetle şemsten bir feyz alacaktır. Şu hayalî feyz ise, ne Güneşin zâtı ve ne ayn-ı ziyasıdır. Hem de ziyanın temasili ve elvan-ı seb’asının tesaviri ve Güneşin tecellisi olan şu gûnagûn ve rengârenk çiçeklerin elvanı faraza lîsana gelirse, herbiri “Güneş benim gibidir” veyahut “Güneş benim” diyeceklerdir.
Fakat ehl-i vahdetüş şuhûdun meşrebi, ehl-i mahv ve sekrin meşrebidir. Safi meşreb ise, meşreb-i ehl-i fark ve sahvdır.
Tenbih: İşte vücûd-u Sâni’in delâil-i icmalîsi... Tafsili ise kütübü selâsede gelecektir. Eğer desen: “Delâil-i tevhidin burada velev icmâlen olsun beyânını isterim.” Derim ki: Delâil-i tevhid, o kadar müştehire ve çoktur ki; bu kitabda zikirden müstağnidirler. İşte
âyetinin sadefinde meknûn olan bürhanü’t-temanü’, bu minhaca bir menar-ı neyyirdir. Evet istiklal, ulûhiyetin hâssa-i zâtiyesidir ve lâzıme-i zaruriyesidir.
Tenvir: Kâinattaki teşabühü âsâr ve etrafı birbiriyle muanaka ve el ele tutmuş birbirine arz-ı intizam ve birbirinin sualine karşı cevab-ı savab ve birbirinin nidayı ihtiyacına lebbeyk cevabı vermek ve bir nokta-i vâhideye temâşâ etmek ve bir mihver-i nizam üzerinde deveran etmek cihetiyle Sâni’in tevhidine telvih, belki Hâkim-i Ezel’in vahdaniyetine tasrih ediyor. Evet, bir makinenin sânii ve muhterii bir olur.
Hoca Tahsin’in nâma’dud ve nâmahduddan muradı nisbîdir. Hakîki lâyetenahîlik değildir.
İşâret: Sâni-i Zülcelâl ne kadar evsâf-ı kemâliye varsa, onlarla muttasıftır. Zîra mukarrerdir ki: Masnu’da olan feyz-i kemâl, Sâni’in kemâlinden iktibas edilmiş bir zıll-i zalilidir. Demek kâinatta ne kadar hüsün ve cemâl ve kemâl varsa, umumundan lâyuhadd derecede yüksek tabakada evsâf-ı cemâliye ve kemâliye ile Sâni’ muttasıftır. Evet ihsân servetin, îcad vücûdun, îcab vücubun, tahsin hüsnün fer’idir ve delilidir. Hem de Sâni-i Zülcelâl, cemi’ nekaisten münezzehtir. Maddiyatın mahiyatının isti’dâdsızlığından neş’et eden nekaisten müberradır. Kâinatın mahiyat-ı mümkinesinden neş’et eden evsâf ve levazımatından mukaddestir.
Eğer desen: Dibacede demiş idin: Kelime-i şehâdetin ikinci kelâmı birincisine şâhid ve meşhuddur.
Elcevab: Neam, evet. Marifetullah denilen kâ’be-i kemâlâta giden minhacların en müstakîm ve en metini, Sâhib-i Medine-i Münevvere Aleyhisselâm’ın yaptığı tarîk-i hadîd-i beyzasıdır ki; ruh-u hidâyet hükmünde olan Muhammed Aleyhisselâm, avalim-i gaybın mişkât ve zücacesi hükmünde olan kalbinin ma’kes ve tercümanı makamında olan lîsan-ı sâdıkı, berahin-i Sâni’in en sâdık bir delil-i zîhayat ve bir hüccet-i nâtıka ve bir bürhan-ı fasihtir. Evet hem zâtı, hem lîsanı birer bürhan-ı neyyirdir. Neam, hilkat tarafından Zât-ı Muhammed bürhan-ı bahirdir. Hakîkat canibinden lîsanı, şâhid-i sâdıktır. Evet Muhammed Aleyhisselâm hem Sâni’e, hem nübüvvete, hem haşre, hem hakka, hem hakîkata bir hüccet-i katıadır. Tafsili gelecektir.
Tenbih: “Devir” lâzım gelmez. Zîra sıdkının delâili, Sâni’in delâiline tevakkuf etmez.
Temhid: Peygamberimiz (A.S.M.) Sâni’in bir bürhanıdır. Öyleyse şu bürhanın isbat-ı sıdkını ve intacını ve sûreten ve maddeten sıhhatini isbat etmek gerektir... Nahu:
Emma ba’dü: Ey hakîkatın âşıkı!.. Eğer vicdanımı mütâla’a etmekle hakîkatleri rasad etmek istersen; kalb dedikleri latîfe-i Rabbânîyenin pası ve zengârı hükmünde olan arzu-yu hilaf ve iltizam-ı taraf-ı muhalif ve mazur tutulmak için kendi evhamına bir hak vermek ve bir asla irca’ etmek ve mecmuun neticesini her bir ferdden istemek ki, za’fiyeti sebebiyle neticenin reddine bir isti’dâd-ı seyyie verilir (1) .
Hem de bahâneli çocukluk tabiatı, hem de mahâneli düşman seciyesi, hem de yalnız ayıbı görmek şanında olan müşteri nazarı gibi emirlerden o mir’atı taskil ve tasfiye et, müvazene ve mukabele eyle. Ekser emaratın imtizacından tezâhür eden hakîkatın şu’le-i cevvalesini karîne-i münevvire et; tâ ekaldeki evham-ı muzlimeyi tenvir ve def’ edebilesin... Hem de munsıfane ve müdakkikane ile dinle, kelâm tamam olmadan i’tirâz etme. Nihayete kadar bir cümledir, bir hükümdür. Tamam olduktan sonra bir vehmin kalırsa söyle...
Tenbih: Şu bürhanın suğrası, nübüvvet-i mutlakadır. Kübrâsı ise, nübüvvet-i Muhammed’dir (Aleyhissalâtü Vesselâm). İşte başlıyoruz:
İşâret: Sâni’in hikmeti ve ef’alindeki adem-i abesiyet ve kâinattaki en hasis ve en kalil şeyde nizamın müraatı ve adem-i ihmali ve nev’-i beşerin mürşide olan ihtiyac-ı zarûrisi, nev’-i beşerde vücûd-u nübüvvet, kat’an istilzam ederler...
Eğer desen: Bu icmaldeki ma’nayı anlamadım, tafsil et...
Derim: İşte dinle, görüyorsun ki; maddiye ve ma’nevîye olan nev’-i beşerdeki nizamatın, hem de hasiyet-i aklın kuvvetiyle taht-ı tasarrufuna alınan çok enva’ın ahvâline verildiği intizamatın merkezi ve madeni hükmünde olan nübüvvet-i mutlakanın bürhanı, insanın hayvaniyetten üç noktada olan terakkisidir:
Birincisi: “Fikrin evveli amelin âhiri, amelin evveli fikrin âhiri” olan kâidesinin zımnındaki sırr-ı acibdir. Şöyle: Nûr-u nazar ile ilel-i müterettibe-i müteselsilenin meyanında olan terettübü keşfederek umum kemâlât-ı insaniyenin tohumu hükmünde olan mürekkebatı, besaite tahlil ve irca’ etmekle hasıl olan kabiliyet-i ilim ve terkib dedikleri kavânin-i cariyeyi isti’mal edip, san’atıyla tabiatı muhakât olan kabiliyet-i san’attan nazarının kusurunu ve evhamın müzahameti ve sevk-i insaniyetin adem-i kifayeti cihetiyle bir mürşid-i nebiye ihtiyaç gösteriyor; tâ, âlemdeki nizam-ı ekmelin müvazenesi muhafaza olunsun.
İkincisi: Gayr-ı mütenahî olan beşerin isti’dâdı, gayr-ı mahsur olan âmâl ve müyulatı ve gayr-ı mazbut olan tasavvurat ve efkârı, gayr-ı mahdud olan kuvve-i şeheviye ve gazabiyesidir...
İşâret: Bir adama milyonlarca sene ömür ile bütün lezaiz-i dünyeviye ve her cihetten tasallut-u tâm verildiği halde.. isti’dâdındaki lâ-yetenahîliğin hükmünce bir “âh.. âh.. leyte”yi çekecektir. Güya o adem-i rıza ile remz ve işâret ediyor ki: İnsan ebede namzeddir ve saâdet-i ebediye için halk olunmuştur. Tâ gayr-ı mütenahî bir zamanda, gayr-ı mahdud ve geniş bir âlemde, gayr-ı mahsur olan isti’dâdatını bilfiile çıkarabilsin.
Tenbih: Adem-i abesiyet ve hakâik-i eşyanın sübutiyetleri îma ediyor ki: Bu dar ve mahsur ve herbir lezzetinde çok a’razın müzahametiyle keşmekeş ve tehasüdden hâlî olmayan şu dünyayı deniye içinde kemâlât-ı insaniye yerleşmez.
Belki geniş ve müzahametsiz bir âlem lâzımdır. Tâ insan hakkıyla sünbüllensin ve ahvâl ve kemâlâtına nizam vermekle, nizam-ı âleme hemdest-i vifak olabilsin.
