Ene ve Zerre'den ibâret bir elif, bir nokta'dır.
Şu Söz İki Maksaddır. Birinci Maksad ene'nin mahiyet ve neticesinden, İkinci Maksad zerre'nin hareket ve vazifesinden bahseder.
Şu âyetin büyük hazînesinden tek bir cevherine işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Gök, zemin, dağ, tahammülünden çekindiği ve korktuğu emânetin müteaddit vücûhundan bir ferdi, bir vechi, ene'dir. Evet, ene zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nurânî bir şecere-i Tûbâ ile, müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir. Şu azîm hakikate girişmeden evvel, o hakikatin fehmini teshîl edecek bir mukaddime beyân ederiz. Şöyle ki:
Ene, künûz-u mahfiye olan esmâ-i İlâhiyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlâkının dahi anahtarı olarak bir muammâ-i müşkülküşâdır, bir tılsım-ı hayretfezâdır. O ene, mahiyetinin bilinmesiyle, o garip muammâ, o acîb tılsım olan ene açılır ve kâinat tılsımını ve âlem-i vücûbun künûzunu dahi açar. Şu meseleye dâir Şemme isminde bir risâle-i Arabiyemde şöyle bahsetmişiz ki:
Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.
Biz emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik; hepsi de onu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korktular. İnsan ise onu yüklendi. Gerçekten insan çok zâlim, çok câhildir. (Ahzâb Sûresi: 72.)
Âlemin miftâhı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zâhiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenâb-ı Hak, emânet cihetiyle insana ene nâmında öyle bir miftah vermiş ki, âlemin bütün kapılarını açar; ve öyle tılsımlı bir enâniyet vermiş ki, Hallâk-ı Kâinatın künûz-u mahfiyesini onun ile keşfeder. Fakat ene kendisi de gayet muğlâk bir muammâ ve açılması müşkül bir tılsımdır. Eğer onun hakiki mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse, kendisi açıldığı gibi, kâinat dahi açılır. Şöyle ki:
Sâni-i Hakîm, insanın eline, emânet olarak, rubûbiyetinin sıfât ve şuûnâtının hakikatlerini gösterecek, tanıttıracak, işârât ve numûneleri câmi' bir ene vermiştir; tâ ki, o ene bir vâhid-i kıyasî olup, evsâf-ı rubûbiyet ve şuûnât-ı ulûhiyet bilinsin. Fakat vâhid-i kıyasî, bir mevcud-u hakiki olmak lâzım değil. Belki, hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vâhid-i kıyasî teşkil edilebilir. İlim ve tahakkukla hakiki vücudu lâzım değildir.
Suâl: Niçin Cenâb-ı Hakkın sıfât ve esmâsının mârifeti, enâniyete bağlıdır?
Elcevap: Çünkü, mutlak ve muhît bir şeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez ve üstüne bir sûret ve taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ, zulmetsiz dâimî bir ziyâ, bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakiki veya vehmî bir karanlık ile bir hat çekilse, o vakit bilinir.
İşte, Cenâb-ı Hakkın, ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esmâsı muhît, hudutsuz, şeriksiz olduğu için, onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise, hakiki nihayet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enâniyet yapar. Kendinde bir rubûbiyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder, bir had çizer, onunla muhît sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz' eder. "Buraya kadar benim, ondan sonra Onundur" diye bir taksimât yapar. Kendindeki ölçücüklerle onların mahiyetini yavaş yavaş anlar.
Meselâ, daire-i mülkünde mevhum rubûbiyetiyle, daire-i mümkinâtta Hâlıkının rubûbiyetini anlar. Ve zâhirî mâlikiyetiyle, Hâlıkının hakiki mâlikiyetini fehmeder ve "Bu hâneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın mâlikidir" der. Ve cüzî ilmiyle Onun ilmini fehmeder. Ve kisbî sanatçığıyla O Sâni-i Zülcelâlin ibdâ-i sanatını anlar. Meselâ, "Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim; öyle de, şu dünya hânesini birisi yapmış ve tanzim etmiş" der. Ve hâkezâ, bütün sıfât ve şuûnât-ı İlâhiyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahvâl ve sıfât ve hissiyât, enede münderiçtir.
Demek ene, ayna-misâl ve vâhid-i kıyasî ve âlet-i inkişaf ve mânâ-i harfî gibi, mânâsı kendinde olmayan ve başkasının mânâsını gösteren, vücud-u insaniyetin kalın ipinden şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin hullesinden ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyetin kitabından bir elif'tir ki, o elifin iki "yüzü" var.
Biri hayra ve vücuda bakar. O yüz ile yalnız feyze kâbildir. Vereni kabul eder; kendi icad edemez. O yüzde fâil değil; icaddan eli kısadır.
Bir yüzü de şerre bakar ve ademe gider. Şu yüzde o fâildir, fiil sahibidir.
Hem, onun mahiyeti, harfiyedir; başkasının mânâsını gösterir. Rubûbiyeti hayaliyedir. Vücudu o kadar zayıf ve incedir ki, bizzat kendinde hiçbir şeye tahammül edemez ve yüklenemez. Belki, eşyanın derecât ve miktarlarını bildiren mîzanü'l-hararet ve mîzanü'l-hava gibi mîzanlar nevinden bir mîzandır ki, Vâcibü'l-Vücudun mutlak ve muhît ve hududsuz sıfâtını bildiren bir mîzandır.
İşte, mahiyetini şu tarzda bilen ve izan eden ve ona göre hareket eden, -1- beşâretinde dahil olur. Emâneti bihakkın edâ eder ve o enenin dürbünüyle, kâinat ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür. Ve âfâkî mâlûmât nefse geldiği vakit, enede bir musaddık görür; o ulûm, nur ve hikmet olarak kalır, zulmet ve abesiyete inkılâb etmez. Vaktâ ki, ene, vazifesini şu sûretle ifâ etti; vâhid-i kıyasî olan mevhum rubûbiyetini ve farazî mâlikiyetini terk eder, -2- der; hakiki ubûdiyetini takınır, makam-ı ahsen-i takvîme çıkar. Eğer o ene, hikmet-i hilkatini unutup, vazife-i fıtriyesini terk ederek kendine mânâ-i ismiyle baksa, kendini mâlik itikad etse, o vakit emânete hıyânet eder, -3- altında dahil olur. İşte, bütün şirkleri ve şerleri ve dalâletleri tevlid eden enâniyetin şu cihetindendir ki, semâvât ve arz ve cibâl tedehhüş etmişler, farazî bir şirkten korkmuşlar.
Evet, ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşv ü nemâ bulur, gittikçe kalınlaşır, vücud-u insanın her tarafına yayılır, koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı bel' eder. Bütün o insan, bütün letâifiyle âdetâ ene olur. Sonra, nevin enâniyeti de bir asabiyet-i neviye ve milliye cihetiyle o enâniyete kuvvet verip, o ene, o enâniyet-i neviyeye istinat ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübâreze eder. Sonra, kıyas-ı binnefs sûretiyle herkesi, hattâ her şeyi kendine kıyas edip Cenâb-ı Hakkın mülkünü onlara ve esbâba taksim eder; gayet azîm bir şirke düşer, -4- meâlini gösterir. Evet, nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarına birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir; öyle de, "Kendime mâlikim" diyen adam, "Her şey kendine mâliktir" demeye ve îtikad etmeye mecburdur.
İşte, ene, şu hâinâne vaziyetinde iken, cehl-i mutlaktadır. Binler fünûnu bilse de, cehl-i mürekkeble bir echeldir. Çünkü, duyguları, efkârları, kâinatın envar-ı mârifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idâme edecek bir madde bulmadığı için, sönerler. Gelen Her şey, nefsindeki renkler ile boyalanır.
1- Nefsini günahlardan arındıran kurtuluşa ermiştir. (Şemsi Sûresi: 9.)
2- Mülk Onun, hamd Onun, hüküm Onundur ve Ona döndürüleceksiniz.
3- Nefsini günaha daldıran da hüsrâna uğramıştır. (Şems Sûresi: 10.)
4- Muhakkak ki şirk pek büyük bir zulümdür. (Lokman Sûresi: 13.)
Mahz-ı hikmet gelse, nefsinde abesiyet-i mutlaka sûretini alır. Çünkü, şu haldeki enenin rengi, şirk ve ta'tîldir, Allah'ı inkârdır. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa, o enedeki karanlıklı bir nokta, onları nazarda söndürür, göstermez. On Birinci Sözde, mahiyet-i insaniyenin ve mahiyet-i insaniyedeki enâniyetin, mânâ-i harfî cihetiyle ne kadar hassas bir mîzan ve doğru bir mikyas ve muhît bir fihriste ve mükemmel bir harita ve câmi' bir ayna ve kâinata güzel bir takvîm, bir rûznâme olduğu, gayet katî bir sûrette tafsil edilmiştir. Ona mürâcaat edilsin. O Sözdeki tafsilâta iktifâen kısa keserek, mukaddimeye nihayet verdik. Eğer mukaddimeyi anladınsa, gel, hakikate giriyoruz.
