MUKADDEME
Denizli Ağır Ceza Mahkemesinin beraet kararı neticesi olarak, Risale-i Nur, ekser vilâyet, kasaba ve köylerde yayılmış ve Nur talebeleri kısa bir zamanda yüzbinlerin fevkinde çoğalmıştır. Risaleler teksir ile neşre başlanmış ve kısa bir müddet içinde 1947 senesi sonlarında, Üstad ve talebeleri üçüncü defa olarak tekrar hapse alınmıştır.
Evvelâ üç sene kadar Emirdağında ikamet edebilen Said Nursî, hapisten sonra tekrar Emirdağında üç-dört sene kadar kalmış ve sonra Ispartaya yerleşmiştir. Ve şimdi doksan yaşına yaklaşan ve tebdil-i havaya çok muhtaç olan Üstad, arasıra Emirdağına gelip ikametgâhı olan dershane-i Nuriyede kalmaktadır.
Şimdilik Emirdağ hayatının ilk kısmı ki, Afyon hapsine kadar olan safhası zikredilecek, bilâhare Afyon Hapsini müteakib tekrar Emirdağındaki hayatı, hizmet-i nuriyesi beyan edilecektir. Emirdağındaki hayatı, evvelki hayatına nisbeten çok daha şa'şaalıdır. Hem, musibet ve ithamlara daha ziyade hedef olmuş, daimî tarassuda, hattâ imhaya maruz kalmıştır. Bununla beraber, Risale-i Nur geniş dairede yayılmış, Üniversite, memurlar ve ehl-i siyaset muhitinde okunmağa başlanmıştır.
Üstadın Emirdağına nefyinden sonra aleyhinde pek insafsızca iftiralar yapıldığı ve çok geniş bir dairede yalanlarla isnadlara girişildiği münasebetiyle ve nurların harika neşri dolayısıyla bir hakikatı, bu mukaddemede beyan etmek lâzım geldi. Şöyle ki:
Bizim, Said Nursî'nin ayn-i hakikat olan ahvâl ve harekât ve hizmetinde görünen harikaları beyan etmemizden muradımız:
Okuyucuların nazar-ı istiğrablarını celbedip "hâşâ!" Bediüzzamanın fânî şahsını insanlığın alkış tufanına tutmak değil; belki, onun şahsını ve hizmetini insafsızca iftira ve yalanlarla lekedar etmek isteyen ve dolayısıyla Risale-i Nurun hizmet-i îmaniyesine sed çekmeğe çalışanların mukabilinde Risale-i Nurun nurlu, müessir ve saadet-feşan hizmetini belirtmek için Kur'anın bir şâkirdi ve Hazret-i Peygamberin bir ümmeti ve Allahın bir abdi olarak nâil olduğu ikramları zikrediyoruz. Din düşmanlarının bahanelerle taarruzunu ve insafsız hücumlarını red ve bir masumun masumiyetini beyan ediyoruz. Hattâ diyebiliriz ki: Tarihte Bediüzzaman gibi hilâf-ı hakikat olarak düşünce ve mefkûre, hizmet ve gayesinin tam zıddında şiddetli itham ve isnadlara maruz kalmış bir kimse yok gibidir. Panzehire zehir isnad etmek gibi, bu milleti ve gelecek nesilleri anarşilikten, dinsizlikten, ahlâksızlıktan muhafaza niyet ve harekâtına, sırf îmansızlıktan neş'et eden bir dalâlet divaneliğiyle vatana ihanet, gençliği irticaa sevk ve zehirlemek ithamını yapmak, ne kadar acı ve ehl-i insafı ağlatacak elim bir vaziyet olduğu bedihîdir. İşte Bediüzzaman; bir değil, yüz değil, binler defa böyle hilâf-ı hakikat ithamlara dûçar olmuş bir masumdur. Hizmetinde böyle olduğu gibi hususî ahval ve ahlâkı noktasında da ahlâk-ı hamidenin en müstesna örneklerini yaşatmış, edeb ve iffetin en şaheser nümunelerini nefsinde gösterebilmiş bir nezahet ve hüsn-ü hulk âbidesidir. Hizmetini ifa eden, dâhilî ve hâricî hayat ve ef'aline âşina olan talebe ve hizmetkârları olan bizler, en yüksek sesimizle ilân ederiz ki:
Üstadın Kur'andan alıp ehl-i îman ve insaniyetin istifadesine arzettiği ulûm-u îmaniyedeki üstadlığı gibi, en ince muamelât ve ahvalinde ve hususî hayatında da Kur'an-ı Hakîm'in hüsn-ü hulk olarak tarif ettiği ve yüksek bir velâyetin tereşşuhatı olan âsâr ve dâimî yüksek bir huzur görünür. Her zaman için her haline nazar-ı dikkat ve ferasetle bakan ehl-i kalb ve erbâb-ı fazilet, onun kalb-i münevverinin bir şems-i hakikat ve marifet halinde şûle-feşan olduğunu ve bir derya halinde dâimî temevvücde bulunduğunu kemal-i hayretle görmekte ve İslâmiyet ağacının bu son ve kâmil meyve-i münevveriyle zemin ve zamanın iftihar etmekte olduğunu duyurmaktadırlar.
Ey sû-i niyetleriyle ve kendi menfî ruhlarına kıyasla bu ahlâk, edeb, îman, marifet ve hakikat âbidesine dil uzatan ve şeytanları dahi utandıracak derecede iftiralarla bu fazilet timsalini yok etmeğe, tezvire çalışmış bedbahtlar! Bu zâta karşı savurmak istediğiniz iftiralar, saçtığınız zehirler para etmedi. Hak nurunu yaktı ve parlattı. O nur ile âlemleri ziyadar eyledi. Siz ise zelil ve manen insaniyetin menfurusunuz. Size yazıklar olsun! İnsan libasını taşımanız dahi sizin için elîm ve fecidir. Buna rağmen sizin için bir necat kapısı var, o kapıyı çalsanız belki kurtulursunuz. Said Nursî ahdetmiş ve ilân etmiş ki: "Benim idamıma çalışanlar dahi eğer Risâle-i Nurla îmanlarını kurtarsalar, Risâle-i Nura sarılsalar, kardeşlerim siz şahid olunuz, ben onlara hakkımı helâl ediyorum." Evet onu mahkûm etmek isteyenlerden çoğu ve ekser aleyhinde bulunanlar bugün ona dost olduğu gibi, tezvir ve iftirada bulunan sizler de nedamet etseniz, Nur derslerine kulak verseniz, ümid edilir ki; o şefkat kahramanı, sizin için, affınız için dua eder, niyaz eder. Evet Said Nursî, öyle eşsiz bir kahramandır ki; bu kahramanlığını harb meydanında, mahkeme sandalyesinde müstebidlere karşı gösterdiği halde, gelin, siz düşmanları ve onu yok etmek için çalışanlardan Nura müteveccih olanların selâmet ve kurtuluşu için el açıp göz yaşlarıyla nasıl niyaz ettiğini görün; ve onun yüksek bir tevazu ile, milletin her tabakasıyla nasıl kemal-i şefkatle muamelede bulunduğunu anlayın; insanlığın ulvî mertebesini bu zâtta seyreyleyin. Onun hakkında senakâr sözler, takdirler, ehl-i dünyanın alkışlanması nev'inden değildir; hakikat-ı kâinatın, bu ekmel insana ve insanın yüksek kıymetini, müslümanlığın hakikî tezahürünü temsil eden mânevî şahsiyetine karşı olan takdir ve tebrikine bir iştiraktir. Evet, Said Nursî'yi, temsil ve terennüm ettiği envar-ı hakikat itibariyle, yalnız insanlık değil, belki âlem bütün enva ve ecnasıyla alkışlıyor, tebrik ediyor. Evet, hizmet-i îmaniyyesini mâzi, müstakbel takdir ediyor...
Evet, Said Nursî, Cenab-ı Hakkın mâhiyet-i insaniyyede dercettiği hadsiz envâ-ı kemalâtın hepsinde en ileri ve en mükemmeldir. Bazan yüksek dağ başlarında, büyük kayalıklar arasında gezer, yalnız başına sessiz dolaşır; bazan bağ ve bahçeleri, nebatat ve hayvanatı temaşa ve tefekkür edip; sonra dönüp, şehre inip, en büyük siyasî içtimalarda, gayet beliğ ve mâkulâne hitabeler, ahlâkî, edebî nutuklar irad edebilen cevval bir ruh haletini taşırdı. Hürriyetten evvel ve sonra Şarktaki hayatı ve İstanbuldaki feveranlı hayatı, buna bir şâhiddir. Bir yanda Şarkî Anadolu'da aşiretler arasında seyahatle onlara ahlâkî ve îmanî dersler, öğütler verirken; diğer yanda Şamda allâmelere, siyaset-i İslâmiye noktasında en keskin ve isabetli görüş ve teşhislerle müslümanların terakki ve kemalâtının esaslarını tesbit edip, 350 milyon müslümanın saadetinin fecr-i sâdıkını haber veriyordu. Hem, meşrutiyet zamanında Meclis-i Meb'usana hitabesi ve gazetelerdeki makaleleriyle, Kur'anın kudsi kanun-u esasisinin vaz' ve tatbikinin millet-i İslâmiyyeye iki cihanın saadetini kazandırıp hakikî kemalât ve terakkiye medar olacağını haykırıyor ve bu efkârının Dîvan-ı Harb-i Örfîde de kahramanca müdafaasını yapıyordu.
İşte bir nebze beyan edilen ahvali ve hizmetleri delâletiyle bu hârika zât, âdeta muhtelif istidad ve ayrı ayrı zekâ ve kabiliyetlerden müteşekkil bir cemaat mahiyetinde idi. İslâmiyetin zuhurundan itibaren 1300 yıl içinde gelip geçen ve İslâmiyet şecere-i nuraniyesinin çeşitli çiçek ve meyveleri olarak asırları tezyin eden umum ehl-i hak ve zekâvetin kemalât ve güzelliklerine sahib olmuş, nişan ve formalarını takmış gibi idi. Sanki ulûm ve maarif-i İslâmiye, bu zât vasıtasıyla yeni baştan ihya ediliyordu.
Büyük Peygamberin ders ve irşadıyla hakikata ulaşan ve kemâlâtta terakki eden ve her biri cemaat-ı İslâmiyeden bir taifeyi dâire-i tenvir ve irşadında yürüten kudsî üstadlar, âlim ve müçtehidler, ayrı ayrı meslek ve ilimlerine bu zâtı vâris tâyin etmişler gibi; mâzinin bütün mehasin ve meziyetlerini giyinerek asrımızda ortaya çıkan bu hârika-i zaman Said Nursî Hazretleri, böylece, Kur'ân nâmına Risale-i Nurla giriştiği dinî hizmet ve cihad-ı mânevîsiyle, bir cemaatin, yüksek bir hey'etin, belki muazzam bir ordunun yapabileceği vazifeleri, küllî hizmetleri, izn-i İlâhî ile yapmıştır. İslâmiyet nurundan ve iman kardeşliğinden gelen bir kuvvet ve rabıta ile teşkil ettiği Nur şâkirdleri şahs-ı mânevîsi, ehl-i dalâletin cemaatle hücumuna mukabil çıkmış, bu suretle mü'minlerin nokta-i istinadı, kızıl tehlikenin bu vatanı istilâsına karşı Kur'ânî bir sed ve Âlem-i İslâmın kahraman Türk milletine eskisi gibi muhabbet, uhuvvet ve ittifakının medarı olmuştur.
Evet, Said Nursî, gayet câmî bir istidada mâlik bir zattır. Bu istidadların hepsinde çok ileri gitmiştir. Cüz ile küllü, âfâkın en geniş dairesi ile enfüsî dairesini, meselâ zerre ile samanyolunu beraberce dikkatle tedkik eder, onlardaki envâr-ı tevhidi görür, gösterir ve isbat eder. Bir yandan Âlem-i İslâm ve insaniyete uzanan küllî hizmet-i imaniyye ile meşgul, bir yandan inziva hayatı geçirerek kalem-i kudretin mektubatı olan fıtratın antika eserlerini, san'at-ı İlâhîyyenin mucizelerini temaşa ve tefekkür ile kitab-ı kâinatı mütalâa eder ve böylece her gün bu müteaddid ulvî vazifeleri yaparak marifet-i İlâhîyye ve huzurun nihayetsiz ezvak ve envarında terakki eder.
İşte bu hâlet-i ruhiyye ve ahval-i kudsiyye Üstadın hayatının her safhasında müşahede edildiği gibi, Emirdağı'nda geçirdiği hayatı da hep bu mezkûr mâna ile doludur. Lâhikalardaki mektublarda bir derece beyan edilmişse de nakıstır. Bu tarihçede, ancak denizden bir katrecik ile iktifa edilmiştir.
* * *
SAİD NURSÎ'NİN DENİZLİ HAPSİNDEN TAHLİYESİ
VE EMİRDAÐINA NEFYİ
Denizli Ağır Ceza Mahkemesinin Haziran 1944 tarihli beraet kararı ile hapisten tahliye olunan Nur talebeleri, memleketlerine gitmişler; Üstad ise, Ankara'dan bir emir alıncaya kadar Denizli'de Şehir Otelinde kalmıştır. Risale-i Nur talebelerinin hapsi ve muhakemeleri münasebetiyle, Denizli halkı Risale-i Nur'la alâkadar olmuştur. Adliyede iki-üç zat, mahkeme safahatı esnasında Nurlara yakından alâkadarlık göstermişler ve Denizli'de neşrine çalışmışlardır. Bilâhare Nur dairesinde "Hâkim-i âdil" ünvanıyla anılan mahkeme reisi ve âzaları ve hizmetleri dokunan hamiyetperverler, âdilâne karar ve gayretleri ile bütün ehl-i imanın süruruna vesile olmak gibi mânevî ve ebedî parlak bir makam kazanmışlardır.
* * *
Said Nursî Denizli'de iki ay kaldıktan sonra, Afyon vilâyetinin Emirdağ kazasında ikamete memur edilir. Emirdağı'na 1944 senesi Ağustos ayında nefyedilir. İlk önce onbeş gün kadar bir otelde kalır, sonra kira ile bir eve yerleşir; ev kirasını da kendisi verir.
Emirdağı'ndaki hayatı şöyle hülâsa olunabilir:
Daimî tarassud altındadır. Mahkemeden beraet kazanması ve eserlerinin iade edilmesine rağmen, serbest bırakılmış değildir. Eskisinden daha ziyade kontrol ve mütemadiyen pencere ve kapısından nezarete mâruzdur. Mektublarında da beyan ettiği gibi: Denizli hapsinin bir aylık sıkıntısını bazan bir günde Emirdağı'nda çekiyordu. Üstada yapılan bed muameleler ve takınılan tavır, Emirdağ ahalisince yakından bilinmektedir. Denizli Mahkemesinin beraeti üzerine, mahkeme eliyle Nurların intişarına ve Said Nursî'nin hizmet-i imaniyyesine sed çekemeyen gizli dinsizlik komiteleri, bu defa başka yollardan, idarî makamları evhamlandırıp aleyhe geçirerek hattâ imhasına kadar çalışıyorlardı. Bu plân kat'î idi.
Bir bekçi, kapısı önünden ayrılmazdı. Üstad ile görüşebilmek pek müşküldü. Emirdağı'nda ilk defa Üstadla yakından alâkadar olan Çalışkanlar Hânedanı, kasabalarına nefyedilen bu âlim ve fâzıl ihtiyar zâta yakından dostluk göstermişler, hizmetine koşmuşlar, sırf Lillâh için olan bu irtibatlarını sû'-i tefsir edenlerin yalan ve tezviratına aldırmayarak alâkalarını gevşetmemişlerdi. Çalışkanlarla beraber Emirdağı'nda birçok sâdık mü'minler Nura talebe olmuşlar, Üstadın hizmet-i Nuriyesine iştirak etmişler, (Hâşiye-1) Nur risalelerini okuyup yazmağa ve etrafa neşre başlamışlardı. Üstadın Emirdağı'nda ikametinden sonra, Risale-i Nur'un dersleriyle halkın mühim bir kısmının ilim, iman, ahlâk ve fazilet bakımından terakki ettiği herkesçe malûm olduğu gibi, resmî zatların ikrarıyla da sâbittir. (Hâşiye-2)
Emirdağ talebeleri, Üstadın Emirdağı'ndaki hayatına dair diyorlar ki:
Üstad Emirdağı'nda daimî tarassud altında bulunuyordu. Açık havalarda gezmeye çıkardı. Üstadın, bahar ve yaz mevsimlerinde mutlaka kırlara çıkmak âdeti idi. Yalnız başına gider, birkaç saat kalır, sonra evine dönerdi. Kırlara çıktığı zaman, çok defa arkasından takib ettirilirdi. Bazan bekçiler, bazan jandarmalar takib ederdi. Hattâ bir defa arkasından kurşun attırılmış, fakat isabet etmemiştir. Bir gün bir resmî memur, arkasından koşarak, "Dışarı çıkmak yasak! Başına bere koyamazsın, sarık saramazsın!" diye mütehakkimane ve mütecavizane ifadeler kullanmış, Üstad da geriye dönmüştür. Bu tarz muameleler çoktur.
Üstadın Emirdağ'daki hizmeti ve meşgalesi, başka yerlerde olduğu gibi, yalnız bir vazifeye münhasır değildi. Gerek Lâhikalardaki mektublardan, gerek ziyaretine gelen dostların ve eski ilim arkadaşları ve talebelerinin ihbarından ve gerekse de kendine yakından alâkadar olan talebe, komşu ve halkların müşahedatından anlaşılıyor ki: Hakka müteveccih, hakikatten nebean eden müteaddid hizmetleri, vazifeleri vardı ve her bir günde de bu vazifelerini ifaya çalışırdı. Hakaik-i Kur'âniye nurları olan "Sözler", "Lem'alar" gibi eserlerini te'lif, tashih ve neşr ile meşgul olmakla beraber kelimat-ı kudret olan masnuat ve mevcudatı seyr ve
_______________________________
(Hâşiye-1): Bugün Emirdağ halkı, umumiyetle, Nurlara dost ve tarafdardır. Pek çok talebesi vardır. Emirdağında ve civar köylerde Nur dersleri okunmaktadır.
Hâşiye-2 : Üstad Said Nursî, Emirdağı'nı bir Dershane-i Nuriye mânâsında kabul ettiğini söyler. Sav, Barla, Emirdağ, Eflâni gibi Nurların ekseriyetle yayılıp okunduğu kasaba ve köyleri, birer Dershane-i Nuriye ünvaniyle yâdeder. Ve kendi Nurs köyü gibi sağ ve ölü umum ahalisine, masum çocuklar ve mübarek hanımlarına dua eder, mânevi kazancına hissedar eder.
temaşaya, kitab-ı kâinatı mütalâaya çok müştak idi. Zemin yüzünde yazılan, bahar sahifesinde teşhir edilen rahmet ve hikmetin mucizeli eserlerini, eşcar ve nebatat ve hayvanattaki san'at-ı İlâhiyyenin hârikalarını, sîmalarında parıldayan tevhid sikkelerini okumağa ziyadesiyle meftun idi. Böylece, hakaik-i imaniyyenin, Mârifetullahın nihayetsiz ufuklarında hakkalyakîn mertebesinde kanat açıp geziyordu.
Esasen, Kur'ândan aldığı mesleğinin bir esası, tefekkürdür. Eserlerinde insanı daima tefekküre sevkeder ve tefekkürü ders verir. İlim ve tefekkür ile kazanılan marifet-i İlâhiyenin, ruh için kâinat vüs'atinde bir genişlik temin ettiğini ve
وَ فِى كُلِّ شَيْءٍ لَهُ آيَةٌ تَدُلُّ عَلَى اَنَّهُ وَاحِدٌ
herbir şeyde Sâni-i Vâhide işaretler, delil ve âyetler bulunduğunu ifade eder;
تَفَكُّرُ سَاعَةٍ خَيْرٌ مِنْ عِبَادَةِ سَنَةٍ
sırrına göre hareket ederdi.
* * *
ÜSTAD'IN EMİRDAÐDA ZEHİRLENMESİ
Bir siyasî memurun iğfali ve "İmhası için yukarıdan emir aldık" demesine aldanan bir bekçibaşı, Üstadın penceresine geceleyin merdivenle çıkarak yemeğine zehir atmış, ertesi gün Üstad zehirlenerek kıvranmaya başlamıştır. Zehirin tesiri çok azîm olduğu halde, kendisi: "Cevşen-ül Kebir gibi evrad-ı kudsiyelerin feyziyle ölümden muhafaza olunuyorum. Fakat hastalık, ızdırab çok şiddetlidir." derdi. Bir hafta kadar aç susuz denecek bir halde perişan bir vaziyette inlemiş, sonra biiznillâh şifa bulup, tekrar tashihat gibi Risale-i Nur vazifeleriyle iştigale başlamıştı. Bu şiddetli hastalık zamanlarında asla namazlarını terketmedi. Yalnız ikinci ve üçüncü zehirlenmek zamanında tahammülü gayr-ı kabil bir hastalıkta iki-üç gün farzını yatağında ancak kılabildi.
Ölüm tehlikesi geçirdiği günlerde, bir gece sabaha kadar yanında nöbet bekleyip gözyaşları içinde Üstada dikkat eden iki talebesi diyor: "Sabaha yakın, gözleri kapalı olduğu halde doğruldu, ellerini dergâh-ı İlâhiyyeye açıp yavaş bir sesle birkaç kelime ile Risale-i Nur hizmetinin inkişafına ve talebelerinin selâmetine dua etti. Sonra bayılmış vaziyette yatağa düştü."
Hizmetini, sıra ile iki-üç genç talebesi ifa ederdi. Bir müddet onlar da menedilmişse de, çalışkan talebeleri, hizmetinden asla vazgeçmiyerek yüksek bir fedakârlık gösterdiler.
Emirdağı'nın resmî büyük bir memuru, bilâhare Nur'un kahraman bir talebesi olan arkadaşına: "Gizlice Said Nursî'nin imhası için, gizli bir plân ve emir var!" demiştir. İşte Üstada yapılan bütün muameleler, böyle bir plânın neticesi olarak cereyan etmiştir. Bir-iki defaya münhasır değil, uzun seneler müddetince daimî olduğu için, yapılan zulüm, tarassud ve mânevî baskı çok elîm ve acı idi.
Üstad ilk iki sene Çarşı Camii'ne gider, cemaate iştirak ederdi. Ekser günler ikindi namazını camide kılar ve yatsıya kadar orada kalır, sonra evine gelirdi. İki sene böyle devam etti; sonra kaymakam, insanlarla görüşüyor diye camiden men'etti. Emirdağı'nda ikameti zamanında başta Isparta olarak çok yerlerde Nur risaleleri el yazısıyla çoğaltılıyordu. Risaleleri okuyup müstefid olanlardan, Üstadı görmeye gelenler pek çoktu. Fakat ziyarete gelenlerden az bir kısmı görüşebilmeye muvaffak olurdu. Daha ziyade Risale-i Nur'a kemal-i sadakatla ve ihlasla hizmet etmeye kabiliyetli olanlar ve sırf lillâh için muhabbet ve uhuvvet taşıyanlar görüşebilir, Üstadın dersini, sohbetini dinleyebilirdi. Üstad, muhtelif istidadda olan her ziyaretçinin derece-i fehim ve idrakine göre konuşur, nazarları Risale-i Nur'a ve hizmet-i imaniyeye çevirir, Risale-i Nur hakikatlarıyla imana hizmetin bu millete maddeten ve mânen en büyük menfaatleri temin edeceğini dâvâ ve izah ederdi. Gelen ziyaretçiler, muhtelif halk tabakalarından, gençlerden, ehl-i ilimden idi. Denizli beraetinden sonra memurlar arasında büyük intibah olmuş, Nur'a talebe olanlar çoğalmıştı.
Üstad Gelenlerle Ne Konuşurdu?
Hemen umumiyetle, Risale-i Nur hizmetinin yegâne maksadı olan imanın kuvvetlenmesinin vatan ve milleti tehdid eden dinsizlik ve komünistlik tehlikesine mâni' olduğunu; şimdi en elzem vazifenin, ferdlere ve cemiyete düşen hizmetin imanı kurtarmak ve kuvvetlendirmek bulunduğunu; zamanın en büyük dâvâsının Kur'âna sarılmak olduğunu, Risale-i Nur bütün kuvvetiyle bu meseleye hasr-ı nazar ettiğinden, vatan ve millet düşmanları, gizli dinsizler, bahanelerle hücuma geçip aleyhte tahriklerde bulunduklarını; "Fakat biz müsbet hareket etmeye mecburuz. Elimizde Nur var, siyaset topuzu yok. Yüz elimiz de olsa, ancak Nura kâfi gelir." diyerek Nur'un din düşmanlarını mağlûb edeceğinden, müsbet hareket etmenin atom bombası gibi tesiri bulunduğundan, Risale-i Nur'un siyasetle hiçbir alâkası bulunmadığını, mesleğimizin en büyük esasının ihlâs olduğunu, rıza-i İlâhîden başka hiçbir maksad ittihaz edilemeyeceğini, Nur'un kuvvetinin işte bu olduğunu; ihlâsla, müsbet hareket etmekle inayet ve rahmet-i İlâhiyenin Risale-i Nur'u himaye edeceğini.. ilâ âhir.. beyan ederdi.
Üstadın dersini ve sohbetini dinleyenleri işhad ederek diyebiliriz ki:
Üstad'ın bir dersi, bir sohbeti, çok gençler için vesile-i necat olduğu gibi, Risale-i Nur'a fedakârâne hizmet için de bir menba-ı istinad olurdu. Nur'a hizmet eden fedakâr talebelerin ekserisi böyle bir veya birkaç defa Üstadın dersinde, ikazında hazır bulunmuştur. Emirdağı'nda iken, Ankara'ya Nur hizmeti için gönderdiği bir talebesi, hâl-i âleme bakarak, "Bu insanlar ne zaman Nur hakikatlarını dinleyecek, kalın zulmet perdeleri nasıl yırtılacak, mânevî karanlıklar nasıl izale olacak?" diye ümidsizliğe düşer. Sonra bir gün Emirdağı'na Üstadın yanına döndüğü zaman, o büyük Üstad der: "Vazifemiz hizmettir. Muvaffak olmak, insanlara kabul ettirmek, Cenab-ı Hakkın vazifesidir. Biz vazifemizi yapmakla mükellefiz. Sen orada: bu insanlar ne zaman Risale-i Nur'u dinleyecekler diye ümidsizliğe düşme, merak etme! Kat'iyyen bil ki; Mele-i Âlânın hadsiz sâkinleri, bugün Risale-i Nur'u alkışlıyorlar. Onun için, hiç ehemmiyeti yok. Kıymet, kemiyette değil, keyfiyettedir. Bazan bir halis ve fedakâr talebe, bine mukabildir." diyerek ye'sini giderir.
Üstad, kırlara ilk önce yaya olarak çıkardı. Sonra faytonla gezmeğe başlamıştır. Ücretsiz bir gün dahi arabaya bindiği görülmemiştir. Biz kendisine ancak masrafını idare edecek derecede fiatını söyler, "Bunun burada fiatı budur" derdik. Mutlaka bizim söylediğimizden fazlasını bize verir ve "Fiatını vermezsem olmaz. Nasıl mukabilini vermediğim bir lokma hediye beni hasta ediyor, bunun da ücretini vermeliyim ve vermeğe mecburum." derdi.
Daha ziyade bahar, yaz ve güz mevsiminde gezer, kışın da arasıra kıra çıkardı. Emirdağı'nın dört tarafı açıklıktır. Buralarda Nurların tashihine çalıştığı müteaddid dershaneleri vardır. Emirdağı'na yerleşmesinden itibaren daimî tarassud altında bulunduğundan ve kırlara çıktığı zamanda çok defa jandarma ve bekçilerle takib edilmesinden dolayı yalnız gezer, yalnız oturur, yalnız çalışırdı. Tâ 1947 senesine kadar böyle devam etti. Yalnız faytonunu idare eden bir talebesi, yolda refakat eder, oturduğu zaman yalnız başına kalırdı. Kırlarda ekseriyetle tashihatla meşgul oluyordu. Bir müddet el yazılarını tashihle vakit geçirirdi. Sonra Isparta ve İnebolu'daki fedakâr talebeleri, birer teksir makinesi elde ederek Nur mecmualarını çoğaltmaya başladılar. Üstad, bundan sonra tashih için kendisine gelen mecmuaları tashihe başladı. Üstad, Nurların yazılmasına, teksirine çok ehemmiyet verirdi. "Risale-i Nur, bu asrı ve gelecek asırları tenvir edecek olan bir mu'cize-i Kur'âniyedir." deyip, Nur'a ait hizmeti, zamanın en büyük mes'elesi olarak kabul eder, bu ehemmiyetle davranırdı.