Tenbih ve İşâret:İstitradî olarak haşre îma olundu. İleride zâten bürhan-ı kat’iyle isbat edilecektir. Fakat burada istediğim nokta: İnsandaki isti’dâd ebede nâzırdır. Eğer istersen insaniyetin cevherine ve nâtıkıyetin kıymetine ve isti’dâdın muktezasına teemmül ve tedkik et. Sonra da o cevher-i insaniyetin en küçük ve en hasis hizmetkârı olan hayale bak, gör... Yanına git ve de: “Ey hayal ağa!.. Beşâret sana!. Dünya ve mâfîhanın saltanatı milyonlar sene ömür ile beraber sana verilecektir, fakat âkibetin dönmemeksizin fenâ ve ademdir.” Acaba hayal sana nasıl mukabele edecek? Âyâ, istibşar ve sürur veyahut telehhüf ve tahassürle cevab verecektir? Ecel, neam, evet, cevher-i insaniyet a’mak-ı vicdanın dibinde enîn ve hanîn edip bağıracak: “Eyvah, vâ hasretâ.. saâdet-i ebediyenin fıkdanına!..” diyecektir. Hayale zecr ve ta’nif ederek: “Yahu! Bu dünyayı fâniye ile razı olma!” İşte ey birader, hîna bu saltanat-ı fâniye, sultan-ı insaniyetin en hakir hizmetkârı veyahut şâiri veyahut san’atkâr ve tasvircisini işba’ ve razı edemezse, nasıl o hayal gibi çok hizmetkârların sâhibi olan sultan-ı insaniyeti işba’ edebilir? Kellâ!.. Neam.. onu işba’ edecek yalnız haşr-i cismanînin sadefinde meknun olan saâdet-i ebediyedir.
Üçüncüsü: İnsanın i’tidâl-i mizacı ve letâfet-i tab’ı ve zînete olan meylidir. Yâni: İnsanın insaniyete lâyık bir sûret-i taayyüşe olan meyl-i fıtrîsidir. Neam, insan hayvan gibi yaşamamalıdır ve yaşamaz. Belki şeref-i insaniyete münâsib bir kemâl ile yaşamak gerektir. Binâenaleyh beşere mesken ve melbes ve me’keli, sanayi-i kesîre ile taltif etmesine muhtaçtır. Bu san’atlarda yalnızca kudretinin adem-i kifayetine binâen ebnayı cinsiyle imtizac etmek.. o da, iştirak etmek.. o da, teavün etmek.. o da, sa’yin semeratını mübadele etmesini iktiza etmekle beraber kuvayı insaniyedeki inhimak ve tecavüz sebebiyle adâlete ihtiyaç.. o da, her aklın adâlete adem-i kifayetine binâen onu muhafaza edecek kavânin-i külliyenin vaz’larına ihtiyaç..
O da, te’sirini muhafaza etmek için icra edecek bir mukannine.. o mukannin dahi zâhiren ve bâtınen hâkimiyetini muhafaza etmek için maddeten ve ma’nen tefevvuka.. hem de Sâni-i Âlem’in tarafından ba’zı umûr ile muhassas olmasıyla bir imtiyaz ve kuvvet-i nisbete, hem de evamirine olan itaatı te’min ve tesis eden azamet-i Sâni’in tasavvurunu zihinlerde idâme edecek bir müzekkire-i mükerrere olan ibâdete muhtaçtır. O ibâdet dahi Sâni’in canibine efkârı tevcih eder. O teveccüh ise inkıyadı tesis, o inkıyad dahi, nizam-ı ekmele îsal eder. O nizam-ı ekmel dahi, sırr-ı hikmetten tevellüd eder. Sırr-ı hikmet dahi ademü’l-abesiyeti ve Sâni’in hikmeti, masnu’daki teennuku kendine şâhid gösterir.
İşte eğer insanın hayvandan şu cihat-ı selâse ile olan temayüzünü derk edebildin; bizzarure netice veriyor ki: Nübüvvet-i mutlaka, nev’-i beşerde kutub, belki merkez ve bir mihverdir ki; ahvâl-i beşer onun üzerine deveran ediyor. Şöyle ki:
Cihet-i ûlâda dikkat et! Bak nasıl sevkü’l-insaniyet ve meyl-i tabiînin adem-i kifayeti ve nazarın kusuru ve tarîk-ı akıldaki evhamın ihtilatı, nasıl nev’-i beşeri eşedd-i ihtiyaçla bir mürşid ve muallime muhtaç eder. O mürşid Peygamberdir.
İkinci cihette tedebbür et. Şöyle: İnsandaki lâyetenahîlik ve tabiatındaki meylü’t-tecavüz ve kuva ve âmâlindeki adem-i tahdid ve âlemdeki meylü’l-istikmalin dalı hükmünde olan insandaki meylü’t-terakkinin semeresi hükmünde olan kamet-i namiye-i isti’dâd-ı insanîsine intibak etmeyen; belki camid ve muvakkat olan kanun-u beşer ki: Tedricen tecarüb ile hasıl olan netaic-i efkârın telahukuyla vücûda gelen o kavânin-i beşer, şu semere-i isti’dâdın çekirdeklerinin terbiye ve imdâdına adem-i kifayetinin sebebiyle; maddeten ve ma’nen iki âlemde saâdet-i beşeri te’min edecek, hem de kamet-i isti’dâdının büyümesiyle tevessü’ edecek, zîhayat ve ebediye bir şerîat-ı İlâhîyeye ihtiyaç gösterir. İşte şerîatı getiren Peygamberdir.
Eğer desen: “Biz görüyoruz ki, dinsizlerin veya sahih bir dini olmayanların ahvâlleri muaddele ve munazzamadırlar.”
Elcevab: O adâlet ve intizam, ehl-i dinin îkâzat ve irşâdatıyladır. Ve o adâlet ve faziletin esasları, enbiyânın tesisleriyledir. Demek enbiyâ, esas ve maddeyi vaz’ etmişlerdir. Onlar da o esas ve fazileti tutup, onda işlediklerini işlediler. Bundan başka nizam ve saâdetleri, muvakkattır. Bir cihetten kaime ve müstakîme ise, çok cihattan mâile ve münhaniyedir. Yâni: Ne kadar sûreten ve maddeten ve lafzen ve maaşen muntazamadır; fakat sîreten ve ma’nevîyaten ve ma’nen fâside ve muhtelledir.
Ey birader!.. İşte sıra üçüncü cihete geldi. İyi tefekkür et! Şöyle: Ahlâktaki ifrat ve tefrit ise, isti’dâdatı ifsad ediyor. Ve şu ifsad ise abesiyeti intac eder. Ve şu abesiyet ise; kâinatın en küçük ve en ehemmiyetsiz şeylerinde mesalih ve hikemin riayetiyle, âlemde hükümfermalığı bedihî olan hikmet-i İlâhîyeye münakızdır.
Vehim ve Tenbih: “Meleke-i marifet-i hukuk” dedikleri, her fenâlığın maddeten zararını ihsas ede ede ve efkâr-ı umûmîyeyi îkâz etmekle hasıl olan “meleke-i riayet-i hukuk” dedikleri emri, şerîat-ı İlâhîyeye bedel olarak dinsizlerin tasavvuru ve şerîattan istiğnaları bir tevehhümü bâtıldır. Zîra dünya ihtiyarlandı. Öyle bir şeyin mukaddematı da zâhir olmadı. Bilakis mehâsinin terakkisiyle beraber mesavi dahi terakki edip daha dehşetli ve aldatıcı bir şekle giriyor. Evet nasılki nevâmis-i hikmet, desatir-i hükûmetten müstağni değildir. Öyle de, vicdana hâkim olan kavânin-i şerîat ve fazilete eşedd-i ihtiyaç ile muhtaçtır. İşte şöyle mevhume olan meleke-i ta’dil-i ahlâk, kuvayı selâseyi hikmet ve iffet ve şecaatta muhafaza etmesine kâfi değildir. Binâenaleyh insan bizzarure vicdan ve tabiatlara müessir ve nafiz olan mîzan-ı adâlet-i İlâhîyeyi tutacak bir Nebi’ye muhtaçtır.
İşâret: Binlerce enbiyâ, nev’-i beşerde nübüvveti iddia ederek binlerce mu’cizatla müddeayı isbat etmişlerdir. İşte o enbiyânın cemi’ mu’cizatları lîsan-ı vâhid ile nübüvvet-i mutlakayı i’lân eder. Bizim şu suğramıza dahi bir bürhan-ı katı’dır. Buna tevâtürü bilmana veya ne ta’bir ile diyorsanız deyiniz, metin bir delildir.
Tenbih: Şu muhakematın cihetü’l-vahdeti budur ki: Eğer cemi’ fünûn ele alınırsa ve fünûnların kavaidinin külliyetleriyle keşfettikleri ittisak ve intizama temâşâ edilirse, hem de mesalih-i cüz’iye-i müteferrikanın mayesi ve ukde-i hayatiyesi hükmünde olan bir lezzeti veya bir muhabbeti veya bir emr-i âheri içine atılmakla ekl ve nikâhtaki gibi perîşan olan umûr ve ef’al o maye ile irtibat ve ittisal ettiklerini, inâyet-i İlâhîye nokta-i nazarında nazar-ı dikkate alınırsa; hem de hikmetin şehâdetiyle sâbit olan adem-i abesiyet ve adem-i ihmali mütâla’aya alınırsa, istikra-i tâmla netice veriyor ki: Mesalih-i külliyenin kutub ve mihveri ve maden-i hayatı hükmünde olan nübüvvet, nev’-i beşerde zarûridir... Faraza olmazsa, perîşan olan nev’-i beşer; güya muhtel bir âlemden şu muntazam âleme düşüp cereyan-ı umûmînin ahengini ihlâl ettiği kabul olunursa, biz insanlar sâir kâinata karşı ne yüzümüz kalacaktır?..