İşte, bak: Âlem-i insaniyette, zaman-ı âdemden şimdiye kadar iki cereyân-ı azîm, iki silsile-i efkâr, her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış: İki şecere-i azîme hükmünde, biri silsile-i nübüvvet ve diyânet, diğeri silsile-i felsefe ve hikmet; gelmiş, gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizâc ve ittihad etmiş ise, yani silsile-i felsefe silsile-i diyânete dehâlet edip itaat ederek hizmet etmişse, âlem-i insaniyet parlak bir sûrette, bir saadet, bir hayat-ı içtimâiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişler ise, bütün hayır ve nur, silsile-i nübüvvet ve diyânet etrafına toplanmış ve şerler ve dalâletler felsefe silsilesinin etrafına cem' olmuştur. Şimdi şu iki silsilenin menşelerini, esaslarını bulmalıyız.
İşte, diyânet silsilesine itaat etmeyen silsile-i felsefe ki, bir şecere-i zakkum sûretini alıp, şirk ve dalâlet zulümâtını etrafına dağıtır. Hattâ, kuvve-i akliye dalında, dehriyyun, maddiyyun, tabiiyyun meyvelerini beşer aklının eline vermiş. Ve kuvve-i gadabiye dalında Nemrudları, Firavunları, Şeddadları Haşiye beşerin başına atmış. Ve kuvve-i şeheviye-i behîmiye dalında âliheleri, sanemleri ve ulûhiyet dâvâ edenleri semere vermiş, yetiştirmiş. O şecere-i zakkumun menşei ile, silsile-i nübüvvetin-ki, bir şecere-i tûbâ-i ubûdiyet hükmünde bulunan o silsilenin küre-i zeminin bağında mübârek dalları, kuvve-i akliye dalında enbiyâ ve mürselîn ve evliyâ ve sıddîkîn meyvelerini yetiştirdiği gibi, kuvve-i dâfia dalında âdil hâkimleri, melek gibi melikler meyvesini veren ve kuvve-i câzibe dalında hüsn-ü sîret ve ismetli cemâl-i sûret ve sehâvet ve keremnâmdarlar meyvesini yetiştiren ve beşer nasıl şu kâinatın en mükemmel bir meyvesi olduğunu gösteren o şecerenin menşei ile beraber, enenin iki cihetindedir. O iki şecereye menşe' ve medâr, esaslı bir çekirdek olarak enenin iki vechini beyân edeceğiz. Şöyle ki:
Enenin bir vechini nübüvvet tutmuş gidiyor, diğer vechini felsefe tutmuş geliyor.
Haşiye: Evet, Nemrudları, Firavunları yetiştiren ve dâyelik edip emziren eski Mısır ve Babil'in, ya sihir derecesine çıkmış, veyahut hususi olduğu için etrafında sihir telâkkî edilen eski felsefeleri olduğu gibi, âliheleri eski Yunan kafasında yerleştiren ve esnâmı tevlid eden felsefe-i tabiiye bataklığıdır. Evet, tabiatın perdesi ile Allah'ın nurunu görmeyen insan, her şeye bir ulûhiyet verip, kendi başına musallat eder.
Nübüvvetin vechi olan birinci vecih ubûdiyet-i mahzânın menşeidir. Yani, ene kendini abd bilir; başkasına hizmet eder, anlar. Mahiyeti, harfiyedir; yani başkasının mânâsını taşıyor fehmeder. Vücudu, tebeîdir; yani, başka birisinin vücudu ile kâim ve icadıyla sabittir îtikad eder. Mâlikiyeti, vehmiyedir; yani, kendi Mâlikinin izni ile sûrî, muvakkat bir mâlikiyeti vardır bilir. Hakikati, zılliyedir; yani, hak ve vâcib bir hakikatin cilvesini taşıyan mümkîn ve miskin bir zılldir. Vazifesi ise kendi Hâlıkının sıfât ve şuûnâtına mikyas ve mîzan olarak, şuurkârâne bir hizmettir.
İşte, enbiyâ ve enbiyâ silsilesindeki asfiyâ ve evliyâ, eneye şu vecihle bakmışlar, böyle görmüşler, hakikati anlamışlar. Bütün mülkü Mâlikü'l-Mülke teslim etmişler ve hükmetmişler ki, o Mâlik-i Zülcelâlin ne mülkünde, ne rubûbiyetinde, ne ulûhiyetinde şerik ve nazîri yoktur, muîn ve vezire muhtaç değil. Her şeyin anahtarı Onun elindedir; her şeye kâdir-i mutlaktır. Esbâb bir perde-i zâhiriyedir; tabiat bir şeriat-ı fıtriyesidir ve kanunlarının bir mecmûasıdır ve kudretinin bir mistârıdır.
İşte, şu parlak nurânî, güzel yüz, hayattar ve mânidar bir çekirdek hükmüne geçmiş ki, Hâlık-ı Zülcelâl, bir şecere-i tûba-i ubûdiyeti, ondan halk etmiştir; ki, onun mübârek dalları âlem-i beşeriyetin her tarafını nurânî meyvelerle tezyin etmiştir. Bütün zaman-ı mâzideki zulümâtı dağıtıp, o uzun zaman-ı mâzi felsefenin gördüğü gibi bir mezar-ı ekber, bir ademistan olmadığını belki istikbâle ve saadet-i ebediyeye atlamak için ervâh-ı âfilîne bir medâr-ı envar ve muhtelif basamaklı bir mi'rac-ı münevver ve ağır yüklerini bırakan ve serbest kalan ve dünyadan göçüp giden ruhların nurânî bir nuristânı ve bir bostanı olduğunu gösterir.
İkinci vecih ise, felsefe tutmuştur. Felsefe ise, eneye mânâ-i ismiyle bakmış. Yani, "Kendi kendine delâlet eder" der; mânâsı kendindedir, kendi hesâbına çalışır, hükmeder. Vücudu aslî, zâtî olduğunu telâkkî eder. Yani, "Zâtında bizzat bir vücudu vardır" der; bir hakk-ı hayatı var, daire-i tasarrufunda hakiki mâliktir zum eder. Onu bir hakikat-i sabite zanneder. Vazifesini, hubb-u zâtından neşet eden bir tekemmül-ü zâtî olduğunu bilir ve hâkezâ, çok esâsât-ı fâsideye mesleklerini binâ etmişler. O esâsât ne kadar esassız ve çürük olduğunu sâir risâlelerimde ve bilhassa Sözlerde, hususan On İkinci ve Yirmi Beşinci Sözlerde katî ispat etmişiz. Hattâ, silsile-i felsefenin en mükemmel fertleri ve o silsilenin dâhîleri olan Eflâtun ve Aristo, İbn-i Sînâ ve Farâbî gibi adamlar, "İnsaniyetin gâyetü'l-gâyâtı, 'teşebbüh-ü bilvâcib'dir, yani Vâcibü'l-Vücuda benzemektir" deyip, Firavunâne bir hüküm vermişler ve enâniyeti kamçılayıp, şirk derelerinde serbest koşturarak, esbâbperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok enva-ı şirk tâifelerine meydan açmışlar. İnsaniyetin esâsında münderiç olan acz ve zaaf, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur kapılarını kapayıp, ubûdiyetin yolunu seddetmişler. Tabiata saplanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar.
Nübüvvet ise, "Gâye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlâhiye ile ve secâyâ-i hasene ile tahallûk etmekle beraber aczini bilip kudret-i İlâhiyeye ilticâ, zaafını görüp kuvvet-i İlâhiyeye istinat, fakrını görüp rahmet-i İlâhiyeye itimad, ihtiyacını görüp gınâ-i İlâhiyeden istimdâd, kusurunu görüp afv-ı İlâhîye istiğfar, naksını görüp kemâl-i İlâhîye tesbihhan olmaktır" diye, ubûdiyetkârâne hükmetmişler.
İşte, diyânete itaat etmeyen felsefenin böyle yolu şaşırdığı içindir ki, ene kendi dizginini eline almış, dalâletin her bir nevine koşmuş. İşte şu vecihteki enenin başı üstünde bir şecere-i zakkum neşv ü nemâ bulup âlem-i insaniyetin yarısından fazlasını kaplamış.
İşte, o şecerenin kuvve-i şeheviye-i behîmiye dalında beşerin enzârına verdiği meyveler ise, esnâmlar ve âlihelerdir. Çünkü, felsefenin esâsında, kuvvet müstahsendir; hattâ, "Elhükmü lilgâlip," bir düsturudur. "Galebe edende bir kuvvet var"; "Kuvvette hak vardır" der. Haşiye 1
Zulmü mânen alkışlamış, zâlimleri teşcî etmiştir ve cebbârları ulûhiyet dâvâsına sevk etmiştir.
Hem, masnu'daki güzelliği ve nakıştaki hüsnü masnua ve nakşa mal edip, Sâni' ve Nakkaşın mücerred ve mukaddes cemâlinin cilvesine nispet etmeyerek, "Ne güzel yapılmış" yerine, "Ne güzeldir" der; perestişe lâyık bir sanem hükmüne getirir. Hem, herkese satılan müzahraf, hodfüruş, gösterici, riyâkâr bir hüsnü istihsan ettiği için, riyâkârları alkışlamış, sanem-misâlleri kendi âbidlerine âbide Haşiye 2 yapmıştır.
O şecerenin kuvve-i gadabiye dalında, bîçare beşerin başında küçük büyük Nemrudlar, Firavunlar, Şeddadlar meyvelerini yetiştirmiş; kuvve-i akliye dalında, âlem-i insaniyetin dimâğına dehriyyun, maddiyyun, tabiiyyun gibi meyveleri vermiş, beşerin beynini bin parça etmiştir.