Üstad süratli bir yazıya ve hüsn-ü hatta mâlik olmadığı için, Risale-i Nur'un makbul, bereketli ve nurlu her günkü hizmetine, o da tashihatla iştirak ederdi. Saatlerce çalışır, yorulmak nedir bilmezdi. Nur hizmetlerinin ifası, Üstad için mânevî bir gıda hükmünde idi. Bilhassa şiddetli hastalıklı zamanında dahi çalışması görülüyordu. Hayat-ı içtimaîyeden çekilmiş olup kimse ile görüşmez, muhabereden de menedildiğinden, insanların cemaatlerinden gelen ünsiyet ve teselliden mahrum idi. Fakat o, bu yokluk içinde tükenmez bir varlığa kavuşmuştu. Rahmet-i İlâhiyye ona Nurları ihsan etmişti. Evlâd ü îyâl, mal-mülk, hiçbir şey ve yeryüzünde taht-ı temellükünde bir karış yeri yoktu. Yalnız bir Risale-i Nur'u vardı. Her şeyi o idi. Sevinci, medar-ı tesellisi o idi. Bütün istidadları ile Nurlara müteveccih idi. Fıtrî vazifesini, Nurların ders ve taallümü ile insanlara neşri biliyordu.
Üstadın sözlerindeki halâvet ve hitabındaki belâgat fevkalâdedir. Gezinti esnasında, rastladığı insanlar arasında her sınıf halk bulunduğu gibi, bilhassa dağlarda, kırlarda, ormanlarda ziraat ve ticaretle uğraşan halktan pek çoklariyle görüşmüş ve sohbet etmiştir. Üstadın geniş, küllî hizmet-i Kur'âniyyesinden sarf-ı nazar, faraza bütün meşgalesi ve hizmeti eğer sohbetine ve görüştüğü insanlara olan ders ve irşadına münhasır olsa dahi, yine emsalsiz denecek kadar büyük ve müessir bir hizmettir. Kendilerinin bu sahadaki hizmetleri, çok muazzamdır. Barla'da bulunduğu müddetçe talebeliğine, kardeşliğe ve âhiret hemşireliğine kabul ettiği erkek ve kadınlar gibi, Emirdağı ve civar köylerde de pek çok âhiret hemşireleri, talebeleri ve kardeşleri vardı. Bilhassa mâsum çocuklarla alâkadarlığı pek ziyadedir.
Üstadın iffet ve istikametteki hududsuzluğu, bilmüşahede sâbittir ve inkârı gayr-ı kabildir. Hayatı boyunca, hanımlarla konuşmaktan, nazarıyle dahi meşgul olmaktan şiddetle içtinab etmiştir. Bir mektubundan anlaşıldığı gibi; gençliğinde dahi iffet ve istikametin zirve-i müntehasında olduğu, onu yakından tanıyan ve hayatına âşina olanların müşahedeleriyle sâbittir.
Bütün ahali, Üstadın nümune-i imtisal iffet ve istikametini görerek, kendisine uhrevî ve mânevî alâkadarlık gösterirlerdi. Üstad, âhiret hemşireliğine kabul ettiği hanımlara ve mânevî evlâd ve talebeleri addettiği masum çocuklara çok dua ederdi. Kadınların şefkat kahramanı olduğunu; bu zamanda, İslâm terbiyesi dairesinde hareket etmenin elzem olduğunu, yetişen mâsum evlâdlarının uhrevî hayatlarından mes'ul ve eğer dindar yetiştirebilirlerse hissedar bulunduklarını, kendisinin çok hasta ve perişan olup dua etmelerini istediğini, ihtiyar hanımlara dua ettiğini, genç hanımlardan da namazını kılanlara dua edip âhiret hemşiresi kabul edeceğini kısaca söylerdi. Ve zaten fazla konuşmazdı. Mübarek taife-i nisa, Said Nursî'nin yüksek bir ehl-i hak ve hakikat olduğunu, kalblerinin safvetiyle hissederlerdi.
Üstadın mâsum çocuklarla sohbet ve muhaveresi ise; çok ibretli ve saadetlidir. Emirdağı ve civarı köylerinde, yanına gelen mâsumlara, büyükler gibi ehemmiyet verip, kalben onlara müteveccih olurdu. "Evlâdlarım! Siz mâsumsunuz, daha günahınız yoktur. Ben çok hastayım, bana dua ediniz, sizin duanız makbuldür. Ben sizi mânevî evlâdlarım ve talebelerim olarak duama dahil ettim." derdi. O çocuklar, gözlerinden akan muhabbet nurlarıyle Üstadı selâmlarlar; Üstad, gafil büyüklerden ziyade, onlara samimî ve ciddî selâm ederdi. Ve "Bunlar istikbalin Nur talebeleridir. Bana olan bu alâka ve teveccühlerinin sebebi ise: Mâsum ruhları hissediyor ki; Risale-i Nur, onların imdadına gelmiş. Ben de o Nurun bir tercümanı olmam hasebiyle, gayr-ı ihtiyarî bu fedakârane muhabbet ve alâkayı gösteriyorlar." derdi.
Üstad, yanına gelen gençlere de; daima Nur derslerini okumalarını, zamanın ahlâksızlık tehlikelerinden sakınmalarının büyük menfaat ve saadetini onlara telkin ederek, namaz kılmalarının lüzumunu ihtar ederdi. Bu tarzdaki dersinden, belki binlerce gençler intibaha gelmişlerdir.
Yine kırlarda ve yollarda rastladığı memur ve işçilere her birisine münasib ders verir, namaz kılmalarının ehemmiyetini söyler ve o zaman dünyevî meşgalelerinin âhiret hesabına geçeceğini telkin ederdi. Bilhassa bu nevi dersi, "Din, terakkiye mânidir" diyenlerin fikirlerinin ancak bir hezeyan olduğunu gösterir. Bilâkis hem o insan için, hem vatan ve millet için iman nuruna mazhar olmak, maddî-mânevî saadet ve terakkiyi temin eder. Namazını kılıp istikametle hareket ettiği takdirde dünyevî çalışma ve gayretinin âhiret hesabına geçip ebedî saadet ve nurları netice vermesi düşüncesi, ne kadar o vazifeyi iştiyakla severek yapmayı temin edeceği malûmdur. İşte bu hakikatı, bütün memurlar, san'atkârlar ve esnaf, rehber ittihaz etmeli. Ve bu ders, umuma telkin edilmelidir. Bu zikredilen bahis, deryadan bir katre nev'inden Üstadın saymakla bitmeyen millete menfaatdar hizmetinden bir cüz'dür. İslâmiyete irtica, mü'minlere mürteci diyenlere yazıklar olsun! (Hâşiye)
______________________________________
(Hâşiye): Dinî farzlarını yerine getirmek suretiyle dünyevî çalışmaların da bir ibadet hükmüne geçtiğine dair Üstadımızın yanına gelenlere verdiği derslerden birkaç nümune:
1- Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri ile birlikte, bir gün, Eskişehir'deki Yıldız Otelinde bulunuyorduk. Şeker Fabrikasından yanına gelen birkaç işçi ve ustabaşına kısaca dedi: "Siz farz namazlarınızı kılsanız, o zaman, fabrikadaki bütün çalışmalarınız ibadet hükmüne geçer. Çünki, milletin zarurî ihtiyacını temin eden mübarek bir hizmette bulunuyorsunuz."
2- Yine bir gün, Eğirdir yolu altında oturmuş Rehber'i okuyorduk. Tren yolunda çalışan birisi geldi. Ve Üstad, ona da aynı şekilde: Feraizi eda edip, kebairden çekilmek şartıyla; bütün çalışmalarının ibadet olduğunu, çünki: On saatlik bir yolu bir saatte kestirmeğe vesile olan tren yolunda çalıştığından mü'minlere, insanlara olan bu hizmetin boşa gitmeyeceğini, ebedî hayatında sevincine medar olacağını ifade etmiştir.
3- Yine bir gün vaktiyle Eskişehir'de, tayyareciler ve subaylar ve askerlere de aynen şu dersi vermişti: "Bu tayyareler, bir gün İslâmiyete büyük hizmet edecekler. Farz namazlarınızı kılsanız, kılamadığınız zaman kaza etseniz asker olduğunuz için her bir saatiniz on saat ibadet; hususan hava askeri olanların bir saati, otuz saat ibadet sevabını kazandırır. Yeter ki kalbinde îman nuru bulunsun ve îmanın lâzımı olan namazı ifa etsin.
4- Hem Barla, hem Isparta, hem Emirdağ'da çobanlara derdi: "Bu hayvanlara bakmak, büyük bir ibadettir. Hattâ, bazı Peygamberler de çobanlık yapmışlar. Yalnız, siz farz namazınızı kılınız, tâ hizmetiniz Allah için olsun."
5- Yine bir gün, Eğirdir'de, elektrik santralının inşasında çalışan amele ve ustaya: "Bu elektriğin umum millete büyük menfaatı var. O umumî menfaattan hissedar olabilmeniz için, farzınızı kılınız... O zaman bütün sa'yiniz, uhrevî bir ticaret ve ibadet hükmüne geçer." demiştir.
Bu neviden onbinler misaller var.
Daimî hizmetinde bulunan talebeleri
* * *
Üstadın, Emirdağ'daki ikameti sırasında onun ve talebelerinin
yazdığı mektuplardan bir kısmı
Emirdağ'daki Kardeşlerime,
Benim hakkımda evham edenlere deyiniz ki: Biz, hizmet ettiğimiz bu adamın yirmi senelik hayatının bütün mahrem ve gayr-ı mahrem mektuplarını ve kitaplarını ve esarını hükûmet şiddetli taharriyatla elde etti. Dokuz ay; hem Isparta, hem Denizli, hem Ankara adliyeleri tetkikten sonra, bir tek gün cezayı, bir tek talebesine vermeyi mucib bir madde -beş sandık kitablarında ve evraklarında- bulunmadı ki; hem Ankara Ehl-i Vukufu, hem Denizli Mahkemesi ittifakla beraetine karar verdiler.
Hem, bu zarurî işlerini ihtiyarlığına hürmeten gördüğümüz adam, mahkemece dâvâ etmiş ve bütün hazır arkadaşlarını şahit gösterip, tasdik ettirmiş ki: Yirmi senedir hiçbir gazeteyi ve siyasî eserleri ne okumuş, ne sormuş, ne bahsetmiş; ve on senedir, hükûmetin iki reisinden ve bir vali ve bir mebusundan başka hiç bir erkânı ve büyük memurlarını bilmiyor ve tanımıyor ve tanımağa merak etmemiş. Ve üç senedir Harb-i Umumîye ni sormuş, ne bilmiş, ne merak etmiş, ne radyo dinlemiş. Ve intişar eden yüzotuz te'lifatından, yirmi sene zarfında yüzbin adamın dikkatle okudukları halde ne idareye, ne asayişe, ne vatana, ne millete hiçbir zararı hükûmet görmemiş. Beş vilâyetin dikkatli zabıtaları ve taharri memurları ve mahkeme işiyle iştigal eden üç vilâyetin ve merkez-i hükûmetin dört adliyelerinin ağır ceza mahkemeleri en ufak bir suç bulmamış ki, tahliyelerine mecbur oldular. Eğer bu adamın dünya iştihası ve siyasete meyli olsaydı; hiç imkânı var mı ki, bir tereşşuhatı ve emareleri bulunmasın! Halbuki mahkeme safahatında hiçbir emare bulamadılar ki, muannid bir müddeiumumî, mecbur olup vukuat yerinde imkânatı istimal ederek mükerreren iddianamesinde «yapabilir» demiş ve «yapmış» dememiş. Yapabilir nerede? Yapmış nerede? Hattâ mahkemede Said ona demiş: «Herkes bir katli yapabilir, bu iddianız ile herkesi ve sizi mahkemeye vermek lâzım geliyor...»
Elhâsıl: Ya bu adam tam divanedir ki, bu derece dehşetli umur-u dünyaya karşı lâkayd kalıyor veyahut bu vatanın ve bu milletin en büyük bir saadetine ihlâsla çalışmak için, hiçbir şeye tenezzül etmez ve ehemmiyet vermez. Öyle ise bunu tâciz ve tazyik etmek, vatan ve millete ve asayişe bir nevi ihanettir. Ve onun hakkında bu çeşit evham etmek, bir divaneliktir.
KENDİ KENDİME BİR HASB-I HALDİR
Bu hasb-ı hâli Ankara makamâtına işittirmeyi ıslahdan sonra sizin tensibinize havale ederim.
Hâkim, kendisi müddei olsa, elbette «Kimden kime şekva edeyim, ben dahi şaştım,» benim gibi bîçarelere dedirtir. Evet, şimdiki vaziyetim hapisten çok ziyade sıkıntılıdır. Bir günü, bir ay haps-i münferit kadar beni sıkıyor. Bu gurbet ve ihtiyarlık ve hastalık ve yoksulluk ve zâfiyetle, kışın şiddeti içinde herşeyden menedildim. Bir çocukla bir hastalıklı adamdan başka kimse ile görüşmem. Zaten ben, tam bir haps-i münferidde yirmi senedenberi azâb çekiyorum. Bu halden fazla bana tecrid ve tarassutlariyle sıkıntı vermek ise, Gayretullaha dokunup, bir belâya vesile olmasından korkulur. Mahkemede dediğim gibi, nasıl ki dört defa dehşetli zelzeleler, bize zulmen taarruzun aynı zamanında gelmesi gibi pek çok vukuat var... Hattâ tahmin ederim ki; benim hukukumu muhafaza ve beni himaye etmek için çok güvendiğim Afyon Adliyesi, Denizli Mahkemesindeki Risale-i Nur hakkında müracaatıma bilâkis ehemmiyet vermedi, beni meyus etti, adliyenin yangınına bir vesile oldu ihtimali var.
Ben derim ki: Benim hakkımda vicdanlı ve insaniyetli olan bu kazanın hükûmeti, zabıta ve adliyesiyle beraber beni tam himaye etmek en ehemmiyetli bir vazifesidir. Çünkü, yirmi senelik bütün eserlerimi ve mektublarımı üç adliye ve merkez-i hükûmet dokuz ay tetkikten sonra beraetimize ve tahliyemize karar verdi. Fakat, ecnebi menfaati hesabına ve bu millet ve bu vatanın pek büyük zararına çalışan bir gizli komite, bizim beraetimizi bozmak için, her tarafta, habbeyi kubbe yaparak bir kısım memurları aleyhime evhamlandırdılar. Bir maksatları; benim sabrım tükensin, artık yeter dedirtsinler. Zaten onların şimdi benden kızdıklarının bir sebebi, sükûtumdur; dünyaya karışmamaktır. Adeta ne için karışmıyorsun, tâ karışsın maksadımız yerine gelsin diyorlar...
Aleyhime hükûmetin bir kısım memurların evhamlandırmakta istimal ettikleri bir iki desiselerini beyan ediyorum.
Derler: «Said'in nüfuzu var. Eserleri hem tesirli, hem kesretlidir: Ona temas eden, ona dost olur. Öyle ise, onu her şeyden tecrid etmek ve ihanet etmekle ve ehemmiyet vermemekle ve herkesi ondan kaçırmakla ve dostlarını ürkütmekle nüfuzunu kırmak lâzımdır» diye hükûmeti şaşırtır, beni de dehşetli sıkıntılara sokarlar. Ben de derim:
Ey bu millet ve vatanı seven kardeşler! Evet, o münafıkların dedikleri gibi, nüfuz var. Fakat benim değil, belki Risale-i Nurundur. Ve o kırılmaz, ona iliştikçe kuvvetleşir. Ve millet ve vatan aleyhinde hiçbir vakit istimal edilmemiş ve edilmez ve edilemez. İki adliye, on sene fâsıla ile şiddetli ve hiddetli yirmi senelik evrakımı tetkikat neticesinde, bir hakikî sebep cezamıza bulmaması, bu dâvâya cerhedilmez bir şâhittir.
Evet, eserler tesirlidir. Fakat, millet ve vatanın tam menfaatine ve hiçbir zarar dokundurmadan yüzbin adama kuvvetli iman-ı tahkikî dersi vermekle, saadet ve hayat-ı ebedîyelerine tam hizmette tesirlidir. Denizli hapishanesinde, kısmen ağır ceza ile mahkûm yüzler adam, yalnız «Meyve Risalesi»yle, gayet uslu ve mütedeyyin suretine girmeleri; hattâ iki-üç adamı öldürenler, onun dersiyle daha tahta bitini de öldürmekten çekinmeleri ve o hapishane müdürünün ikrariyle, hapishanenin bir terbiye medresesi hükmünü alması, bu müddeaya reddedilmez bir senettir, bir hücettir.
Evet, beni herşeyden tecrid etmek, işkenceli bir azâb ve katmerli bir zulümdür ve bu millete gadirli bir hıyanettir. Çünkü otuz-kırk sene, hayatımı bu millet içinde geçirdiğim halde temasımdan hiç zarar görmediğine ve bu dindar millet çok muhtaç olduğu kuvve-i mâneviye ve teselli ve kuvvet-i imaniye menfaatini gördüğüne kat'î bir delili; bu kadar aleyhimde olan şiddetli propagandalara bakmayarak her tarafta Risale-i Nur'a fevkalâde teveccüh ve rağbet göstermeleri.. hattâ itiraf ederim, yüz derece haddimden ziyade lâyık olmadığım büyük iltifat etmesidir.
Ben işittim ki; benim iaşeme ve istirahatime buradaki hükûmet müracaat etmiş, kabul cevabı gelmiş. Ben bunların insaniyetine teşekkürle beraber, derim: En ziyade muhtaç olduğum ve hayatımda en esaslı düstur olan, hürriyetimdir. Asılsız evham yüzünden, emsalsiz bir tarzda hürriyetimin kayıdlar ve istibdatlar altına alınması, beni hayattan cidden usandırıyor. Değil hapis ve zindanı, belki kabri bu hale tercih ederim. Fakat, hizmet-i imaniyede ziyade meşakkat ise ziyade sevaba sebep olması bana sabır ve tahammül verir. Madem bu insaniyetli zatlar benim hakkımda zulmü istemiyorlar, en evvel benim meşru dairedeki hürriyetime dokundurmasınlar. Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam. Evet, ondokuz sene bu gurbette yalnız ikiyüz banknot ile, şiddetli bir iktisat ve kuvvetli bir riyazet içinde kendini idare ederek, hürriyetini ve izzet-i ilmiyesini muhafaza için kimseye izhâr-ı hâcet etmeyen ve minnet altına girmeyen ve sadaka ve zekât ve maaş ve hediyeleri kabul etmeyen bir adam, elbette iaşeden ziyade, adalet içinde hürriyete muhtaçtır. Evet, emsalsiz bir tazyik altındayım. Bir-iki cüz'î nümunesini beyan ediyorum.
Birisi: Mahkemece, Risale-i Nur'un ilmî bir müdafaanamesi ve Ankara'nın yedi makamatına ve Reis-i Cumhura müdafaatımla beraber gönderilen ve neticede Ankara Ehl-i Vukufunun takdiriyle beraetimize bir sebep olan ve hapis arkadaşlarımın bana bir yadigâr ve hâtıra olmak üzere güzel yazılariyle birkaç nüshası yazılan ve elimde bulunan ve Denizli Zabıtası görüp ilişmeyen ve Afyon polishanesinde bir gece ve buranın zabıtasında da açık olarak bir gece kalan «Meyve Risalesi» ile «Müdafaaname» yi, her gün endişeler içinde, bunları da elimden almasın diye saklıyorum. Belki beni taharri edecekler telâşı ile, bu gurbette tanımadığım adamlara, bunları sakla diyemediğimden çok üzülüyordum.
İkincisi: Denizli Mahkemesi hiç ilişmediği ve Eskişehir Mahkemesi yalnız bir tek kelimesine ilişip, bir tek harfle cevabını alan «İhtiyarlar Risalesi» ni, İstanbullu bir adam, burada, bir adamdan alıp İstanbul'a götürmüş. Her nasılsa aleyhimdeki bir dinsizin eline geçmiş. Habbeyi on kubbe yaparak vilâyet zabıtasını şaşırtıp: «Kiminle görüşüyorlar, yanına kimler gidiyor?» diye sıkmağa başladılar. Her ne ise, bunlar gibi çok acı nümuneler var... Fakat en mânâsızı budur ki; beni konuşturmamak için, hizmetimde bir çocukla bir hastalıklı adamdan başka herkesi ürkütüp, benden kaçırtmalarıdır. Ben de derim:
On adamın benden çekinmeleri yerine; onbinler, belki yüz binler Müslüman, Risale-i Nur'un dersine hiçbir mânie ehemmiyet vermeyerek devam ediyorlar. Hem bu memlekette, hem hariç Âlem-i İslâmda çok kuvvetli hakikatları ve çok kıymetli faydaları için tam bir revaç ile intişar eden Risale-i Nurun binler nüshalarından herbiri, benim yerimde benden mükemmel konuşuyor. Benim susmamla, onlar susmaz ve susturulmazlar.
Hem, madem mahkemece isbat edilmiş ki; yirmi seneden beri siyasetle alâkamı kestiğim ve hiçbir emare aksine zuhur etmediği halde elbette benimle görüşenden tevehhüm etmek pek mânasızdır.
* * *
(Kendi Kendime Hasb-ı Hal Nâmındaki Parçaya Lâhika olarak)
Adliye Vekiliyle ve Risale-i Nur'la Alâkadar
Mahkemelerin Hâkimleriyle Bir Hasb-ı Haldir
Efendiler; siz, ne için sebepsiz bizimle ve Risale-i Nur'la uğraşıyorsunuz? Kat'îyyen size haber veriyorum ki: Ben ve Risale-i Nur, sizinle değil mübareze, belki sizi düşünmek dahi vazifemizin haricindedir. Çünkü: Risale-i Nur ve hakikî şâkirdleri, elli sene sonra gelen nesl-i âtiye gayet büyük bir hizmet ve onları büyük bir vartadan ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmağa çalışıyorlar. Şimdi bizimle uğraşanlar, o zaman kabirde elbette toprak oluyorlar. Farz-ı muhal olarak o saadet ve selâmet hizmeti bir mübareze olsa da, kabirde toprak olmağa yüz tutanları alâkadar etmemek gerektir.
Evet, hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaîyede ve dinde ve seciye-i millîyede bir derece lâübalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra; dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden; şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtisi, seciye-i dinîye ve ahlâk-ı içtimaîye cihetinde, ne şekle girecek elbette anlıyorsunuz. Bin senedenberi bu fedakâr millet, bütün ruh u câniyle Kur'ânın hizmetinde emsalsiz kahramanlık gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak mâzisini dehşetli lekedar belki mahvedecek bir kısım nesl-i âtinin eline elbette Risale-i Nur gibi bir hakikatı verip, o dehşetli sukuttan kurtarmak en büyük bir vazife-i millîye ve vataniye bildiğimizden; bu zamanın insanlarını değil, o zamanın insanlarını düşünüyoruz.
Evet efendiler! Gerçi Risale-i Nur sırf âhirete bakar; gayesi Rıza-yı İlâhî ve imanı kurtarmak ve şâkirdlerinin ise, kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı ebedîden ve ebedî haps-i münferidden kurtarmaya çalışmaktır, fakat, dünyaya ait ikinci derecede gayet ehemmiyetli bir hizmettir; ve bu millet ve vatanı anarşilik tehlikesinden ve nesl-i âtinin biçareler kısmını dalâlet-i mutlakadan kurtarmaktır. Çünkü, bir Müslüman başkasına benzemez. Dini terkedip İslâmiyet seciyesinden çıkan bir Müslim; dalâlet-i mutlakaya düşer, anarşist olur, daha idare edilmez. Evet, eski terbiye-i İslâmiyeyi alanların yüzde ellisi meydanda varken ve an'anât-ı milliye ve İslâmiyeye karşı yüzde elli lâkaydlık gösterildiği halde; elli sene sonra, yüzde doksanı nefs-i emmareye tâbi olup millet ve vatanı anarşiliğe sevketmek ihtimalinin düşünülmesi ve o belâya karşı bir çare taharrîsi, yirmi sene evvel beni siyasetten ve bu asırdaki insanlarla uğraşmaktan kat'iyyen menettiği gibi; Risale-i Nuru, hem şâkirdlerini, bu zamana karşı alâkalarını kesmiş; hiç onlarla ne mübareze, ne meşguliyet yok.
Madem hakikat budur, adliyelerin, değil beni ve onları itham etmek; belki, Risale-i Nur'u ve şâkirdlerini himaye etmek en birinci vazifeleridir. Çünkü, onlar bu millet ve vatanın en büyük bir hukukunu muhafaza ettiklerinden, onların karşısında, bu millet ve vatanın hakikî düşmanları Risale-i Nur'a hücum edip, adliyeyi şaşırtıp, dehşetli bir haksızlığa ve adaletsizliğe sevkediyorlar. Küçücük iki nümunesini beyan ediyorum.
Ezcümle: Hapisteki arkadaşlarımdan, selâm kelâmdan ibaret ve Arabî bir risalemin fiatı olan on banknotu, buradaki bir adama gönderip; tâ Isparta'da tâb masrafını veren o nüshalar sahibine verilsin diye mektubu yüzünden; hem adliye, hem hükûmet bana sıkıntılar verip; hem vasıta olan adamı taharri etti. Bu sinek kanadı kadar ehemmiyeti olmayan bir âdi mektubu, hem altı ay zarfında bir tek âdi muhabereyi bu kadar büyük bir mesele suretine getirmek, elbette adliyenin şerefine, haysiyetine yakışmaz.
İkinci nümune: Benim gibi garip, ihtiyar ve zaif ve beraet etmiş bir misafire, herkesi, hattâ hizmetçileri resmen propaganda ile ondan ürkütmek, kendini perişan bir vaziyete sokmak bu vilâyetteki hükûmetin hamiyet-i millîyesine yakışmadığından, sinek kanadı kadar mevhum bir zarara dağ gibi ehemmiyet verip aleyhimde resmen propaganda yapmak, «kimin ile görüşüyor ve yanına kim gidiyor?» diye herkese bir telâş vermek.. hükûmetin hikmeti ve hâkimiyeti, bu acib hâlete elbette tenezzül etmemek gerektir. Her ne ise, bu iki madde gibi, muttali olanlara hayret veren çok maddeler var...
Efendiler! Dalâlet ve fenalıklar cehaletten gelse, defetmesi kolaydır. Fakat, fenden, ilimden gelen dalâletin izalesi çok müşküldür. Bu zamanda dalâlet fenden, ilimden geldiği için, ancak onları izale etmeye ve nesl-i âtiden o belâya düşen kısmını kurtarmaya, karşılarında dayanmaya Risale-i Nur gibi her cihetle mükemmel bir eser lâzımdır. Risale-i Nur'un bu kıymette olduğuna delil şudur ki: Yirmi senedenberi, benim şiddetli ve kesretli bulunan muarızlarım ve şiddetli tokatlarını yiyen feylesofların hiçbirisi, Risale-i Nur'a karşı çıkmamış ve cerhedememiş ve çıkamaz. Ve dokuz ay, üç adliye ve merkez-i hükûmet ehl-i vukufu, yüz kitaptan ibaret eczalarında, bizi mesul edecek bir tek madde bulamamalarıdır. Ve binler ehl-i dikkat olan Risale-i Nur şâkirdlerine kanaat-ı kat'îyye veren, işârat-ı Kur'âniyye ve ihbârat-ı gaybiye-i Aleviyye ve Gavsiyyenin, bu asırda Risale-i Nur'un ehemmiyetine ve makbuliyetine imza basmalarıdır.