Tenbih: Ey birader! Eğer bürhan-ı Sâni’in suğrası senin sahife-i zihninde intikaş etmiş ise, hazır ol!. Kübrâsı olan nübüvvet-i Muhammed’in bahsine geçiyoruz:
İşâret ve İrşad: Kübrâ sâdıktır. Zîra sahife-i i’tibâr-ı âlemde menkuş olan âsâr-ı enbiyâyı mütâla’a etsen ve lîsan-ı tarihte cereyan eden ahvâllerini dinlersen ve hakîkatı, yâni cihetü’l-vahdeti te’sir-i zaman ve mekân ile girdiği sûretlerden tecrid edebilirsen göreceksin ki: İnâyet-i İlâhîyenin ziyası olan mehâsin-i mücerredenin şu’lesi olan hukukullah ve hukuk-u ibadı;
Enbiyâ, düstûr-u hareket ettiklerini ve nev’-i beşer tarafından enbiyâya karşı keyfiyet-i telakkileri ve ümeme karşı sûret-i muameleleri ve terk-i menafi’-i şahsiye ve sâir umûrlar ki onlara nebi dedirmiş ve nübüvvete medâr olmuş olan esaslar ise; evlâd-ı beşerin sinn-i tekemmül ve kühûlette olan üstadı ve medrese-i Ceziretü’l-Arab’da menba-ı ulûm-u âliye ve muallimi olan Zât-ı Muhammed’de daha ekmel ve daha azhar bulunur.
Demek oluyor ki: İstikra-i tâm ile, hususan nev’-i vâhidde, lâsiyyema intizam-ı muttarid üzerine müesses olan kıyas-ı hafînin ianesiyle ve kıyas-ı evlevînin teyidiyle nübüvvet-i Muhammed’i netice vermekle beraber, tenkihü’l-menat denilen husûsiyattan tecrid nokta-i nazardan cemi’ enbiyâ lîsan-ı mu’cizatlarıyla vücûd-u Sâni’in bir bürhan-ı bahiresi olan Muhammed’in sıdkına şehâdet ederler.
İtizar: Kısa cümlelerle söylemiyorum muğlakça oluyor. Zîra şu hakâik her tarafa derin köklerini attıklarından mes’ele uzunlaşıyor. Sûret-i mes’eleyi bozmak ve parça parça etmek ve hakîkatı incitmek istemiyorum. Hem de hakîkatın etrafına bir dâireyi çekmek istiyorum, tâ hakîkat mahsur kalıp kaçmasın. Ben tutmazsam başkası tutsun. Beni mazur tutsanız, febiha... Ve illâ hürriyet var, tahakküm yoktur. Keyfinize...
Peygamberin delil-i sıdkı; herbir hareket, herbir halidir... Evet herbir hareketinde adem-i tereddüd ve mu’terizlere adem-i iltifat ve muarızlara adem-i mübalât ve muhalif olanlardan adem-i tahavvüfü, sıdkını ve ciddiyetini gösteriyor. Hem de evamirinde hakîkatın ruhuna olan isabeti, hakkıyetini gösterir.
Elhasıl: Tahavvüf ve tereddüd ve telaş ve mübalât gibi hile ve adem-i vüsuku ve itminansızlığı îma eden umûrlardan müberra iken, bilâ-perva ve kuvvet-i itminanla en hatarlı makamlarda olan hareketi ve nihayette olan isabeti ve iki âlemde semere verecek olan zîhayat kâideleri harekâtıyla tesis ettiğine binâen,
Herbir fiil ve herbir tavrının iki taraftan yâni bidâyet ve nihayetten ciddiyeti ve sıdkı, nazar-ı ehl-i dikkate arz-ı didar ediyor. Bahusus mecmu’-u harekâtının imtizacından ciddiyet ve hakkıyet şu’le-i cevvale gibi ve in’ikasatından ve müvazenatından sıdk ve isabet, berk-i lâmi’ gibi tezâhür ve tecelli ediyor.
İşâret: Zaman-ı mâzi ve zaman-ı hal (yâni: Asr-ı Saâdet) ve zaman-ı istikbâl tazammun ettikleri berahin-i nübüvvet lîsan-ı vâhid ile maden-i ahlâk-ı âliye olan Zât-ı Muhammed’de (Aleyhissalâtü Vesselâm) dâîyi sıdkı ve dellâl-ı nübüvveti olan bürhan-ı zâtînin nidasına cevab ve hemdest-i vifak olarak nübüvvetini i’lâ ve i’lân ettiklerini kör olmayanlara gösterdiler. Şu halde kitab-ı âlemden olan fasl-ı zamanın sahife-i selâsesini mütâla’a edeceğiz. Hem de o kitabdan mes’ele-i uzma ve münevvere olan Zât-ı Muhammed’i (A.S.M.) temâşâ ve ziyaret edeceğiz. Müddeamız olan bürhanın kübrâsını onun ile isbat edeceğiz.
İşte bu noktaya binâen mesalik-i nübüvvet dörttür. Beşincisi meşhur ve mesturdur.
Birinci Meslek
Yâni, mes’ele-i âliye-i zâtiyeyi temâşâ etmekte dört nükteyi bilmek lâzımdır:
Birincisi: i112 kâidesine binâen sun’î ve tasannuî olan şey, ne kadar mükemmel olsa da, tabiî yerini tutmadığından hey’etinin feletatı, müzahrefiyeti îma edecektir.
İkincisi: Ahlâk-ı âliyenin, hakîkatın zemîniyle olan rabıta-i ittisali ciddiyettir. Ve deveran-ı dem gibi hayatlarını idâme eden ve imtizaçlarından tevellüd eden haysiyete kuvvet veren, hey’et-i mecmûasına intizam veren yalnız sıdktır. Evet şu rabıta olan sıdk ve ciddiyet kesildiği anda, o ahlâk-ı âliye kurur ve hebaen gidiyor.
Üçüncüsü: Umûr-u mütenasibede temayül ve tecazüb ve mütezâdde olan eşyalarda tenafür ve tedafü’ kâide-i meşhuresi, maddiyatta nasıl cereyan ediyor; ma’nevîyat ve ahlâkta dahi cereyan eder.
Dördüncüsü:
Şimdi gelelim maksada: İşte âsâr ve siyer ve tarih-i hayatı... Hatta a’danın şehâdetleriyle, Zât-ı Peygamber’de vücûdu muhakkak olan ahlâk-ı âliyenin kesret ve ihâta ve tecemmu’ ve imtizacından tevellüd eden izzet ve haysiyetten neş’et eden şeref ve vakar ve izzet-i nefs ile ferişteler, devlerin ihtilat ve istiraklarından tenezzühleri gibi sırr-ı tezada binâen, o ahlâk-ı âliye dahi hile ve kizbden tereffu’ ve tenezzüh ve teberri ederler. Hem de hayat ve mayeleri makamında olan sıdk ve hakkıyeti tazammun ettiklerinden, şu’le-i cevvale gibi nübüvveti aleniyete çıkarıyor.
Tenbih: Ey birader! Görüyorsun ki: Bir adam yalnız şecaatle meşhur olursa, o şöhret ona verdiği haysiyeti ihlâl etmemek için, kolaylıkla yalana tenezzül etmez. Nerede kaldı ki, cemi’ ahlâk-ı âliye birden tecemmu’ ede...
Evet mecmu’da bir hüküm bulunur, ferdde bulunmaz.
İşâret ve Tenbih: Görüyoruz: Bu zamanda sıdk ve kizbin mabeynleri ancak bir parmak kadar vardır. Bir çarşıda ikisi de satılır. Fakat herbir zamanın bir hükmü var. Hiçbir zamanda asr-ı saâdet gibi sıdk ve kizbin ortasındaki mesafe açılmamıştır. Şöyle ki: Sıdk kendi hüsnü hakîkisini kemâl-i haşmetle izhâr ve onun ile temessük eden Muhammed’i (A.S.M.) a’lâ-yı illiyyîn-i şerefe i’lâ ve âlemde inkılâb-ı azîmi îka ettiğinde şarktan garba kadar kizbden bu’d derecesini göstermekle kıymet-i âliyesini i’lâ etmek cihetiyle sûku ve metaını gâyet nâfık ve râic etmiştir (1). Ve kizb ise: Teşebbüsat-ı azîmeyi murdarların lâşeleri gibi ruhsuz bıraktığı için nihayet-i kubhunu izhâr ve onun ile temessük eden(1): Şimdiki hürriyet gibi.
Müseylime ve emsâli, esfel-i safilîn-i hıssete düşürdüğü cihetle, meta-ı zehr-âlûdu ve sûku gâyet muattal ve kesad etmiştir (2). İşte ehl-i izzet ve tefahur olan kavm-i Arab’ın tabiatlarındaki meyl-ür râic saikasıyla müsabaka ederek o kâsid kizbi terkedip ve râic sıdk ile tecemmül ederek adâletlerini âleme kabul ettirmişlerdir. İşte sahabelerin aklen olan adâletleri bu sırdan neş’et eder.