Şimdi, şu hakikati tenvir için felsefe mesleğinin esâsât-ı fâsidesinden neşet eden neticeleriyle, silsile-i nübüvvetin esâsât-ı sâdıkasından tevellüd eden neticelerinin binler muvâzenesinden, numûne olarak üç dört misâl zikrediyoruz.
Meselâ, nübüvvetin hayat-ı şahsiyedeki düsturî neticelerinden kaidesiyle, "Ahlâk-ı İlâhiye ile muttasıf olup Cenâb-ı Hakka mütezellilâne teveccüh edip, acz, fakr, kusurunuzu bilip, dergâhına abd olunuz" düsturu nerede; felsefenin "Teşebbüh-ü bilvâcib insaniyetin gayet-i kemâlidir" kaidesiyle, "Vâcibü'l-Vücuda benzemeye çalışınız" hodfüruşâne düsturu nerede? Evet, nihayetsiz acz, zaaf, fakr, ihtiyaç ile yoğrulmuş olan mahiyet-i insaniye nerede; nihayetsiz Kadîr, Kavî, Ganî ve Müstağnî olan Vâcibü'l-Vücudun mahiyeti nerede?
o İkinci misâl: Nübüvvetin hayat-ı içtimâiyedeki düsturî neticelerinden ve şems ve kamerden tut tâ nebâtât hayvanâtın imdadına ve hayvanât insanın imdadına, hattâ zerrât-ı taâmiye hüceyrât-ı bedenin imdadına ve muâvenetine koşturulan düstur-u teâvün, kanun-u kerem, nâmus-u ikram nerede; felsefenin hayat-ı içtimâiyedeki düsturlarından ve yalnız bir kısım zâlim ve canavar insanların ve vahşî hayvanların fıtratlarını sû-i istimâllerinden neşet eden düstur-u cidâl nerede? Evet, düstur-u cidâli o kadar esaslı ve küllî kabul etmişler ki, "Hayat bir cidâldir" diye, eblehâne hükmetmişler.
Haşiye 1: Düstur-u nübüvvet, "Kuvvet haktadır; hak kuvvette değildir" der, zulmü keser, adâleti temin eder.
Haşiye 2: Yani; o sanem-misâller, perestişkârlarının hevesâtlarına hoş görünmek ve teveccühlerini kazanmak için riyâkârâne gösteriş ile ibâdet gibi bir vaziyet gösteriyorlar.
Üçüncü Misâl: Nübüvvetin Tevhid-i İlâhî hakkındaki netâic-i âliyyesinden ve düstur-u galiyyesinden yâni "Her birliği bulunan, yalnız birden sudûr edecektir." "Mâdem her şeyde ve bütün eşyada bir birlik var; demek birtek zâtın îcâdıdır" diye olan tevhidkârâne düsturu nerede? Eski felsefenin bir düstur-u îtikadiyyesinden olan "Birden bir sudûr eder" yâni, "Bir zâttan, bizzât birtek sudûr edebilir. Sâir şeyler, vasıtalar vasıtasıyla ondan sudûr eder" diye Ganiyy-i ale-l-ıtlak ve Kadir-i Mutlak'ı âciz vesâite muhtaç göstererek, bütün esbâba ve vesâite, Rubûbiyyette bir nevi şirket verip Hâlık-ı Zülcelâl'e, "akl-ı evvel" namında bir mahlûku verip, âdeta sâir mülkünü esbâba ve vesâite taksim ederek bir şirk-i azîme yol açan, şirk-âlûd ve dalalet-pişe o felsefenin düsturu nerede?.. Hükemânın yüksek kısmı olan İşrâkiyyûn böyle haltetseler; Maddiyyûn, Tabiiyyûn gibi aşağı kısımları ne kadar haltedeceklerini kıyas edebilirsin.
Dördüncü Misâl: Nübüvvetin düstur-u hakîmanesinden * sırrıyla: "Herşeyin, her zîhayatın neticesi ve hikmeti kendine ait bir ise; Sâniine ait neticeleri, Fâtırına bakan hikmetleri binlerdir. Herbir şeyin, hattâ bir meyvenin; bir ağacın meyveleri kadar hikmetleri, neticeleri bulunduğu" mahz-ı hakikat olan düstur-u hikmet nerede! Felsefenin: "Herbir zîhayatın neticesi kendine bakar veyahut insânın menafiine aittir" diye, koca bir dağ gibi ağaca, hardal gibi bir meyve, bir netice takmak gibi gayet mânâsız bir abesiyyet içinde gördüğü hikmetsiz hikmet-i müzahrafe düsturları nerede... Şu hakikat, Onuncu Söz'ün Onuncu Hakikatında bir derece gösterildiğinden kısa kestik. İşte bu dört misâle, binler misâli kıyas edebilirsin. "Lemaat" namındaki bir risalede bir kısmına işaret etmişiz.
İşte felsefenin şu esasât-ı fâsidesinden ve netâic-i vahîmesindendir ki: İslâm Hükemâsından İbn-i Sina ve Fârâbî gibi dâhîler, şa'şaa-i sûriyyesine meftun olup, o mesleğe aldanıp, o mesleğe girdiklerinden; âdi bir mü'min derecesini ancak kazanabilmişler. Hattâ İmam-ı Gazâlî gibi bir Hüccet-ül İslâm, onlara o dereceyi de vermemiş.
Hem mütekellimînin mütebahhirîn ulemâsından olan Mu'tezile imamları, zînet-i sûrîsine meftun olup, o mesleğe ciddî temas ederek, aklı hâkim ittihaz ettiklerinden, ancak fâsık, mübtedi bir mü'min derecesine çıkabilmişler. Hem üdebâ-yı İslâmiyyenin meşhurlarından bedbinlikle mâruf Ebû-l Alâ-i Maarrî ve yetîmâne ağlayışıyla mevsuf Ömer Hayyam gibilerin, o mesleğin nefs-i emmâreyi okşayan zevkiyle zevklenmesi sebebiyle, ehl-i hakikat ve kemâlden bir sille-i tahkir ve tekfir yiyip: "Edebsizlik ediyorsunuz, zındıkaya giriyorsunuz, zındıkları yetiştiriyorsunuz" diye zecirkârane tedib tokatlarını almışlar.
* Hiçbir şey yoktur ki, Onu övüp Onu tesbih etmesin. (İsrâ Sûresi: 44.)
Hem, meslek-i felsefenin esâsât-ı fâsidesindendir ki, ene, kendi zâtında hava gibi zayıf bir mahiyeti olduğu halde, felsefenin meşum nazarı ile mânâ-i ismî cihetiyle baktığı için, güyâ buhar-misâl o ene temeyyü' edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyâta tevaggul sebebiyle güyâ tasallûb ediyor. Sonra gaflet ve inkâr ile, o enâniyet, tecemmüd eder. Sonra isyan ile tekeddür eder, şeffâfiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın efkârıyla şişer; sonra sâir insanları, hattâ esbâbı kendine ve nefsine kıyas edip, onlara-kabul etmedikleri ve teberrî ettikleri halde-birer firavunluk verir. İşte o vakit, Hâlık-ı Zülcelâlin evâmirine karşı mübâreze vaziyetini alır, -1- der, meydan okur gibi Kadîr-i Mutlakı acz ile ittiham eder. Hattâ, Hâlık-ı Zülcelâlin evsâfına müdâhale eder; işine gelmeyenleri ve nefs-i emmârenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder.
Ezcümle: Felâsifenin bir tâifesi, Cenâb-ı Hakka "mûcib-i bizzat" demişler, ihtiyârını nefyetmişler, ihtiyârını ispat eden bütün kâinatın nihayetsiz şehâdetlerini tekzib etmişler. Feyâ sübhânallah! Şu kâinatta zerreden şemse kadar bütün mevcudât, taayyünâtlarıyla, intizamâtıyla, hikmetleriyle, mîzanlarıyla Sâniin ihtiyârını gösterdikleri halde, şu kör olası felsefenin gözü görmüyor!
Hem bir kısım felâsife, "Cüz'iyâta ilm-i İlâhî taallûk etmiyor" diye ilm-i İlâhînin azametli ihâtasını nefyedip, bütün mevcudâtın şehâdât-ı sâdıkalarını reddetmişler.
Hem, felsefe esbâba tesir verip, tabiat eline icad verir. Yirmi İkinci Sözde katî bir sûrette ispat edildiği gibi, her şeyde Hâlık-ı Küll-i Şeye has parlak sikkeyi görmeyip, âciz, câmid, şuursuz, kör ve iki eli tesadüf ve kuvvet gibi iki körün elinde olan tabiata masdâriyet verip, binler hikmet-i âliyeyi ifade eden ve herbiri birer mektubât-ı Samedâniye hükmünde olan mevcudâtın bir kısmını ona mal eder. Hem, Onuncu Sözde ispat edildiği gibi, Cenâb-ı Hak bütün esmâsıyla ve kâinat bütün hakâikıyla ve silsile-i nübüvvet bütün tahkikatıyla ve kütüb-ü semâviye bütün âyâtıyla gösterdikleri haşir ve âhiret kapısını bulmayıp, haşri nefyedip, ervâhlara bir ezeliyet isnad etmişler. İşte, bu hurâfâtlara sâir meselelerini kıyas edebilirsin.