Evet, adliyeler, hukukları muhafaz etmek ve haksızları tecavüzden durdurmak, vazifeleri olmak cihetiyle; Risale-i Nur'un yüz risalesi, yirmi senede, yüzbin adamın saadetlerine hizmet ettiği sâbit olmakla beraber; on senedenberi, iki mahkeme ve merkez-i hükûmet ve birkaç vilâyetin zabıtaları ve Denizli Mahkemesi münasebetiyle dokuz ay bütün mahrem ve gayr-i mahrem evraklarımızda ve risalelerde millete ve vatana bir zararlı maddeyi ve mucib-i ceza bir yanlış görmediğinden, elbette Risale-i Nur'un bu vatanda gayet küllî ve büyük hukuku var. Bu küllî ve çok ehemmiyetli hukuku nazara almayıp, âdi evraklar gibi müsadere ederek, millete ve takviye-i imana muhtaç biçarelere pek büyük bir haksızlığı nazara almamak ve âdi bir adamın cüz'î ve küçük bir hakkını ehemmiyetle nazara almak; adliyenin mahiyetine ve adaletin hakikatına hiçbir cihetle yakışmaz, diye size hatırlatıyoruz.
Doktor Duzi'nin vesair zındıkların eserlerine ilişmemek, Risale-i Nur'a ilişmek, gazab-ı İlâhînin celbine bir vesile olabilir diye korkuyoruz. Cenab-ı Hak, size insaf ve merhamet ve bize de sabır ve tahammül ihsan eylesin. Âmin...
Gayr-i resmî, fakat tecrid-i mutlakda
SAİD NURSÎ
(Bu istida, üç makamata gönderilmiştir. Oradaki kardeşlerime bir
me'haz olmak için gönderildi.)
Yirmi senedenberi sabredip sükût eden bir mazlumun şekvasını dinlemenizi istiyorum! Hürriyetin en geniş suretini veren Cumhuriyet hükûmetinde herbir hürriyetten menedilmekle beraber, düşmanlarım, benim aleyhime her cihetle serbest olarak beni eziyorlar. Hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fikr-i ilmiyeyi temin eden Cumhuriyet Hükûmeti ya beni tam himaye edip, garazkâr, evhamlı düşmanlarımı sustursun veyahut bana, düşmanlarım gibi hürriyet-i kalem verip, müdafaatıma yasak demesin. Çünkü, resmen, perde altında her muharebeden men'im için postahanelere gizli emir verilmiş. Su ve ekmeğimi getiren bir tek çocuktan başka kimse ile beni görüştürmemek için tenbihat verildiği bir zamanda, eskidenberi benim muarrızlarım fırsat bulup, tam mahkeme-i temyizin beraetimizi tasdik ederek, mahkemedeki ehl-i vukufun tahsin ettikleri kitaplarımı almayı beklerken, o düşmanlarım, hiç münasebetim olmayan bir iki mahrem risalelerimi verdirip, sonra meslekçe benim aleyhimde bir iki ehl-i vukufun eline geçirip, aleyhimde fena bir rapor hazırladıklarını işittim. Daha sabır ve tahammülüm kalmadı. Ben hükûmet-i cumhuriyenin bütün erkânlarına, belki dünyaya ilân ediyorum ki:
Kur'an-ı Hakîmin sırr-ı hakikatiyle ve i'cazının tılsımiyle, benim ve Risale-i Nurun programımız ve mesleğimiz ve bilfiil semeresini gördüğümüz ve çalıştığımız ve gaye-i hareketimiz ve hedefimiz, ölümün îdam-ı ebedisinden îman-ı tahkiki ile biçareleri kurtarmak ve bu mübarek milleti de her nevi anarşilikten muhafaza etmektir.
İşte Risale-i Nur, üç ehl-i vukuf hey'etinin ve üç mahkemenin incelemesinden geçtiği halde, bu iki vazife-i kudsîyeden başka, kasdî olarak dünyaya, idareye, asayişe dokunacak ciheti olamadığına, yirmi senelik hayatım ve yüzotuz Risale-i Nur meydanda cerhedilmez bir hüccettir.
Evet, mahkemece dâvâ ettiğim ve benimle münasebettar bütün dostlarımın tasdiki altında, yirmi senedenberi hiç müracaat etmeyen ve on senedenberi hükûmetin erkânlarını -birkaçı müstesna olarak- bilmeyen ve dört senedenberi dünya harbinden ve hâdisatından hiç haber almayan ve merak etmeyen bu biçare mazlum Said, hiç imkânı var mı ki, ehl-i siyasetle uğraşsın ve idareye ilişsin ve asayişin ihlâline meyli bulunsun... Eğer zerre miktar bulunsaydı; «Karşımda kimler var, dünyada neler oluyor, bana kim yardım edecek?» diye soruşturacaktı, merak edecekti, karışacaktı, hilelerle büyüklere hulûl edecekti. En elîm cüz'î bir hâdise şudur ki:
«Bir tecrid-i mutlak içinde her muhabereden kesilmiş vaziyetimden kurtulmak için hapse girmeye bir bahane bulunuz ki; beni hapse alsınlar, bu azâbdan kurtulayım» diye bazı dostlarıma bir gizli mektub elden göndermiştim. Tâ, benim hayatımın sermayesi ve neticesi ve gayet ziynetli bir surette tezyin edilmiş Risale-i Nur'dan, Denizli'de mahkemede bulunan kitablarıma yakın olayım ve teslim almaya çalışayım. Maatteessüf, aleyhime olan oradaki ehl-i vukuftan bir tek adam beni müdafaa ederken, o dahi mektubumu görüp, hapse girmem için aleyhime hüküm vermeye mecbur olmuş.
Beni hapislere sokan muarızlarımın bir bahaneleri de -o mahkemede ondan beraet kazandığım- «Tarikatçılık» tır. Halbuki, Risale-i Nur'da daima dâvâ edip demişim: «Zaman tarikat zamanı değil, belki imanı kurtarmak zamanıdır. Tarikatsız cennete gidenler çoktur, imansız cennete giden yoktur» diye bütün kuvvetimizle imana çalışmışız. Ben hocayım, şeyh değilim. Dünyada bir hanem yok ki... Nerede tekkem olacak?... Bu yirmi sene zarfında, bir tek adam yok ki; çıksın desin: «Bana tarikat dersi vermiş» ve mahkemeler ve zabıtalar bulmamışlar. Yalnız eskiden yazdığım tarikatların hakikatlarını ilmen beyan eden "Telvihat Risalesi" var ki, bir ders-i hakikattır ve yüksek bir ders-i ilmîdir, tarikat dersi değildir. Hürriyet-i vicdanı esas tutan hükûmet-i cumhuriyetinin, elbette bu milletin milyarlar ecdadının ruhları bağlandığı bir hakikata ve onun yolunda dünyaya meydan okudukları.. ve iman-ı tahkikîyi galibane felsefeye karşı isbat eden bir eseri ve hâdimlerini himaye etmek, ehemmiyetli bir vazifesidir. Yoksa o zaif hâdimin ellerini bağlayıp, binler düşmanlarını ona saldırtmaya, hiçbir vecihle o cumhuriyetin düstûrları müsaade etmez...
Cumhuriyet beni dinleyecek diye şekvamı yazdım. Evet حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ derim.
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ . السَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللَّهِ وَبَرَكَاتُهُ
Aziz Sıddık Kardeşlerim,
(Hem mânevi, hem maddî bir kaç cihette sorulan bir suale mecburiyet tahtında bir cevabdır)
Sual: Neden, ne dahilde, ne hariçte bulunan cereyanlara ve bilhassa siyasetli cemaatlere hiçbir alâka peyda etmiyorsun? Ve Risale-i Nur ve şâkirdlerini mümkün olduğu kadar o cereyanlara temastan menediyorsun?... Halbuki, eğer temas etsen ve alâkadar olsan, birden binler adam Risale-i Nur dairesine girip, parlak hakikatlarını neşredeceklerdi; hem bu kadar sebebsiz sıkıntılara hedef olmayacaktın.
Elcevab: Bu alâkasızlık ve içtinabın en ehemmiyetli sebebi, mesleğimizin esası olan «İhlâs» bizi menediyor. Çünkü: Bu gaflet zamanında, hususan tarafgirane mefkûreler sahibi, herşeyi kendi mesleğine âlet ederek, hattâ dinini ve uhrevî harekâtını da, o dünyevî mesleğe bir nevi âlet hükmüne getiriyor. Halbuki, hakaik-ı îmaniye ve hizmet-i nuriye-i kudsiye, kâinatta hiçbir şeye âlet olamaz. Rıza-yı İlâhi'den başka bir gayesi olamaz. Halbuki şimdiki cereyanların tarafgirane çarpışmaları hengâmında bu sırr-ı ihlâsı muhafaza etmek, dinini dünyaya âlet etmemek müşkülleşmiş. En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İlâhiyyeye dayanmaktır.
İçtinabımızın çok sebeblerinden bir sebebi de; Risale-i Nur'un dört esasından birisi olan «Şefkat etmek» zulüm ve zarar etmemektir. Çünkü, وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى Yâni «Birisinin hatâsiyle, başkası veya akrabası hatâkâr olmaz; cezaya müstahak olmaz.» olan düstur-u irade-i İlâhiyyeye karşı, bu zamanda
اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاًsırriyle şedid bir zulüm ile mukabele eder.
Tarafgirlik hissiyle, bir câninin hâtasiyle değil yalnız akrabasına, belki taraftarlarına dahi adavat eder. Elinden gelse zulmeder. Elinde hüküm varsa, bir adamın hatâsiyle bir köye bomba atar. Halbuki bir mâsumun hakkı, yüz câni için feda edilmez; onların yüzünden ona zulmedilmez. Şimdiki vaziyet, yüz mâsumu birkaç câni için zararlara sokar. Meselâ: Hatâlı bir adama müteallik, biçare ihtiyar valide ve pederi ve mâsum çoluk çocukları ezmek, perişan etmek, tarafgirane adavet etmek, şefkatin esasına zıttır. Müslümanlar içinde tarafgirane cereyanlar yüzünden, böyle mâsumlar zulümden kurtulamıyorlar. Hususan ihtilâle sebebiyet veren vaziyetler, bütün bütün zulmü dağıtır, genişletir. Cihad, dinî de olsa, kâfirlerin çoluk çocuklarının vaziyetleri aynıdır. Ganimet olabilir; Müslümanlar, onları kendi mülküne dahil edebilir. Fakat İslâm dairesinde birisi dinsiz olsa, çoluk çocuğuna hiçbir cihetle temellük edilmez; hukukuna müdahele edilmez. Çünkü o mâsumlar, İslâmiyet rabıtasiyle dinsiz pederine değil, belki İslâmiyetle ve cemaat-i İslâmiye ile bağlıdır. Fakat, kâfirin çocukları, gerçi ehl-i necattırlar; fakat hukukta, hayatta pederlerine tâbi ve alâkadar olmasından, cihad darbesinde o mâsumlar memlûk ve esir olabilirler.
Umum kardeşlerime birer birer selâm ve kârı binler olan Leyle-i Mi'racınızı tebrik ederim. Merhum Hacı İbrahim'in, Re'fet bey gibi müteallikatlarına benim tarafımdan tâziye edip, deyiniz ki: «O merhum, Risale-i Nur Talebeleri dairesi içindedir; daima onlara olan dualara mazhardır. Biz de hususî ona dua ederiz.»
SAİD NURSÎ
* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ . السَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللَّهِ وَبَرَكَاتُهُ
Aziz Sıddık Kardeşlerim,
(Bir suale mecburi cevabın tetimmesidir)
Bu yaz mevsimi, gaflet zamanı ve derd-i maişet meşgalesi hengâmı ve Şuhur-u Selâsenin çok sevablı ibadet vakti ve zemin yüzündeki fırtınaların silâhla değil, diplomatlıkla çarpışmaları zamanı olduğu cihetle; gayet kuvvetli bir metanet ve vazife-i nuriye-i kudsiyyede bir sebat olmazsa, Risale-i Nurun hizmeti zararına bir atâlet, bir fütûr ve tevakkuf başlar.
Aziz kardeşlerim, siz kat'î biliniz ki: Risale-i Nur ve şâkirdlerinin meşgul oldukları vazife, rû-yi zemindeki bütün muazzam mesailden daha büyüktür. Onun için; dünyevî merak-âver mes'elelere bakıp, vazife-i bakiyenizde fütur getirmeyiniz. Meyvenin Dördüncü Mes'elesini çok defa okuyunuz, kuvve-i mâneviyeniz kırılmasın.
Evet, ehl-i dünyanın bütün muazzam mes'eleleri; fâni hayatta zalimane olan düstur-u cidal dairesinde; gaddarane, merhametsiz ve mukaddesat-ı dinîyeyi dünyaya feda etmek cihetiyle, kader-i İlâhî, onların o cinayetleri içinde, onlara bir mânevî cehennem veriyor. Risale-i Nur ve şâkirdlerinin çalıştıkları ve vazifedar oldukları; fâni hayata bedel, bâki hayata perde olan ölümü ve hayat-ı dünyeviyenin perestişkârlarına gayet dehşetli ecel cellâdının, hayat-ı ebediyeye birer perde ve ehl-i imanın saadet-i ebediyyelerine birer vesile olduğunu, iki kere iki dört eder derecesinde kat'î isbat etmektedir. Şimdiye kadar o hakikatı göstermişiz.
Elhasıl: Ehl-i dalâlet, muvakkat hayata karşı mücadele ediyorlar. Bizler, ölüme karşı nur-u Kur'an ile cidalde, onların en büyük mes'elesi -muvakkat olduğu için-, bizim mes'elemizin en küçüğüne -bekaya baktığı için- mukabil gelmiyor. Madem onlar divanelikleriyle bizim muazzam mes'elelerimize tenezzül edip karışmıyorlar; biz, neden kudsi vazifemizin zararına onların küçük mes'elelerini merakla takip ediyoruz?... Bu Âyet لاَيَضُرُّ كُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَااهْتَدَيْتُمْ ve usul-i islâmiyetin ehemmiyetli bir düsturu olan الرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَيُنْظَرُ لَهُ yani «Başkasının dalaleti sizin hidayetinize zarar etmez. Sizler luzumsuz, onların dalâletleriyle meşgul olmayasınız...» Düsturun mânâsı: «Zarara kendi râzı olanın lehinde bakılmaz. Ona şefkat edip acınmaz.» Madem bu Âyet, bu düstur, bizi zarara bilerek razı olanlara acımaktan menediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla, vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz. Onun hâricindekileri mâlâyâni bilip, vaktimizi zayi etmemeliyiz. Çünki elimizde nur var; topuz yoktur. Biz tecavüz edemeyiz. Bize tecavüz edilse, nur gösteririz. Vaziyetimiz bir nevi nûranî müdafaadır.
Bu tetimmenin yazılmasının sebeblerinden birisi:
Risale-i Nurun bir talebesini tecrübe ettim. Acaba bu heyecan, şimdiki siyasete karşı ne fikirdedir diye, Boğazlar hakkında boşboğazlığı münasebetiyle bir iki şey sordum. Baktım, alâkadarâne ve bilerek cevab verdi. Kalben, yazık dedim. Bu vazife-i nuriyede zararı olacak. Sonra şiddetle ikâz ettim.
اَعُوذُ بِالَّلهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ bir düsturumuz vardır. Eğer insanlara acıyorsan, geçmiş düstur onlara merhamete liyakatini selbediyor. Cennet adamlar istediği gibi, Cehennem de adam ister.
(Beşinci Şua'ın yine kısmen verdiği haberler tezahür ediyor.)
SAİD NURSÎ
* * *
Aziz Sıddık Kardeşlerim,
..........................................................................
Hem, bunu kat'iyyen ilân ediyorum ki: Risale-i Nur, Kur'anın malıdır. Benim ne haddim var ki, sahib olayım; ta ki, kusurlarım ona sirayet etsin. Belki, o Nurun kusurlu bir hâdimi ve o elmas mücevherat dükkânının bir dellâlıyım. Benim karma karışık vaziyetim ona sirayet edemez, ona dokunamaz. Zaten Risale-i Nurun bize verdiği ders de, hakikat-ı ihlâs ve terk-i enaniyet ve dâima kendini kusurlu bilmek ve hodfüruşluk etmemektir. Kendimizi değil, Risale-i Nurun şahs-ı mânevisini ehl-i îmana gösteriyoruz. Bizler, kusurumuzu görene ve bize bildirene, fakat hakikat olmak şartiyle, minettar oluyoruz; Allah râzı olsun deriz. Boynumuzda bir akreb bulunsa, ısırmadan atılsa nasıl memnun oluruz. Kusurumuzu, -fakat garaz ve inad olmamak şartiyle ve bid'alara ve dalâlete yardım etmemek kaydiyle kabul edip minnettar oluyoruz.
Aziz kardeşlerim; Müdâfaâtımda onlara cevaben demişim ki: «Onlar, bana âit değil. Ve o kerametlere sahib olmak benim haddim değil; belki Kur'anın mu'cize-i mâneviyesinin tereşşuhatı ve lem'alarıdır. Hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nurda, kerametler şeklini alarak, şâkirdlerinin kuvve-i mâneviyelerini takviye etmek için, ikrâmât-ı İlâhiyye nev'indendir. İkramın izharı, bir şükürdür; câizdir; hem makbûldür.»
Şimdi, ehemmiyetli bir sebebe binâen, bu cevabı bir parça izah edeceğim ve «Ne için izhar ediyorum.. ve ne için bu noktada bu kadar tahşidat yapıyorum...» diye sual edildi.
Elcevap: Risale-i Nurun hizmet-i îmaniyede bu zamanda binler tahribatçılara mukabil yüzbinler tâmiratçısı bulunmak lâzım gelirken; hem, benimle lâakal yüzer kâtip ve yardımcı bulunmasına ihtiyaç varken; değil çekinmek ve temas etmemek, belki, millet ve ehl-i idârenin, takdir ile ve teşvik ile yardım ve temas etmesi zaruri iken; ve o hizmet-i îmaniye hayât-ı bâkiyeye baktığı için, hayât-ı fâniyenin meşgalelerine ve fâidelerine tercih etmek ehl-i îmana vâcib iken, kendimi misâl alarak derim ki:
Beni, herşeyden ve temasdan ve yardımcılardan menetmekle beraber, aleyhimizde olanlar bütün kuvvetleriyle arkadaşlarımın kuvve-i mâneviyelerini kırmak; ve benden ve Risale-i Nurdan soğutmak; ve benim gibi ihtiyar, hasta, zaif, garib, kimsesiz bir bîçareye, binler adamın göreceği vazifeyi başına yüklemek; ve bu tecrid ve tazyiklerden, maddi bir hastalık nev'inden, insanlar ile temas ve ihtilâttan çekilmeye mecbur olmak; hem, o derece te'sirli halkları ürkütmek ki en ziyade merbut görülen bazı dostları, bana selâm vermemek, hattâ bazı namazı da terketmek derecesinde ürkütmekle kuvve-i mâneviyeyi kırmak cihetleriyle ve sebebleriyle, ihtiyarım haricinde, bütün o mânilere karşı Risale-i Nur şâkirdlerinin kuvve-i mâneviyelerinin takviyesine medar ikrâmât-ı İlâhiyyeyi beyan ederek, Risale-i Nur etrafında mânevi bir tahşidat yaptırmak ve Risale-i Nur kendi kendine, tekbaşiyle, başkalarına muhtaç olmıyarak bir ordu kadar kuvvetli olduğunu göstermek hikmetiyle, bu çeşit şeyler bana yazdırılmış. Yoksa, hâşâ! Kendimizi satmak ve beğendirmek ve temeddüh etmek, hodfüruşluk etmek ise, Risale-i Nurun ehemmiyetli bir esası olan ihlâs sırrını bozmaktır. İnşâallah, Risale-i Nur kendi kendini hem müdafaa ettiği, hem kıymetini tam gösterdiği gibi; bizi de mânen müdafaa edip, kusurlarımızı affettirmeye vesile olacaktır.
Aziz kardeşlerim; Risale-i Nurun zuhurundan kırk sene evvel geniş bir hiss-i kablel-vuku', acib bir tarzda; hem bende, hem köyde, hem nahiyemizde tezahür ettiğine şimdi bir ihtar-ı mânevi ile kat'î kanaatım gelmiş. Şefik ve kardeşim Abdülmecid gibi eski talebelerime bu sırrı fâşetmek isterdim. Şimdi, Cenab-ı Hak sizlerde çok Abdülmecidleri ve çok Abdurrahmanları verdiği için, size beyan ediyorum.
Ben, on yaşında iken, büyük bir iftihar, hatta bazan temeddüh suretinde bir haletim vardı. İstemediğim halde, pek büyük bir iş ve büyük bir kahramanlık tavrını takınıyordum. Kendi kendime derdim: «Senin, beş para kıymetin yok. Bu temeddühkârâne, hususan cesarette çok fazla gösterişin ne içindir?» Bilmiyordum, hayret içinde idim. Bir iki aydır, o hayretle cevab verildi ki; Risale-i Nur, kablel-vuku' kendini ihsas ediyordu. Sen, âdi odun parçası gibi bir çekirdek iken, o firdevs salkımlarını bilfiil kendi malın gibi hiss-i kablel-vuku' ile hissedip hodfüruşluk ederdin. Bizim «Nurs Köyümüz» ise; hem eski talebelerim, hem hemşehrilerim biliyorlar ki; bizim köyümüz, fevkalâde gösteriş ve cesarette ileri göstermek için temeddühü çok severdiler. Güya büyük bir memleketi fetheder gibi, kahramânâne bir tavır almak istiyordular. Ben, hem kendime, hem onlara çok hayret ederdim. Şimdi hakiki bir ihtar ile bildim ki: O masum Nurs'lu insanlar (Nurs Karyesi) Risale-i Nurun nuriyle büyük bir iftihar kazanacak; o vilâyetin, nâhiyenin ismini işitmiyen, Nurs köyünü ehemmiyetli tanıyacak diye bir hiss-i kablel-vuku' ile, o nimet-i İlâhiyyeye karşı teşekkürlerini temeddüh suretinde göstermişler.
................................................................
Sizi, eski talebelerim ve eski arkadaşlarım ve kardeşim Abdülmecid ve Abdurrahmanlar bildiğimden, bu mahrem sırrı size açtım. Evet, «Ben, yirmidört saat evvel, hassasiyetimle ve a'sâbımın rutubetten te'siriyle rahmet ve yağmurun gelmesini hissettiğim gibi; aynen öyle de, ben ve köyüm ve nahiyem, kırk dört sene evvel, Risale-i Nurdaki rahmet yağmurunu bir hiss-i kablelvuku' ile hissetmişiz» demektir. Umum kardeşlerimize ve hemşirelerimize selâm ve dua ederiz. Dualarınızı rica ederiz.
SAİD NURSÎ
* * *
BÜYÜK BİR MAKAMDA BİR KUMANDAN VE
EHEMMİYETLİ BİR ZATIN, EHEMMİYETLİ
MEKTUBUNA MECBURİ BİR CEVAPTIR
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ . السَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللَّهِ وَبَرَكَاتُهُ
Aziz Sıddık Kardeşim,
Bilmukabele, biz de Ramazanınızı tebrik ediyoruz. Rüyalarınız pek çok mübarektirler. İnşâallah, Cenab-ı Hak sizi büyük ihsanlara mazhar eyliyecek, diye bir işarettir. Bence bu zamanda en büyük bir ihsan, bir vazife, îmanı kurtarmaktır, başkaların imanına kuvvet verecek bir surette çalışmakdır. Sakın, benlik ve gurura medar şeylerden çekin. Tevazu mahviyet ve terk-i enaniyet, bu zamanda ehl-i hakikata lâzım ve elzemdir. Çünki, bu asırda en büyük tehlike benlikten ve hodfüruşluktan ileri geldiğinden; ehl-i hak ve hakikat, mahviyetkârane dâima kusurunu görmek ve nefsini itham etmek gerektir. Sizin gibi, ağır şerait içinde kahramancasına îmanını ve ubudiyetini muhafaza etmesi, büyük bir makamdır. Senin rü'yalarının bir tâbiri de, bu noktadan seni tebşir etmektir. Risale-i Nur eczalarında tarikat hakikatına dair «Telvihat-ı Tis'a» nâmındaki risaleyi elde edip bakınız. Hem, zâtınız gibi metin ve îmanlı ve hakikatlı zâtlar Risale-i Nur dairesine giriniz. Çünki; bu asırda Risale-i Nur, bütün tehâcümâta karşı mağlub olmadı. En muannid düşmanlarına da, serbestiyetini resmen teslim ettirdi. Hattâ iki senedenberi büyük makamâtlar ve adliyeler, tedkikat neticesinde, Risale-i Nurun serbestiyetini tasdik ve mahrem ve gayr-i mahrem bütün eczalarını sahiplerine teslime karar verdiler. Risale-i Nurun mesleği, sâir tarikatlar, meslekler gibi mağlûb olmıyarak belki galebe ederek pek çok muannidleri îmana getirmesi, pek çok hâdisatın şehadetiyle, bu asırda bir mu'cize-i ma'neviye-i Kur'âniye olduğunu isbat eder. O dâirenin haricinde, ekseriyetle bu memlekette ve hususi ve cüz'i ve yalnız şahsi hizmet, veya mağlûbane perde altında veya bid'alara müsamaha suretinde veya te'vilât ile bir nevi tahrifat içinde hizmet-i diniye tam olmaz diye, hâdisat bize kanaat vermiş.
Mâdem sizde büyük bir himmet ve kuvvetli bir îman var; tam bir ihlâs ve tam bir mahviyetle, sebatkârâne Risale-i Nura şâkird ol. Tâ binler, belki yüzbinler şâkirdlerin şirket-i mâneviye-i uhreviyelerine hissedar ol. Tâ senin hayırların, iyiliklerin cüz'iyetten çıkıp küllileşsin; Âhirette tam kârlı bir ticaret olsun.
SAİD NURSÎ
* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
السَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللَّهِ وَبَرَكَاتُهُ
Çok mübarek, çok kıymetdar, çok sevgili Üstadımız Hazretleri;
Elhamdülillâh, bu sene Ispartadaki talebelerinizi dünyevî meşağil daha çok gaflete sokmadı. Hizmet-i Nuriyedeki gayretlerimiz ciddî bir surette devam ediyor. Herbirimizin kalblerimizdeki Nura karşı incizab, sîmalarımızda okunuyor. Sanki bu talebelerinizin kalbleri sevinçle doludur. Evet sevgili Üstadımız, bütün talebeleriniz hep birden diyorlar: Liyakatsizliğimiz, hiçliğimiz ile beraber sâfiyane istihdam edildiğimiz bu hizmet-i Nuriyede bedi bir Üstada hem talebe, hem kâtib, hem muhatab, hem nâşir hem mücâhid, hem halka nâsih, hem Hakka âbid olmak gibi cihandeğer güzelliklerin hepsini birden bize veren Hazret-i Allaha ne kadar şükretsek azdır. Ve bu yapmak istediğimiz şükürler dahi, Hâlıkımızın fazlı ile kalbimize gelen bir ihsan olduğunu tahattur eden biz talebelerinizin kalblerini sürur ve sevinç dolduruyor. Masum Nurs'luların Üstadımızın küçüklüğünde geçirdikleri hayatın müteşekkirane bir tarzı, hal ve etvarımızda okunuyor. Hudutsuz şükürler, nihayetsiz senalar olsun o Zât-ı Zülcelâle ki; bizleri cehl-i mutlak derelerinden, isyan ve küfran bataklıklarından lütuf ve keremiyle çıkarıp, gözleri kamaştıran en parlak bir nura talebe etmiştir.
Eğer sevgili Üstadımız «İkitran» tâbir edilen iki nimetin beraber geldiğini daha evvelden bize izah etmeseydi, çok minnettarlıklarımızı kalblerimize tercüman olan kalemlerimizden okuyacaklardı.