İrşad ve İşâret: Tarih ve siyer ve âsâr nokta-i nazarından dikkat olunursa; Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm dört yaşından kırk yaşına kadar, lâsiyyema şe’ni, ahlâkı ve hileyi dışarıya atmakta olan hararet-i gariziyenin şiddet-i iltihabı zamanında, kemâl-i istikametle ve kemâl-i metanetle ve tamam-ı ıttırad-ı ahvâl ile ve müsavat ve müvazenet-i etvar ile ve nihayet-i iffet ile ve hiçbir hali mesturiyeti muhafaza etmeyen -lasiyyema öyle ehl-i inada karşı- bir hileyi îma etmemekle beraber yaşadığı nazara alınırsa, sonra istimrar-ı ahlâkının zamanı olan kırk seneden sonra o inkılâb-ı azîm nazara alınırsa; haktan geldiğini ve hakîkat olduğunu tasdik etmezse, nefsine levmetsin... Zîra zihninde bir sofestaî gizlenmiş olacaktır. Hem de en hatarlı makamlarda -gar’da gibi- tarîk-i halâsı mefkud iken ve hayt-ul emel bihasebi’l-âde kesilirken, gâyet metanet ve kemâl-i vüsuk ve nihayet-i itminan ile olan hareket ve hal ve tavrı, nübüvvet ve ciddiyetine şâhid-i kâfidir ve hak ile temessük ettiğine delildir.
Yâni: Sahife-i ûlâ, zaman-ı mâzidir. İşte şu sahifede dört nükteyi nazar-ı dikkate almak lâzımdır:
Birincisi: Bir fende veyahut kısasta, bir adam esaslarını ve ruh ve ukdelerini ahzederek müddeasını ona bina ederse, o fende hazakat ve meharetini gösterir.
----------------------------(2): Menfur casusluk gibi.
İkincisi: Ey birader!.. Eğer tabiatı beşere ârif isen; küçük bir haysiyetle, küçük bir davada, küçük bir kavimde, küçük bir hilafın serbestiyetle irtikâb olunmadığına nazar edersen; gâyet büyük bir haysiyetle, nihayet cesîm bir davada, hasra gelmeyen bir kavimde, hadsiz bir inada karşı, her cihetten ümmiliğiyle beraber, hiçbir cihetle akıl müstakil olmayan mes’elelerde, tam serbestiyetle bilâperva ve kemâli vüsuk ile alâ ruûs-il eşhad zikir ve nakilden Güneş gibi sıdkın tulû’ edeceğini göreceksin.
Üçüncüsü: Bedevilere nisbet çok ulûmu nazariye vardır; medenîlere nisbeten lîsanı âdât ve ef’alin telkinatıyla, ulûmu mütearifenin hükümlerine geçmişlerdir. Bu nükteye binâen bedevilerin hallerini muhakeme etmek için, kendini o bâdiyede farzetmek gerektir. Eğer istersen İkinci Mukaddeme’ye müracaat et, zîra şu nükteyi îzah etmiştir.
Dördüncüsü: Bir ümmi, ulemâ meyanında mütedavil bir fende beyânı fikir ederse, ittifak noktalarda muvafık olarak ve muhtelefünfîha olan noktalarda muhalefet edip, musahhihâne olan söylemesi, onun tefevvukunu ve kesbî olmadığını isbat eder.
Şu nüktelere binâen deriz ki: Resuli Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ma’lûm olan ümmiyetiyle beraber güya gayrı mukayyed olan ruhu cevvale ile tayyı zaman ederek mâzinin a’mak-ı hafasına girerek, hazır ve müşâhid gibi enbiyâyı salifenin ahvâllerini ve esrârlarını teşrih etmesiyle; bütün enzar-ı âleme karşı öyle bir davayı azîmede ki, bütün ezkiya-i âlemin nazarlarını dikkate celbeder bilâperva ve nihayet vüsuk ile müddeasına mukaddeme olarak o esrâr ve ahvâlin ukad-ı hayatiyeleri hükmünde olan esaslarını zikretmekle beraber, kütübü salifenin ittifak noktalarında musaddık ve ihtilaf noktalarında musahhih olarak kısas ve ahvâl-i enbiyâyı bize hikâye etmesi, sıdk ve nübüvvetini intac eder.
Teznib: Cemi’ enbiyânın delâil-i nübüvvetleri, sıdkı Muhammed’e (A.S.M.) delildir ve cemi’ mu’cizatları, Muhammed’in bir mu’cizei ma’nevîyesidir (Aleyhimüsselâm). Bunda dikkat edersen anlayacaksın.
İşâret: Ey birader!.. Ba’zan kasem, bürhanın yerini tutar. Zîra bürhanı tazammun eder. Öyle ise:
Evet, neam. Onun nûr-u nazarına hayal, kendini hakîkat gösteremiyor ve hak olan mesleği telbisten müstağnidir.
Yâni: Zaman-ı halin, yâni asr-ı saâdetin sahifesinde dört nükte, bir noktayı nazar-ı dikkate almak gerektir:
Birincisi: Küçük bir âdet, küçük bir kavimde veya zayıf bir haslet, kalil bir tâifede; büyük bir hâkimin, büyük bir himmetle kolaylıkla kaldıramadığını nazara alırsan; acaba gâyet çok, tamamen müstemirre, nihayet derecede me’luf ve çok da mütenevvia, tamamen rasiha olan âdât ve ahlâk, nihayet kesîr ve me’lufatına gâyet mutaassıb ve şedidüş şekîme olan bir kavmin a’mak-ı ervahından az fedakârlıkla, kısa bir zamanda kal’ ve ref’ ettiğini ve o âdât-ı seyyienin yerine başka âdât ve ahlâk fidanlarını gars etmesi ve def’aten nihayet derecede tekemmül ettiklerini nazara alırsan ve dikkat edersen, hârikulâde olduğunu tasdik etmezsen; seni sofestaî defterinde yazacağım.
İkincisi: Şahs-ı ma’nevî hükmünde olan bir devletin nümüvvü tabiîsi hükmünde olan teşekkülü ise, mütemehhildir. Ve devlet-i atîkaya galebesi ki ona inkıyad, tabiat-ı sâniye hükmüne girdiği için tedricîdir. Öyle ise maddeten ve ma’nen hâkim, hem de gâyet cesîm bir devleti kısa bir zamanda teşkili,
Hem de düvel-i râsihaya def’î gibi galebe etmesi; ma’nevîyat ve ahvâlde cari olan âdâtın bizzarure hârikulâde olduğunu görmezsen körler defterinde yazılacaksın.
Üçüncüsü: Tahakkümü zâhirî, kahr ve cebr ile mümkündür. Fakat efkâra galebe etmek, hem de ervaha tahabbüb ve tabayia tasallut, hem de hâkimiyetini vicdanlar üzerine dâima muhafaza etmek; hakîkatın hassa-i fârikasıdır. Bu hassayı bilmezsen, hakîkattan bîganesin.
Dördüncüsü: Tergib veya terhib hilesiyle ancak yalnız bir te’sir-i sathî edip ve akla karşı sedd-i turuk edecektir. Şu halde a’mak-ı kulûbe nüfuz ve erakk-ı hissiyatı tehyic ve şükûf-misâl olan isti’dâdatı inkişaf ettirmek ve kâmine ve nâime olan seciyeleri îkâz ve tenbih ve cevher-i insaniyeti feverana getirmek ve kıymet-i nâtıkıyeti izhâr etmek, şuâ-ı hakîkatın hâssasıdır. Evet kasavet-i mücessemenin misâl-i müşahhası olan “ve’d-i benat” gibi umûrlardan kalblerini taskil etmesi ve rikkat-i letâfetin lem’ası olan hayvânâta merhamet, hatta karıncaya şefkat gibi umûr ile tezyin etmesi; öyle bir inkılâb-ı azîmdir hususan öyle akvam-ı bedevide ki, hiçbir kanun-u tabiiyeye tevfik olmadığından, hârikulâde olduğu musaddak-kerde-i erbab-ı basirettir. Basiretin varsa tasdik edeceksin.
Şimdi Nokta’yı dinle: İşte tarih-i âlem şehâdet eder ki: En büyük dâhî odur ki; bir veya iki hissin ve seciyenin ve isti’dâdın inkişafına ve îkâzına ve feverana getirmesine muvaffak olsun. Zîra öyle bir hiss-i nâim îkâz edilmezse, sa’y hebaen gider ve muvakkat olur. İşte en büyük dâhî ancak bir veya iki hissin îkâzına muvaffak olabilmiştir. Ezcümle: Hiss-i hürriyet ve hamiyet ve muhabbet...
Bu noktaya binâen Ceziretü’l-Arab sahra-i vesiasında olan akvam-ı bedevide kâmine ve nâime ve mesture olan hissiyat-ı âliye ki, binlere baliğdir birden inkişaf, birden îkâz, birden feveran ve galeyana getirmek; şems-i hakîkatın, ziya-i şu’lefeşanın hassasıdır. Bu noktayı aklına sokmayanın, biz Ceziretü’l-Arab’ı gözüne sokacağız. İşte Ceziretü’l-Arab... On üç asır beşerin terakkiyatından sonra, en mükemmel feylesoflardan yüz taneyi göndersin, yüz sene kadar çalışsın; acaba bu zamana nisbeten o zamana nisbet yaptığının yüzde birini yapabilir mi?..