Evet, şeytanlar, güyâ ene'nin gaga ve pençesiyle, dinsiz feylesoflarının akıllarını havaya kaldırıp, dalâlet derelerine atıp dağıtmıştır. Küçük âlemde ene, büyük âlemde tabiat gibi tâğutlardandır.
1- "Çürümüş kemikleri kim diriltecek?" (Yâsin Sûresi: 78.)
2- Kim insanları Allah'ın yolundan saptırıp isyâna sürükleyen ve birer ma'bud gibi kıymet verilen tâğutları reddeder ve Allah'a İmân ederse, işte o, kopmaz ve kırılmaz, sapa sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah ise her şeyi hakkıyla işiten, her şeyi hakkıyla bilendir. (Bakara Sûresi: 256.)
Geçen hakikati tenvir edecek bir seyahat-i hayaliye sûretinde nimmanzum olarak Lemeât'ta yazdığım bir vâkıa-i misâliyenin meâlini şurada zikretmeye münâsebet geldi. Şöyle ki:
Bu risâlenin telifinden sekiz sene evvel, İstanbul'da, Ramazan-ı Şerifte, meslek-i felsefe ile münâsebette bulunan Eski Said'in Yeni Said'e inkılâb edeceği bir hengâmdadır ki, Fâtiha-i Şerîfenin âhirinde ile işaret ettiği üç mesleği düşünürken şöyle bir vâkıa-i hayaliye, bir hâdise-i misâliye, rüyâya benzer bir hâdise gördüm ki:
Kendimi bir sahrâ-i azîmede görüyorum. Bütün zeminin yüzünü karanlıklı, sıkıcı ve boğucu bir bulut tabakası kaplamış. Ne nesîm var, ne ziyâ, ne âb-ı hayat-hiçbirisi bulunmuyor. Her tarafı canavarlar, muzır ve muvahhiş mahlûklarla dolu olduğunu tevehhüm ettim. Kalbime geldi ki, şu zeminin öteki tarafında ziyâ, nesîm, âb-ı hayat var. Oraya geçmek lâzım. Baktım ki, ihtiyârsız sevk olunuyorum. Zeminin içinde tünelvârî bir mağaraya sokuldum; git gide zeminin içinde seyahat ettim. Bakıyorum ki, benden evvel o tahte'l-arz yolda çok kimseler gitmişler. Her tarafta boğulup kalmışlar. Onların ayak izlerini görüyordum. Bâzılarının bir zaman seslerini işitiyordum. Sonra sesleri kesiliyordu.
Ey hayali ile benim seyahat-i hayaliyeme iştirak eden arkadaş! O zemin, tabiattır ve felsefe-i tabiiyedir. Tünel ise ehl-i felsefenin efkârı ile hakikate yol açmak için açtıkları meslektir. Gördüğüm ayak izleri, Eflâtun ve Aristo Haşiye gibi meşâhirlerindir. İşittiğim sesler, İbn-i Sina ve Farâbî gibi dâhîlerindir. Evet, İbn-i Sina'nın bâzı sözlerini, kanunlarını bâzı yerlerde görüyordum; sonra bütün bütün kesiliyordu. Daha ileri gidememiş. Demek boğulmuş. Her ne ise, seni meraktan kurtarmak için hayalin altındaki hakikatin bir köşesini gösterdim. Şimdi seyahatime dönüyorum.
Git gide baktım ki, benim elime iki şey verildi: Biri, bir elektrik; o tahte'l-arz tabiatın zulümâtını dağıtır; diğeri, bir âlet ile dahi, azîm kayalar, dağ-misâl taşlar parçalanıp bana yol açılıyor. Kulağıma denildi ki, "Bu elektrik ile o âlet, Kur'ân'ın hazînesinden size verilmiştir.
Her ne ise, çok zaman öylece gittim. Baktım ki, öteki tarafa çıktım. Gayet güzel bir bahar mevsiminde bulutsuz bir güneş, ruhefzâ bir nesîm, hayattar bir âb-ı leziz, her taraf şenlik içinde bir âlem gördüm. "Elhamdülillâh" dedim.
Haşiye: Eğer desen: "Sen necisin, bu meşâhire karşı meydana çıkıyorsun? Sen, bir sinek gibi olup da kartalların uçmalarına karışıyorsun." Ben de derim ki, "Kur'ân gibi bir üstad-ı ezeliyem varken, dalâletâlûd felsefenin ve evhamâlûd aklın şâkirdleri olan o kartallara hakikat ve mârifet yolunda sinek kanadı kadar da kıymet vermeye mecbur değilim. Ben onlardan ne kadar aşağı isem, onların üstadı dahi, benim üstadımdan bin defa daha aşağıdır. Üstadımın himmetiyle, onları gark eden madde ayağımı da ıslatamadı. Evet, büyük bir padişahın onun kanununu ve evâmirini hâmil küçük bir neferi, küçük bir şâhın büyük bir müşirinden daha büyük işler görebilir."
Kendilerine nimet ve ihsanda bulunduğun peygamberlerinin ve onlara tâbi olan sâlih kullarının yoluna ilet-gazabına uğrayanların ve sapıtmış olanların yoluna değil. (Fâtiha Sûresi: 7.)
Sonra baktım ki, ben kendi kendime mâlik değilim. Birisi beni tecrübe ediyor. Yine evvelki vaziyette, o sahrâ-i azîmede, boğucu bulut altında yine ben kendimi gördüm. Daha başka bir yolda, bir sâik beni sevk ediyordu. Bu defa tahte'z-zemin değil, belki seyir ve seyahatle yeryüzünü kat' edip öteki yüze geçmek için gidiyordum. O seyahatimde öyle acâib ve garâibi görüyordum ki, tarif edilmez. Deniz bana hiddet ediyor, fırtına beni tehdit eder, Her şey bana müşkülât peydâ eder. Fakat, yine Kur'ân'dan bana verilen bir vâsıta-i seyahatimle geçiyordum, galebe çalıyordum. Git gide, bakıyordum her tarafta seyyahların cenâzeleri bulunuyor; o seyahati bitirenler, binde ancak birdir.
Her ne ise, o buluttan kurtulup, zeminin öteki yüzüne geçip güzel güneşle karşılaştım. ruhefzâ nesîmi teneffüs ederek, "Elhamdülillâh" dedim. O cennet gibi o âlemi seyre başladım.
Sonra baktım, biri var ki, beni orada bırakmıyor. Başka yolu bana gösterecek gibi, yine beni bir anda o müthiş sahrâya getirdi. Baktım ki, yukarıdan inmiş aynı asansörler gibi, muhtelif tarzlarda bâzı tayyâre, bâzı otomobil, bâzı zembil gibi şeyler görünüyor. Kuvvet ve istidada göre onlara atılsa, yukarıya çekiliyor. Ben de birisine atladım. Baktım, bir dakika zarfında bulutun fevkıne beni çıkardı. Gayet güzel, müzeyyen, yeşil dağların üstüne çıktım. O bulut tabakası, dağın yarısına kadar gelmemişti. En latîf bir nesîm, en leziz bir âb, en şirin bir ziyâ her tarafta görünüyor.
Baktım ki, o asansörler gibi nurânî menziller her tarafta var. Hattâ iki seyahatimde ve zeminin öteki yüzünde onları görmüştüm, anlamamıştım. Şimdi anlıyorum ki, şunlar Kur'ân-ı Hakîmin âyetlerinin cilveleridir.
İşte ile işaret olunan evvelki yol, tabiata saplananların ve tabiiyyûn fikrini taşıyanların mesleğidir ki; onda, hakikata ve nura geçmek için ne kadar müşkilât olduğunu hissettiniz. ile işaret olunan ikinci yol, esbabperestlerin ve vesaite îcad ve tesir verenlerin, Meşâiyyûn hükemâsı gibi; yalnız akıl ile, fikir ile hakikat-ül hakaika ve Vâcib-ül Vücûd'un mârifetine yol açanların mesleğidir. ile işaret olunan üçüncü yol ise: Sırat-ı müstakim ehli olan ehl-i Kur'anın cadde-i nurâniyyesidir ki, en kısa, en rahat, en selâmet ve herkese açık, semâvî ve rahmânî ve nuranî bir meslektir.
1- Sapıtmış olanların değil. (Fâtiha Sûresi: 7.)
2- Gazaba uğrayanların değil. (Fâtiha Sûresi: 7.)
3- Kendilerine nimet ve ihsanda bulunduğun kimselerin. (Fâtiha Sûresi: 7.)
Tahavvülât-ı zerrâta dâir şu âyetin hazînesinden bir zerreye işaret edecektir.
Şu âyetin pek büyük hazînesinden bir miskal zerre miktarında, yani zerre sandukçasında olan cevheri gösterir ve zerrenin hareket ve vazifesinden bir nebze bahseder. Şu Maksad bir Mukaddime ile Üç Noktadan ibârettir.