Evet sevgili Üstadımız; biz kendimize bakıyoruz, Risale-i Nura muhatab olamıyoruz. Buna rağmen, ihtiyaç şiddetlendikçe, Hâlık-ı Rahîmin merhametli tecellilerini müşahede ediyoruz. Kalb-i Üstad; parlak bir âyine, bir mazhar, bir ma'kes; lisan-ı Üstad; âli bir mübelliğ, bir muallim, bir mürşid; hâl-i Üstad; tecessüm etmiş en güzel bir örnek, bir nümune, bir misâl oluyor. Tevâif-i beşerin ihtiyaçları yazılıyor, gösteriliyor. İşte yedi senedenberi ateş püsküren zâlim beşerin hâli, bugün daha çok ızdıraplı bir hale girmiş bulunuyor. Her bir zîidrak, acaba yarın ne olacak düşüncesiyle kulaklarını radyoların ağızlarına koymuşlar, mütehayyir duruyorlar. Şarkta Japonların mağlûb olmasiyle, dünyanın salâh-ı selâmete ve emn ü emâna kavuşması beklenirken; Deccalâne bir hareket Şimalde kendini gösterdiği görülüyor. Şu vaziyet; herkesi heyecana, endişeye sevkediyor. İstikbâlin zulmetlerine gittiği zanniyle, merakla radyoları takibe koşturuyor. Lillâhilhamd Risale-i Nur, âli beyanatı ile ruhlarımızı teskin ediyor. Hakiki dersleriyle kalblerimizi tatmin ediyor. İşte, bu günde meydana çıkan bu dehşetli cereyanı, ancak ve ancak Hıristiyanlık âleminin müslümanlıkla ittihadı; yani İncil, Kur'an ile ittihad ederek ve Kur'ana tâbi olması neticesi elde edilecek semavî bir kuvvetle mağlûb edileceği iş'ar buyuruluyor ki, Hazret-i İsa Aleyhisselâmın da vüruduna intizar etmek zamanının geldiğini mânâ-yı işârî ile ihtar ediyor. Mesmuata göre; bu günkü Amerika, aktâr-ı âleme tedkikat için gönderdiği dört hey'etten birisini, bu günkü beşeriyetin saadetini te'min edecek sâlim bir din taharrisine me'mur etmiştir. Bu ise, müceddidliğini mahkeme lisaniyle her tarafa ilân eden Risale-i Nur, bu muzdarip, perişan beşeriyetin en büyük bir saadeti olacağına îmanımız pek kuvvetlidir.
Sevgili Üstadımız başımızda ve en âli hakikatları taşıyan ve Kur'anın en yüksek ve mübarek tefsiri bulunan Risale-i Nur elimizde oldukça, sevinçlerimiz hudutsuz, hududa alınmaz.
İşte bu hakikatların her bir cüz'ü, sâha-i faaliyete çıksa, her tarafta merakla, zevkle kendini okutturuyor. Buna bâriz deliller pek çok var. Hususiyle, inkâr-ı haşr mefkûresini mağlûb eden «Onuncu Söz» matbu nüshaları; ve bilhassa gizli tabedildiği halde kendini serbest okutan ve takviye-i îmanda pek yüksek harikaları taşıyan «Âyetül-Kübra» risaleleri; ve inkâr-ı Ulûhiyyet mefkûresini zîr ü zeber eden Külliyat-ı Nur «Hüccetül-Bâliğa» ve «Meyve» gibi eczaları meydanda... İnşâallah, Kur'anın etrafına çevrilmek istenilen îmansızlığın emansız sûr'unu, Risale-i Nur temelinden kaldıracak; îmansızlığın emansız ateşini söndürüp, âb-ı hayat bahşeden şarâb-ı kevserini, bütün dünyaya emanlı îman vermekle içirecektir.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
Talebeniz
HÜSREV
* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
السَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللَّهِ وَبَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا
Aziz Sıddık Kardeşlerim,
Sizin, bayramlarınızı tekrar betekrar tebrik ediyoruz. Gayet ehemmiyetliiki mes'eleyi ;sizlere zekâvetinizeitimaden , Risale-i Nurda müteferrikan parçaları bulunmalarına binaen, gayet muhtasar konuşacağım.
Birincisi:Risale-i Nurun hakiki ve hakikatli bir şâkirdi bulunan ve Kur'an-ı Mu'cizül-Beyanın kâtibi bu defa yazdığı mektupda, haddimden bin derece ziyade hüsn-ü zanına istinaden, bir hakikat soruyor. Risale-i Nurun şahs-ı mânevisinin gayet ehemmiyetli ve kudsi vazifesini; ve hilâfet-i nübüvvetin de gayet ulvi vazifelerinden bir vazifesini benim âdi şahsımda, Üstadı noktasından bir cilvesini gördüğünden, bana o hilâfet-i mâneviyenin bir mazharı nazariyle bakmak istiyor.
Evvelâ: Bâki bir hakikat, fâni şahsiyetler üstüne bina edilmez. Edilse, hakikata zulümdür. Her cihetle kemâlde ve devamda bulunan bir vazife, çürümeye ve çürütülmeye maruz ve mübtelâ şahsiyetlerle bağlanmaz; bağlansa, vazifeye ehemmiyetli zarardır.
Sâniyen: Risale-i Nurun tezahürü, yalnız tercümanın fikriyle veyahud onun ihtiyac-ı mânevi lisaniyle Kur'andan gelmiş yalnız o tercümanın istidadına bakan feyizler değil; belki o tercümanın muhatabları ve ders-i Kur'anda arkadaşları olan hâlis ve metin ve sâdık zâtların o feyizleri ruhen istemeleri, ve kabûl ve tasdik ve tatbik etmeleri gibi çok cihetlerle o tercümanın istidadından çok ziyade o Nurların zuhuruna medar oldukları gibi, Risale-i Nurun ve şâkirdlerinin şahs-ı mânevisinin hakikatını onlar teşkil ediyorlar. Tercümanının da içinde bir hissesi var. Eğer ihlâssızlıkla bozmazsa bir takaddüm şerefi bulunabilir.
Sâlisen: Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası, ne kadar harika da olsalar, cemaatın şahs-ı mânevisinden gelen dehasına karşı mağlûb düşebilir. Onun için, o mübarek kardeşimin yazdığı gibi, Âlem-i İslâmı bir cihette tenvir edecek ve kudsi bir dehanın nurları olan bir vazife-i îmaniye; biçâre, zaif, mağlûb, hadsiz düşmanları ve onu ihanetle, hakaretle çürütmeye çalışan muannid hasımları bulunan bir şahsa yüklenmez. Yüklense, o kusurlu şahıs ihanet darbeleriyle düşmanları tarafından sarsılsa, o yük düşer, dağılır.
Râbian: Eski zamandanberi çok zâtlar, üstadını veya mürşidini veya muallimini veya reisini kıymet-i şahsiyelerinden çok ziyade hüsn-ü zan etmeleri, dersinden ve irşadından istifadeye vesile olması noktasında o pek fazla hüsn-ü zanlar bir derece kabul edilmiş. Hilâf-ı vâkıadır diye tenkid edilmezdi. Fakat şimdi, Risale-i Nur şâkirdlerine lâyık bir üstada muvafık ulvi mertebe ve fazileti, bîçare, kusurlu bu şahsımda kabûl ettikleri sebebiyle gayret ve şevkleriyle çalışmaları, bu noktada haddimden ziyade hüsn-ü zanları kabûl edebilir. Fakat, Risale-i Nurun şahs-ı mânevisinin malı olarak elimde bulunuyor diye bilmek gerektir. Fakat, başda zındıklar ve ehl-i dalâlet ve ehl-i siyaset ve ehl-i gaflet, hatta sâfi kalb ehl-i diyanet şahsa fazla ehemmiyet verdikleri cihetinde haksızlar, o şahsı çürütmekle hakikatlara darbe vurmak; ve o Nurlara, benim gibi bir biçareyi mâden zannederek; bütün kuvvetleriyle beni çürütüp, o nurları söndürmeye ve sâfi kalbleri de inandırmaya çalışıyorlar. Ezcümle, İkinci Mes'elede bir hâdise bu hakikatı gösteriyor.
İkinci Mes'ele: Bayramın ikinci gününde, teneffüs için kırlara çıktığım zaman, ehemmiyetli bir me'mur tarafından beş vecihle kanunsuz bir taarruza maruz kaldım. Cenab-ı Hak, rahmet ve keremiyle, belime, başıma yüklenen Risale-i Nur eczalarını; ve ruhuma ve kalbime yüklenen şâkirdlerinin haysiyet ve izzet ve rahatlarını muhafaza için, fevkalâde bir tahammül ve sabır ihsan eyledi. Yoksa, bir plân neticesinde beni hiddete getirip, Risale-i Nurun, bahusus Âyetül-Kübranın fütuhatına karşı bir perde çekmek olduğu tahakkuk etti. Sakın, sakın hiç kederlenmeyiniz, merak etmeyiniz, hem telâş etmeyiniz, hem bana acımayınız. Şeksiz şüphesiz inayet-i İlâhiyye perde altında bizi muhafaza etmekle عَسَى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئاً وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ Âyetine mazhar etsin. Onların, o plânları da yine akîm kaldı. Fakat bu vilâyetde, doğrudan doğruya büyük bir makamdan kuvvet alıp şahsımla uğraşanlar var. Eğer mümkün olsa, buranın havasiyle hiç imtizaç edemediğim cihetini vesile edip, münasip bir yere naklime, Denizli mahkemesini ve Ankara Temyiz Mahkemelerini vasıta yapıp çalışmak lâzım geliyor. Ben kendim yapamadığım için, benden, bana daha ziyade alâkadar Denizli dostları teşebbüs etseler iyi olur. Hiç olmazsa oranın hapsine, bir daha bahane ile beni alsınlar.
SAİD NURSÎ
* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz Sıddık Sebatkâr Muhlis Kardeşlerim,
Hem maddî hem mânevi; hem nefsim, hem benimle temas edenler gayet ehemmiyetli benden sual ediyorlar ki: «Neden herkese muhalif olarak -hiç kimsenin yapmadığı gibi- sana yardım edecek çok ehemmiyetli kuvvetlere bakmıyorsun? İstiğna gösteriyorsun? Ve herkes, müştak ve tâlibolduğu ve Risale-i Nurun intişarına, fütuhatına çok hizmet edeceğine o Risale-i Nur Şâkirdlerinin hasları müttefik oldukları ve senden kabul ettikleri büyük makamları kabul etmiyorsun? Şiddetle çekiniyorsun?»
Elcevap: Bu zamanda ehl-i îman öyle bir hakikata muhtaçtırlar ki; kâinatta hiçbir şeye âlet ve tâbi ve basamak olamaz; ve hiçbir garaz ve maksad onu kirletemez; ve hiçbir şüphe ve felsefe onu mağlûp edemez bir tarzda îman hakikatlarını ders versin. Umum ehl-i İmanın bin senedenberi teraküm etmiş dalâletlerin hücumuna karşı imanları muhafaza edilsin.
İşte bu nokta içindir ki, dâhilî ve hâricî yardımcılara ve ehemmiyetli kuvvetlerine, Risale-i Nur ehemmiyet vermiyor onları arayıp tâbi olmuyor.. tâ âvam-ı ehl-i îmanın nazarında, hayat-ı dünyeviyenin bâzı gayelerine basamak olmasın; ve doğrudan doğruya hayat-ı bâkiyeden başka hiçbir şeye âlet olmadığından, fevkalâde kuvveti ve hakikatı, hücum eden şüpheleri ve tereddütleri izale eylesin.
Amma, mânevî ve makbul ve zararsız ve bütün ehl-i hakikatın istedikleri nurânî makamlar ve uhrevî rütbelerden, hâlis kardeşlerimizden hüsn-ü zanla verilen ve ihlâsınıza zarar gelmediği halde eğer kabul etsen, reddedilmiyecek derecede senedler, hüccetler bulunduğu halde; sen, değil tevazu ve mahviyetle, belki şiddet ve hiddetle ve o makamı sana veren kardeşlerinin hatırını kırmakla o rütbelerden ve makamlardan kaçıyorsun?
Elcevap: Nasılki ehl-i hamiyet bir insan, dostların hayatını kurtarmak için kendini feda eder; öyle de, ehl-i îmanın hayat-ı ebediyelerini tehlikeli düşmanlardan muhafaza etmek için, lüzum olsa (hem lüzum var) kendim, değil yalnız lâyık olmadığım o makamları, belki hakikî hayât-ı ebediyenin makamlarını dahi feda etmeye, Risale-i Nurdan aldığım ders-i şefkat cihetiyle feda etmeye, Risale-i Nurdan aldığım ders-i şefkat cihetiyle terkederim. Evet her vakit, hususan bu zamanda ve bilhassa dalâletten gelen gaflet-i umumiyede; ve siyaset ve felsefenin galebesinde; ve enaniyet ve hofüruşluğun heyecanlı asrında büyük makamlar herşeyi kendine tâbi ve basamak yapar. Hattâ dünyevî makamlar için dahi mukaddesatını âlet yapar. Mânevî makamlar olsa, daha ziyade âlet eder. Umumun nazarında kendini muhafaza etmek ve o makamlara kendini yakıştırmak için bazı kudsî hizmetlerini ve hakikatları basamak ve vesile yapıyor diye itham altında kalıp, neşrettiği hakikatlar dahi tereddüdler ile revacı zedelenir. Şahsa, makama fâidesi bir ise, revaçsızlıkla umuma zararı bindir.
Elhasıl: Hakikat-ı ihlâs benim için şan ü şerefe ve maddî ve manevî rütbelere vesile olabilen şeylerden beni menediyor. Hizmet-i nuriyeye, gerçi büyük zarar olur; fakat, kemiyet keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, hâlis bir hâdim olarak, hakikat-ı ihlâs ile, herşeyin fevkinde hakaik-ı îmaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görüyorum. Çünki: O on adam, tam o hakikatı herşeyin fevkinde gördüklerinden sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalbleri, birer ağaç olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler ve vesveseler ile, o kutbun derslerini, «Hususî makamından ve hususî hissiyatından geliyor» nazariyle bakıp, mağlûb olarak dağıtılabilirler diye, hizmetkârlığı, makamatlara tercih ediyorum. Hattâ bu defa bana; beş vecihle kanunsuz, bayramda, düşmanlarımın plâniyle bana ihânet eden o malûm adama şimdilik bir belâ gelmesin diye telâş ettim. Çünki, mes'ele şaşaalandığı için, doğrudan doğruya âvam-ı nas bana makam verip harika bir keramet sayabilirler diye, dedim: «Ya Rabbi, bunu ıslah et veya cezasını ver. Fakat böyle kerametvâri bir surette olmasın.» Bu münasebetle bir şeyi beyan edeceğim. Şöyle ki:
Bu defa mahkemeden bana teslim olunan talebelerin mektupları içinde, çok imzalar üstünde bulunan bir mektup gördüm; belki lâhikaya girmiş. Risale-i Nurun Şâkirdlerinin maişet cihetindeki bereketine ve bazıların tokatlarına dâirdi. Burada, aynen Kastamonudaki tokat yiyenler gibi şüphe kalmamış. Beş adam, aynen burada da tokat yediler.
SAİD NURSÎ
* * *
İSTANBUL'DA KOMÜNİST'LER ALEYHİNDEKİ
HÂDİSEYİ GÖREN RİSALE-İ NUR TALEBELERİNİN
MEKTUBUNDAN BİR PARÇA
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz Kardeşlerim,
لَهُ الْحَمْدُ وَالْمِنَّةُ dün, Nurun mânevî bir fütuhatı, bütün azamet ve dehşetiyle İstanbul'da görüldü. Küfr-ü mutlakı dünyaya, hususan Âlem-i İslâma yerleştirmek istiyen bir cemiyet ve onların nâşir-i efkârı ve mürevvic-i âmâli olan bir iki gazete matbaası ve kütüphanesi darmadağın edilerek; dinsiz yaptık, komünist yaptık zannedilen gençlik ve mekteplilerin ağziyle ve harekâtiyle ve fiilleriyle protesto edildi. Kahrolsun komünistlik diye beddua edildi. Bu cemiyetin, binler lira maddî, milyonlar lira da manevî zararı oldu.
Ey Nurcular! Şimdi maddî imkân hasıl olmuyor diye üzülmeyiniz! Nurun fütuhatı geniş bir sahada devam ediyor. Küllî bir muvaffakıyet hâsıl oluyor. Hâz min fazlı Rabbi.
* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz Sıddık Kardeşlerim;
Bir kaç aydanberi, aleyhime çevrilen desiseleri meydana çıktı. Hıfz-ı İlâhi ile o musibet, yirmiden bire indi. Hâli zamanda camiye gidiyordum. Haberim olmadan, talebeler beni üşütmemek için mahfelde bir kulübecik yapmışdılar. Ben de dört-beş gündür kendi kendime karar verdim, daha gitmiyeceğim. O malûm zabit adam vâsıta olup kulübeciği kaldırdılar; bana da resmen tebliğ ettiler ki, daha câmiye gitmiyeceksin! Fakat, habbeyi kubbe yapıp bir heyecan verdiler. Hiçbir ehemmiyeti yok, hiç de merak etmeyiniz. Tahminimce, her tarafta haddimden pek fazla teveccüh-ü âmmeyi kırmak için, bana böyle bazı bahanelerle ihanet ediyorlar. Eski zamanımı düşünüp güya tahammül etmiyeceğim. Halbuki, Risale-i Nurun selâmet ve intişarına halel gelmemek şartiyle, her gün bin ihanet ve tazibler de gelse Allaha şükrederim. Ben ehemmiyet vermediğim gibi, buradaki talebeler de hiç sarsılmıyorlar. Çoktanberi beklediğimiz bu hâdise de, inâyet-i İlâhiyye ile hafif geçti.
Umum kardeşlerime birer birer selâm ve dua ediyoruz.
SAİD NURSÎ
* * *
NUR TALEBELERİNİ RİSALE-İ NURDAN ÇEKMEK
İSTİYENLERİN DESİSELERİNİ BEYAN EDİP, ÖYLELERE
NE ŞEKİLDE CEVAP VERİLMESİ HAKKINDA
ÜSTADIN HÜLÂSALI BİR MEKTUBU
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz Sıddık Kardeşlerim;
Gayet ehemmiyetli bir mes'eleyi (bundan evvel size icmalen beyan ettiğim mes'eleyi) tekrar size söylememe kuvvetli, mânevî bir ihtar aldım. Şöyleki:
Perde altındaki düşmanımız münafıklar, şimdiye kadar yaptıkları gibi, adliyeyi ve siyaset ve idareyi zâhirî dinsizliğe âlet edip, bize hücumları akîm kaldığı; ve Risale-i Nurun fütuhatına menfaati olan eski plânlarını bırakıp, daha münâfıkane ve şeytanı da hayrette bırakacak bir plân çevirdiklerine dair buralarda emareleri göründü. O plânların en mühim bir esası; has, sebatkâr kardeşlerimizi soğutmak, fütur vermek, mümkün ise Risale-i Nurdan vazgeçirmektir. Bu noktada o kadar acib yalanları ve desiseleri istimal ediyorlar ki, Isparta ve havalisi, gül ve nur fabrikasının kahraman şâkirdleri gibi, çelik ve demir gibi bir sebat ve sadakat ve metanet lâzım ki dayanabilsin. Bazı da dost suretinde hulûl edip, korkutmak mümkünse, habbeyi kubbe edip evham veriyorlar. «Aman, aman! Saide yanaşmayınız! Hükûmet takibediyor.» diye zaifleri vazgeçirmeye çalışıyorlar. Hatta bazı genç talebelere, hevesatlarını tahrik için, bazı genç kızları musallat ediyorlar. Hatta Risale-i Nur erkânlarına karşı da, benim şahsımın kusurâtını, çürüklüğünü gösterip; «Biz de müslümanız, din yalnız Saidin mesleğine mahsus değil» deyip, bize karşı perde altında cephe alan zındıklara ve anarşilik hesabına o safdil ehl-i diyanet ve hocaları âlet edip istimal ediyorlar. İnşâallah bunların bu plânları da akîm kalacak. Böyle heriflere dersiniz:
«Biz, Risale-i Nurun şâkirdleriyiz. Said de, bizim gibi bir şâkirddir. Risale-i Nurun menbaı mâdeni, esası da Kur'andır. Yirmi senedir emsalsiz tetkikat ve takibatla beraber, kıymetini ve galebesini en muannid düşmana da isbat etmiştir. Onun tercümanı ve bir hizmetkârı olan Said ne halde olursa olsun, hattâ Said de El'iyazübillâh Risale-i Nurun aleyhine dönse, bizim sadakatimizi ve alâkamızı İnşâallah sarsmıyacak» deyip, o kapıyı kaparsınız. Fakat, mümkün olduğu kadar Risale-i Nurla meşgul olmak; elinden gelirse yazmak; ve mübalâğalı propagandalara hiç ehemmiyet vermemek; ve eskisi gibi tam ihtiyat etmek gerektir.
Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve dua ediyoruz.
SAİD NURSÎ
* * *
Bu vatandaki milletin en büyük kuvveti olan Âlem-i İslâmın teveccühünü ve hamiyetini ve uhuvvetini kırmak ve nefret verdirmek için, siyaseti dinsizliğe âlet ederek, perde altında küfr-ü mutlakı yerleştirmek istiyenler, hükûmeti iğfal ve adliyeyi iki defadır şaşırtıp, der: «Risale-i Nur Şakirdleri dini siyasete âlet eder, emniyete zarar vermek ihtimali var.» Halbuki, bu memlekete maddî ve manevî bereketi ve fevkalâde hizmeti ve umum Âlem-i İslâma taallûk edecek hakaiki câmi olduğu, otuzüç âyât-ı Kur'aniyenin işaretiyle ve İmam-ı Alinin (R.A.) üç keramet-i gaybiyesiyle ve Gavs-ı Âzamın kat'î ihbariyle tahakkuk etmiş olan Risale-i Nurun, siyasetle alâkası yoktur. Fakat, küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan anarşilik ve üstü olan istibdad-ı mutlakı, esasiyle bozar; reddeder. Emniyeti ve asayişi ve hürriyeti ve adâleti te'min eder. Risale-i Nura, daha vatana, idareye zararı dokunmak bahanesiyle tecavüz edilmez. Daha kimseyi o bahane ile inandıramazlar. Fakat, cepheyi değiştirip, din perdesi altında bazı safdil hocaları veya bid'a taraftarları veya enaniyetli sofi meşreblileri, bazı kurnazlıklar ile, Risale-i Nura karşı iki sene evvel İstanbul'da ve Denizli civarında olduğu gibi istimal etmeye münafıklar belki çabalıyacaklar. İnşâallah muvaffak olamazlar.
Risale-i Nur, bu mübarek vatanın mânevî bir halâskârı olmak cihetiyle, şimdi iki dehşetli mânevî belâyı defetmek için matbuat ile tezahüre başlamak, ders vermek zamanı geldi veya gelecek gibidir zannederim.
O dehşetli belâdan birisi: Hıristiyan dinini mağlûb eden ve anarşiliği yetiştiren, şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanının bu vatanı manevî istilâsına mukabil Risale-i Nur, sedd-i Zülkarneyn gibi bir Sedd-i Kur'anî vazifesini görebilir.
İkincisi: Âlem-i İslâmın, bu mübarek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve ithamlarını izale etmek için matbuat lisaniyle konuşmak lâzım gelmiş, diye kalbime ihtar edildi. (Hâşiye 1).
Ben, dünyanın halini bilmiyorum, fakat Avrupada istilâkârâne hükmeden ve Edyan-ı Semaviyeye dayanmıyan bu dehşetli cereyanın istilâsına karşı Risale-i Nur hakikatları bir kal'a olduğu gi-
_______________________________________
Hâşiye 1: İşte bu hakikat, Risale-i Nurun -bu mektubun yazılışından on sene sonra- Ankara'da matbaalarda tabedilmesiyle tahakkuk etmiştir.
bi Âlem-i İslâmın ve Asya Kıt'asının hâl-i hazırdaki itiraz ve ithamını izale ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini iade etmeye vesile olan bir mu'cize-i Kur'aniyedir. Bu vatanın, bu milletin vatanperver siyasileri sür'atle Risale-i Nuru tabettirerek resmî neşretmeleri lâzımdır ki, bu iki belâya karşı siper olsunlar (Hâşiye 2).
SAİD NURSÎ
* * *
BİRDEN İHTAR EDİLDİ KALEME ALMAĞA MECBUR
OLDUM
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Kardeşlerim;
Şimdi tam tahakkuk etti ki; resmen bana ihânet ve hakaret etmek, onunla teveccüh-ü âmmeyi hakkımda kırmak için gizli bir tedbir kurulmuş. Benim bütün dostlarımı -perde altında- soğutmak ve ürkütmeye çalışıyorlar. Halbuki, «Sikke-i Tasdik-i Gaybî» onların bütün propagandalarını zir ü zeber ediyor. Gerçi, böyle dinsizlik hesabına bana olan hakaret, bir derece beni sıkıyor; eski Saidden kalma bazı damarlarıma dokunuyor. Fakat Risale-i Nurun hârika fütuhatı ve şâkirdlerinin ehl-i hakikat nazarında ve rûhanî ve melâikeler yanında hürmet ve merhametle karşılanmaları, benim şahsıma gelen ihanet ve hakaretlerin sivrisinek kanadı kadar ehemmiyeti kalmaz. O bedbaht ehl-i ihanet, dindarlık cihetiyle, ehl-i din ve ehl-i ulûm-u diniyenin hürmetini kırmak dine bir ihanet olduğu cihetinde, rûhanî ve melâikelerin ve ehl-i îman ve ehl-i hakikatın nazarında mel'un olduğu gibi; binden ancak bir iki serserinin veya zındığın aferinini kazanırlar. O bedbahtlar bana hakaret etmekle, güya Risale-i Nurun nüfüzunu kırıyor; şahsımı menba zannedip beni çürütmekle, Risale-i Nur sukut edecek gibi ahmakane bir zan ile şahsıma tecavüz oluyor.
_________________________________
Hâşiye 2: Bu, dünya çapındaki büyük şerefe ve en muazzam İslâmî hizmete, ancak yeni hükûmet mazhar olabilmiş; ve büyük bir anlayış göstererek, Risale-i Nurun matbaalarda 1956 senesinde basılmasına sebeb olmakla, Millet-i İslâmiyenin büyük bir teveccühünü kazanmakla, kuvvetini çok fazla arttırmak muvaffakıyetini elde etmiştir.
Ben de derim: Ey bana dinsizlik hesabına ihanet ve hakaret eden bedbahtlar! Kat'iyyen size haber veriyorum; yakında tövbe etmemek şartiyle, hiç çare-i halâs yok ki, ecel cellâdiyle sen, idam-ı ebedî ile ölüm darağacı ile asılacaksın! Şeraretli ruhun dahi ebedî bir haps-i münferitte mahkûm olmakla beraber, ehl-i îman ve ruhanilerin nefret ve lânetini kazanacaksın! Tövbe etmemek şartiyle, benim intikamım, senden, pek muzaaf bir suretde alınıyor bildiğimden, hiddet değil hatta sana acıyorum!..
Amma Risale-i Nurun, senin gibi sinekler kadar ehemmiyeti olmıyanların perde çekmesi, zerre kadar nüfuzunu kıramaz. Yüzbinler adam onunla îmanlarını kurtardıkları için, ruh-u canla hürmet ve perestiş ederler. Amma şahsımın teessürü ise, kat'iyyen size haber veriyorum ki; bir iki dakika asabiyetli bir teessüratıma mukabil, birden öyle bir teselli buluyorum ki, bin derece sizlerin hakaret ve ihaneti ziyadeleşse o teselliyi kıramaz. Çünkü, Risale-i Nurun keşf-i kat'isiyle, dinsizlik hesabına bize hücum edenler, ebedî azablar ve haps-i münferidde ve idâm-ı ebedî ile ihânetini gördükleri gibi; Risale-i Nurla îmanını kurtaran şâkirdleri, ölümle, terhis tezkeresi ve saadet-i ebediye vesikasını alıp, ebedî bir hürmet ve merhamet ve ikrama mazhar olacaklarını, feylesofları susturan binler hüccetlerle beyan etmişiz.
Hem bu Yeni Said, Eski Said gibi kendine hürmet ve teveccüh kazanmak ve şan u şeref bulmak, kat'iyyen aleyhindedir; kabul etmez. Onun için, yirmi senedir inzivayı tercih etmiş.