İşâret: Kim tevfik isterse, âdetullah ve hilkat ve fıtrat ile aşinalık etmek ve dostluk etmek gerektir. Yoksa, fıtrat tevfiksizlikle bir cevab-ı red verecektir. Cereyan-ı umûmî ise, muhalif harekette bulunanları adem-âbâd hiçahiçe atacaktır. İşte buna binâen temâşâ et. Göreceksin ki: Hilkatte cari olan kavânin-i amîka-i dakîka ki, hurdebîn-i akıl ile görülmez hakâik-i şerîat ne derecede müraat ve muarefet ve münâsebette bulunmuşlardır ki, o kavânin-i hilkatin müvazenesini muhafaza etmiştir. Evet şu a’sar-ı tavîlede şu müsademat-ı azîme içinde hakâikını muhafaza, belki daha ziyâde inkişafa getirdiğinden gösterir ki; Resul-i Ekrem Aleyhisselâm’ın mesleği, hiçbir vakit mahvolmayan hak üzerine müessestir.
Şu nükte ve noktaları bildikten sonra geniş ve muhakemeli ve müdakkik bir zihinle dinle ki: Muhammed-i Hâşimî Aleyhissalâtü Vesselâm ümmiyeti ve adem-i kuvvet-i zâhiresi ve adem-i hâkimiyeti ve adem-i meyl-i saltanat ile beraber, gâyet hatarlı mevâki’de kemâl-i vüsuk ile teşebbüs ederek efkâra galebe etmekle, ervaha tahabbüb ve tabayia tasallut, gâyet kesîre ve müstemirre ve râsiha ve me’lufe olan âdât ve ahlâk-ı vahşiyaneyi esasıyla hedmederek, onların yerine ahlâk-ı âliyeyi gâyet metin bir esas ile lahm ve demlerine karışmış gibi tesis etmekle beraber, zaviye-i vahşette hâmid olan bir kavimdeki kasavet-i vahşiyeyi ihmad ve hissiyat-ı dakikayı tehyic... Evet, hissiyat-ı âliyeyi îkâz ve cevher-i insaniyetlerini izhâr etmekle beraber evc-i medeniyete bir zaman-ı kasirde is’ad ederek, şark ve garbda oturmuş bir devlet-i cesîmeyi bir zaman-ı kalilde teşkil edip, ateş-i cevval gibi belki nûr-u nevvar gibi veyahut asâyı Musa gibi sâir devletleri bel’ ve imha derecesine getirdiğinden, basar-ı basireti kör olmayanlara sıdkını ve nübüvvetini ve hakk ile temessükünü göstermiştir. İşte eğer sen görmezsen, seni insanların defterinden sildirecektir.
Sahife-i müstakbelden, lasiyyema mes’ele-i şerîattır. İşte dört nükteyi nazar-ı dikkatten dûr etmemelisin.
Birincisi: Bir şahıs dört veya beş fende meleke sâhibi ve mütehassıs olmaz. Meğer hârika ola...
İkincisi: Mes’ele-i vâhide, iki mütekellimden sudûr eder. Birisi, mebde’ ve müntehası ve siyak ve sibaka mülâyemetini ve ehavatıyla nisbetini ve mevzi-i münâsibde isti’malini, yâni münbit bir zemînde sarfını nazara aldığı için o fende olan meharetine ve melekesine ve ilmine delâlet ettiği halde; öteki mütekellim şu noktaları ihmal ettiği için sathiyetine ve taklidiyetine delâlet eder. Halbuki kelâm yine o kelâmdır. Eğer aklın bunu farketmezse, ruhun hisseder.
Üçüncüsü: İkinci Mukaddeme’de geçtiği gibi bir iki asır evvel hârika sayılan keşif bu zamana kadar mestur kalsaydı, tekemmülü mebadi cihetiyle bir çocuk da keşfedebildiğini nazara al. On üç asır geri git, o zamanların te’siratından kendini tecrid et, dehşetengiz olan Ceziretü’l-Arab’da otur, dikkatle temâşâ et, görürsün ki: Ümmi, tecrübe görmemiş, zaman ve zemîn yardım etmemiş tek bir adam ki; yalnız zekâya değil, belki gâyet kesîr tecarübün mahsulü olan fünûnun kavâniniyle öyle bir nizam ve adâleti tesis ediyor ki: İstidad-ı beşerin kameti, netaic-i efkârı teşerrübünden tekebbür ederse, o şerîat dahi tevessü’ ederek ebede teveccüh eder. Kelâm-ı Ezelî’den geldiğini i’lân etmekle beraber, iki âlemin saâdetini te’min eder. İnsaf edersen, bu ise yalnız o zamanın insanlarının değil, belki nev’-i beşerin tavk-ı hâricinde göreceksin. Meğer evham-ı seyyie, senin şu tarafa müteveccih olan fıtratının tarf’ını (1) çürütmüş ola...
Dördüncüsü: Onuncu Mukaddeme’de geçtiği gibi, hem de ikinci nokta-i i’tirâzın cevabında da geleceği gibi şudur ki:
--------------------------------(1): Dikkat lâzımdır.
Cumhurun isti’dâd-ı efkârı derecesinde şerîatın irşâd etmesidir. Şöyle ki: Cumhurun âmiliği için, hakâik-i mücerredeyi; me’lufları vasıta olmaksızın adem-i telakkileri sebebiyle, müteşabihat ve teşbihat ve istiarat ile tasvir etmesidir. Hem de fünûn-u ekvanda cumhurun, hiss-i zâhir sebebiyle hilaf-ı vaki’i zarûri telakki etmekle beraber, mebadi basamakları adem-i in’ikad ve tekemmülünden, mağlataların vartalarına düşmemek için, şerîat öyle mesâilde ibham etti ve mutlak bıraktı; lâkin hakîkatı îmadan hâlî bırakmadı.
Vehim ve Tenbih: Resul-i Ekrem’in herbir fiil ve herbir halinde sıdk lemaan eder. Fakat her fiili ve her hali hârika olmak lâzım değildir. Zîra izhâr-ı hârika tasdik-i müddea içindir. Hacet olmadığı veya münâsib olmadığı vakitte cereyan-ı umûmîyeye mütabaatla, kavânin-i âdâtullaha destedâd-ı teslim oluyor. Hem de öyle olmak gerektir.
Ey birader!.. Şu Tenbih, Birinci Mesleğin Mukaddemesi’-nin tâifesindendir. Nisyanın hatasıyla yolunu şaşırmakla yerini kaybedip şuraya girmiştir. İyice şu nükteleri tut. İşte neticeye giriyoruz:
Bak ey birader! Fünûn ve ulûmun zübde-i hakîkiyesi berahin-i akliye üzerine müesses olan diyânet ve şerîat-ı İslâmiye öyle fünûnları tazammun etmiştir. Ezcümle: Fenn-i tehzib-i ruh ve riyazetü’l-kalb ve terbiyetü’l-vicdan ve tedbirü’l-cesed ve tedvirü’l-menzil ve siyasetü’l-medeniye ve nizamatü’l-âlem ve fennü’l-hukuk ve sâire... Lüzum görülen yerlerde tafsil ve lüzum olmayan veya ezhanın veya zamanın müsta’id ve müsaid olmadığı yerlerde birer fezleke ile kavaid-i esasiyeyi vaz’ ederek tenmiye ve tefri’ini ukûlün meşveret ve istinbatatına havale etmiştir ki; bu fünûnun mecmuuna değil, belki ekalline onüç asır terakkiden sonra en medenî yerlerde en hârika zekâ ile mevsuf olanlar, tâkat-ı beşerin hâricinde bahusus o zamanda olduğunu tasdikten vicdan-ı munsıfane seni menedemiyor.
İşte fazl odur ki: A’da ona şehâdet ede. Yeni Dünya’nın en meşhur feylesofu olan Carlayl, Almanya’nın meşhur bir hakîminden ve rical-i siyasiyesinden naklen diyor ki: “O tedkikatından sonra kendi kendine sual ederek demiş: İslâmiyet böyle olursa acaba medeniyet-i hazıra hakâik-i İslâmiyetin dâiresinde yaşayabilir mi? Kendisi kendine “Evet” ile cevab veriyor. Şimdiki muhakkikler o dâire içinde yaşamaktadırlar. Evvelki feylesof dahi diyor ki: Hakâik-i İslâmiyet çıktıkları zaman; ateş-i cevval gibi hatabın parçalarına benzeyen sâir efkâr ve edyanı bel’ etti. Hem de hakkı vardır. Zîra başkaların safsatiyatından birşey çıkmaz, ilââhirihî...
Evet on üç asırdan beri o kadar dehşetli müsademata karşı hakâikını muhafaza etmiştir. Belki bu müsademe, keşmekeş; hakîkat-ı İslâmiyetin omuzu üstünden türab-ı hafayı terkik ve tahfif ediyor. Neam, vücûd ve hal-i âlem buna şâhiddir. Makale-i ûlâdaki mukaddematı nazara almak gerektir.
Vehim ve Tenbih: Eğer desen: Herbir fende yalnız bir fezlekeyi bilmek bir adam için mümkündür...
Elcevab: Neam, lâ!.. Zîra öyle bir fezleke ki: Hüsnü isabet ve mevki-i münâsibde ve münbit bir zemînde isti’mal gibi.. sâbıkan mezkûr sâir noktalar ile cam gibi maverasından ıttıla-ı tâm ve melekeyi gösteren fezlekeler mümkün değildir. Evet, kelâm-ı vâhid iki mütekellimden çıkarsa; birinin cehline ve ötekisinin ilmine ba’zı umûr-u mermuze-i gayr-ı mesmua ile delâlet eder.