Tahavvülât-ı zerrât, Nakkaş-ı Ezelînin kalem-i kudreti, kitâb-ı kâinatta yazdığı âyât-ı tekviniyenin hengâmındaki ihtizâzâtı ve cevelânıdır. Yoksa, maddiyyun ve tabiiyyunların tevehhüm ettikleri gibi tesadüf oyuncağı ve karışık, mânâsız bir hareket değildir. Çünkü, bütün mevcudât gibi, zerreler ve her bir zerre, mebde-i hareketinde "Bismillâh" der. Çünkü, nihayetsiz, kuvvetinden fazla yükleri kaldırır ve buğday tanesi kadar bir çekirdeğin koca bir çam ağacı gibi bir yükü omuzuna alması gibi. Hem vazifesinin hitâmında "Elhamdülillâh" der. Çünkü, bütün ukûlü hayrette bırakan hikmetli bir cemâl-i sanat, faydalı bir hüsn-ü nakış göstererek Sâni-i Zülcelâlin medâyihine bir kasîde-i medhiye gibi bir eser gösterir. Meselâ, nar ve mısıra dikkat et.
Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla.
İnkâr edenler, "Kıyâmet başımıza gelmez" derler. Sen de ki: Evet gaybı bilen Rabbime yemin olsun ki başınıza gelecektir. Ne göklerde ve ne de yerde zerre kadar bir şey Ondan uzak kalamaz; bundan küçük veya büyük ne varsa hepsi ap açık bir kitapta yazılmıştır. (Sebe' Sûresi: 3.)
Evet, tahavvülât-ı zerrât, Haşiye âlem-i gaybdan olan Her şeyin geçmiş aslında ve gelecek neslindeki intizamâta medâr ve ilim ve emr-i İlâhînin bir unvânı olan İmâm-ı Mübîn'in düsturları ve imlâsı tahtında ve zaman-ı hâzır ve âlem-i şehâdetten teşkil ve icad-ı eşyada tasarrufa medâr ve kudret ve irâde-i İlâhiyenin bir ünvânı olan Kitâb-ı Mübîn'den istinsah ile ve seyyâl zamanın hakikati ve sahife-i misâliyesi olan Levh-i Mahv, İspat'ta kelimât-ı kudreti yazmak ve çizmekten gelen harekâttır ve mânidar ihtizâzâttır.
Haşiye: İkinci Maksadın, tahavvülât-ı zerrâtın tarifine dâir olan uzun cümlenin Haşiyesidir.
Kur'ân-ı Hakîmde İmâm-ı Mübîn ve Kitâb-ı Mübîn mükerrer yerlerde zikredilmiştir. Ehl-i tefsir "İkisi birdir"; bir kısmı "Ayrı ayrıdır" demişler. Hakikatlerine dâir beyânâtları muhteliftir. Hulâsa, "İlm-i İlâhînin ünvanlarıdır" demişler. Fakat, Kur'ân'ın feyzi ile şöyle kanaatim gelmiş ki:
İmâm-ı Mübîn, ilim ve emr-i İlâhînin bir nevine bir ünvandır ki, âlem-i şehâdetten ziyâde âlem-i gayba bakıyor. Yani, zaman-ı halden ziyâde, mâzi ve müstakbele nazar eder. Yani, herşeyin vücud-u zâhirîsinden ziyâde aslına, nesline ve köklerine ve tohumlarına bakar. Kader-i İlâhînin bir defteridir. Şu defterin vücudu, Yirmi Altıncı Sözde, hem Onuncu Sözün Haşiyesinde ispat edilmiştir.
Evet, şu İmâm-ı Mübîn, bir nevi ilim ve emr-i İlâhînin bir ünvânıdır. Yani, eşyanın mebâdileri ve kökleri ve asılları, kemâl-i intizam ile eşyanın vücutlarını gayet sanatkârâne intâc etmesi cihetiyle, elbette desâtir-i ilm-i İlâhînin bir defteriyle tanzim edildiğini gösteriyor. Ve eşyanın neticeleri, nesilleri, tohumları, ileride gelecek mevcudâtın programlarını, fihristelerini tazammun ettiklerinden, elbette evâmir-i İlâhiyenin bir küçük mecmûası olduğunu bildiriyorlar. Meselâ, bir çekirdek, bütün ağacın teşkilâtını tanzim edecek olan programları ve fihristeleri ve o fihriste ve programları tâyin eden o evâmir-i tekviniyenin küçücük bir mücessemi hükmünde denilebilir.
Elhâsıl: İmâm-ı Mübîn, mâzi ve müstakbelin ve âlem-i gaybın etrafında dal budak salan şecere-i hilkatin bir programı, bir fihristesi hükmündedir. Şu mânâdaki İmâm-ı Mübîn, kader-i İlâhînin bir defteri, bir mecmûa-i desâtiridir. O desâtirin imlâsıyla ve hükmüyle, zerrât, vücud-u eşyadaki hidemâtına ve harekâtına sevk edilir.
Ammâ Kitâb-ı Mübîn ise, âlem-i gaybdan ziyâde âlem-i şehâdete bakar. Yani, mâzi ve müstakbelden ziyâde zaman-ı hazıra nazar eder. Ve ilim ve emirden ziyâde, kudret ve irâde-i İlâhiyenin bir ünvânı, bir defteri, bir kitâbıdır. İmâm-ı Mübîn kader defteri ise, Kitâb-ı Mübîn kudret defteridir. Yani herşey, vücudunda, mahiyetinde ve sıfât ve şuûnâtında kemâl-i san'at ve intizamları gösteriyor ki, bir kudret-i kâmilenin desâtiriyle ve bir irâde-i nâfizenin kavânîniyle vücud giydiriliyor; sûretleri tâyin, teşhis edilip birer miktar-ı muayyen, birer şekl-i mahsus veriliyor.
Demek, o kudret ve irâdenin küllî ve umumi bir mecmûa-i kavânîni, bir defter-i ekberi vardır ki, herbir şeyin hususi vücudları ve mahsus sûretleri ona göre biçilir, dikilir, giydirilir. İşte şu defterin vücudu, İmâm-ı Mübîn gibi, kader ve cüz-i ihtiyârî mesâilinde ispat edilmiştir. Ehl-i gaflet ve dalâlet ve felsefenin ahmaklığına bak ki, kudret-i fâtıranın o Levh-i Mahfuzunu ve hikmet ve irâde-i Rabbâniyenin o basîrâne kitâbının eşyadaki cilvesini, aksini, misâlini hissetmişler; hâşâ, "tabiat" nâmiyle tesmiye etmişler, körletmişler.
İşte, İmâm-ı Mübîn'in imlâsı ile, yani kaderin hükmüyle ve düsturuyla, kudret-i İlâhiye, icad-ı eşyada herbiri birer âyet olan silsile-i mevcudâtı Levh-i Mahv, İspat denilen zamanın sahife-i misâliyesinde yazıyor, icad ediyor, zerrâtı tahrik ediyor. Demek, harekât-ı zerrât, o kitâbetten, o istinsahtan, mevcudât âlem-i gaybdan âlem-i şehâdete ve ilimden kudrete geçmelerinde bir ihtizazdır, bir harekâttır.
Ammâ, Levh-i Mahv, İspat ise, sabit ve dâim olan Levh-i Mahfuz-u Azam'ın daire-i mümkinâtta, yani mevt ve hayata, vücud ve fenâya dâimâ mazhar olan eşyada mütebeddil bir defteri ve yazar bozar bir tahtasıdır ki; hakikat-i zaman odur. Evet, herşeyin bir hakikati olduğu gibi, zaman dediğimiz, kâinatta cereyan eden bir nehr-i azîmin hakikati dahi Levh-i Mahv, İspat'taki kitâbet-i kudretin sayfası ve mürekkebi hükmündedir. Gaybı Allah'tan başkası bilmez. (Neml Sûresinin 65. âyeti ve benzeri diğer âyetlerden alınmış bir kaidedir.)
Birinci Nokta
İki Mebhastır.
Birinci Mebhas: Her zerrede, hem harekâtında, hem sükûnetinde iki güneş gibi iki nur-u tevhid parlıyor. Çünkü, Onuncu Sözün Birinci İşaretinde icmâlen ve Yirmi İkinci Sözde tafsîlen ispat edildiği gibi, her bir zerre, eğer memur-u İlâhî olmazsa ve Onun izni ve tasarrufu ile hareket etmezse ve ilim ve kudretiyle tahavvül etmezse, o vakit her bir zerrenin nihayetsiz bir ilmi, hadsiz bir kudreti, her şeyi görür bir gözü, her şeye bakar bir yüzü, her şeye geçer bir sözü bulunmak lâzım gelir. Çünkü, anâsırın her bir zerresi, her bir cism-i zîhayatta muntazam işler veya işleyebilir. Eşyanın intizamâtı ve kavânîn-i teşekkülâtı birbirine muhâliftir. Onların nizâmâtı bilinmezse, işlenilmez; işlenilse de, yanlışsız yapılmaz. Halbuki, yanlışsız yapılıyor. Öyle ise, o hizmet eden zerreler, ya bir ilm-i muhît sahibinin izin ve emriyle ve ilim ve irâdesiyle işliyorlar, veyahut kendilerinde öyle bir muhît ilim ve kudret bulunmak lâzım geliyor.
Evet, havanın her bir zerresi, her bir zîhayatın cismine, her bir çiçeğin her bir meyvesine, her bir yaprağın binâsına girip işleyebilir. Halbuki, onların teşkilâtları ayrı ayrı tarzdadır, başka başka nizâmâtı var. Bir incir meyvesinin fabrikası, farazâ çuha makinesi gibi olsa, bir nar meyvesinin fabrikası da şeker makinesi gibi olacaktır. Ve hâkezâ, o binâların, o cisimlerin programları birbirinden başkadır. Şimdi şu zerre-i havâiye, bütün onlara girer veya girebilir ve gayet hakîmâne ve üstadâne yanlışsız olarak işler, vaziyetler alır. Vazifesi bittikten sonra kalkar gider.