Eğer, asayiş ve idare hesabına nüfuzunu kırmak ve umumun nazarında çürütmek için yapıyorsanız, pek büyük bir hata ediyorsunuz... İki sene üç mahkeme, yirmi senelik hayatımın yüzyirmi eserinde, yüzyirmi bin Risale-i Nur şâkirdlerinden, mucib-i ihtilâl ve medar-ı mes'uliyet ve vatan ve millet aleyhinde hiçbir şey bulmadıklarına, beraetimizle ve Risale-i Nur eczalarının bütününü iade etmeleriyle gösterdiği cihetle, kat'iyyen size beyan ediyorum ki; dinsizlik hesabına bizi ezen sizler; vatan ve millet ve asayiş ve idare aleyhinde ve anarşilik lehinde ve müdhiş bir ecnebi hesabına beni sıkıştırıp, bir sarsıntı çıkarıp, o cereyanın müdahelesini istiyorsunuz... Onun için, bütün ihanet ve hakaretlerinize beş para kıymet vermem; asayişi idâme lehinde, sabır ve tahammüle karar verdim. Elbette dünya daimi olmadığı gibi, hâdisatı da fırtınalı, daima değişir. Bir kaç saat cinayetlerle, dünyevî ve uhrevî binler zakkum ve azab neticeleri var. O zaman, faidesiz yüzbinler teessüf diyeceksiniz! Ben, resmî makamata ve bizimle tam alâkadar vazifedarlara yazdığım gibi, sizin gibi bedbahtlara dahi derim:
Biz, Risale-i Nurla, bu memleketin ve istikbalinin en büyük iki tehlikesini defetmeye çalışıyoruz.. ve bilfiil çok emarelerle, hattâ mahkemede de kısmen isbat etmişiz.
Birinci tehlike: Bu memlekette, hariçten kuvvetli bir surette girmeğe çalışan anarşiliğe karşı sed çekmek.
İkincisi: Üçyüz elli milyon müslümanların nefretlerini kardeşliğe çevirmekle, bu memleketin en büyük nokta-i istinadını temin etmektir.
Afyon Emniyet Müdürüne derim ki: Müdür Bey! Dünyada, eski zamandanberi görülmemiş bu derece kanunsuz ve mânâsız ve maslahatsız tecavüzler bana geldiği halde neden aldırmıyorsunuz? Bir misali:
Câmiye, hâli zamanda, cemaat hayrına sahib olmak için, bazı bir iki adamdan başka kimseyi yanıma kabul etmediğim halde, resmen, «Kat'iyyen câmiye gitmiyeceksiniz!» deyip; bu gurbette, hastalık ve ihtiyarlık ve yoksulluk içinde bu ihanet hangi kanunladır? Hangi maslahat var? Haberim olmadan, caminin hâli bir yerinde iki üç tahta, bir kilimle beni üşütmemek fikriyle bir zatın yaptığı iki kişilik bir settare yüzünden, ehemmiyetli bir mes'ele şeklinde, hem bana, hem umum halka mânasız telâş vermek hangi kanunladır? Hangi maslahat var? Soruyorum.
Bana bu ihanetleri yapanların hiçbir bahaneleri yoktur. Yalnız teveccüh-ü âmmeyi bahane edip, bu menfi adama neden hürmet ediyorsunuz?.. Ben de derim:
Bütün dostlarım biliyorlar ki; ben, şahsıma karşı hürmeti ve teveccüh-ü âmmeyi istemiyorum, reddediyorum. Benim hakkımda başkalarının hüsn-ü zannını kabul etmediğim halde, hangi kanun beni mes'ul eder ki; ihtiyarım ve rızam haricinde, başkasının hüsn-ü zanniyle bana ihanet ediliyor. Farz-ı muhal olarak, bu teveccüh-ü âmme hakikat da olsa; vatana, millete faidesi var, zararı olmaz. Hem eğer, bir parçasını ben de kabul etsem; bu ihtiyarlık, hastalık, yoksulluk ve soğuk bir oda içerisinde, dehşetli bir haps-i münferitte, zarurî hizmetlerimi görmek için bir iki insanın dostluğunu kabul etmekliğimde hangi fenalık var? Hangi kanun bunu meneder? Bir iki işçi çocuktan başkasını benimle temas ettirmemek hangi kanunladır? O işçi çocuklar her vakit bulunmadığı için, kendim işimi göremiyorum. Bu dehşetli vaziyeti, elbette bu memlekette inzibat ve hükûmet ve idare adamları nazar-ı ehemmiyete almak borçlarıdır. Cidden alâkadar eder diye size beyan ediyorum.
Emirdağında bir tecrid-i mutlakta
SAİD NURSÎ
* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Çok Aziz Sıddık Bahtiyar Kardeşlerim;
Kızıl Rusyadan çıkarak, kızıl ateşler, kızıl kıvılcımlar saçan ve birer birer dünya şehrinin mahallelerini saran ve oraları yakıp kavuran; bazı yerlerde de nifak ve şikak ateşleri saçarak, kardeşine, «Kardeşini öldür!» diye bağıran; ve en nihayet de, Âlem-i Hıristiyaniyeti yakıp kavurup harman gibi savurduktan sonra, Âlem-i İslâm mahallesini saran; ve evimizin saçaklarına kıvılcımları sıçrayan; ve çok büyük ve çok dehşetli bir belâ olan komünizm gibi azîm bir yangına karşı itfaiye vazifesini üzerine alan Risale-i Nur, müslümanların ve beşerin en büyük ve yegâne tahassüngâhı ve en büyük melceidir
Ey Fahr-i Âlemin gösterdiği doğru yoldan şaşanlar! Dünyanın, fâni metalarına gururlanıp taşanlar! Ve ey «Dünyamıza zararı olur» korkusiyle nur-u Kur'andan kaçanlar! Küfr-ü mutlak ateşinin bizleri sardığı bir zamanda ancak ve ancak en müstahkem, en kavi ve yıkılmaz ve sarsılmaz bir tahkimat olan Risale-i Nurun nûranî siperlerine iltica etmekle ve onun daire-i kudsiyesine girmekle kurtulacaksınız... Ve idam-ı ebedî zannettiğiniz ölümü, bir hayat-ı bakiyeye tebdil edeceksiniz. Ve işte, o nurun mübarek tercümanının ve mübarek şahs-ı mânevisinin اَجِرْنَا وَاَجِرْ وَالِدَيْنَا وَاَجِرْ طَلَبَةَ رَسَآئِلِ النُّورِ وَوَالِدَيْهِمْ مِنَ النَّارِ ve emsali dualarının kabuliyle ve şefaatiyle ve Risale-i Nuru devamlı okumakla, ben, dehşetli mânevî hastalıklardan nasıl kurtulmuşsam, sizler de o mübarek daire-i kudsiyeye dehalet ettiğinizde dünyevî ve uhrevî dertlerden, ateşlerden kurtulacak ve evlâd ve iyalinizin bir nevi çobanı olmak hasebiyle o sevgililerinizi de kurtaracaksınız. Ve nurlara çalışmakla, herbirerleriniz, maddî ve manevî felâh ve saadete nail olacaksınız! Böyle olan milyonlarla Nur Talebeleri bu hakikata şahittirler.
Ey Nurcular! Allahın sizlere ihsan ettiği ezelî lütfuna karşı secde-i şükrandan başınızı kaldırmayınız! Gecenin soğuğuna aldırmayınız! Sizlere lûtfu hiçbir hususda esirgemiyen Rabb-ı Rahîme, gecenin bu mübarek saatlerinde kalkarak vazife-i şükrü eda ediniz. Ve bazıların düştüğü, istikbali düşünmek derdiyle maişeti sarsan hâdiseler karşısında titremeyiniz.. korkmayınız! Nurun kudsî kerâmât ve imdadını müşahede ediniz! Dünya fânidir. Binler sene yaşamak olsa, bâkî olan hayat-ı uhreviyenin yanında hiç-ender-hiç mesabesindedir. Fakat, fâni olmakla beraber, bâki hayatın bâki meyvelerini verecek bir mezraasıdır. Fırtınaların şiddeti, havanın dehşeti sizleri sarsmasın, korkutmasın. Bu mübarek mezraaya, en mübarek ve nuranî ve verimli ve bereketli olan nur tohumlarını ekiniz! Zira, «Eken biçer» atalarımızdan kalma mübarek bir sözdür.
Ey Nurcular! Din düşmanlarının hücumlarından kat'iyyen sarsılmayınız.. fütur getirmeyiniz.. çalışınız, çalışınız, çalışınız! Ve kat'iyyen inanınız ki, nurun şefaati, nurun duası, nurun himmeti sizleri kurtaracaktır!..
Kardeşiniz
Mustafa Osman
* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz Sıddık Kardeşlerim,
Geçen kışta bana karşı su-i kasdların, inâyet-i İlâhiyye ile ve duanız yardımiyle gelen sabır ve tahammülüm neticesinde akîm kalan plânı pek geniş bir tarzda olduğuna delil ise; bu yakında reisicumhur, Afyonda demiş: «Bu vilâyette dînî cihette bir karışıklık çıkacağını zannederdik.»
Demek, gizli komite beni sıkıştırmakla bir hâdise çıkarmak istiyordular. Bir ecnebi müdahelesi hesabına, ve müslümanlar ve vatandaşlar arasında, bütün bütün kanunsuz ve keyfî bir tarzda, damarıma şiddetle dokunan ihanetler ve sıkıntılarla tazibleri, onlara dünyada tam zarardır. Âhirette Cehennem ve sakar; ve bize, dünyada mükemmel sevab ve zafer; ve âhiretde, İnşâallah Cennet ve âb-ı kevseri kazandırır. Demek bu gizli plânı heyet-i vekile ve reis hissetmişdiler ki; buralarda umum me'murlar, hattâ vali ve kaymakam ve zabıta benimle görüşmekten kaçıyor, ürküyordular. Ben de hayret ederdim. Fakat, elimizde yalnız Nur bulunduğunu ve siyaset topuzu bulunmadığını zerre kadar aklı bulunanlar anladılar. Garibdir ki, en ziyade lehime çalışması lâzım olan bazı vazifedar, aleyhimizde istimâl ve istihdâm edildi.
Nurcular, çok ihtiyat ve dikkat ve temkinde bulunmanız lâzımdır. Çünki, manevî fırtınalar var; bazı dessas münafıklar her tarafa sokulur. İstibdad-ı mutlaka dinsizcesine taraftarken, hürriyet fırkasına girer; tâ onları bozsun ve esrarlarını bilsin, ifna etsin.
Hem Salâhaddinin, Asâ-yı Musayı Amerikalıya vermesi münasebetiyle deriz: «Misyonerler ve Hıristiyan ruhanileri, hem Nurcular, çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünki, her halde şimâl cereyanı; İslâm ve İsevî dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslâm ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak. Tabaka-i avama müsaadekâr ve vücub-u zekât ve hürmet-i riba ile, burjuvaları avâmın yardımına dâvet etmesi ve zulümden çekmesi cihetinde müslümanları aldatıp, onlara bir imtiyaz verip, bir kısmını kendi tarafına çekebilir.» Her ne ise, bu defa sizin hatırınız için kaidemi bozdum, dünyaya baktım.
SAİD NURSÎ
* * *
Bu sıkıntılı zamanda nefsim sabırsızlıkla beni tâciz ederken, bu fıkra onu tam susturdu; şükrettirdi. Size de faidesi olur diye leffen takdim edilen bu fıkra, başımın yanında asılı duruyor.
1- Ey nefsim! Yetmiş üç sene, yüzde doksan adamdan ziyade zevklerden hisseni almışsın. Daha hakkın kalmadı.
2- Sen, âni ve fâni zevklerin bekasını arıyorsun; onun için onun zevaliyle ağlamağa başlıyorsun. Kör hissiyatınla bu yanlışının tam tokadını yersin. Bir dakika gülmeye bedel on saat ağlıyorsun.
3- Senin başına gelen zulümler ve musibetlerin altında kaderin adaleti var. İnsanlar, senin yapmadığın bir işle sana zulüm ediyorlar. Fakat, kader senin gizli hatalarına binaen, o musibet eliyle seni hem terbiye, hem hatana kefaret ediyor.
4- Hem, yüzer tecrübenle, ey sabırsız nefsim! Kat'î kanaatın gelmiş ki; zâhiri musibetler altında ve neticesinde, inayet-i İlâhiyyenin çok tatlı neticeleri var. عَسَى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ
Çok kat'î bir hakikatı ders veriyor. O dersi daima hatıra getir. Hem, feleğin çarkını çeviren kanun-u İlâhî, senin hatırın için -o pek geniş kanun-u kaderî- değiştirilmez.
5- مَنْ اَمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ Kudsî düsturunu kendine rehber et! Hevesli akılsız çocuklar gibi, muvakkat, ehemmiyetsiz lezzetlerin peşinde koşma! Düşün ki; fâni zevkler, sana mânevî elemler, teessüfler bırakıyor. Sıkıntılar, elemler ise; bil'akis mânevî lezzetler ve uhrevî sevablar veriyor. Sen divane olmazsan, muvakkat lezzeti yalnız şükür için arayabilirsin. Zaten lezzetler şükür için verilmiş...
SAİD NURSÎ
* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz Muhterem Kardeşim;
Evvelâ; Zâtınızın, bir risale kadar câmi ve uzun ve müdakkikane hararetli mektubunuzu kemal-i merakla okudum. Peşin olarak size bunu beyan ediyorum ki; Risale-i Nurun üstadı ve Risale-i Nura Celcelutiye kasidesinde rumuzlu işârâtiyle pek çok alâkadarlık gösteren ve benim hakaik-i îmaniyede hususî üstadım,
«İmam-ı Ali» dir (R.A.) ve
قُلْ لآ اَسْئَلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا اِلأَّ اْلمَوَدَّةَ فِى اْلقُرْبَى
Âyetinin nassiyle, Âl-i Beytin muhabbeti, Risale-i Nurda ve mesleğimizde bir esasdır. Ve Vehhabilik damarı, hiçbir cihetle nurun hakikî şâkirdlerinde olmamak lâzım geliyor. Fakat, mâdem bu zamanda zındıka ve ehl-i dalâlet, ihtilâftan istifade edip ehl-i îmanı şaşırtıp ve şeairi bozarak, Kur'an ve îman aleyhinde kuvvetli cereyanları var; elbette bu müthiş düşmana karşı, cüz'î teferruata dâir medar-ı ihtilâf münakaşaların kapısını açmamak gerektir.
Hem, ölmüş insanları zemmetmeye hiç lüzum yok. Onlar, dâr-ı âhirette mahall-i ceyazaya gitmişler. Lüzumsuz zararlı, onların kusurlarını beyan etmek; emrolunan muhabbet-i Âl-i Beytin muktezası değildir ve lâzım da değildir diye, Ehl-i Sünnet Vel-Cemaat, Sahabeler zamanındaki fitnelerden bahs açmayı menetmişler. Çünki, Vak'a-i Cemelde, Aşere-i Mübeşşereden Zübeyr (R.A.) ve Talha (R.A.) ve Âişe-i Sıddîka (R.A.) bulunmasiyle, Ehl-i Sünnet Vel-Cemaat o harbi «İçtihad neticesi» deyip, «Hazret-i Ali (R.A.) haklı, öteki taraf haksız; fakat içtihad neticesi olduğu cihetle affedilir» derler.
Hem Vehhabîlik damarı, hem müfrit Râfizilerin mezhebleri İslâmiyete zarar vermesin diye, Sıffîn Harbindeki bâğilerden de bahs açmayı zararlı görüyorlar. Haccâc-ı Zâlim, Yezid ve Velid gibi heriflere, ilm-i kelâmın en büyük allâmesi olan Sa'deddin-i Teftazânî «Yezide lânet caizdir» demiş; fakat, lânet vacibdir dememiş; hayırdır ve sevabı vardır dememiş. Çünki: Hem Kur'ânı hem Peygamberi, hem bütün Sahabelerin kudsî sohbetlerini inkâr eden hadsizdir. Şimdi onlardan meydanda gezenler çoktur. Şer'an, bir adam hiç mel'unları hatıra getirmeyip lânet etmese, hiçbir zararı yok. Çünki, zem ve lânet ise, medih ve muhabbet gibi değil. Onlar, amel-i salihde dahil olamaz. Eğer zararı varsa, daha fena.
İşte; şimdi gizli münafıklar, Vehhabilik damariyle, en ziyade İslâmiyeti ve Hakikat-ı Kur'aniyeyi muhafazaya me'mur ve mükellef olan bir kısım hocaları elde edip, ehl-i hakikatı Alevilikle itham etmekle birbiri aleyhinde istimâl ederek, dehşetli bir darbeyi İslâmiyete vurmağa çalışanlar meydanda geziyorlar. Sen de bir parçasını mektubunda yazıyorsun. Hattâ sen de biliyorsun, benim ve Risale-i Nurun aleyhinde istimâl edilen en te'sirli vasıtayı hocalardan bulmuşlar. Şimdi, Haremeyn-i Şerifeyne hükmeden Vehhabiler ve meşhur dehşetli dâhilerden, İbn-i Teymiye ve İbn-ül Kayyım-ıl Cevzî'nin pek acib ve cazibedar eserleri, İstanbulda, çoktanberi hocaların eline geçmesiyle, hususan evliyalar aleyhinde ve bir derece bid'alara müsaadekâr meşreblerini kendilerine perde yapmak istiyen bid'alara bulaşmış bir kısım hocalar, sizin, muhabbet-i Al-i Beytden gelen ve şimdiki izharı lâzım olmıyan içtihadınızı vesile ederek, hem sana, hem nur şâkirdlerine darbe vurabilirler. Madem zemmetmemek ve tekfir etmemekte bir emr-i şer'i yok; fakat zemde ve tekfirde hükm-ü şer'i var. Zem ve tekfir eğer haksız olsa, büyük zararı var. Eğer haklı ise, hiç hayır ve sevab yok. Çünki, tekfire ve zemme müstahak hadsizdirler. Fakat zemmetmemek, tekfir etmemekte hiçbir hükm-ü şer'i yok, hiç zararı da yok.
İşte bu hakikat içindir ki; ehl-i hakikat, başta Eimme-i Erbaa ve Ehl-i Beytin, Eimme-i İsna-Aşer olarak Ehl-i Sünnetin mezkûr hakikata müstenid olan kanun-u kudsiyeyi kendilerine rehber edip, İslâmlar içinde o eski zaman fitnelerinden medar-ı bahs ve münakaşa etmeyi câiz görmemişler; menfaatsiz, zararı var demişler.
Hem o harblerde, çok ehemmiyetli Sahabeler nasılsa iki tarafta da bulunmuşlar. O fitneleri bahsetmekte, o hakikî Sahabelere Talha (R.A.), Zübeyr (R.A.) gibi Aşere-i Mübeşşereye dahi tarafgirâne bir inkâr, bir itiraz kalbe gelir. Hata varsa da, tövbe ihtimali kuvvetlidir. O eski zamana gidip; lüzumsuz, zararlı, şeriat emretmeden o ahvalleri tetkik etmekten ise; şimdi bu zamanda bilfiil İslâmiyete dehşetli darbeleri vuran ve binler lânete, nefrete müstahak olanlara ehemmiyet vermemek gibi bir halet, mü'min ve müdakkik bir zâtın vazife-i kudsiyesine muvafık gelemez. Hattâ, Sabri ile küçücük münakaşanız; hem Risale-i Nura, hakaik-i îmaniyenin intişarına ehemmiyetlei bir zarar verdiğini senden saklamam; aynı vakitte burada hissettim, müteessir ve müteellim oldum.
Sonra, senin gibi ehl-i tahkik bir âlimin, Risale-i Nura, oraca ehemmiyetli ve hizmete vesile olacak Sabrinin oraya gelmesi, ikinizden büyük bir hizmet-i nuriye beklerken, bil'akis üç cihetle Nura zarar geldiğini hissettim ve gördüm. Acaba neden bu zarar olmuş diye düşünürken, iki üç gün sonra haber aldım ki, Sabri, mânâsız ve lüzumsuz seninle münakaşa etmiş; sen de hiddete gelmişsin. Eyvah! dedim. «Ya Rab! Erzurumdan imdadıma yetişen bu iki zâtın münakaşasını müsalâhaya tebdil et» diye dua ettim. Risale-i Nurun İhlâs Lem'alarında denildiği gibi; şimdi ehl-i îman, değil müslüman kardeşleriyle belki Hıristiyanın dindar ruhanileriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilâf mes'eleleri nazara almamak, niza etmemek gerektir. Çünki küfr-ü mutlak hücum ediyor. Senin hamiyet-i dîniyen ve tecrübe-i ilmiyen ve Nurlara karşı alâkan sebebiyle, senden rica ediyorum ki; Sabri ile geçen macerayı unutmağa çalış; ve onuda affet ve helâl et. Çünki; o kendi kafasiyle konuşmamış; eskidenberi hocalardan işittiği şeyleri lüzumsuz münakaşa ile söylemiş.
Bilirsin ki, büyük bir hasene ve iyilik, çok günahlara kefaret olur. Evet, o hemşehrimiz Sabri, hakikaten Nura ve Nur vasıtasiyle îmana öyle bir hizmet eylemiş ki, bin hatasını affettirir. Sizin âlicenablığınızdan, o Nur hizmetleri hatırı için, dost bir hemşehri ve Nur hizmetinde bir arkadaş nazariyle bakmalısınız. Sahabelerin bir kısmı, o harblerde, adâlet-i izafiye ve nisbiye ve ruhsat-ı şer'iyyeyi düşünüp, tâbi olarak Hazret-i Alinin (R.A.) takip ettiği adâlet-i hakikiye ve azîmet-i şer'iyye ile beraber; zâhidane, müstağniyane, muktesidane mesleğini terkedip, muhalif tarafa bu içtihad neticesinde girdiklerini; hattâ, İmam-ı Alinin (R.A.) kardeşi Âkil ve Hibr-ül-ümme ünvanını alan Abdullah İbn-i Abbas dahi, bir vakit muhalif tarafında bulunduklarından, hakikî ehl-i Sünnet Vel-Cemaat, مِنْ مَحَاسِنِ الشَّرِيعَةِ سَدُّ اَبْوَابِ اْلفِتَنِ bir düstur-u esasiye-i şer'iyyeye binaen طَهَّرَ اللَّهُ اَيْدِيَنَافَلْنُطَهِّرُ اَلْسِنَتَنَا diyerek o fitnelerin kapısını açmayı ve bahsetmeyi caiz görmüyorlar. Çünki, itiraza müstehak bir kaç tane varsa, tarafgirlik damariyle büyük Sahabelere, hattâ muhalif tarafında bulunan Âl-i Beytin bir kısmına ve Talha (R.A.) ve Zübeyr (R.A.) gibi Aşere-i Mübeşşereden büyük zatlara itiraza başlar, zem ve adâvet meyli uyanır diye, Ehl-i Sünnet o kapıyı kapamak taraftarıdır. Hatta, Ehl-i Sünnetin ve İlm-i Kelâmın azîm imamlarından meşhur Sa'deddin-i Teftazâni, Yezid ve Velid hakkında tel'in-u tadliline cevaz vermesine mukabil; Seyyid-i Şerif-i Cürcâni gibi Ehl-i Sünnet vel-Cemaatin allâmeleri demişler: «Gerçi Yezid ve Velid zâlim ve gaddar ve fâcirdirler; fakat, sekeratta îmansız gittikleri gaybîdir ve kat'î bir derecede bilinmediği için, şahısların hakkında nass-ı kat'î ve delil-i kat'î bulunmadığı vakit, îmanla gitmesi ihtimali ve tövbe etmek ihtimaliyle öyle hususî şahsa lânet edilmez. Belki,
لَعْنَةُ اللَّهِ عَلَى الظَّالِمِينَ وَالْمُنَافِقِينَ
gibi umumî bir ünvan ile lânet caiz olabilir. Yoksa zararlı, lüzumsuzdur.» diye, Sa'deddin-i Teftazanîye mukabele etmişler.
Senin, müdakkikane ve âlimane mektubuna karşı uzun cevab yazmadığımın sebebi, hem ehemmiyetli hastalığım ve ehemmiyetli meşgalelerim içinde acele bu kadar yazabildim.
Kardeşiniz
SAİD NURSÎ
* * *
DAHİLİYE VEKİLİYLE HASBIHALDEN BİR PARÇADIR
........................................................................
Hiçbir tarihte ve zemin yüzünde emsali vukubulmıyan bir zulme ve on vecihle kanunsuz bir gadre ve tazyike hedef olmuşum. Şöyleki:
Hem, şiddetli sû-i kasd eseri olarak zehirlenmeden hasta; hem gayet zaif, yetmişbir yaşında ihtiyar; hem, kimsesiz, acınacak bir gurbette; hem, palto ve fanilâ ve pabucunu satmakla maişetini temin eden fakr-ı hal; hem, yirmibeş sene münzevî olmasından, binden ancak tam sâdık bir adam ile görüşebilen bir merdümgiriz, mütevahhiş; hem, yirmi sene hayatını ve eserlerini üç mahkeme ve Ankara ehl-i vukufu inceden inceye tetkikten sonra bil'ittifak beraetine ve eserleri vatana, millete zararsız olarak menfaatli olmasına karar verilmiş bir masum; hem, Eski Harb-i Umumîde ehemmiyetli hizmet etmiş bir evlâd-ı vatan; hem, şimdi bu milleti, bu vatanı, anarşilikten ve ecnebi ifsadlarından kurtarmak için, meydandaki tesirli âsâriyle bütün kuvvetiyle çalışan bir hamiyetperver; ve mahkemede yetmiş şahidle isbad edildiği gibi yirmibeş senede bir gazeteyi okumıyan, merak etmiyen ve yedi sene Harb-i Umumiye bakmıyan, sormayan, bilmeyen ve eserlerinde kuvvetli delillerle siyasetten bütün bütün alâkasını kestiğini isbat eden ve dünyanıza karışmadığını adliyeleriniz resmen itiraf ettiği bir zararsız adam; hem, âhiretine ve ihlâsına zarar gelmemek için şiddetle teveccüh-ü âmmeden kaçan ve kardeşlerinin onun hakkındaki hüsn-ü zanlarından ve medihlerinden çekinen, beğenmiyen bu bîçare Saide; başta Dâhiliye Vekili olan sen, Afyon Valisini ve Emirdağ zabıtasını musallat edip, hergün bir ay haps-i münferid azabını çektirmek ve tecrid-i mutlak içinde tek başiyle bir haps-i münferidde durmağa mecbur etmeğe, hangi maslahatınız iktiza eder? Hangi kanun bu dehşetli gadra müsaade eder diye, hukuk-u umumiyeyi muhafaza eden adliyenin yüksek dairesi vasıtasiyle dahiliye vekiline beyan ediyorum.
Zulmen bütün hukuk-u medeniyeden ve
insaniyeden ve yaşamak hakkından mahrum edilen
SAİD NURSÎ
* * *
Eski Dahiliye Vekili, Şimdi Parti Kâtib-i Umumisi Hilmi Bey
Evvelâ: Yirmi sene zarfında bir tek istida, Dahiliye Vekili iken sana yazdım. Fakat, yirmi senelik kaidemi bozmadım. Hem eski dahiliye vekili, hem şimdi kâtib-i umumî sıfatlariyle seninle konuşacağım.
Yirmi sene hükûmetle konuşmıyan; tek bir def'a hükûmet hesabına hükûmetin büyük bir rüknü ile konuşan adam, on saat kadar söylese azdır. Onun için siz, benimle konuşmayı bir iki saat müsaade ediniz.
Saniyen: Şimdi, partinin kâtib-i umumisi itibariyle size bir hakikatı beyan etmeye kendimi mecbur biliyorum. Hakikat da şudur:
Senin kâtib-i umumî olduğun Halk Fırkasının, millet karşısında gayet ehemmiyetli bir vazifesi var. O da şudur:
Bin senedenberi Âlem-i İslâmiyeti kahramanlığiyle memnun eden ve vahdet-i İslâmiyeyi muhafaza eden ve âlem-i beşeriyetin küfr-ü mutlaktan ve dalâletten şanlı bir surette kurtulmasına büyük bir vesile olan Türk Milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri. Eğer şimdi, eski zaman gibi kahramancasına Kur'ana ve hakaik-i imana sahip çıkmazsanız ve doğrudan doğruya hakaik-ı Kur'aniye ve imaniyeyi tervice çalışmazsanız; size kat'iyen haber veriyorum ve kat'î hüccetlerle isbat ederim ki: Âlem-i İslâmın muhabbet ve uhuvveti yerine, dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk Milletine bir adavet ve şimdi Âlem-i İslâmı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlûb olup, Âlem-i İslâmın kal'ası ve şanlı ordusu olan bu Türk Milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimaliden çıkan dehşetli ejderhanın istilâ etmesine sebebiyet vereceksiniz.