İşâret ve irşâd ve tenbih: Ey benimle şu kitabın evvel-i menazilinden hayaliyle seyr ü sefer eden birader-i vicdan! Geniş bir nazar ile nazar et ve müvazene et. Kendi hayalinde muhakeme etmek için bir meclis-i âliyeyi teşkil et. Sonra da “Mukaddemat-ı isna aşer”den müntehabatını davet et, hazır olsunlar. Sonra da şu kâidelerle müşavere et! İşte:
Bir şahıs çok fünûnda mütehassıs ve meleke sâhibi olmaz. Hem de bir kelâm iki mütekellimden mütefavittir, başkalaşır. Ve hem de fünûn, mürur-u zaman ile telahuk-u efkârın neticesidir. Hem de müstakbeldeki bedihî birşey, mâzide nazarî olabilir. Hem de medenîlerin ma’lûmu, bedevilere meçhul olabilir. Hem de mâziyi, müstakbele kıyas etmek, bir kıyas-ı hâdi’-i müşebbittir. Hem de ehl-i veber ve bâdiyenin besateti ise, ehl-i meder ve medeniyetin hile ve desaisine mütehammil değildir. Evet, neam; hile medeniyetin perdesi altında tesettür edebilir. Hem de pek çok ulûm, âdât ve ahvâl ve vukuatın telkinatıyla teşekkül edebilir. Hem de beşerin nûr-u nazarı, müstakbele nüfuz edemez. Müstakbele mahsus olan şeyleri göremez. Hem de beşerin kanunu için bir ömrü tabiî vardır. Nefs-i beşer gibi o da inkıta’ eder. Hem de muhit, zaman ve mekânın, nüfusun ahvâlinde büyük bir te’siri vardır. Hem de eskide hârikulâde olan şeyler, şimdi âdi sırasına geçebilir. Zîra mebadi tekemmül etmişler... Hem de zekâ eğer çendan hârika olsa da, bir fennin tekmiline kâfi değildir. Nasıl çok fenlerde kifayet edecektir?
İşte ey birader! Şu zâtlar ile müşavere et. Sonra da müfettişlik sıfatıyla nefsini tecrid et. Hayalat-ı muhitiye ve evham-ı zamaniyenin elbiselerini çıkart, çıplak ol. Bahr-i bîkeran-ı zaman olan şu asrın sahilinden, içine gir. Tâ asr-ı saâdet olan adaya çık. İşte herşeyden evvel senin nazarına çarpacak ve tecelli edecek şudur ki:
Vahîd, nâsırı yok, saltanatı mefkud, tek bir şahıs; umum âleme karşı mübareze eder. Ve küre-i zemînden daha büyük bir hakîkatı omuzuna almış ve bütün nev’-i beşerin saâdetine tekeffül eden bir şerîatı ki: O şerîat, fünûn-u hakîkiye ve ulûm-u İlâhîyenin zübdesi olarak isti’dâd-ı beşerin nümüvvü derecesinde tevessü’ edip iki âlemde semere vererek ahvâl-i beşeri güya bir meclis-i vâhid,
Bir zamanı vâhidin ehli gibi tanzim eden öyle bir adâleti tesis eder. Eğer o şerîatın nevamisinden sual edersen ki: Nereden geliyorsunuz? Ve nereye gideceksiniz? Sana şöyle cevab verecekler ki: Biz kelâm-ı ezelîden gelmişiz. Nev’-i beşerin selâmeti için ebedin yolunda refakat için ebede gideceğiz. Şu dünyayı fâniyeyi kestikten sonra, bizim surî olan irtibatımız kesilirse de; dâima ma’nevîyatımız beşerin rehberi ve gıdayı ruhanîsidir.
Şübehat ve şükûkun üç menbaları vardır. Şöyle: Eğer maksud-u Şâri’den ve efkârın isti’dâdları nisbetinde olan irşâddan tecahül edip, bütün evham-ı seyyienin yuvası hükmünde olan şöyle bir mağlata ile i’tirâz edersen ki, şerîatın başı olan Kur’ânda üç nokta vardır:
Birincisi: Kur’ân’ın mâbihil imtiyazı ve vuzuh-u ifade üzerine müesses olan belâgata münafîdir ki, vücûd-u müteşabihat ve müşkilâttır.
İkincisi: Şerîatın maksud-u hakîkisi olan irşâd ve ta’lime münafîdir ki, fünûn-u ekvanda bir derece ibham ve ıtlakatıdır.
Üçüncüsü: Tarîk-ı Kur’ân olan tahkik ve hidâyete muhaliftir. İşte o da ba’zı zevahiri, delil-i aklînin hilafına imale edip, hilaf-ı vakıa ihtimalidir.
Ey birader!.. Tevfik Allah’tandır. Ben de derim ki: Sebeb-i noksan gösterdiğin olan şu üç nokta, tevehhüm ettiğin gibi değildir. Belki üçü de i’caz-ı Kur’ân’ın en sâdık şâhidleridir. İşte:
Birinci noktaya cevab: Zâten iki def’a şu cevabı zımnen görmüşsün. Şöyle ki: Nâsın ekseri cumhur-u avamdır. Nazar-ı Şâri’de ekall, eksere tâbidir. Zîra avama müvecceh olan hitabı, havass fehm ve istifade ediyorlar. Bilakis olursa olamaz. İşte cumhur-u avam ise, me’luf ve mütehayyelatından tecerrüd edip hakâik-i mücerrede ve makulat-ı sırfeyi temâşâ edemezler.
Meğer mütehayyelatlarını dûrbîn gibi tevsit etseler... Fakat mütehayyelatın sûretlerine hasr ve vakf-ı nazar etmek, cismiyet ve cihet gibi muhal şeyleri istilzam eder. Lâkin nazar, o sûretlerden geçerek hakâikı görüyor. Meselâ: Kâinattaki tasarruf-u İlâhîyi sultanın serir-i saltanatında olan tasarrufunun sûretinde temâşâ edebilirler.
gibi... İşte hissiyat-ı cumhur şu merkezde olduklarından, elbette irşâd ve belâgat iktiza eder ki: Onların hissiyatı riayet ve ihtiram edilsin ve efkârları dahi bir derece mümaşat ve ihtiram edilsin. İşte riayet ve ihtiram; ukûlü beşere karşı olan tenezzülat-ı İlâhîye ile tesmiye olunur. Evet o tenezzülat, te’nis-i ezhan içindir. Onuncu Mukaddeme’ye müracaat et.
İşte bunun içindir ki: Hakâik-i mücerredeye temâşâ etmek için hissiyat ve hayalâlûd cumhurun nazarlarını okşayan suver-i müteşabiheden birer dûrbîn vaz’ edilmiştir. İşte şu cevabı teyid eden maânî-i amîka veya müteferrikayı bir sûret-i sehl ve basitada tasavvur veya tasvir etmek için nâsın kelâmında istiarat-ı kesîreyi irad ederler. Demek müteşabihat dahi, istiaratın en ağmaz olan kısmıdır. Zîra en hafî hakâikın suver-i misâliyesidir. Demek işkal ise ma’nanın dikkatindendir, lafzın iğlakından değildir.
Ey mu’teriz! İnsafla nazar et ki, fikr-i beşerin bahusus avamın fikirlerinden en uzak olan hakâikı, şöyle bir tarîk ile takrib etmek, acaba tarîk-i belâgat olan muktezayı halin mutabakatına muvafık ve makamın nisbetinde kemâl-i vuzuh ve ifadeye mutabıktır; yahut tevehhüm ettiğin gibidir? Hakem sen ol...
İkinci noktaya cevab: İkinci Mukaddeme’de mufassalan geçmiştir. Âlemde meylü’listikmalin dalı olan insandaki meylü’tterakkinin semeratı ve tecarübü kesîre ile ve netaic-i efkârın telahukuyla teşekkül eden ve merdiven-i terakkinin basamakları hükmünde olan fünûn ise;
Müterettibe ve müteavine ve müteselsiledirler. Evet müteahhirin in’ikadı, mütekaddimin teşekkülüne vâbestedir. Demek mukaddem olan fen, ulûm-u mütearifenin derecesine gelecek; sonra müteahhirine mukaddeme olabilir.
Bu sırra binâendir ki: Şu zamanda temahhuz-u tecarüble satha çıkıp ve tevellüd etmiş olan bir fennin faraza on asır evvel bir adam tefhim ve ta’limine çalışsa idi, mağlata ve safsataya düşürmekten başka birşey yapamazdı. Meselâ, denilse idi: “Şemsin sükûnuyla arzın hareketine ve bir katre suda bir milyon hayvânâtın bulunduklarına temâşâ edin, tâ Sâni’in azametini bilesiniz.” Cumhur-u avam ise; hiss-i zâhir veya galat-ı hissin sebebiyle hilaflarını zarûri bildikleri için ya tekzib veya nefislerine mugalata veya mahsus olan şeye mükâbere etmekten başka ellerinden birşey gelmezdi. Teşviş ise; bahusus onuncu asra kadar, minhac-ı irşâda büyük bir vartadır. Ezcümle; sathiyet-i arz ve deveran-ı şems onlarca bedihiyat-ı hissiyeden sayılırdı.