İşte, müteharrik havanın müteharrik zerresi, ya nebâtâta ve hayvanâta, hattâ meyvelerine ve çiçeklerine giydirilen sûretlerin, miktarların teşkilâtını, biçimini bilmesi lâzım geldiği; veyahut onlar bir bilenin emir ve irâdesiyle memur olması lâzım geldiği gibi:
Sâkin toprak, sâkin olan her bir zerresi, bütün çiçekli nebâtâtın ve meyvedar ağaçların tohumlarına medâr ve menşe' olmak kâbil olduğundan, hangi tohum gelse ve o zerrede, yani misliyet itibâriyle bir zerre hükmünde olan bir avuç toprakta kendine mahsus bir fabrika ve bütün levâzımâtına ve teşkilâtına lâzım bütün cihazâtı bulunduğundan, o zerrede ve o zerrenin kulübeciği olan o bir avuç toprakta eşcar ve nebâtât ve çiçekler ve meyveler envaı adedince muntazam mânevî makine ve fabrikaları bulunması; veyahut mu'cizekâr, her şeyi hiçten icad eder ve Her şeyin her şeyini ve her cihetini bilir bir ilim ve kudret bulunması lâzımdır, veyahut bir Kadîr-i Mutlak, bir Alîm-i Küll-i Şeyin emir ve izniyle, havl ve kuvveti ile o vazifeler gördürülür.
Evet, nasıl ki bir acemi, ham, âmî, âdi, hem kör bir adam Avrupa'ya gitse, bütün fabrikalara, tezgâhlara girse, üstadâne kemâl-i intizam ile her bir sanatta, her bir binâda işler, öyle eserler yapar ki, nihayet derecede hikmetli, sanatlı, herkesi hayrette bırakıyor. Zerre miktar şuuru olan bilir ki, o adam, kendi başı ile işlemiyor, belki bir üstad-ı küll ona ders verir, işlettirir.
İkinci Mebhas: Zerratın harekâtındaki vazifelere, hikmetlere küçük bir işarettir.
Evet, akılları gözlerine sukut etmiş Maddiyyûnların hikmetsiz hikmetleri, abesiyyet esasına istinad eden felsefeleri nazarında tesadüfle bağlı olan tahavvülât-ı zerratı, bütün düsturlarına üss-ül esas tutup, masnuat-ı İlâhiyyeye masdar göstermişler. Nihayetsiz hikmetlerle müzeyyen masnuatı; hikmetsiz, mânasız, karmakarışık bir şeye isnad etmeleri, ne kadar hilâf-ı akıl olduğunu zerre miktar şuuru bulunan bilir.
Şimdi; Kur'an-ı Hakîm'in hikmeti nokta-i nazarında tahavvülât-ı zerratın pekçok gayeleri, hikmetleri ve vazifeleri vardır. gibi çok âyetlerle hikmetlerine ve vazifelerine işaret eder. Nümûne olarak birkaçına işaret ediyoruz.
Birincisi: Cenâb-ı Vâcib-ül Vücûd'un tecelliyat-ı îcâdiyyesini tecdid ve tazelendirmek için her birtek ruhu model gibi ederek, her sene mu'cizât-ı kudretinden taze birer cesed giydirmek ve her birtek kitabdan ayrı ayrı bin muhtelif kitabı, hikmetiyle istinsah etmek ve birtek hakikatı başka başka sûrette göstermek ve kâinatların ve âlemlerin ve mevcûdâtların, tâife tâife arkasından gelmelerine yer vermek ve zemin hâzırlamak için Fâtır-ı Zülcelâl kudretiyle zerratı tahrik ve tavzif etmiştir.
İkincisi: Mâlik-ül Mülk-ü Zülcelâl; şu dünyayı, bâhusus rûy-i zemin tarlasını bir mülk sûretinde yaratmıştır. Yâni; neşvünemaya, taze taze mahsulât vermeğe kabil bir sûrette müheyya etmiştir. Tâ ki, nihayetsiz mu'cizât-ı kudretini orada ekip biçsin. İşte şu zemin yüzündeki tarlasında, zerratı hikmetle tahrik ederek, intizâm dairesinde tavzif edip, her asırda, her fasılda, her ayda, belki her günde belki her saatte mu'cizât-ı kudretinden yeni yeni birer kâinat gösterir, yeryüzü avlusuna başka başka mahsulât verdirir. Nihayetsiz hazine-i rahmetinin hedâyâsını, nihayetsiz kudretinin mu'cizâtının nümûnelerini harekât-ı zerrat ile izhar eder.
1- "Ol!" der; oluverir. (Yâsin Sûresi: 82.)
2- Hiçbir şey yoktur ki onu övüp onu tesbih etmesin. (İsrâ Sûresi: 44.)
Üçüncüsü: Nihayetsiz tecelliyât-ı esmâ-i İlâhiyenin nakışlarını göstermekle, o esmânın cilvelerini ifade için mahdut bir zeminde hadsiz nukuş göstermek, küçük bir sayfada nihayetsiz maânîleri ifade edecek olan hadsiz âyâtları yazmak için, Nakkaş-ı Ezelî, zerrâtı kemâl-i hikmetle tahrik edip kemâl-i intizamla tavzif etmiştir.
Evet, geçen senenin mahsulatıyla şu senenin mahsulatının mahiyetleri bir hükmündedir; fakat, maânîleri başka başkadır. Taayyünât-ı itibâriyeyi değiştirmekle maânîleri değişir ve çoğalır. Taayyünât-ı itibâriye ve teşahhusât-ı muvakkate, tebdil edildikleri ve zâhiren fânî oldukları halde, onların maânî-i cemîleleri muhâfaza olunup, sabit ve bâkî kalır. Şu ağacın geçen bahardaki yaprak ve çiçek ve meyvelerinin ruhları olmadığından, şu bahardaki emsâlinin hakikatçe aynılarıdır; yalnız teşahhusât-ı itibâriyede fark var. Fakat, o itibârî teşahhuslar, her vakit tecelliyâtı tazelenmekte olan şuûnât-ı esmâ-i İlâhiyenin maânîlerini ifade için şu bahardakiler, ayrı teşahhusâtla onların yerine geldiler.
Dördüncüsü: Hadsiz âlem-i misâl gibi gayet geniş âlem-i melekût ve gayr-i mahdut sâir uhrevî âlemlere birer mahsülât veya tezyinât veya levâzımât gibi onlara münâsip şeyleri yetiştirmek için şu dar mezraâ-i dünyada, zemin yüzünün tezgâhında ve tarlasında, Hakîm-i Zülcelâl, zerrâtı tahrik edip, kâinatı seyyâle ve mevcudâtı seyyâre ederek şu küçük zeminde o pek büyük âlemlere pekçok mahsülât-ı mâneviye yetiştiriyor. Nihayetsiz hazîne-i kudretinden nihayetsiz bir seyli dünyadan akıttırıp, âlem-i gayba ve bir kısmını âhiret âlemlerine döküyor.
Beşincisi: Nihayetsiz kemâlât-ı İlâhiyeyi, hadsiz celevât-ı cemâliyeyi ve gayetsiz tecelliyât-ı celâliyeyi ve gayr-i mütenâhî tesbihât-ı Rabbâniyeyi şu dar ve mahdut zeminde ve mütenâhî ve az bir zamanda göstermek için zerrâtı kemâl-i hikmetle kudretiyle tahrik edip, kemâl-i intizamla tavzif ederek, mütenâhî bir zamanda, mahdut bir zeminde gayr-i mütenâhî tesbihât yaptırıyor, gayr-i mahdut tecelliyât-ı cemâliye ve celâliye ve kemâliyesini gösteriyor, çok hakâik-ı gaybiye ve çok semerât-ı uhreviye ve fânîlerin bâkî olan hüviyet ve sûretlerinden pekçok nukuş-u misâliye ve çok mânidar nusûc-u levhiyeyi icad ediyor. Demek, zerreyi tahrik eden, şu makâsıd-ı azîmeyi, şu hikem-i cesîmeyi gösteren bir zâttır; yoksa, her bir zerrede güneş gibi bir dimağ bulunması lâzım gelir.
Daha bu beş numûne gibi belki beş bin hikmetle tahrik olunan zerrâtın tahavvülâtını, o akılsız feylesoflar hikmetsiz zannetmişler ve hakikatte; biri enfüsî, diğeri âfâkî iki hareket-i cezbekârânede zikir ve tesbih-i İlâhî ile Mevlevî gibi zikreden ve deverâna kalkan o zerreleri, kendi kendine, sersem gibi dönüp oynuyorlar zum etmişler. İşte, bundan anlaşılıyor ki, onların ilimleri ilim değil, cehildir; hikmetleri, hikmetsizliktir.
Üçüncü Noktada altıncı uzun bir hikmet daha söylenecektir.
İkinci Nokta
Her bir zerrede, Vâcibü'l-Vücudun vücuduna ve vahdetine iki şâhid-i sâdık vardır.