Evet, hariçte iki dehşetli cereyana karşı bu kahraman millet, Kur'an kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa, küfr-ü mutlakı, istibdad-ı mutlakı, sefahet-i mutlakı ve ehl-i namusun servetini serserilere ibahe etmesini âlet ederek, dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı durduracak; ancak, İslâmiyet hakikatiyle mezcolmuş, ittihad etmiş ve bütün mâzideki şerefini İslâmiyette bulmuş olan bu milletteki din kuvveti ve îman bütünlüğüdür.
Evet, bu milletin hamiyetperverleri, milliyetperverleri herşeyden evvel; bu mümteziç, müttehit milliyetin can damarı hükmünde olan hakaik-i Kur'aniyyeyi, terbiye-i medeniye yerine ikame etmek ve düstur-u hareket yapmakla o cereyanı durdurur, İnşâallah...
İkinci Cereyan: Eğer siz hamiyetperver, milletperver adamlar gibi, şimdiye kadar cereyan eden ve medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usulleri muhafazaya çalışıp, üç-dört şahsın inkılâb namındaki yaptıkları icraatı esas tutarak, mevcud haseneleri ve inkılâb iyiliklerini onlara verip; ve mevcud dehşetli kusurlar millete verilse; o vakit üç dört adamın üç-dört seyyiesi, üç-dört milyon seyyie olup, bu kahraman ve dindar milleti ve İslâm ordusu olan Türk Milletini, geçmiş asırlardaki milyarlar şerefli merhum ordularına ve milyonlarla şehidlerine ve milletine büyük bir muhalefet ve ervahına bir mânevî azab ve şerefsizlik olmakla beraber; o üç-dört inkılâbcı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücud bulan haseneleri, o üç-dört adama verilse, o üç-dört milyon iyilikler, üç-dört haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli kusurlara kefaret olamaz.
Salisen: Size karşı, elbette çok cihetlerde dahilî ve haricî muarızlar var. Eğer bu muarızlarınız hakaik-ı imaniye namına çıksaydı, birden sizi mağlûb ederdi. Çünki; bu milletin yüzde doksanı, bir senedenberi an'ane-i İslâmiye ile ruh ve kalb ile bağlanmış. Zâhiren, muhalif-i fıtratındaki emre itaat cihetiyle serfüru etse de kalben bağlanmaz.
Hem bir müslüman, başka milletler gibi değil. Eğer dinini bıraksa anarşist olur, hiçbir kayd altında kalamaz. İstibdad-ı mutlaktan, rüşvet-i mutlakadan başka hiçbir terbiye ve tedbirle idare edilmez. Bu hakikatın çok hüccetleri, çok misalleri var. Kısa kesip, sizin zekâvetinize havale ediyorum.
Bu asrın, Kur'ana şiddet-i ihtiyacını hissetmekte İsveç, Norveç, Finlandiyadan geri kalmamak size elzemdir. Belki onlara ve onlar gibilere rehber olmak vazifenizdir. Siz, şimdiye kadar gelen inkılâb kusurlarını üç-dört adamlara verip, şimdiye kadar umumî harb vesair inkılâbların icbariyle yapılan tahribatları -hususan an'ane-i diniye hakkında- tamire çalışsanız; hem size istikbalde çok büyük bir şeref ve ahirette büyük kusuratlarınıza kefaret olup, hem vatan ve millet hakkında menfaatli hizmet ederek, milliyetperver, hamiyetperver namına müstahak olursunuz.
Rabian: Mâdem, ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor ve mâdem siz de herkes gibi kabre koşuyorsunuz ve mâdem o kat'î ölüm, ehl-i dalâlet için idam-ı ebedidir. Yüzbin cemiyetçilik ve dünyaperestlik ve siyasetçilik onu tebdil edemez. Ve mâdem Kur'an, o idam-ı ebediyi, ehl-i iman için tehris tezkeresine çevirdiğini güneş gibi isbat eden Risale-i Nur elinize geçmiş ve yirmi senedenberi hiçbir feylesof, hiçbir dinsiz ona karşı çıkamıyor, bilâkis, dikkat eden feylesofları imana getiriyor. Ve bu oniki sene zarfında dört büyük mahkemeniz ve feylesof ve ulemadan mürekkeb ehl-i vukufunuz, Risale-i Nuru tahsin ve tasdik ve takdir edip, îman hakkındaki hüccetlerine itiraz edememişler. Ve bu millet ve vatana hiçbir zararı olmamakla beraber, hücum eden dehşetli cereyanlara karşı, Sedd-i Zülkarneyn gibi bir Sedd-i Kur'ani olduğuna, Türk Milletinden, hususan mekteb görmüş gençlerden yüzbin şahid gösterebilirim. Elbette benim size karşı bu fikrimi tam nazara almak ehemmiyetli bir vazifenizdir. Siz, dünyevî çok diplomatları her zaman dinliyorsunuz; bir parça da, âhiret hesabına konuşan benim gibi kabir kapısında, vatandaşların haline ağlayan bir bîçareyi dinlemek lâzımdır.
Bu istida, yirmi senedenberi hiç müracaat etmediğim halde, bir hiddet zamanında, bir defa olarak, beni tâzib eden Dahiliye Vekili Hilmi'ye hitaben yazılmış; bera-yı malûmat Afyon Emniyet Müdürüne gönderilmiş. Mânasız, lüzumsuz dört-beş defa bana sıkıntı verdiler; «Senin yazın böyle değil, kim sana böyle yazmış!» diye, resmen beni karakola çağırdılar. Ben de dedim:
«Böylelere müracaat edilmez.. yirmi sene sükûtum haklı imiş.»
Ey Emirdağ Hükûmeti ve zabıtası! Bu hasbıhali bir sene evvel yazmıştım; fakat vermedim, sakladım. Şimdi beş cihetle kanunsuz, beni hususî ikametgâhımda bir hizmetçiden men' ve müdahale etmeleri gibi, dünyada emsalsiz bir tarzda beni istibdad-ı mutlak altına alıyorlar. Kanun namına kanunsuzluk edenleri, insafa gelmek fikriyle izhar ediyorum.
* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz Sıddık Kardeşim, bu fâni dünyada hamiyetli ve ciddî bir arkadaşım,
Evvelâ: Bütün dostlarım ve hemşehrilerimden en ziyade zâtınız ve bazı Erzurumlu zatların benim bu işkenceli mazlumiyet hâletimde şefkatkârâne ciddî alâkadarlığınıza ve imdadıma fikren koşmanıza cidden çok minnettarım.. ve âhir ömrüme kadar unutmayacağım. Size bin Maşâallah ve Barekallah derim.
Saniyen: Mesleğime ve Risale-i Nur'dan aldığım dersime bütün bütün muhalif olarak ve on senedenberi fâni dünyanın geçici, ehemmiyetsiz hâdiselerine bakmamak olan bir düstur-u hayatıma da münafi olarak, sırf senin hatırın ve merak ettiğin ve bu defaki uzun mektubun için, vaziyetime ve zalimlerin işkencelerine ait birkaç maddeyi beyan edeceğim.
Birincisi: Otuz sene evvel Darül-Hikmette âza iken bir gün arkadaşımızdan ve Darül-Hikmet âzasından Seyyid Sadeddin Paşa dedi ki: Kat'î bir vasıta ile haber aldım; kökü ecnebide ve kendisi burada bulunan bir zındıka komitesi senin bir eserini okumuş, demişler ki: Bu eser sahibi dünyada kalsa, biz mesleğimizi yani zındıkayı (dinsizliği) bu millete kabul ettiremeyeceğiz.. bunun vücudunu kaldırmalıyız! diye, senin idamına hükmetmişler. Kendini muhafaza et. Ben de: «Tevekkeltü Alellah.. ecel birdir, tagayyür etmez» dedim.
İşte bu komite otuz sene belki kırk senedenberi hem tevessü' etti, hem benimle mücadelede herbir desiseyi istimal etti. İki defa imha için hapse ve onbir defa da beni zehirlemeye çalışmışlar. En son dehşetli plânları, sâbık Dahiliye Vekilini ve Afyon'un sâbık Valisini ve Emirdağı'nın sâbık Kaymakam Vekilini aleyhime sevketmeleriyle, resmî hükûmetin nüfuzunu bütün şiddetiyle aleyhimde istimal etmeleridir. Benim gibi zayıp, ihtiyar, merdümgiriz, fakir, garib, hizmete çok muhtaç bir biçareye o üç resmî memurlar, aleyhimde öyle bir propaganda yapmış ve herkesteki korku o dereceye varmış ki, bir memur bana selâm etse, haber aldıkları vakit değiştirdikleri için, casusluktan başka hiç bir memur bana uğramadığını ve komşularımın da bazıları korkularından hiç selâm etmediklerini gördüğüm halde, inayet ve hıfz-ı İlâhî bana bir sabır ve tahammül verdi. Emsalsiz bu işkence ve bu tazyik beni onlara dehalete mecbur etmedi.
..........................................................................
Üçüncüsü: İki sene, iki mahkeme ellerinde tetkik edilen bütün Risale-i Nur eczalarında kanunca bir vesile bulamayıp (Hâşiye) bizi ve Risale-i Nur'u beraet ettirdikten sonra, zındıka komitesi, münafık bazı memurları vesile ederek, merkez-i hükûmette resmî bir plân çevirip, bütün bütün hilâf-ı kanun olarak bütün dostlarımdan ve talebelerimden tecrid ve sıhhat ve hayatım noktasında en fena bir yerde, beni nefyetmek namı altında, haps-i münferid ve tecrid-i mutlak mânasında beni Emirdağı'na gönderdiler. Şimdi tahakkuk etmiş ki, iki maksatla bu muameleyi yapıyorlar.
Birisi: Eskidenberi ihaneti kabul etmediğimden, beni o surette hiddete getirip, bir mesele çıkararak mahvıma yol açmaktı. Bundan bir şey çıkaramadıkları için, zehirlendirmek vasıtasiyle mahvıma çalıştılar. Fakat, inayet-i İlâhiyye ile Nur şakirdlerinin duaları, tiryak gibi, panzehir gibi ve sabır ve tahammülüm tam bir ilâç gibi o plânı akîm bıraktı. O maddî ve mânevî zehirin tehlikesini geçirdi. Gerçi hiçbir tarihte hiçbir hükûmette bu tarz-
__________________________________________
Hâşiye: Ya; hiçbir cihetle hiçbir kanun, hattâ onların bazı keyfî kanunları bize ve Risale-i Nura ilişmiyorlar; veyahud şimdiki bazı kanunlar iliştiği halde, koca Adliyeler ve üç büyük mahkemeler, istikbalde gelecek şiddetli nefret ve lânetten çekinmek için, Nurun ve bizin mahkûmiyetimize cesaret edemeyip, ittifakla umumumuzun beraetine ve bütün Risale-i Nurun iadesine karar verdiler. Dağ gibi kuvvetli adliyeler çekindiği halde, muvakkat bir makam olan gaddar şahsiyetlerin bu zulmü yapmaları, elbette semavatı ve arzı kızdırıyor.. daha hiddetime lüzum kalmıyor.
da işkenceli zulümler kanun namına, hükûmet namına yapılmadığı halde; damarlarıma dokunduracak tarzda mütemadiyen tarassutlarla, herkesi ürkütmekle beni hiddete getiriyordu. Fakat birden kalbime ihtar edildi ki, bu zalimlere hiddet değil, acımalısın! Onların herbirisi, pek az bir zaman sonra, sana muvakkaten verdikleri azab yerinde bin derece fazla bâkî azablara ve maddî ve mânevî cehennemlere mâruz kalacaklar. Senin intikamın, bin defa ziyade onlardan alınır. Ve bir kısmı -aklı varsa- dünyada da kaldıkça geberinceye kadar vicdan azabı ve idam-ı ebedî korkusuyla işkence çekecekler. Ben de onlara karşı hiddeti terkettim, onlara acıdım, «Allah ıslah etsin,» dedim.
Hem, bu azab ve işkenceler pek büyük sevab kazandırmakla beraber, Risale-i Nur şakirdleri yerine ve onların bedeline benimle meşgul olup yalnız beni tâzib etmeleri, Nurculara büyük bir faide ve selâmetlerine hizmet olması cihetinde de Cenab-ı Hakka şükrediyorum. Ve müthiş sıkıntılarım içinde bir sevinç hissediyorum.
Dördüncüsü: Senin mektubunda, benim istirahatımı ve eğer iktidarım olsa benim Şam ve Hicaz tarafına gitmeme dair sizin hükûmet-i hazıraya müracaat maddesi ise...
Evvelâ: Biz, imanı kurtarmak ve Kur'âna hizmet için Mekke'de olsam da buraya gelmek lâzımdı. Çünkü, en ziyade burada ihtiyaç var. Binler ruhum olsa, binler hastalıklara mübtelâ olsam ve zahmetler çeksem, yine bu milletin imanına ve saadetine hizmet için burada kalmağa -Kur'ândan aldığım dersle- karar verdim ve vermişiz.
Saniyen: Bana karşı hürmet yerine hakaret görmek noktasını, mektubunuzda, «Mısır'da, Amerika'da olsa idiniz; tarihlerde hürmetle yâdedilecektiniz!» diye yazıyorsunuz.
Aziz, dikkatli kardeşim; biz, insanların hürmet ve ihtiramından ve şahsımıza ait hüsn-ü zan ve ikram ve tahsinlerinden, mesleğimiz itibariyle cidden kaçıyoruz. Hususan, acib bir riyakârlık olan şöhretperestlik ve cazibedar bir hodfüruşluk olan tarihlere şaşaalı geçmek ve insanlara iyi görünmek ise, Nur'un bir esası ve mesleği olan ihlâsa zıddır ve münafidir. Onu arzulamak değil, bilâkis şahsımız itibariyle ondan ürküyoruz. Yalnız Kur'ânın feyzinden gelen ve i'caz-ı mânevîsinin lemeatı olan ve hakikatlarının tefsiri bulunan ve tılsımlarını açan Risale-i Nur'un revacını ve herkesin ona ihtiyacını hissetmesini ve pek yüksek kıymetini herkes takdir etmesini ve onun pek zâhir mânevî kerâmatını ve iman noktasında, zındıkanın bütün dinsizliklerini mağlûp ettiklerini ve edeceklerini bildirmek, göstermek istiyoruz ve onu rahmet-i İlâhiyyeden bekliyoruz.
Şahsıma ait ehemmiyetsiz ve cüz'î bir maddeyi hâşiye olarak beyan ediyorum:
Madem Receb Bey ve Kara Kâzım, seninle dost ve zannımca eski Said'le de münasebetleri var, onlardan iyilik istemek değil, belki bana karşı, selefleri gibi mânasız, lüzumsuz tazyik ve zulme meydan vermesinler. Hakikaten buranın maddî ve mânevî havasiyle imtizaç edemiyorum. Sıkıntılarım pek fazla. İkametgâhımı, hem dışarıdan, hem içeriden kilitliyorum. Her cihetle yalnızım. Ve bir cihetle de; komşusuz, sıkıntılı bir odada, hasta bir halde hayatımı geçiriyorum. Bazan bir günü, Denizli'de bir ay hapisten fazla beni sıkmış. Bu yirmi sene dehşetli zulüm ile hürriyetime ve serbestiyetime ilişmek artık yeter! Zaten iki sene mahkemelerin tetkikatiyle ve aleyhimdeki münafıkların plânları akîm kalmasiyle kat'iyyen tebeyyün etmiş ki; şahsımda ve Nurlarda, bu vatan ve millete zarar tevehhüm etmekle daha kimseyi kandıramazlar. Ben de herkes gibi hürriyetime sahip olsam, belki tebdil-i hava için mutedil havası bulunan bu kazanın bazı köylerine gitmeme müsaadekâr bir iş'ar olsa münasip olur. Size ve oradaki Nur dostlarıma çok selâm ve dua ediyoruz.
اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى
SAİD NURSÎ
* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz Sıddık Kardeşlerim,
Maddî ve mânevî bir sual münasebetiyle hatıra gelen bir cevaptır.
Deniliyor ki: Neden Nur şakirdlerinin kuvvetli hüsn-ü zanları ve kat'î kanaatları, senin şahsın hakkında Nurlara daha ziyade şevklerine medar olan bir makamı ve kemâlâtı şahsına kabul etmiyorsun? Yalnız Risale-i Nur'a verip, kendini çok kusurlu bir hâdim gösteriyorsun?
Elcevab: Hadsiz hamd ve şükür olsun ki, Risale-i Nur'un öyle kuvvetli ve sarsılmaz istinad noktaları ve öyle parlak ve keskin hüccetleri var ki; benim şahsımda zannedilen meziyete, istidada ihtiyacı yoktur. Başka eserler gibi müellifin kabiliyetine bakıp, makbuliyeti ve kuvveti ondan almıyor. İşte meydanda, yirmi senedir kat'î hüccetlerine dayanıp, şahsımın maddî ve mânevî düşmanlarını teslime mecbur ediyor. Eğer şahsiyetim ona ehemmiyetli bir nokta-i istinad olsaydı, dinsiz düşmanlarım ve insafsız vurabilirdiler. Halbuki o düşmanlar, divaneliklerdinden, yine her nevi desiselerle beni çürütmeye ve hakkımda teveccüh-ü âmmeyi kırmağa çalıştıkları halde Nurları fütuhatına ve kıymetine zarar veremiyorlar. Yalnız bazı zaif ve yeni müştakları bulandırsa da vazgeçiremiyorlar.
Bu hakikat için, hem bu zamanda enaniyet ziyade hükmettiği için, haddimden çok ziyade olan hüsn-ü zanları kendime almıyorum. Ve ben, kardeşlerim gibi, kendi nefsime hüsn-ü zan etmiyorum. Hem kardeşlerimin bu biçare kardeşlerine verdiği makam-ı uhrevî, hakikî dinî makam ise; Mektubat'ta, İkinci Mektubun âhirindeki kaideye göre, «Şahsıma verdikleri mânevî hediye olan kemâlâtı, eğer hâşâ! Ben kendimi öyle bilsem, olmamasına delildir; kendimi öyle bilmesem, onların o hediyesini kabul etmemek lâzım geliyor.» Hem kendini makam sahibi bilmek cihetinde enaniyet müdahale edebilir.
Bir şey daha kaldı ki, dünya cihetinde hakaik-i imaniyenin neşrindeki vazifedar, makam sahibi olsa, daha iyi tesir eder denilebilir. Bunda da iki mâni var.
Birisi: Faraza velâyet olsa da; bilerek, isteyerek makam yapmak tarzında, velâyetin mahiyetindeki ihlâs ve mahviyete münafidir. Nübüvvetin vereseleri olan Sahabeler gibi izhar ve dâvâ edemezler; onlara kıyas edilmez.
İkinci Mâni: Pek çok cihetlerle çürütülebilir ve fâni ve cüz'î ve muvakkat ve kusurlu bir şahıs sahib olsa, Nurlara ve hakaik-i imaniyenin fütuhatına zarar gelir. Fakat bir nokta var ki, mucib-i şükrandır; ehl-i siyasetteki düşmanlarım, mezkûr hakikatları bilmedikleri için; şerefli, izzetli eski Said'i düşünüp, mütemadiyen Nurlar bedeline benim şahsıma ihanet ve tenkis etmekle meşgul oluyorlar. Bazı mutaasıb enaniyetli hocaları da şahsımın aleyhine çeviriyorlar; gûya Nurları söndürmeye çalışıyorlar. Halbuki, Nurları daha ziyade parlattırmaya vesile oluyorlar. Nurlar, âdi şahsımdan değil, Kur'ân güneşinin menbaından nurları alıyor.
........................................................................
SAİD NURSÎ
* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz Sıddık Kardeşlerim,
Bu şaşaalı baharın çiçeklerini temaşa etmek için, araba ile bir iki saat geziyorum. Hiç hayatımda görmediğim bir tarzda, bütün çiçekli otlar âdetin fevkinde bir tarzda büyümüş, çiçekler açmış, tebessümkârâne tesbihat edip, lisan-ı hal ile Sâni-i Zülcelâllerinin sanatını takdir ve alkışlıyorlar gibi hakkalyakîn hissettiğimden; hayat-ı dünyevîyeye müştak hissiyatım ve gafil ve tahammülsüz nefsim, bu halden istifade ederek, dünyadan nefret ve hastalıklı ve sıkıntılı hayattan usanmak ve berzaha gitmeye ve oradaki yüzde doksan dostlarını görmeye iştiyak cihetinde karar veren kalbime ve fânide bâkî zevk arayan nefsime itiraz geldi. Birden hissiyata da, damarlara da sirayet eden îman nuru, o îtiraza karşı gösterdi ki; madem toprak, bu kadar cemal ve rahmet ve hayat ve ziynetlere, maddi cihetinde mazhar olmasından hadsiz bir rahmetin perdesidir.. ve içine giren hiçbir şey başıboş kalmıyor, elbette, bütün bu zâhirî ve maddî ziynetlerin ve güzelliklerin ve hüsün ve cemal ve rahmet ve hayatın mânevî merkezlerinin ve bir kısım tezgâhlarının faal bir nev'i toprak perdesinin altında ve arkasındadır. Elbette, bu hamiyetli annemiz olan toprak altına girmek ve kucağına sığınmak ve o hakikî ve daimî ve mânevî çiçekleri seyretmek, daha ziyade sevilir ve iştiyaka lâyıktır diye, o kör hissiyatın ve dünyaperest nefsin itirazını tamamiyle izale ve defetti;
اَلْحَمْدُ لِلَّهِ عَلَى نُورِ اْلاِيمَانِ مِنْ كُلِّ وَجْهٍ dünyaperest nefsime de dedirtti.
SAİD NURSÎ
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz Sıddık Kardeşlerim,
Evvelâ: Seksen sene ibadetli bir ömrü bahtiyarlara kazandıran Ramazan-ı mübarekte, inşâallah Nur'un şirket-i mânevîsi o kazanca mazhar olacak. Bayrama kadar elden geldiği kadar, Nurcular ihlâs ile birbirinin dualarına mânevî âmin demeli ki, birisi o sekseni kazansa, herbiri derecesine göre hissedar olur. En zaif ve en ağır yükü bulunan bu hasta kardeşinize elbette mânevî yardım edersiniz.
Saniyen: Nurların erkânlarından bir-iki doktor, benim hastalığımın şiddetiyle beraber, o hâlis, sadık zatlara hastalık noktasında müracaat etmeyip ve ilâçlarını da yemeyip, çok ağır hastalıklar içinde onlara meşveret etmeyerek ve şiddet-i ihtiyacım ve elemlerin içinde yanıma geldikleri vakit, hastalığa dair bahis açmadığımdan endişeli bir merak onlara geldiğinden, sırlı bir hakikatı izhara mecbur oldum. Belki size de faidesi var diye yazıyorum.
Onlara dedim ki: Hem gizli düşmanlarım, hem nefsim, şeytanın telkiniyle zaif bir damarımı arıyorlar ki, beni onunla yakalayıp Nurlara tam ihlâs ile hizmetime zarar gelsin. En zaif damar ve dehşetli mâni, hastalık damarıdır. Hastalığa ehemmiyet verildikçe, hiss-i nefs-i cisim galebe eder. «Zarurettir, mecburiyet var» der, ruh ve kalbi susturur. Doktoru, müstebid bir hâkim gibi yapar. Ve tavsiyelerine ve gösterdiği ilâçlara itaate mecbur ediyor. Bu ise, fedakârâne ihlâsla hizmete zarar verir. Hem, gizli düşmanlarım da bu zaif damarımdan istifadeye çalışmışlar ve çalışıyorlar. Nasıl ki korku ve tama ve şan ü şeref cihetinde çalışıyorlar... (Çünki, insanın en zaif damarı olan korku cihetinde bir halt edemediler, idamlarına peş para vermediğimizi anladılar.)
Sonra, insanın bir zaif damarı, derd-i maişet ve tama cihetinde çok soruşturdular; nihayetinde o zaif damardan birşey çıkaramadılar. Sonra onlarca tahakkuk etti ki; onların mukaddesatını feda ettikleri dünya malı, nazarımızda hiç ehemmiyeti yok ve çok vukuatlarla onlarca da tahakkuk etmiş. Hattâ bu on sene zarfında yüz defadan ziyade, resmen, «Ne ile yaşıyor?» diye mahallî hükûmetlerden sormuşlar.
Sonra, en zaif bir damar-ı insaniye olan şan ü şeref ve rütbe noktasında, bana çok elîm bir tarzda, o zaif damarımı tutmak için; emredilmiş ihanetler, tahkirler, damara dokunduracak işkenceler yaptılar, hiçbir şeye muvaffak olamadılar. Ve kat'iyyen anladılar ki, onların perestiş ettiği dünyanın şan ü şerefini, bir riyakârlık ve zararlı bir hodfüruşluk biliyoruz. Onların fevkalâde ehemmiyet verdikleri hubb-u cah ve şan ü şeref-i dünyevîyeye beş para ehemmiyet vermiyoruz.. belki onları bu cihetle divane biliyoruz.
Sonra, bizim hizmetimiz itibariyle bizde zaif damar sayılan, fakat hakikat noktasında herkesin makbulü ve her şahıs onu kazanmağa müştak olan mânevî makam sahibi olmak ve velâyet mertebelerinde terakki etmek ve o nimet-i İlâhiyyeyi kendinde bilmektir ki, insanlara, menfaatten başka hiçbir zararı yok. Fakat, böyle benlik ve enaniyet ve menfaatperestlik ve nefsini kurtarmak hissi galabe çaldığı bir zamanda, elbette sırr-ı ihlâsa ve hiçbir şeye âlet olmamağa bina edilen hizmet-i imaniye, şahsî makam-ı mâneviyeyi aramamak iktiza ediyor. Harekâtında onları istememek ve düşünmemek lâzımdır ki, hakikî ihlâsın sırrı bozulmasın.
İşte bunun içindir ki; herkesin aradığı keşf ü kerâmâtı ve kemalât-ı ruhîyeyi, Nur hizmetinin haricinde aramadığımı, zaif damarlarımı tutmağa çalışanlar anladılar. Bu noktada dahi mağlûb oldular.
Umum kardeşlerimize birer birer selâm. Ve gelecek Leyle-i Kadir, herbir Nurcu hakkında seksen üç sene ibadetle geçmiş bir ömür hükmüne geçmesini, hakikat-ı Leyle-i Kadri şefaatçi ederek Rahmet-i İlâhiyyeden niyaz ediyoruz.