Tenbih: Şu gibi mes’eleler, müstakbeldeki nazariyata kıyas olunmaz. Zîra müstakbele âid olan şeylere hiss-i zâhir taalluk etmediği için iki ciheti de muhtemeldir. İtikad olunabilir. İmkân derecesindedir. İtminan kabildir. Onun hakk-ı sarihi tasrih etmektir. Lâkin hîna ki hissin galatı bizim “ma nahnü fih”imizi imkân derecesinden bedahete, yâni cehl-i mürekkebe çıkardı. Onun nazar-ı belâgatta hiç inkâr olunmaz olan hakkı ise; ibham ve ıtlaktır. Tâ, ezhan müşevveş olmasınlar. Fakat hakîkata telvih ve remz ve îma etmek gerektir. Efkâr için kapıları açmak, duhûle davet etmek lâzımdır. Nasılki Şerîat-ı Garra öyle yapmıştır.
Yahu.. ey birader! İnsaf mıdır, taharri-i hakîkat böyle midir ki: Sen irşâd-ı mahz ve ayn-ı belâgat ve hidâyetin mağzı olan şeyi, irşâda münafî ve mübayin tevehhüm edesin? Ve belâgatça ayn-ı kemâl olan şeyi noksan tahayyül edesin? Ya eyyühel hoto! Acaba senin zihn-i sakîminde belâgat o mudur ki, ezhanı tağlit ve efkârı teşviş ve muhitin müsaadesizliği ve zamanın adem-i i’dadından ezhan müsta’id olmadıkları için ukûle tahmil edilmeyen şeyleri teklif etmektir? Kellâ.
bir düstûr-u hikmettir. İstersen mukaddemata müracaat et... Bahusus Birinci Mukaddeme’de iyi tefekkür et!..
İşte ba’zı zevahiri, delil-i aklînin hilafına göstermek olan Üçüncü Nokta’ya cevab:
Birinci Mukaddeme’de tedebbür et, sonra bunu da dinle ki; Şâri’in irşâd-ı cumhurdan maksud-u aslîsi: İsbat-ı Sâni-i Vâhid ve nübüvvet ve haşir ve adâlette münhasırdır. Öyle ise: Kur’ân’daki zikr-i ekvan, istitradî ve istidlal içindir. Cumhurun efhamına göre san’atta zâhir olan nizam-ı bedi’ ile nazzam-ı hakîki olan Sâni-i Zülcelâl’e istidlal etmek içindir. Halbuki san’atın eseri ve nizamı herşeyden tezâhür eder. Keyfiyet-i teşekkül nasıl olursa olsun, maksad-ı aslîye taalluk etmez.
Tenbih: Mukarrerdir ki delil, müddeadan evvel ma’lûm olması gerektir. Bunun içindir ki; ba’zı nususun zevahiri, ittizah-ı delil ve isti’nas-ı efkâr için cumhurun mu’tekadat-ı hissiyelerine imale olunmuştur. Fakat delâlet etmek için değildir. Zîra Kur’ân, âyâtının telâfifinde öyle emarat ve karaini nasbetmiştir ki; o sadeflerdeki cevahiri ve o zevahirdeki hakîkatları ehl-i tahkika parmakla gösterir ve işâret eder. Evet “Kelimetullah” olan Kitab-ı Mübîn’in ba’zı âyâtı, ba’zısına müfessirdir. Yâni ba’zı âyâtı, ehavatının mâ-fiz-zamirlerini izhâr eder. Öyle ise ba’zıları diğer bir ba’za karîne olabilir ki; ma’nayı zâhirî murad değildir.
Vehim ve Tenbih: Eğer istidlalin makamında denilse idi ki: Elektriğin acâibi ve cazibe-i umûmîyenin garaibi ve küre-i arzın yevmiye ve seneviye olan hareketi ve yetmişten ziyâde olan anâsırın imtizac-ı kimyeviyelerini ve şemsin istikrarıyla beraber suriye olan hareketini nazara alınız, tâ Sânii bilesiniz!
İşte o vakit delil olan san’at, marifet-i Sâni’ olan neticeden daha hafî ve daha gamız ve kâide-i istidlale münafî olduğundan ba’zı zevahiri, efkâra göre imale olunmuştur. Bu ise: Ya müstetbeü’t-terakib kabilesinden veya kinaî nev’inden olduğu için medâr-ı sıdk ve kizb olmaz. Meselâ: lafzındaki elif eliftir. Aslı vav olsa, kâf olsa, ne olursa olsun te’sir etmez.
Ey birader! İnsaf et... Acaba şu üç nokta-i i’tirâz cemi’ a’sarda cemi’ insanların irşâdları için inzal olunan Kur’ân’ın i’cazına en zâhir delil değil midir? Evet..
(1) Neam.. hayalin ne haddi vardır ki; nurefşan olan nazarına karşı kendini hakîkat gösterebilsin. Evet, mesleği nefs-i hak ve mezhebi ayn-ı sıdktır. Hak ise, tedlis ve tağlit etmekten müstağnidir.
Ma’rûfe ve meşhure olan havarik-ı zâhire ve mu’cizat-ı mahsusedir. Siyer ve tarihin kitabları onlar ile meşhundur. Ulemâyı kiram (Cezahümüllahu hayran) hakkıyla tefsir ve tedvin etmişlerdir. Ma’lûmun ta’limi lâzım gelmemek için biz tafsilinden kat’-ı nazar ettik.
İşâret: Şu havarık-ı zâhirenin herbir ferdi eğer çendan mütevatir değildir, mutlaka cinsleri, belki çok enva’ı kat’iyyen ve yakînen mütevatir-i bilmanadır. O havarık birkaç nev’ üzerindedir. İşte:
--------------------------------------------(1): Şu Arabiyyüü’l-ibare iki mezheb-i bâtılın reddine işâ-rettir.
Bir nev’i: İrhasat-ı mütenevviadır. Güya o asır Peygamber’den (A.S.M.) istifade ve istifaza ederek, kerâmet sâhibi olduğundan, kalb-i hassasından hiss-i kablel vukua binâen irhasatla Fahr-i Âlem’in geleceğini ihbar etmiştir.
Bir nev’i dahi: Gaybdan olan ihbarat-ı kesîresidir. Güya tayyar olan ruh-u mücerredi, zaman ve mekân-ı muayyenin kayıdlarını kırmış ve hudud-u mâziye ve müstakbeleyi çiğnemiş, her tarafını görerek bize söylemiş ve göstermiştir.
Bir kısmı dahi: Tahaddi vaktinde izhâr olunan havarik-ı hissiyedir. Bine karib ta’dad olunmuştur. Demek söylediğimiz gibi herbir ferdi, âhâdî de olursa mecmuu mütevatir-i bilmanadır.
Birisi: Mübârek olan parmaklarından suyun nebeanıdır. Güya maden-i sehavet olan yed-i mübârekesinden maye-i hayat olan suyun nebeanıyla menba-ı hidâyet olan lîsanından, maye-i ervah olan zülâl-i hidâyetin feveranını hissen tasvir ediyor.
Biri de: Tekellümü şecer ve hacer ve hayvandır. Güya hidâyetindeki hayat-ı ma’nevîye, cemadat ve hayvânâta dahi sirâyet ederek nutka getirmiştir.
Biri de: İnşikak-ı Kamer’dir. Güya kalb-i sema hükmünde olan Kamer, mübârek olan kalbiyle inşikakta bir münâsebet peyda etmek için sine-i saf ve berrakını mübârek parmağın işâretiyle iştiyakan şakk ve çâk etmiştir.
Tenbih: İnşikak-ı Kamer mütevatir-i bilmanadır. olan âyet-i kerîme ile sâbittir. Zîra hatta Kur’ân’ı inkâr eden dahi, bu âyetin ma’nasına ilişmemiştir. Hem de ihtimal vermeye şâyan olmayan bir tevil-i zaîften başka tevil ve tahvil edilmemiştir.
Vehim ve Tenbih: İnşikak, hem âni, hem gece, hem vakt-i gaflet, hem şu zaman gibi âsumana adem-i tarassud, hem vücûd-u sehab, hem ihtilaf-ı metali’ cihetiyle bütün âlemin görmeleri lâzım gelmez ve lâzım değildir.
Hem de hemmatla’ olanlarda sâbittir ki, görülmüştür. Birisi ve en birincisi ve en kübrâsı olan Kur’ân-ı Mübîn’dir. İşte sâbıkan bir nebzesine îma olunan yedi cihetle i’cazı müberhendir. İlââhirihî... Sâir mu’cizatı kütübü mutebereye havale ediyorum.
Ey benim kelâmımı mütâla’a eden zevat! Geniş bir fikir ile ve müteyakkız bir nazar ile ve müvazeneli bir basiretle mecmu-u kelâmımı yâni mesalik-i hamseyi muhit bir dâire veya müstedir bir sur gibi nazara alınız, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nübüvvetine merkez gibi temâşâ ediniz. Veyahut sultanın etrafına halka tutmuş olan asakir-i müteavinenin nazarıyla bakınız! Tâ ki bir taraftan hücum eden evhamı, mütecavibe ve müteavine olan cevanib-i sâire def’ edebilsin. İşte şu halde Japonların suali olan
ye karşı derim: İşte Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm...