Evet, zerre, acz ve cümûduyla beraber, şuurkârâne büyük vazifeleri yapmakla, büyük yükleri kaldırmakla, Vâcibü'l-Vücudun vücuduna katî şehâdet ettiği gibi, harekâtında nizâmât-ı umumiyeye tevfîk-ı hareket edip, her girdiği yerde ona mahsus nizâmâtı mürâât etmekle, her yerde kendi vatanı gibi yerleşmesiyle Vâcibü'l-Vücudun vahdetine ve mülk ve melekûtun mâliki olan Zâtın ehadiyetine şehâdet eder. Yani, zerre kimin ise, gezdiği bütün yerler de onundur.
Demek, zerre-çünkü âcizdir, yükü nihayetsiz ağırdır ve vazifeleri nihayetsiz çoktur-bir Kadîr-i Mutlakın ismiyle, emriyle kâim ve müteharrik olduğunu bildirir. Hem, kâinatın nizâmât-ı külliyesini bilir bir tarzda tevfîk-ı hareket etmesi ve her yere mânisiz girmesi, tek bir Alîm-i Mutlakın kudretiyle, hikmetiyle işlediğini gösterir.
Evet, nasıl ki bir nefer, takımında, bölüğünde, taburunda, alayında, fırkasında ve hâkezâ her bir dairede birer nispeti ve o nispete göre birer vazifesi olduğunu ve o nisbetleri, o vazifeleri bilmekle tevfîk-ı hareket etmek nizâmât-ı askeriye tahtında tâlim ve tâlimât görmekle bütün o dairelere kumanda eden bir tek kumandan-ı âzamın emrine ve kanununa tebâiyetle oluyor; öyle de, her bir zerre, birbiri içindeki mürekkebâtta birer münâsip vaziyeti, ayrı ayrı maslahatlı birer nisbeti, ayrı ayrı muntazam birer vazifesi, ayrı ayrı hikmetli neticeleri bulunduğundan, elbette o zerreyi o mürekkebâtta bütün nispet ve vazifelerini muhâfaza edip netice ve hikmetleri bozmayacak bir tarzda yerleştirmek, bütün kâinat kabza-i tasarrufunda olan bir Zâta mahsustur. Meselâ, Tevfik'in Haşiye göz bebeğinde yerleşen zerre, gözün âsâb-ı muharrike ve hassâse ve şerâyin ve evride gibi damarlara karşı münâsip vaziyet alması ve yüzde ve sonra başta ve gövdede, daha sonra heyet-i mecmûa-i insaniyede herbirisine karşı birer nisbeti, birer vazifesi, birer faydası kemâl-i hikmetle bulunması gösteriyor ki, bütün o cismin bütün âzâsını icad eden bir zât o zerreyi o yerde yerleştirebilir. Ve bilhassa rızık için gelen zerreler, rızık kafilesinde seyr ü sefer eden o zerreler o kadar hayretfezâ bir intizam ve hikmetle seyr ü seyahat ederler ve öyle tavırlarda, tabakalarda intizamperverâne geçip gelirler ve öyle şuurkârâne ayak atıp hiç şaşırmayarak gele gele tâ beden-i zîhayatta dört süzgeçle süzülüp rızka muhtaç âzâ ve hüceyrâtın imdadına yetişmek için kandaki küreyvât-ı hamrâya yüklenip bir kanun-u keremle imdada yetişirler. Ondan bilbedâhe anlaşılır ki, şu zerreleri binler muhtelif menzillerden geçiren, sevk eden, elbette ve elbette bir Rezzâk-ı Kerîm, bir Hallâk-ı Rahîmdir ki, kudretine nisbeten zerreler, yıldızlar omuz omuza müsâvidirler.
Hem, her bir zerre öyle bir nakş-ı sanatta işler ki, ya bütün zerrâtla münâsebettar, herbirisine ve umumuna hem hâkim ve hem herbirisine ve umumuna mahkûm bir vaziyette bulunmakla, o hayretfezâ sanatlı nakşı ve hikmetnümâ nakışlı san'atı bilir ve icad eder-bu ise, binler defa muhâldir; veya bir Sâni-i Hakîmin kanun-u kader ve kalem-i kudretinden çıkan harekete memur birer noktadır.
Haşiye: Nurun birinci kâtibidir.
Nasıl ki, meselâ, Ayasofya kubbesindeki taşlar eğer mîmarının emrine ve sanatına tâbi olmazlarsa, her bir taşı, Mîmar Sinan gibi dülgerlik sanatında bir mahareti ve sâir taşlara hem mahkûm, hem hâkim olmak, yani "Geliniz, düşmemek, sukut etmemek için başbaşa vereceğiz" diye bir hüküm sahibi olması lâzımdır; öyle de, binler defa Ayasofya kubbesinden daha sanatlı, daha hayretli ve hikmetli olan masnuâttaki zerreler, Kâinat Ustasının emrine tâbi olmazlarsa, her birine Sâni-i Kâinatın evsâfı kadar evsâf-ı kemâl verilmesi lâzım gelir.
Feyâ sübhânallah! Zındık maddiyyun gâvurlar, bir Vâcibü'l-Vücudu kabul etmediklerinden, zerrât adedince bâtıl âliheleri kabul etmeye mezheblerine göre muztar kalıyorlar. İşte şu cihette, münkir kâfir, ne kadar feylesof âlim de olsa, nihayet derecede bir cehl-i azîm içindedir, bir echel-i mutlaktır.
Üçüncü Nokta
Şu nokta, Birinci Noktanın âhirinde vaad olunan altıncı hikmet-i azîmeye bir işarettir. Şöyle ki:
Yirmi Sekizinci Sözün İkinci Suâlinin cevabındaki Haşiyede denilmişti ki: Tahavvülât-ı zerrâtın ve zîhayat cisimlerde zerrât harekâtının binler hikmetlerinden bir hikmeti dahi, zerreleri nurlandırmaktır ve âlem-i uhreviye binâsına lâyık zerreler olmak için, hayattar ve mânidar olmaktır. Güyâ cism-i hayvanî ve insanî, hattâ nebâtî, terbiye dersini almak için gelenlere bir misafirhâne, bir kışla, bir mektep hükmündedir ki, câmid zerreler ona girerler, nurlanırlar. Âdetâ bir tâlim ve tâlimâta mazhar olurlar, letâfet peydâ ederler. Birer vazifeyi görmekle, âlem-i bekâya ve bütün eczâsıyla hayattar olan dâr-ı âhirete zerrât olmak için liyâkat kesb ederler.
Suâl: Zerrâtın harekâtında şu hikmetin bulunması ne ile bilinir?
Elcevap: Evvelâ, bütün masnuâtın bütün intizamâtıyla ve hikmetleriyle sabit olan Sâniin hikmetiyle bilinir. Çünkü, en cüzî bir şeye küllî hikmetleri takan bir hikmet, seyl-i kâinatın içinde en büyük faaliyet gösteren ve hikmetli nakışlara medâr olan harekât-ı zerrâtı hikmetsiz bırakmaz. Hem, en küçük mahlûkatı, vazifelerinde ücretsiz, maaşsız, kemâlsiz bırakmayan bir hikmet, bir hâkimiyet, en kesretli ve esaslı memurlarını, hizmetkârlarını nursuz, ücretsiz bırakmaz.
Sâniyen: Sâni-i Hakîm anâsırı tahrik edip tavzif ederek (onlara bir ücret-i kemâl hükmünde) mâdeniyât derecesine çıkarmasıyla ve mâdeniyâta mahsus tesbihâtları onlara bildirmesiyle; ve mâdeniyâtı tahrik ve tavzif edip nebâtât mertebe-i hayatiyesinin makamını vermesiyle; ve nebâtâtı rızık ederek tahrik ve tavzif ile hayvanât mertebe-i letâfetini onlara ihsan etmesiyle; ve hayvanâttaki zerrâtı tavzif edip rızık yoluyla hayat-ı insaniye derecesine çıkarmasıyla; ve insanın vücudundaki zerrâtı süze süze tasfiye ve taltif ederek tâ dimâğın ve kalbin en nâzik ve latîf yerinde makam vermesiyle bilinir ki, harekât-ı zerrât hikmetsiz değil, belki kendine lâyık bir nevi kemâlâta koşturuluyor.
Sâlisen: Zîhayat cisimlerin zerrâtı içinde çekirdek ve tohumdaki gibi bir kısım zerreler öyle mânevî bir nura, bir letâfete, bir meziyete mazhar oluyorlar ki, sâir zerrelere ve o koca ağaca bir ruh, bir sultan hükmüne geçer. İşte azîm bir ağacın bütün zerrâtı içinde bir kısım zerrelerin şu mertebeye çıkmaları, o ağacın tabaka-i hayatında çok devirleri ve nâzik vazifeleri görmesiyle olduğundan gösteriyor ki, Sâni-i Hakîmin emriyle vazife-i fıtrat içinde zerrâtın enva-ı harekâtına göre onlara tecellî eden esmânın hesâbına ve şerefine olarak, birer mânevî letâfet, birer mânevî nur, birer makam, birer mânevî ders almalarını gösteriyor.