Kardeşiniz
SAİD NURSÎ
* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz Sıddık Kardeşlerim,
Evvelâ: Leyle-i Kadirde kalbe gelen pek uzun ve geniş bir hakikata pek kısaca bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Nev-i beşer, bu son harb-i umumînin eşedd-i zulüm ve istibdadiyle ve merhatemiz tahribatiyle ve bir düşmanın yüzünden yüz mâsumu perişan etmesiyle ve mağlûbların dehşetli me'yusiyetleriyle ve galiblerin dehşetli telâş ve hâkimiyetlerini muhafaza ve büyük tahribatlarını tamir edememelerinden gelen dehşetli vicdan azablarıyla; ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat olması ve medeniyet fantaziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olması umuma görünmesiyle; ve fıtrat-ı beşeriyedeki yüksek istidâdâtın mahiyet-i insaniyesinin umumî bir surette dehşetli yaralanmasiyle ve ebedperest hissiyat-ı bâkiye ve fıtrî aşk-ı insaniyenin heyecan içinde uyanmasiyle; ve gaflet ve dalâletin en sert sağır olan taibatın, Kur'ânın elmas kılıcı altında parçalanmasiyle; ve gaflet ve dalâletin en boğucu, aldatıcı, en geniş perdesi olan siyasetin, rûy-u zeminde pek çirkin, pek gaddarâne hakikî sureti görünmesiyle; ve elbette hiçbir şüphe yok ki; Şimalde, Garbde, Amerika'da emareleri göründüğüne binaen, nev-i beşerin mâşuk-u mecazîsi olan hayat-ı dünyevîyesi böyle çirkin ve geçici olmasından, fıtrat-ı beşerin hakikî sevdiği ve aradığı hayat-ı bâkıyeyi bütün kuvvetiyle arayacak.. ve elbette hiç şüphe yok ki; binüçyüz altmış senede, her asırda üçyüz elli milyon şâkirdi bulunan ve her hükmüne ve dâvâsına milyonlar ehl-i hakikat tasdik ile imza basan; ve her dakikada milyonlar hafızların kalbinde kudsiyet ile bulunup, lisanlariyle beşere ders veren ve hiçbir kitabda emsali bulunmayan bir tarzda, beşer için hayat-ı bâkiyeyi ve saadet-i ebedîyeyi müjde verip, bütün beşerin yaralarını tedavi eden Kur'ân-ı Mucizül-Beyanın şiddetli, kuvvetli ve tekrarlı binler âyâtıyla, belki sarihan ve işareten onbinler defa dâvâ edip, haber verip, sarsılmaz kat'î deliller ile şüphe getirmez hadsiz hüccetlerle, hayat-ı bâkiyeyi kat'iyyetle müjde ve saadet-i ebediyyeyi ders vermesi, elbette nev-i beşer bütün aklını kaybetmezse ve maddî ve mânevî bir kıyamet başlarında kopmazsa; İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere'nin Kur'ânı kabule çalışan meşhur hatibleri ve Din-i Hakkı arayan Amerika'nın çok ehemmiyetli dinî cemiyeti gibi ruy-u zeminin kıt'aları ve hükûmetleri Kur'ân-ı Mucizül-Beyanı arayacaklar ve hakikatlarını anladıktan sonra bütün ruh-u canlariyle sarılacaklar. Çünkü bu hakikat noktasında katiyyen Kur'ânın misli yoktur ve olamaz! Ve hiçbir şey bu Mucize-i Ekberin yerini tutamaz!..
Saniyen: Madem Risale-i Nur, o Mucize-i Kübra'nın elinde bir elmas kılınç hükmünde hizmetini göstermiş ve en muannid düşmanları teslime mecbur etmiş. Hem kalbi, hem ruhu, hattâ hissiyatı tam tenvir edecek ve ilâçlarını verecek bir tarzda, hazine-i Kur'âniyyenin dellâllığını yapan ve ondan başka me'haz ve mercii olmayan, bir mucize-i mânevîyesi bulunan Risale-i Nur, o vazifeyi yapıyor ve aleyhinde dehşetli propagandalar ve gayet muannid zındıklara tam galebe çalmış ve dalâletin en kalın ve boğucu ve geniş daire-i âfâkında ve fennin en geniş perdelerinde, Asâ-yı Musadaki, Meyvenin Altıncı Meselesi ve Birinci ve İkinci, Üçüncü ve Sekizinci Hüccetleriyle gayet parlak bir tarzda gafleti dağıtıp, nur-u tevhidi göstermiş. Elbette bizlere lâzım ve millete elzemdir ki; şimdi resmen izin verilen din tedrisatı için hususî dershaneler açılmasına ve izin verilmesine binaen, Nur şâkirdleri, mümkün olduğu kadar her yerde küçücük bir dershane-i Nurîye açmak lâzımdır. Gerçi, herkes kendi kendine bir derece istifade eder. Fakat herkes, her mes'elesini tam anlamaz. Hem iman hakikatlarının izahı olduğu için, hem ilim, hem marifetullah, hem ibadettir.
Eski medreselerde beş-on seneye mukabil, İnşâallah Nur medreseleri beş-on haftada aynı neticeyi temin edecek. Ve yirmi senedir ediyor. Ve hem hükûmet ve millet ve vatan, hem hayat-ı dünyevîyesine ve siyasîyesine ve uhrevîyesine pek çok faidesi bulunan bu Kur'ân lemeatlarına ve dellâlı bulunan Risale-i Nur'a, değil ilişmek, tamamiyle terviç ve neşrine çalışmaları elzemdir ki, geçen dehşetli günahlara keffaret ve gelecek müthiş belâlara ve anarşistliğe bir sed olabilsin.
Kardeşlerim, merak etmeyiniz. Ve Nurun fevkalâde perde altındaki fütuhatına kanaat ediniz. Şimdiye kadar hiçbir eserin böyle ağır şerait altında, bu derece tesirli intişarını tarih göstermiyor. Hem, tam serbestiyet verilmemesinin sebebi ve hikmeti, Nurların fevkalâde kuvvetinden kokruyorlar; belki sarsıntı verecek diye, tam takdir ve kabul etmek ile beraber, şimdilik resmen intişarından telâş ettiklerini, diyanet reisi büyük reisle görüşmesinde haber alınmış. Eski gibi hücum yok, belki müsalâha istiyorlar. Fakat, Nurlar lehinde kuvvetli cereyanlar, İnşâallah o telâşı, iştiyakla resmen neşrine çevirecek.
Hem çok enaniyetliler, eserlerini terviç etmek için, Nurların meydana çıkmalarına kıskanmak damariyle taraftar olmuyorlar.
Salisen: Risale-i Nur; hacılarla hariç Âlem-i İslâma yayılıyor; kendi kendini lâyık ellere yetiştiriyor. Ve Şam'a el yazısiyle gönderdiğimiz Asa-yı Musa ve Zülfikar'ı hey'et-i ilmiye onbeş gün tetkik etmiş; tam takdir etmelerine alâmet olarak demişler: «Biz bunu mecmualar halinde kısım kısım tâbedelim, hem bunu birden tâbetmeye çok para lâzım.»
SAİD NURSÎ
* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz Sıddık Kardeşlerim,
Evvelâ; Size, hem acib, hem elîm, hem lâtif bir macera-yı hayatımı ve düşmanlarımın hem şenî, hem bin ihtimalden bir tek ihtimal ile hiçbir şeytan hiçbir kimseyi kandıramadığı bir iftiralarını ve Nur'a karşı istimal edilecek hiçbir silâhları kalmadığını beyan etmeye bir münasebet geldi. Şöyle ki:
Tarih-i hayatımı bilenlere malûmdur. Ellibeş sene evvel, ben yirmi yaşlarında iken, Bitlis'te, merhum Vali Ömer Paşa hanesinde iki sene onun ısrariyle ve ilme ziyade hürmetiyle kaldım. Onun altı adet kızları vardı. Üçü küçük, üçü büyük. Ben, üç büyükleri iki sene beraber bir hanede kaldığımız halde, birbirinden tefrik edip tanımıyordum. O derece dikkat etmiyordum ki bileyim. Hattâ bir âlim misafirim yanıma geldi, iki günde onları birbirinden farketti, tanıdı. Herkes bendeki hale hayret ederek bana sordular: «Neden bakmıyorsun?» Derdim: «İlmin izzetini muhafaza etmek beni baktırmıyor.»
Hem kırk sene evvel İstanbul'da, Kâğıthane şenliğinin yevm-i mahsusunda, köprüden tâ Kâğıthaneye kadar, Haliç'in iki tarafında binler açık saçık Rum ve Ermeni ve İstanbullu karı ve kızlar dizildikleri sırada, ben ve merhum mebus Molla Seyyid Tâhâ ve mebus Hacı İlyas ile beraber bir kayığa bindik. O kadınların yanlarından geçiyorduk. Benim hiç haberim yoktu. Halbuki, Molla Tâha ve Hacı İlyas beni tecrübeye karar verdikleri ve nöbetle beni tarassut ettiklerini bir saat seyahat sonunda itiraf edip, dediler: «Senin bu haline hayret ettik, hiç bakmadın!» Dedim: «Lüzumsuz, geçici, günahlı zevklerin âkıbeti elemler, teessüfler olmasından istemiyorum.»
Hem, bütün tarih-i hayatımda hediyeleri kabul etmek ve minnet altına girip, halkın sadaka ve ihsanlarını almaktan çekindiğimi, benim ile arkadaşlık edenler bilirler. Nurların ve hizmet-i imaniye ve Kur'âniyenin şerefini ve selâmetini himaye etmek için, dünyanın maddî ve içtimaî ve siyasî bütün ezvakını ve merakını terkettiğim ve idam gibi ehl-i garazın bütün tehditlerine beş para ehemmiyet vermediğim, yirmi sene işkenceli esaretimdeki iki dehşetli hapislerimde ve mahkemelerimde kat'î göründü.
İşte, yetmişbeş sene devam eden bu düstur-u hayatım varken, Risale-i Nur'un fevkalâde kıymetini kırmak fikriyle şeytanların bile hatır ve hayâline gelmeyen bir iftira, resmî makamı işgal eden bir adam yaptı. Ve demiş: «Gecede tablalarla baklavalar, fâhişe ve namussuzlar yanına gidiyorlar!» Halbuki benim kapım; gecede, dışarıdan ve içeriden kilitli, sabaha kadar bir bekçi o bedbahtın emriyle kapımı bekliyordu.
Hem buradaki komşular ve bütün dostlar bilirler ki, ben, işa namazından sonra tâ sabaha kadar hiç kimseyi yanıma kabul etmemişim.
İşte böyle bir iftiraya, bir sefih ahmak insan, eşek olsa, sonra şeytan olsa buna ihtimal vermez. O adam anladı, o gibi plânlardan vazgeçti; buradan başka yere cehennem olup gitti. Onun, resmiyet cihetiyle beni değil, belki Nurcuları lekedar etmek için kurduğu plânı ile bu yeni hâdiseyi vesile edip, şâkirdlere leke sürmek istenildi. Fakat, hıfz ve himayet ve inâyet-i İlâhiyye, o plânı da hârika bir tarzda akîm bıraktı. Bu beyanla, ben nefsimi tebrie etmiyorum; belki kudsî hizmet-i imaniye, o nefsi bütün hevesatından vazgeçirmiş ve o hizmetteki mânevî zevk ona kâfi geliyor, demek istiyorum. Ve Nurcuların, ihtiyat ve dikkate ihtiyaçlarını beyan ediyorum.
Saniyen: Makine işinde tecrübeli ve muktedir, hususî katibi size gönderiyorum; kendim zahmetle yazdığımdan, bundan sonra kısaca yazacağım, gücenmeyiniz.
...........................................................................
Rabian: Bu dakikada Kastamonu Hüsrevi Mehmet Feyzi'nin tebrik ve Nur fütuhatının müjdelerini havi parlak güzel mektubunu aldım. Ve o kıymetli kardeşimiz başta olarak, Hilmi, Emin, Beş Kardeşlere, Zehralar, Lütfiyeler, Ulviyeler gibi Nurcu hemşirelerimizi hem leyali-i aşerelerini, hem bayramlarını ruh-u canımızla tebrik ediyoruz. Hem Hulusi'nin, hem Feyzi'nin mektublarını leffen gönderiyoruz.
SAİD NURSÎ
* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz Sıddık Kardeşlerim,
Evvelâ: Umum Nurcuların mübarek bayramlarını ve Haccül-Ekberde bulunan Nur şâkirdleriyle ve Hacdaki Nur taraftarlarının bayramlarını tebrik içinde ve çok zamandanberi esaret altında kalmış ve istiklâliyetini kaybetmiş Hindistan, Arabistan gibi Âlem-i İslâmın büyük memleketleri birer devlet-i İslâmiye şeklinde; Hind'de yüz milyon bir devlet-i İslâmiye, Cava'da elli milyondan ziyade bir devlet-i İslâmiye ve Arabistan'da dört-beş hükûmet, bir cemahir-i müttefika gibi, Arap birliği ile İslâm birliğinin birleşmesindeki Âlem-i İslâmın bu büyük bayramının mukaddemesini tebrik ile, bu bayram bize müjde veriyor.
Saniyen: İstanbul'da Re'fet Beyin ve Mustafa Orucun yazdıklarına göre, çok zaman İslâm ordusunu idare eden ve sonra Darülfünuna inkılâb eden Harbiye Nezareti ve Bâb-ı Seraskerî, o muazzam binanın alnında
اِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُبِينًا . وَيَنْصُرَكَ اللَّهُ نَصْرًا عَزِيزًا
hatt-ı Kur'ân ile o mânidar Kur'ân Âyeti yazılmışken, sonra da mermer taşlarla üzeri kapatılıp o Nurları gizlemişlerdi. Şimdi yeniden Hatt-ı Kur'âniyyeye bir nümune-i müsaade ve Risale-i Nur'un takib ettiği maksadına bir vesile ve üniversite ileride bir Nur Medresesi olmasına bir işaret olduğu gibi, Denizli Nurcularından Ahmed'lerin, meşhur âlim ve akılca On Dokuzuncu Asrın en büyüğü ve içtimaî feylesofların en ilerisi Bismark'ın eserinden aldıkları bir fıkrada, o yüksek Bismark eserinde diyor ki: «Kur'ânı her cihetle tetkik ettim, her kelimesinde büyük bir hikmet gördüm. Bunun misli ve beşeriyeti idare edecek hiçbir eser yoktur ve gelemez» ve Peygambere hitaben der:
«Ya Muhammed, Sana muasır olamadığımdan çok müteessirim. Beşeriyet, Senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bâdema göremiyecektir. Binaenaleyh, Senin huzurunda kemal-i hürmetle eğilirim.»
BİSMARK
diye imzasını atmış. Ve o fıkrasında tahrif ve nesholunan Kütüb-ü Münzeleyi ziyade tenkis için o cümleler yazılmamalı. Ben de işaret ettim.
O zat, On Dokuzuncu Asrın en akıllı ve en büyük bir feylesofu ve siyasetin ve içtimaiyat-ı beşeriyenin en mühim bir şahsiyeti olması, hem Âlem-i İslâm, istiklâliyetini bir derece elde etmesi ve ecnebi hükûmetlerin hakaik-i Kur'âniyeyi araması ve garp ve şimal-i garbîde Kur'ân lehinde büyük cereyan bulunması; hem Amerika'nın en yüksek ve meşhur feylesofu olan Mister Karlayl dahi aynen Bismark gibi demiş: «Başka kitaplar hiçbir cihette Kur'âna yetişemez, hakikî söz odur. Onu dinlemeliyiz» diye kat'î karar vermesi ve Nurların da her tarafta fütuhatı ve ileri gitmesi büyük bir fâl-i hayırdır ki, ecnebide çok Bismark ve Mister Karlayl'ler çıkacaklar ve emareleri de var diye, Nurculara bir bayram hediyesi olarak takdim ediyoruz ve Bismark'ın fıkrasını leffen gönderiyoruz.
...................................................................................
Saniyen: Risale-i Nur'un bu kadar muarızlarına mukabil en büyük kuvveti ihlâs olduğundan ve dünyanın hiçbir şeyine âlet olmadığı gibi, tarafgirlik hissiyatına bina edilen cereyanlara, hususan siyasete temas eden cereyanlarla alâkadar olmaz. Çünkü tarafgirlik damarı ihlâsı kırar, hakikatı değiştirir. Hattâ benim otuz senedenberi siyaseti terkettiğime sebeb; mübarek bir âlim, takib ettiği cereyanın tarafgirlik damarı ile sâlih ve büyük bir âlimi, onun fikrine muhalif olmasından, tekfir derecesinde tahkir edip; kendi fikrine muvafık meşhur ve mütecaviz bir münafığı gayet medih ve sena etti. Ben de bütün ruhumla ürktüm. Demek, tarafgirlik hissine siyasetçilik karışsa, böyle acib hatâlara sebebiyet veriyor diye اَعُوذُ بِالَّلهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ dedim. O zamandanberi siyaseti terkettim. O halimin neticesi olarak, sizin gibi kardeşlerim bilirsiniz ki; yirmi beş senedenberi bir gazeteyi ne okudum, ne dinledim ve ne de merak ettim. Ve on sene Harb-i Umumîye bakmadım, bilmedim ve merak etmedim. Ve yirmi iki sene bu işkenceli esaretimde, tarafgirliğe ve siyasete temas etmemek için ve Nur'daki ihlâsa zarar gelmemek için, müdafaatımdan başka istirahatım için hiç müracaat etmediğimi bilirsiniz.
Hem bilirsiniz ki; hapisteki size yazdığım gibi, benim idamına hükmeden adamlar, beni işkenceyle tâzib edenler Risale-i Nur ile imanlarını kurtarsalar, şahit olunuz ki, ben onları helâl ediyorum. Ve tarafgirlik damariyle ihlâsa zarar gelmemek için, bu iki-üç senede, dahilden ve hariçten gelen fırtınalı cereyanlara hiç temas etmedik ve kardeşlerimi de bir derece ikaz ettim.
Bilirsiniz ki; kendim sadaka ve yardımları kabul etmediğim gibi, öyle yardımlara da vesile olamadığımdan, kendi elbisemi ve lüzumlu eşyamı satıp, o para ile kendi kitablarımı yazan kardeşlerimden satın alıyordum. Tâ, Risale-i Nur'un ihlasına dünya menfaatleri girmesin, bir zarar vermesin ve başka kardeşler de ibret alıp, hiçbir şeye âlet edilmesin. Nur'un hakikî şâkirdlerine, Nur kâfidir; onlar da kanaat etsin, başka şereflere veya mânevî maddî menfaatlere gözünü dikmesin.
Hem; münakaşa, münazaa ve mesail-i dinîyede damarlara dokunacak tarafgirane mübahese etmemek lâzımdır ki, Nur aleyhinde garazkârlar çıkmısın. Hattâ, bir hiss-i kablelvuku ile, Mustafa Oruç kardeşimizin, Risale-i Nur'un mesleğine muhalif olarak birisiyle mübahesesi, aynı dakikada ona gayet hiddet ve şiddetle bir gücenmek kalbe geldi. Hattâ o, Nurdan kazandığı çok ehemmiyetli makamından atmak arzusu oldu. Kalben müteessir oldum. Bu, benim için bir Abdurrahmandı.. neden böyle şiddetli hiddet ettim?!
Sonra bu bayramda yanıma geldi. Cenab-ı Hakka şükür ki, çok ehemmiyetli bir ders dinledi ve o büyük hatâsını da anladı. Ve benim burada hiddetimin aynı dakikada hatâsını itiraf etti. İnşâallah o kefaret oldu, tam temiz olarak kurtuldu.
Dört-beş aydanberi bir zat, bana buraya bir gazete gönderiyormuş. Ben yeniden haber aldım ki bana gönderilmiyormuş. Buradaki dostlarım âdetimi bildikleri içindir ki, değil gazete, Nur'dan başka hiçbir kitabı, hiçbir mecmuayı kabul etmediğim gibi, yeni yazıdan hiçbir harf bilmediğim için korkmuşlar, bana haber vermemişler ve göstermemişler. Şimdi bir zat -bir mektup içinde bir sahifesi benimle konuşan- bir gazetecinin, fakat dost ve hemşehri bir zatın mektubun gösterdi. Dediler ki: Çoktanberi senin nâmına bir gazete gönderiyordu, biz korktuk, sana söylemedik. Ben de dedim:
O zata benin tarafımdan çok selâm ediniz. O dostum, eski bildiği Said değişmiş; dünya ile alâkası kesilmiş; hem hasta, hem hususî mektubu kardeşime de yazamadığımdan, o zat gücenmesin. Oradaki umum dostlara, hususan Hâfız Emin ve Hâfız Fahreddin gibi kardeşlerimize selâm ve bayramlarını tekrar tebrik ediyoruz...
Hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur, Haremeyn-i Şerifeynce makbuliyetine bir âlamet şudur ki: Denizli kahramanı Hâfız Mustafa, İstanbul'dan aldığı «Zülfikâr» ve «Asa-yı Musa» ve «Siracınnur» u -ki Hindistan ulemasına gönderilecekti- onları alıp, yolda bazı hacılara okutup, beraber Medine-i Münevvere'de, Keşmirli gayet meşhur bir âlim ve Türkçeyi de güzel bilen bir zâta teslim etmiş. O zat da çok takdir edip kat'î teminat ile Hindistan ulemasının merkezine göndereceğini ve Medine-i Münevvere'ye mahsus olan mecmualar da yetiştiğini vesair yerlere de gönderilen mecmualar selâmetle yetiştiğini, Denizlili Hâfız Mustafa'ya arkadaş olup ve yolda Nurları okuyarak giden, hem genç hem Nurcu iki Afyonlu Hacı ve başka hacılar bu müjdeli haberi bana getirdiler. Ve hariçte, Risale-i Nur'un ehemmiyetli revacını ve makbuliyetini müjdelediler.
SAİD NURSÎ
* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz Sıddık Kardeşlerim,
Siz hiç merak etmeyiniz... Bu yirmi sene yüzer tecrübe ile, inayet-i İlâhiyye bizi himaye ettiği ve dehşetli zulümlerden kurtardığı gibi, bu yeni, mânasız ve bütün bütün kanunsuz, dehşetli, gaddârâne zulümden bizi kurtaracağına kat'î kanaat etmeliyiz. Şayet bir parça sıkıntı, zahmet, zarar da görsek, binler derece o zahmetten ziyade rahmet ve ihsan-ı İlâhiyyeye ve sevaba mazhar olmakla beraber, pek çok biçare ehl-i imanın imanlarına başka bir tarzda, bir kudsî hizmet hükmüne geçtiğini Rahmet-i İlâhiyyeden pek kuvvetli ümit ediyoruz. Bu hâdisenin on vecihle kanunsuz olduğunu beyan ediyorum.
Birincisi: Üç mahkeme ve üç ehl-i vukufun ve Ankara'nın yedi makamatının ve adliyelerin elinde iki sene Risale-i Nur tetkikle nazardan geçtiği halde, ittifakla, hiçbir muhalif kalmadan hem umum risalelerin beraetine, hem Said'le beraber yetmişbeş arkadaşiyle birlikte beraet edildiği ve bir gün bile ceza verilmediği halde, yeniden evrak-ı muzırra gibi onlara el uzatmak, ne derece kanunsuzdur; zerre kadar insafı olan bilir.
İkincisi: Dersiniz ki: Beraetten sonra üç buçuk sene Emirdağ'da münzevî, garib, kapısını hem dışarıdan kilit, hem içeriden sürgü ile kapayan ve yüzde bir adamı, zarurî bir iş olmazsa yanına kabul etmeyen; ve yirmi senedenberi devam eden te'lifini de bırakıp daha te'lif etmeyen bir adama, dünya siyaseti için kapısının kilidini kırarak yanına gelip, Arabî evradından ve başındaki bir iki levha-i imaniyeden başka taharriciler bir şey bulamadıkları halde, bu eziyetin ne derece hilâf-ı kanun olduğunu zerre kadar aklı bulunan anlar!
Üçüncüsü: Mahkemece yetmiş şâhidin tasdikiyle, yedi sene İkinci Harb-i Umumîyi bilmeyen ve merak edip sormayan; -ki şimdi on senedir aynı o halde bulunan- ve yirmi beş senedenberi hiçbir gazeteyi okumayan ve dinlemeyen ve otuz senedenberi اَعُوذُ بِالَّلهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ deyip, siyasetten bütün kuvvetiyle kaçan; ve yirmi iki sene işkenceli sıkıntılar çektiği halde, ehl-i siyasetin nazar-ı dikkatini kendine celbetmemek ve siyasete karışmamak için, bir defa istirahati için hükûmete müracaat etmeyen bir adama, dehşetli bir siyasî gibi (siyasî entrikacısı gibi) onun menzilini ve inzivagâhını basıp hasta halinde emsalsiz bir sıkıntı ruhuna vermek, hiçbir kanuna muvafık gelir mi? Zerre kadar vicdanı bulunan bu hale acıyacak.
Dördüncüsü: Eskişehir Mahkemesinde altı ay tetkikten sonra ve sebebi de cemiyetçilik ve tarikatçalık olduğu evham ve bahanesiyle, büyük bir reisin ona şahsî garaz ile, onun aleyhinde bazı adliyecileri teşvik ettiği halde; cemiyetçilik tarikatçılık ve Risale-i Nur cihetinde beraet ettirip; yalnız Risale-i Nur'un bir küçücük parçası olan «Tesettür Risalesi» ni bahane ederek, kanunla değil de yalnız kanaat-ı vicdaniye ile, yüzyirmi şâkird içinde beş-on şâkirde altı ay ceza verdiler ki, tetkik zamanına kadar dört ay mevkuf, bir buçuk ay da hapis kaldıkları ve on sene sonra Denizli Mahkemesi, yine dokuz ay, cemiyetçilik ve tarikatçılık gibi birkaç bahane ile, bütün yirmi senelik «Mektubat» ve te'lifatlarını inceden inceye tetkik ile beraber; Ankara'nın Ağır Ceza Mahkemesine beş sandık kitapları gönderdikleri ve iki sene o kitaplar ve mektuplar, Ankara ve Denizli Mahkemesindeki nazar-ı tetkikte kaldıkları halde; o mahkemeler, ittifakla, cemiyetçilik ve tarikatçılık vesair bahaneleri cihetinde beraet kararı verip; o kitap ve mektupları aynen sahiplerine iade ve Saidi, arkadaşlariyle beraber beraet ettirdikleri halde; bir siyasî cemiyet nazariyle ve entrikacı bir siyasî adam tarzında onu itham etmek ve adliye memurlarını onun aleyhinde cemiyetçilik noktasında sevketmek, ne kadar kanunsuz olduğunu insaniyeti sukut etmeyen bilir.
Beşincisi: Bir adam ki, hakikî meslek ve meşreb ittihaz ettiği yirmi-otuz senelik hayatında düstur kabul ettiği bir halin zıddıyla onu itham etmek nev'inden, kanunsuz ve keyfî bu taarruz hâdisesi'nin mahiyeti şudur ki: Ben, Risale-i Nur mesleğinin esası olan şefkat itibariyle, bir mâsuma zarar gelmemek için, bana zulmeden cânilere değil ilişmek, hattâ beddua da edemiyorum. Hattâ en şiddetli ve garazla bana zulmeden bazı fâsık, belki dinsiz zalimlere hiddet ettiğim halde; değil maddî, belki beddua ile de mukabeleden beni o şefkat menediyor. Çünkü o zalim gaddarın, ya peder ve validesi gibi ihtiyar biçarelere, veya evladı gibi mâsumlara maddî ve mânevî darbe gelmemek için, o dört beş mâsumun hatırına binaen o zalim gaddara ilişmiyorum; bazan da helâl ediyorum.
İşte bu sırr-ı şefkat içindir ki, idare ve asayişe kat'iyyen ilişmediğim gibi, bütün arkadaşlarıma da o derece tavsiye etmişim ki, üç vilâyetin insaflı zabıtalarının bir kısmı itiraf etmişler ki: «Bu Nur şâkirdleri mânevî bir zabıtadır, idare ve asayişi muhafaza ediyorlar» dedikleri ve bu hakikata binler şahit ve yirmi sene hayatiyle tasdik vebinler şâkirdlerin ve zabıtaca hiçbir vukuat kaydetmemesi ile tasdik ve te'yid ettikleri halde; o biçare adamın, ihtilâlci ve insafsız bir komiteci gibi menzilini basmak ve insafsız adamlar ona ihanet etmek ve menzilinde bir şey bulunmamakla beraber; yüz cinayeti bulunan bir adam gibi, hattâ Kur'ânı ve başındaki levhalarını evrak-ı muzırra gibi toplamak, acaba dünyada hangi kanun müsaade eder?
Altıncısı: Bundan otuz sene evvel, Cenab-ı Hakkın inayetiyle, dünyanın muvakkat şan ü şerefinin ve enaniyetli hodfüruşluk ve şöhretperestliğin ne kadar zararlı ve ne kadar faidesiz ve mânasız olduğunu -hadsiz şükrolsun ki- Kur'ânın feyziyle anlamış bir adam; o zamandanberi bütün kuvvetiyle nefs-i emmaresiyle mücadele edip, mahviyetle benliği bırakmak ve tasannu ve riyakârlık yapmamak için elden geldiği kadar çalıştığına, ona hizmet veya arkadaşlık edenler kat'î bildikleri ve şehadet ettikleri halde ve yirmi senedenberi herkes kendi hakkında hoşlandığı ziyade hüsn-ü zan ve teveccüh-ü nas ve şahsını medih ve senadan ve kendini mânevî makam sahibi olduğunu bilmekten herkese muhalif olarak bütün kuvvetiyle kaçması ve hem has kardeşlerinin onu hakkındaki hüsn-ü zanlarını reddedip, o halis kardeşlerinin onun hakkındaki hüsn-ü zanlarını reddedip, o halis kardeşlerinin hatırlarını kırması ve yazdığı cevabî mektublarında onların, onun hakkında medihlerini ve ziyade hüsn-ü zanlarını kırması ve kendini faziletten mahrum gösterip, bütün fazileti Kur'ânın tefsiri olan Risale-i Nur'a ve dolayısiyle Nur şâkirdlerinin şahs-ı mânevîsine verip kendini âdi bir hizmetkâr bilmesi kat'î isbat ediyor ki; şahsını beğendirmeye çalışmadığı ve istemediği ve reddettiği halde; onun rızası olmadan bazı dostları, uzak bir yerden onun hakkında ziyade hüsn-ü zan edip, methederek bir makam vermesi ve Kütahya havalisinde tanımadığı bir vâizin bazı sözleriyle, acaba hangi kanunla medar-ı mesuliyet olur ki, o biçare ve hasta ve çok ihtiyar ve garib ve münzevînin odasına, büyük bir cinayet işlemiş gibi kilidini kırıp taharri memurlarını sokmak; hem evradından ve levhalarından başka bir bahane de bulmamak; acaba dünyada hiçbir kanun ve hiçbir siyaset bu taarruza müsaade eder mi?