İşâret ve irşâd ve tenbih: Vakta kâinat tarafından, hükûmet-i hilkat canibinden müstantık ve sâil sıfatıyla gönderilen fenni hikmet, istikbâle teveccüh eden nev’-i beşerin talîalarına rastgelmiş; birden fenni hikmet şöyle bir takım sualleri irad etmiş ki: “Ey insan evlâdları! Nereden geliyorsunuz? Kimin emriyle? Ne edeceksiniz? Nereye gideceksiniz? Mebdeiniz nereden? Ve müntehanız nereyedir?”
O vakit nev’-i beşerin hatib ve mürşid ve reisi olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ayağa kalkarak, hükûmet-i hilkat canibinden gelen fenni hikmete şöyle cevab vermiştir ki:
“Ey müstantık efendi! Biz maaşir-i mevcûdât, Sultanı Ezel’in emriyle, kudreti İlâhîyenin dâiresinden me’muriyet sıfatıyla gelmişiz.
Şu hulle-i vücûdu bize giydirerek ve şu sermaye-i saâdet olan isti’dâdatı veren, cemi’-i evsâf-ı kemâliye ile muttasıf ve Vâcibü’l-Vücûd olan Hâkim-i Ezel’dir. Biz maaşir-i beşer dahi, şimdi saâdet-i ebediyenin esbâbını tedârik etmekle meşgulüz. Sonra birden ebede müteveccihen şehristan-ı ebedü’l-âbâd olan haşr-i cismanîye gideceğiz.
İşte ey hikmet, halt etme ve safsata yapma!.. Gördüğün ve işittiğin gibi söyle!..”
Haşr-i cismanîdir. Evet, hilkat onsuz olmaz ve abestir. Neam, haşir haktır ve doğrudur. Bürhanın en vâzıhı, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dır.
Kur’ân-ı Mübîn, haşr-i cismanîyi o derece îzah etmiştir ki; edna bir şübheyi bırakmamış. İşte biz de kuvvetimize göre onun berahinini bir derece tefsir için birkaç makasıd ve mevakıfına işâret edeceğiz.
BİRİNCİ MAKSAD: Evet kâinattaki nizam-ı ekmel, hem de hilkatteki hikmet-i tâmme, hem de âlemdeki adem-i abesiyet, hem de fıtrattaki adem-i israf, hem de cemi’ fünûn ile sâbit olan istikra-i tâmm, hem de yevm ve sene gibi çok enva’da olan birer nevi’ kıyamet-i mükerrere, hem de isti’dâd-ı beşerin cevheri, hem de insanın lâyetenahî olan âmâli, hem de Sâni-i Hakîm’in rahmeti, hem de Resul-i Sâdık’ın lîsanı, hem de Kur’ân-ı Mu’ciz’in beyânı; haşr-i cismanîye sâdık şâhidler ve hak ve hakîki bürhanlardır.
1- Evet saâdet-i ebediye olmazsa nizam, bir sûret-i zaîfe-i vâhiyeden ibaret kalır. Cemi’ ma’nevîyat ve revabıt ve niseb, hebaen gider. Demek nazzamı, saâdet-i ebediyedir.
2- Evet inâyet-i ezeliyenin timsali olan hikmet-i İlâhîye, kâinattaki riayet-i mesalih ve hikem ile mücehhez olduğundan, saâdet-i ebediyeyi i’lân eder. Zîra saâdet-i ebediye olmazsa, kâinatta bilbedahe sâbit olan hikem ve fevaide karşı mükâbere edilecektir.
3- Neam, akıl ve hikmet ve istikra’ın şehâdetleriyle sâbit olan hilkatteki adem-i abesiyet; haşr-i cismanîdeki saâdet-i ebediyeye işâret, belki delâlet eder. Zîra adem-i sırf, herşeyi abes eder.
4- Evet fıtratta, ezcümle âlem-i suğra olan insanda, fenn-i menafi’ü’l-a’zanın şehâdetiyle sâbit olan adem-i israf gösterir ki: İnsanda olan isti’dâdat-ı ma’nevîye ve âmâl ve efkâr ve müyulatının adem-i israfını isbat eder. O ise, saâdet-i ebediyeye namzed olduğunu i’lân eder.
5- Evet öyle olmazsa umumen kurur, hebaen gider. Feya lil’aceb!. Bir cevher-i cihanbahanın kılıfına nihayet derece dikkat ve itina edilirse, hatta gubarın konmasından muhafaza edilirse, nasıl ve ne sûretle o cevher-i yegâneyi kırarak mahvedecektir? Kellâ!.. Ona itina, onun hatırası içindir.
6- Evet sâbıkan beyân olunduğu gibi cemi’ fünûnla hasıl olan, istikra-i tâmla sâbit olan intizam-ı kâmil, o intizamı ihtilâlden halâs eyleyen ve tekemmül ve ömrü ebedîye mazhar eden haşr-ı cismanînin sadefinde olan saâdet-i ebediyeyi bizzarure iktiza eder.
7- Evet, saatin sâniye ve dakika ve saat ve günleri sayan çarklarına benzeyen yevm ve sene ve ömrü beşer ve deveran-ı dünya, birbirine mukaddime olarak döner, işler.
Geceden sonra sabahı, kıştan sonra baharı işledikleri gibi, mevtten sonra kıyamet dahi o destgâhtan çıkacağını haber veriyorlar. Evet insanın her ferdi, birer nev’ gibidir. Zîra nûr-u fikir onun âmâline öyle bir vüs’at vermiş ki; bütün ezmanı yutsa tok olmaz. Sâir enva’ın efradlarının mâhiyeti, kıymeti, nazarı, kemâli, lezzeti, elemi ise cüz’î ve şahsî ve mahdud ve mahsur ve ânidir. Beşerin ise ulvî, küllî, sermedîdir. Yevm ve senede olan çok nevilerde olan birer nevi kıyamet-i mükerrere-i nev’iye ile insanda bir kıyamet-i şahsiye-i umûmîyeye remz ve işâret, belki şehâdet eder.
8- Neam, beşerin cevherinde gayr-ı mahsur isti’dâdatında mündemiç olan gayr-ı mahdud olan kabiliyattan neş’et eden müyulattan hasıl olan lâyetenahî âmâlinden tevellüd eden gayr-ı mütenahî efkâr ve tasavvuratı; maverayı haşr-i cismanîde olan saâdet-i ebediyeye elini uzatmış ve medd-i nazar ederek o tarafa müteveccih olmuştur.
9- Neam, Sâni-i Hakîm ve Rahmanürrahîm’in rahmeti ise; cemi’ niamı ni’met eden ve nıkmetlikten halâs eden ve kâinatı firak-ı ebedîden hasıl olan vaveylâlardan halâs eyleyen saâdet-i ebediyeyi nev’-i beşere verecektir. Zîra şu herbir ni’metin reisi olan saâdet-i ebediyeyi vermezse, cemi’ ni’metler nıkmete tahavvül ederek, bizzarure ve bilbedahe ve umum kâinatın şehâdetiyle sâbit olan rahmeti inkâr etmek lâzım gelir.
İşte ey birader!.. Mütenevvi olan ni’metlerden yalnız muhabbet ve aşk ve şefkate dikkat et. Sonra da, firak-ı ebedî ve hicran-ı lâyezâlîyi nazara al! Nasıl o muhabbet, en büyük musîbet olur! Demek hicran-ı ebedî, muhabbete karşı çıkamaz. İşte saâdet-i ebediye, o firak-ı ebediyeye öyle bir tokat vuracak ki, adem-âbâd hiçâhiçe atacaktır.
10- Neam, sâbık olan beş mesleği ile sıdk ve hakkaniyeti müberhen olan Peygamberimizin lîsanı, haşr-i cismanînin definesindeki saâdet-i ebediyenin anahtarıdır.
11- Neam, yedi cihetle onüç asırda i’cazı musaddak olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân, haşr-i cismanînin keşşafıdır ve fettahıdır ve besmelekeşidir.
İKİNCİ MAKSAD: Kur’ân’da işâret olunan haşre dâir iki delilin beyânındadır. İşte,
Bu risâlenin müellifi Üstad Bediüzzaman Hazretleri, bu risâlenin te’lifinden 30 sene sonra te’lif ettiği Risâle-i Nur Külliyatından “Dokuzuncu Şuâ”ın başında diyor ki:
“Latif bir inâyet-i Rabbânîyedir ki: Bundan otuz sene evvel Eski Said yazdığı tefsir mukaddemesi “Muhakemat” nâmındaki eserin âhirinde, “İkinci Maksad: Kur’ân’da haşre işâret eden iki âyet tefsir ve beyân edilecek. Nahu Bismillaâhirrahmanrahîm” deyip durmuş. Daha yazamamış. Hâlık-ı Rahîmime delâil ve emarat-ı haşriye adedince şükür ve hamd olsun ki, otuz sene sonra tevfik ihsân eyledi.”
(Küçük biraderim Abdülmecid’in takrizidir)
Yakînin kâşifi olmakla, miftah-ı belâgattır.
Hakîkat olduğu şey’e, menar-ı ihtida odur.
Hakk’ın keşşafı olmakla, belâgatça misâlsizdir.
Belâgatta olan, esrâra bir misbah-ı vehhacdır.
Mesâilden ne şey müşkil olursa onda zâhirdir.
Bütün esdaf-ı elfazda esrâr-ı belâgattır.
Hakk’ın cevher-i âlisiyle elmas-ı hakîkattan,
Şükûke karşı yapılmış olan bir seyf-i katı’dır.
Müzehheb basamaklı şu semavât-ı kemâlâta,
Urûc etmek için hakkıyla bir nurânî mirkattır.