Yedincisi: Bu sırada dahilde o kadar dahilî ve haricî heyecanlı parti cereyanları varken ve bundan tam istifade etmek, yani mahdut birkaç arkadaşına bedel binler diplomatları kendisine taraftar kazanmak için zemin hazır iken; sırf siyasete karışmamak ve ihlâsa zarar vermemek ve hükûmetin nazarını kendine celbetmemek ve dünya ile meşgul olmamak için, arkadaşlarına yazıp, «Sakın cereyanlara kapılmayınız.. siyasete girmeyiniz.. asayişe dokunmayınız» dediği ve iki cereyan bu çekinmesinden ona zarar verdikleri; eskisi evhamından; yenisi de «Bize yardım etmiyor» diye ona çok sıkıntı verdikleri halde ve ehl-i dünyanın dünyalarına hiç karışmayıp, kendi âhiretiyle meşgul olan bir bîçarenin âhiret meşguliyetine bu kadar ilişmeye hangi kanun müsaade ediyor? Ve vatana ve millete ve ahlâka çok zararlı olan dinsizlerin kitaplarının intişarına ve komünistlerin neşriyatlarına serbestiyet kanunu ile ilişilmediği halde; üç mahkeme, medar-ı mes'uliyet olacak içinde hiçbir maddeyi bulmayan ve millet ve vatanın hayat-ı içtimaîyesini ve ahlâkını ve asayişini temine yirmi senedenberi çalışan ve bu milletin hakikî nokta-i istinadı olan Âlem-i İslâmın uhuvvetini ve bu millete dostluğunu iade ve takviyesine tesirli bir surette çabalayan ve diyanet riyasetinin uleması, tenkid niyetiyle, Dahiliye Vekilinin emriyle üç ay tetkikten sonra tenkid etmeyerek tam kıymetini takdir edip «Kıymettar eser» diye, Diyanet Kütüphanesine konulan Zülfikâr ve Asa-yı Musa gibi Nur eczalarını, evrak-ı muzırra gibi toplayıp mahkeme eline vermeye acaba hiçbir kanun, hiçbir vicdan, hiçbir insaf müsaade eder mi?...
Sekizincisi: Yirmi sene sıkıntılı ve sebebsiz bir nefiyden sonra serbestiyet verildiği vakit, binler akraba ve ahbabı bulunan doğduğu memleketine gitmeyerek; gurbeti, kimsesizliği tercih edip -tâ ki, dünya ve hayat-ı içtimaiyeye ve siyasete temas etmesin- ve çok sevablı olan câmideki cemaatin hayrını bırakıp odasında yalnız oturmasını tercih eden, yâni halkın hürmetinden çekinmek gibi bir hâlet-i ruhiyeyi taşıyan ve yirmi sene hayatının şehadetiyle ve yüzbinler kıymettar Türk zatların tasdikiyle, bir dindar müttakî Türk'ü lâkayd çok Kürtlere tercih eden; hattâ mahkemede, Hâfız Ali gibi kuvvetli imanı bulunan Türk kardeşlerini, yüz Kürde değiştirmediğini isbat eden ve hürmet ve ihtiram görmemek için zaruret olmadan halklarla görüşmeyen ve camiye gitmeyen ve kırk senedenberi bütün kuvvetiyle ve âsâriyle İslâmiyetin uhuvvetine ve Müslümanların birbirine muhabbetine çalışan ve şedid düşmanına karşı menfî hareket etmeyen ve hattâ onunla meşgul olmayarak bedduayı dahi etmeyen bir adam hakkında, resmî lisanla, ihanet için bir propaganda yapmak, dostlarını ürkütmek için, «O Kürttür, siz Türksünüz; o Şâfiîdir, siz Hanefîsiniz» deyip, halkları ürkütüp ondan çekindirmeye hangi maslahat, hangi kanun müsaade eder?
Dokuzuncusu: Çok mühimdir, kuvvetlidir, fakat siyasete teması için sükût ediyorum.
Onuncusu: Bu da, hiçbir kanun müsaade etmediği ve hiçbir maslahat bulunmadığı halde, sırf mânasız evhamdan ve bir habbeyi kubbeler yapmaktan ibaret, hiçbir kanuna girmeyen bir taarruzdur. Buna da mesleğimizce bakamadığımız siyasete temas etmemek için sükût ederek, böylece on vecihle kanunsuz muamelelere karşı yalnız حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ deriz.
SAİD NURSÎ
* * *
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz Sıddık Kardeşlerim,
Evvelâ: Nurun ehemmiyetli mecmualarını Mekke-i Mükerremeye götürüp, gayet büyük bir Hindli âlim Ahmed Ali Şimşiriye teslim edip, hem Hindceye tercüme etmeye ve hem de Hind'e göndermeye teminat alan Nurun ehemmiyetli kahramanlarından kardeşimiz Hâfız Mustafaya binler Barekallah ve Maşâallah ve Es'adekâllah deriz. Medresetüz-Zehra, Mekke-i Mükerreme'deki o büyük zatla muhabere etsin.
Saniyen: Bu defaki hâdisede, bir habbeyi, evham yüzünden çok kubbeler yaptıklarını öğrendik. Bir emaresi de şudur: Dahiliye Vekilinin emriyle, gece içinde Afyon Valisi, Emniyet Müdürüyle buraya gelip, gecede menzilimi basmak istemişler; müddei-umumî muvafakat etmediğinden sabaha kadar bekleyip, en ziyade aleyhimizde bulunan iki adamı tâyin edip, kilidimi kırıp füc'eten baskın vermeleri; hem aynı gün (Hâşiye) faytonla çıktığım vakit, burada emsali vukubulmayan bir şekilde beş tayyare pek aşağıda uçup, benim faytonumu bildikleri için etrafımda iki üç defa dönmeleri, ikinci gün başka bir tarafa çok görünmiyen gizli bir dere tarafına faytonla giderken, aşağıda uçan beş tayyarenin birşey arıyor gibi döndüklerini gördük, anladık ki, bizi arıyorlar.
Yine, aynen evvelki gün gibi o beş tayyare, etrafımızda kasaba üstünde gezip, odamıza girdiğimiz zaman onların da gitmeleri kuvvetli bir emaredir ki, bir habbe yüz kubbe yapılmış. Burada, böyle mânasız evham yüzünden bana eziyet verilmesi ve Medreset-üz-Zehranın kahramanlarına, buraya nisbeten, bu üç senede, on dereceden yalnız bir derece eziyet verilmek cihetiyle, Isparta hükûmetine ve adliyesine teşekkürümü ve minnetdarlığımı ve onların verdiği eziyetleri de helâl ettiğimi bildirirsiniz.
SAİD NURSÎ
* * *
Hey'et-i Vekiliye ve Milletvekilleri Riyasetine Cüz'î, Fakat Ehemmiyetli Bir Maruzatımdır.
Otuz senedenberi hayat-ı siyasiyeden çekildiğim halde, bu sırada bir defaya mahsus olarak, vatanî ve millî ve asayişî bir mes'eleyi beyan ediyorum. Şöyle ki:
__________________________________________
Hâşiye: Evet buradaki Nur Şâkirdleri nâmına tasdik ediyoruz. Hâdise aynen vuku buldu.
Evet Evet Evet Evet Evet Evet
Terzi İsmail Mustafa Hizmetkârı Hayri Halil
Mustafa Nuri
Çok emarelerle kat'î kanaatımız geldi ki; anarşilik hesabına bana ve bu Emirdağ kasabasına ve dolayısiyle bu vatana bir su-i kasd var ki, bir habbeyi kubbeler ve bir sinek kanadı kadar ehemmiyeti olmıyan bir hadîseyi dağ gibi gösterip, sükûnete muhtaç olan bu vatanda beni bahane edip, anarşilik hesabına ve bir ecnebi plâniyle bize, yani biçare vatandaşlarımızı idâm-ı ebediden ve şübehât-ı uhreviyeden kurtarmağa çalışan Nur Şâkirdlerine, bütün bütün kanunsuz ve keyfi hücum edildi. Pek zâhir bir garaz ile, evham yüzünden, baruta ateş atmak gibi, bu vatana ve asayişe beni bahane edip su-i kasd edildi. Şöyle ki:
Üç mahkeme, yirmi senelik mektuplarımı ve kitaplarımı ve hallerimi inceden inceye tetkikden sonra, bize ve kitaplarıma beraet verdiği halde ve üç seneden beri te'lifatı terkettiğim ve haftada ancak bir mektup yazabildiğim ve mecbur olmadan herbiri bir gün nöbetle zarurî hizmetimi yapan üç-dört terzi çırağından başka kimseyi kabul etmediğim halde; ve serbestiyet verildiği ve memleketime gitmediğim halde, hiç ömrümde görmediğim bir tarzda ve resmî bir surette beni hiddete getirip bir hâdise çıkarmak için, tahkir ve ihanet kasdiyle, kanunsuz ve garazla, beni taharri ile kapımın kilidini kırıp, Kur'anımı ve Arabî levhalarımı evrak-ı muzırra gibi alıp götürmekle beraber, adliyenin mühim bir memuru, resmen buradaki memurlara âmirane demiş ki: «Saidi iki jandarma ile teşhir suretinde çıkarıp, zorla başına şapka giydirip, öylece ifadeye getirmeli idiniz. Hem ona yanaşanları tutunuz.» diye, ehemmiyetli bir mecliste ve ayn-ı hakikat olan ifademi okudukları vakit söylemiş. Bunda şek ve şüphe kalmadı ki; beni tahkir ve ihanet edip, hiddete getirip, asayişi bozmak garazı takibediliyor.
Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, binler haysiyet ve şerefimi bu vatandaki bîçarelerin istirahatına ve onlardan belâların def'ine feda etmek için bana bir halet-i ruhiyeyi ihsan eylemiş ki; ben de, onların yaptığı ve niyetinde bulundukları tahkirat ve ihanetlere karşı tahammüle karar vermişim. Bu milletin asayişine, hususan masum çocukların ve muhterem ihtiyarların ve bîçare hastaların ve fakirlerin dünyevî istirahatlarına ve uhrevî saadetlerine binler hayatımı ve binler şerefimi feda etmeye hazırım...
İşte, sinek kanadını dağ gibi yaptıklarının bir emaresi şu ki; benim gibi gurbette, hasta, ihtiyar, zaif, tek başına bulunan bir adam için, on gün zarfında beş defa Afyon Valisi ve Emniyet Müdürü ve iki defa Afyon Müddeiumumisi benim için buraya gelmesi ve iki günde, her bir günde beş tayyare benim gezdiğim yerlerde beni nezaret altına alması; ve beş polis hafiyesinin burada bana tarassut edenlere ilâve edilip, ahvalimi tecessüs etmek için gönderilmesi; ve postahanelere, bana ait mektupların müsaderesi için resmen emir verilmesi gösteriyor ki, Şeyh Said ve Menemen hâdisesinin on misli bir hâdiseyi evhamla düşünmüşler! Habbeyi kubbe söylemişler ki, böyle bir vaziyet alıyorlar! Benim eski hayatımı zannedip, ihanetle hiddete gelecek tahmin etmişler. Bil'akis aldandılar. Biz, bütün kuvvetimizle anarşiliğe bir sedd-i Zülkarneyn gibi, bir sedd-i Kur'anî te'sisine çalışıyoruz. Bize ilişenler, anarşilik ve belki komünistliğe zemin ihzar ediyorlar.
Evet, eğer eski hayatım gibi, izzet-i ilmiyeyi muhafaza etmek için hiçbir hakareti kabul etmemek olsaydı ve vazife-i hakikiyesi, sırf âhiret ve ölümün idam-ı ebedisinden müslümanları kurtarmak vazifesi olmasaydı ve bana ilişenler gibi sırf dünyaya ve menfi siyasete çalışmak olsaydı, o Menemen, on Şeyh Said hâdisesi gibi bir hâdiseye, o anarşilik hesabına çalışanlar sebebiyet vereceklerdi.
Hem, üç mahkeme ve yirmi senede kaç vilâyetin zâbıtaları, kıyafetime kanunca ilişmedikleri ve mazuriyetim ve inzivama binaen, tebdil-i kıyafetime hiçbir ihtar olmadığı halde, böyle keyfî, kanunsuz, cebren ahali içinde başıma şapkayı giydirmeye çalışmak, kırk senedenberi bu vatanda, hususan îman-ı tahkikî dersinde kardeşâne alâkadar olan yüz binler adam, pek büyük bir heyecan içinde zemini hiddete getirip, emsalsiz ağlamağa vesile olacaktı.
Zaten ecnebi parmağiyle, güya hakkımda teveccüh-ü âmmeyi kırmak fikriyle damarlarıma dokunacak kanunsuz muamelelerin mezkûr maksad için yapıldığına, çok emarelerle kat'î kanaatımız geldi. Fakat Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki; benim gibi kabir kapısında, alâkasız, dünyadan usanmış, hürmetten, teveccüh-ü âmmeden kaçmış ve şan ü şeref ve hodfüruşluk gibi riyakârlıklara hiçbir meyli kalmamış bir vaziyette iken, bunların bana karşı kanunsuz ihanetlerinin hiçbir ehemmiyeti kalmadı; Cenab-ı Hakka havale ediyorum. Bana lüzumsuz evham yüzünden eziyet edenlerin yakında ölümle idam-ı ebediyeye giriftar olacaklarını düşünüp, hakikaten acıyorum. Ya Rabbi, onların îmanını Risale-i Nurla kurtar! İdam-ı ebediden, sırr-ı Kur'anla terhis tezkeresine çevir! Ben de onlara hakkımı helâl ediyorum!..
SAİD NURSÎ
* * *
Bediüzzaman Said Nursînin ders ve irşadiyle hakikata ulaşan ve Nur hizmetinde çok kıymetdar ve yüksek hizmetleri sebkat eden kahraman ve halis bir talebenin, Üstadın mâhiyetini tarif eden ayn-ı hakikat bir ifadesidir.
Bu günde, Mele-i Âlânın Arzda medar-ı süruru.
Bu günde, sekene-i Arzın Mele-i Alâda medar-ı iftiharı.
Bu günde, Habibullahın medar-ı nazarı.
Bu günde, Müslümanlığın sertacı.
Bu günde, hak tariklerin şahı.
Bu günde, hakikatların imamı.
Hem bu günde, Mahbub-u Hüda.
Hem bu günde, allâme-i asır.
Hem bu günde, zulmetin nuru.
Hem bütün günlerde serdar-ı hidayet.
Hem Molla Said'-in Nursî..
Hem Bediüzzaman el-Fahrüddevranî...
HÜSREV * * *
MERHUM HASAN FEYZİNİN RİSALE-İ NUR
HAKKINDAKİ MANZUMESİ
بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرّحِيمِ
وَمَا اَرْسَلْنَاكَ اِلاَّ رَحْمَةً لِلْعَاَلمِينَ
Âyetinin Veraset-i Ahmediye (A.S.M.) cihetinde, mâna-yı işarî noktasında, bu asırda o Rahmetenlilâleminin bir âyinesi ve hakikat-ı Kur'aniyenin bir hakikî tefsiri olan Risale-i Nur, o küllî rahmetin bir cilvesi, bir nümunesi olmasından; hakikat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) bir kısım evsafı, mânâ-yı mecâzî ile cüz'î bir vârisine verilebilir diye, bu parlak kasideye ilişmedim. Yalnız hakikat-ı Ahmediye (A.S.M.) âyinesinin farkına işareten bazı kelimeler ilâve edildi.
SAİD NURSÎ
Huzur bulur bu gün seninle âlem;
Ey bu asırda rahmet-i âlem Risale-i Nur!
Sürur bulur bu gün seninle âdem,
Ey bir rahmet-i âlem Risale-i Nur!
Bu hasta gönüller çoktan perişan;
Varsa sende eğer Lokmandan nişan;
Bir şifa sun, gel ey mahbub-u zişan,
Ey cilve-i rahmet-i âlem Risale-i Nur!
Gelmez mi sonu bu uzun hecenin,
Geçmez mi gamı bu yaslı gecenin,
Zâri arttı, sabrı bitti nicenin,
Ey cilve-i rahmet-i âlem Risale-i Nur!
Fahr-i Âlem, Arştan bu yere indi;
Şâh-ı velâyet gelip Düldüle bindi;
Zülfikara bugün, artık Nur dendi,
Ey bu zamanda rahmet-i âlem Risale-i Nur!
.........................................................................
Derdlere dermansın, mahbub-u cansın;
Hem câmi-ül esma Vel-Kur'ansın;
Hem de Nur-u Haktan bize ihsansın,
Ey bir rahmet-i âlem Risale-i Nur!
Bu âlemde madde değil, bir özsün;
Her zerreden bakan bütün bir gözsün;
Kâinatı hayran eden bütün bir yüzsün,
Ey misal-i rahmet-i âlem Risale-i Nur!
.....................................................................
Çünki sensin bu asırda Rahmetenlilâleminin cilvesi,
Çünki sensin şimdi Şefi-ül Müznibînin vârisi,
Ağisna ya gıyas-el müstağisîn,
Ey şule-i rahmet-i âlem Risale-i Nur!
Şifa bulsun şimdi biraz yaramız,
Revaç bulsun geçmez olan paramız;
Saç nurunu, aka dönsün karamız,
Ey ziya-ı rahmet-i âlem Risale-i Nur!
...........................................................................
Meylimiz yok yalancı bir dünyaya,
Son verdik biz bid'alara, riyaya;
Kapılmayız öyle kuru hülyaya,
Ey bir hakikat-ı rahmet-i âlem Risale-i Nur!
Yok bizde cemiyet kurma hülyası,
Yok başka bir yola gitme sevdası;
Olduk, ancak Nurun derdli şeydâsı,
Ey derdlilere rahmet-i âlem Risale-i Nur!
.......................................................................
Geçmişiz hep medihlerden senadan,
Yüz çevirdik servetlerden gınâdan;
Nur isteriz, geçmeden bu fenadan,
Ey bu asırda rahmet-i âlem Risale-i Nur!
.........................................................................
Âşıkların, arşa çıkan feryadı
Ağlatıyor o pâk ruhlu ecdadı;
Allah için eyle bize imdadı,
Ey muhtaçlara rahmet-i âlem Risale-i Nur!
Gökler saldı belâ, yer verdi belâ,
Sarstı âfâkı bir acı vaveylâ,
Rahmet et âleme ey Nur-u Mevlâ!
Ey cilve-i rahmet-i âlem Risale-i Nur!
Bir yanda sel var, bir yanda kan akar,
Bu belâ ateşi âlemi yakar;
Ağlayan bu beşer hep sana bakar,
Ey nümune-i rahmet-i âlem Risale-i Nur!
Çevrildi ateşle bu koca dünya,
Bir Cehennem gibi kaynadı derya!
Yetiş imdada ey şâh-ı evliya,
Ey bu zamanda rahmet-i âlem Risale-i Nur!
............................................................................
Zındıkaya, küfre karşı saldırdın,
Gönüllerden kederleri kaldırdın,
Bizi nurun deryasına daldırdın,
Ey biçarelere rahmet-i âlem Risale-i Nur!
Kaldıramaz sana aslâ kimse el,
Bağlıyoruz bizler sana candan bel;
Dünyalara sensin ümid ve emel,
Ey ziya-i rahmet-i âlem Risale-i Nur!
Sen ordu kurmazsın erle, uşakla,
Savaşmazsın öyle, topla, bıçakla;
Nurunla şu asrı tutup kucakla,
Ey şimdi rahmet-i âlem Risale-i Nur!
Bitsin de, bu korkunç tufan-ı şedid,
Açılsın yepyeni bir devr-i mes'ud;
Onsekiz bin âlem eylesin hep îyd,
Ey ehl-i Kur'ana rahmet-i âlem Risale-i Nur!
Geliyor şu karşıdan gerçi bir zulmet,
Fakat sensin bugün atâ-yı rahmet,
Boğacaksın onu nurunla elbet,
Ey bir rahmet-i âlem Risale-i Nur!
Kızıl ejder yuvamıza girmesin,
Zehirli eli yakamıza ermesin;
Karşı durup nurun fırsat vermesin,
Ey seyf-i rahmet-i âlem Risale-i Nur!
Kara duman üstünden dağılsın,
Kızıl alev sönüp âlem ayılsın,
Bu zaferin haşre kadar anılsın,
Ey zülfikar-ı rahmet-i âlem Risale-i Nur!
O soydandır nice canlar yakanlar;
O soydandır evler barklar yıkanlar,
O soydandır sana kinle bakanlar,
Ey hüccet-i rahmet-i âlem Risale-i Nur!
Masumların kanlarını içerler!
Ebu Cehl'i, Nemrudları geçerler,
Ölümlerden ölümleri seçerler,
Ey şimdi bir rahmet-i âlem Risale-i Nur!
Bir mikrop ki, ciğerleri dişliyor,
Kanımızla kendisini besliyor;
Temiz yurdu telvis edip pisliyor,
Ey bir eczahane-i rahmet-i âlem Risale-i Nur!
Gâzilerin, fatihlerin konağı,
Seyyidlerin, serverlerin otağı
Bu vatandır, şehidlerin yatağı..
Ey cilve-i rahmet-i âlem Risale-i Nur!
O şehidlerin, ala dönmüş kefeni;
Miskler kokar, güle benzer bedeni.
Öper melekler de nurlu na'şını,
Ey cilve-i rahmet-i âlem Risale-i Nur!
Kur'an diyor; ölmemiştir, diridir..
Herbirisi, Hakkın arslan eridir!
Türbeleri yürekleri titretir,
Ey âyine-i rahmet-i âlem Risale-i Nur!
Armağansın çünki asil millete,
Düşmeyelim bir gün bile zillete..
Götür bizi şanlı büyük devlete,
Ey misal-i rahmet-i âlem Risale-i Nur!.
Eyleyeler nurun ile hep savlet,
Zaferlerle şanlar bulur bu millet,
Şarka, garba ziya salsın bu devlet,
Ey bizlere rahmet-i âlem Risale-i Nur!
Nurdan kanadın, hem sağlam kolun var,
Nurdan senin Hakka giden yolun var.
Kabul et bir kemter Feyzi kulun var..
Ey bu asırda rahmet-i âlem Risale-i Nur!
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّهِ وَ بَرَكَاتُهُ
Üstadım, Efendim Hazretleri;
وَمَا اَرْسَلْنَاكَ اِلاَّ رَحْمَةً لِلْعَاَلمِينَ Âyetinin nurlarından, nurun sayesinde alabildiğim bir zerreyi bu şekilde yazdım. Ve huzur-u irfanınıza sundum. Kabulünü rica eder, selâmlarımızı sunar ve mübarek ellerinizden öperiz.
Biçare talebeniz
HASAN FEYZİ
(Rahmetullahî aleyhi ebeden dâima)
* * *
Merhum Hasan Feyzi, Nurlardan aldığı hakikat dersini, nurlara işaret ederek güzel tanzim etmiş. Lâhikaya girsin.
SAİD NURSÎ
Güzel oku! Her zerrede coşkun birer mânâ var,
Derd ehline bu mânâda canlar sunan eda var.
Vermek için parlaklığı, gamlı gönül evine,
Bir bak hele, her cilâdan üstün olan cilâ var
Derin, güzel düşünce ile incelersen bunu sen,
Zaiflemiş ruhlar için dağlar gibi gıda var.
Hem dilersen, tükenmiyen sermaye-i serveti,
Aç gözünü Nurlara bak, işte sana tufan gibi gına var.
Beni tanı, yürü kulum yürü diye bizlere,
Her nefeste şefkat ile Rabbimizden nida var.
Duymuş isen bu nîdayı her zerrenin dilinden,
Müjde olsun, artık sana Cennet denen safa var.
Uzaklara bakma! "Nurlara bak, yürü!" âlem onun âyinesi,
Görmez misin, her yüzünde aynı renkte ziya var.
Bir güneştir her zerrede cilve yapıp parlayan;
Bilmez misin, sende dahi o edadan eda var.
Eller açıp yürü bugün kana kana Risale-i Nurdan ışık al!
Aşka uyan, nura kanan her zerrede reha var,
Hüner değil; dostu, düşman; yârı, ağyar eylemek;
Yadı biliş yapasın ki, ancak dostta vefa var.
Hünerdir ki; yaprak atlas; toprak, elmas olmalı!
Çünki bir bak, ne yaprakta ne toprakta beka var.
Kısa görüp denizleri damlalara çevirme;
Hakikatta, her damlada gizli birer derya var.
Damla iken aslın senin, dağı taşı aşarsın,
Hem gökleri keşfedersin, sende ey nur, böyle deha var.
Bir noktayı bir cihan yap, o cihana hâkim ol,
Zira senin bir noktanda, güneş kadar zekâ var!
Her zerrenin Kâ'be'sidir kalbi, yine kendine
Dikkat eyle, herbirinde yine ancak hüda var
Sakın Feyzi!. Sen gözünü Hak yüzünden ayırma
Hakkı gören gerçeklere, hakkı kadar atâ var.
(Denizli Kahramanı Merhum)
HASAN FEYZİ
* * *
(Mekteb-i Fünunda Ve Ulûm-u İslâmiyede Gayet Müdakkik Ve Kıdemli Muallimlerden Hasan Feyzi'nin Bir Şiiri)
HAZRETİNİZE BURADAN AYRILIK SÖYLEMİŞTİM
Çekilip nur-u hidayet yine zindan olacak!
Yine firkat, yine hasret, yine hüsran olacak.
Yine sen, yaş yerine kan akıtıp ağla gözüm..
Çünki hicran dolu kalbim yine hicran olacak.
Yine göç var diye mecnûna haber verme sakın!
Yine matem, yine zâri, yine efgan olacak.
Açılan ol gül-ü tevhid, sararıp solsa gerek;
Kapanıp Kâbe-i irfan, yine viran olacak.
Haber aldım ki yarın yad olacakmış bize yâr,
Ne büyük yâre ki, kimler buna derman olacak?
Bu büyük derd-i elemden kime şekva edeyim?
İşiten nâlemi, hep ben gibi nâlân olacak.
O şifa-bahş olan envarını sen çeksen eğer,
Bana kim nur verecek, kim bana Lokman olacak?
O temiz pak nefsin, âb-ı hayatı bu çölün;
Onu, dûr etme ki her ferd ona reyyan olacak.
Hele ol nur-u şerifin kime değmişse eğer,
Küçücük zerre de olsa, mâhitaban olacak.
O lütufkâr, o keremkâr eli öptükçe, benim
Bu küçük kalb-i hazinim yine handan olacak.
Bab-ı feyzinden ırak olmayı asla çekemem,
Dahi nezrim bu ki canım sana kurban olacak.
Nazarın erse garib başıma ey nur-u Hüda,
Bugün artık bu hakir bendede umman olacak;
Bu anasır, yüzüne her ne kadar çekse hicab;
Yine haksın, buna şahid yine Kur'an olacak.
Kâb-ı Kavseynden alıp dersimi bildim ki ayân,
O güzel nur-u bedi', mânevî sultan olacak.
Sakınıp, Feyzi-i biçareye bahs açma bugün;
Yeni baştan yine şeyda, yine giryan olacak.
..........................................................................................
Bîçare Talebeniz
HASAN FEYZİ