Elhâsıl: Mâdem Sâni-i Hakîm Her şey için o şeye münâsip bir nokta-i kemâl ve ona lâyık bir mertebe-i feyz-i vücud tâyin edip ve o şeye, o nokta-i kemâle sa'y edip gitmek için bir istidad vererek ona sevk ediyor; ve bütün nebâtât ve hayvanâtta şu kanun-u Rubûbiyet câri olmakla beraber, cemâdâtta dahi câridir ki, âdi toprağa, elmas derecesine ve cevâhir-i âliye mertebesine bir terakkiyât veriyor ve şu hakikatte muazzam bir "kanun-u Rubûbiyetin" ucu görünüyor.
Hem, mâdem o Hâlık-ı Kerîm, tenâsül kanun-u azîminde istihdam ettiği hayvanâta ücret olarak, birer maaş gibi, birer lezzet-i cüz'iye veriyor. Ve arı ve bülbül gibi, sâir hidemât-ı Rabbâniyede istihdam olunan hayvanlara birer ücret-i kemâl verir, şevk ve lezzete medâr birer makam veriyor; ve şunda bir muazzam "kanun-u kerem"in ucu görünüyor.
Hem, mâdem Her şeyin hakikati Cenâb-ı Hakkın bir isminin tecellîsine bakar, ona bağlıdır, ona aynadır; o şey ne kadar güzel bir vaziyet alsa, o ismin şerefinedir, o isim öyle ister. O şey bilse, bilmese, o güzel vaziyet hakikat nazarında matlûbdur. Ve şu hakikatten gayet muazzam bir "kanun-u tahsin ve cemâl"in ucu görünüyor.
Hem, mâdem Fâtır-ı Kerîm, düstur-u kerem iktizâsıyla bir şeye verdiği makamı ve kemâli, o şeyin müddeti ve ömrü bitmesiyle, o kemâli geriye almıyor, belki o zîkemâlin meyvelerini, neticelerini, mânevî hüviyetini ve mânâsını, ruhlu ise ruhunu ibkâ ediyor. Meselâ, dünyada insanı mazhar ettiği kemâlâtın mânâlarını, meyvelerini ibkâ ediyor, hattâ müteşekkir bir mü'minin yediği zâil meyvelerin şükrünü, hamdini, mücessem bir meyve-i Cennet sûretinde tekrar ona veriyor. Ve şu hakikatte muazzam bir "kanun-u rahmet"in ucu görünüyor.
Hem mâdem Hallâk-ı Bîmisal israf etmiyor, abes işleri yapmıyor. Hattâ güz mevsiminde vazifesi bitmiş, vefat etmiş mahlûkların enkaz-ı maddiyyesini bahar masnuatında istîmal ediyor; onların binalarında dercediyor. Elbette sırrıyle, işaretiyle şu dünyada câmid, şuursuz ve mühim vazifeler gören zerrat-ı arziyyenin: elbette taşı, ağacı, herşey'i zîhayat ve zîşuur olan âhiretin bâzı binalarında derc ve istimâli mukteza-yı hikmettir. Çünki: Harab olmuş dünyanın zerratını dünyada bırakmak veya ademe atmak israftır. Ve şu hakikattan pek muazzam bir "Kanun-u Hikmet"in ucu görünüyor.
1- Yeryüzünün başka bir şekle çevrileceği gün. (İbrâhim Sûresi: 48.)
2- Asıl hayata mazhar olan ise âhiret yurdudur. (Ankebût Sûresi: 64.)
Hem, mâdem şu dünyanın pekçok âsârı ve mâneviyâtı ve meyveleri ve cin ve ins gibi mükellefînin mensucât-ı amelleri, sahâif-i ef'âlleri, ruhları, cesedleri âhiret pazarına gönderiliyor; elbette o semerâta ve mânâlara hizmet eden ve arkadaşlık eden zerrât-ı arzıye dahi vazife noktasında kendine göre tekemmül ettikten sonra, yani nur-u hayata çok defa hizmet ve mazhar olduktan sonra ve hayatî tesbihâta medâr olduktan sonra şu harab olacak dünyanın enkazı içinde, şu zerrâtı dahi öteki âlemin binâsında derc etmek muktezâ-i adl ve hikmettir. Ve şu hakikatten pek muazzam bir "kanun-u adl"in ucu görünüyor.
Hem, mâdem ruh cisme hâkim olduğu gibi, câmid maddelerde dahi kaderin yazdığı evâmir-i tekviniye, o maddelere hâkimdir; o maddeler, kaderin mânevî yazısına göre mevkî ve nizam alabilirler. Meselâ, yumurtaların envaında ve nutfelerin aksâmında ve çekirdeklerin esnâfında ve tohumların ecnâsında kaderin ayrı ayrı yazdığı evâmir-i tekviniye cihetiyle, ayrı ayrı makam ve nur sahibi oluyorlar. Ve o madde itibâriyle mahiyetleri Haşiye bir hükmünde olan o maddeler, hadsiz muhtelif mevcudâta menşe' oluyorlar, ayrı ayrı makam ve nur sahibi oluyorlar. Elbette hidemât-ı hayatiye ve hayattaki tesbihât-ı Rabbâniyede defaatle bir zerre bulunmuş ise ve hizmet etmiş ise, o zerrenin mânevî alnında o mânâların hikmetlerini hiçbir şeyi kaybetmeyen kader kalemiyle kaydetmesi, muktezâ-i ihâta-i ilmîdir. Ve şunda pek muazzam bir "kanun-u ilm-i muhît"in ucu görünüyor.
Öyle ise zerreler Haşiye 1 başıboş değiller.
Netice-i Kelâm: Geçmiş yedi kanun, yani kanun-u Rubûbiyet, kanun-u kerem, kanun-u cemâl, kanun-u rahmet, kanun-u hikmet, kanun-u adl, kanun-u ihâta-i ilmî gibi pekçok muazzam kanunların görünen uçları arkalarında birer İsm-i âzam ve o İsm-i âzamın tecellî-i âzamını gösteriyor. Ve o tecellîden anlaşılıyor ki, sâir mevcudât gibi şu dünyadaki tahavvülât-ı zerrât dahi, gayet âlî hikmetler için kaderin çizdiği hudud üzerine kudretin verdiği evâmir-i tekviniyeye göre hassas bir mîzan-ı ilmî ile cevelân ediyorlar. Âdetâ başka yüksek bir âleme Haşiye 2 gitmeye hazırlanıyorlar. Öyle ise zîhayat cisimler, o seyyah zerrelere güyâ birer mektep, birer kışla birer misafirhâne-i terbiye hükmündedir ve öyle olduğuna bir hads-i sâdıkla hükmedilebilir.
Haşiye: Evet, bütün onlar dört unsurdan mürekkebdir. Müvellidü'l-mâ, müvellidü'l-humuza, azot, karbon gibi maddelerden teşkil olunuyorlar. Maddece bir sayılabilirler; farkları yalnız kaderin mânevî yazısındadır.
Haşiye 1: Şu cevap, yedi "mâdem" kelimelerine bakar.
Haşiye 2: Çünkü, bilmüşâhede gayet cevâdâne bir faaliyetle şu âlem-i kesif ve süflîde pek kesretle nur-u hayatı serpmek ve iş'âl etmek, hattâ en hasis maddelerde ve taaffün etmiş cisimlerde kesretle taze bir nur-u hayatı ışıklandırmak, o kesif ve hasis maddeleri nur-u hayatla letâfetlendirmek, cilâlandırmak, sarâhate yakın işaret ediyor ki, gayet latîf, ulvî, nazîf, hayattar diğer bir âlemin hesâbına, şu kesif, câmid âlemi zerrâtın hareketiyle, hayatın nuruyla cilâlandırıyor, eritiyor, güzelleştiriyor. Güyâ latîf bir âleme gitmek için, zînetlendiriyor. İşte, beşer haşrini aklına sığıştıramayan dar akıllı adamlar, Kur'ân'ın nuruyla rasat etseler görecekler ki, bütün zerrâtı bir ordu gibi haşredecek kadar muhît bir "kanun-u Kayyûmiyet" görünüyor, bilmüşâhede tasarruf ediyor.
Elhâsıl: Birinci Sözde denildiği ve ispat edildiği gibi, Her şey, "Bismillâh" der. İşte, bütün mevcudât gibi, her bir zerre ve zerrâtın her bir tâifesi ve mahsus her bir cemaati, lisân-ı hal ile, "Bismillâh" der, hareket eder.
Evet, geçmiş üç nokta sırrıyla, her bir zerre, mebde-i hareketinde lisân-ı hal ile "Bismillâhirrahmânirrahîm" der. Yani, "Ben, Allah'ın nâmiyle, hesâbiyle, ismiyle, izniyle, kuvvetiyle hareket ediyorum." Sonra netice-i hareketinde, her bir masnu' gibi her bir zerre, her bir tâifesi, lisân-ı hal ile "Elhamdülillahi rabbilalemin" der ki, bir kasîde-i methiye hükmünde olan san'atlı bir mahlûkun nakşında, kudretin küçük bir kalem ucu hükmünde kendini gösterir. Belki herbiri, mânevî, Rabbânî, muazzam, hadsiz başlı bir fonoğrafın birer plâğı hükmünde olan masnu'ların üstünde dönen ve tahmîdât-ı Rabbâniye kasîdeleriyle o masnuâtı konuşturan ve tesbihât-ı İlâhiye neşîdelerini okutturan birer iğne başı sûretinde kendini gösteriyorlar.
1- Onların Cennetteki duâları şöyledir: "Allahım, Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederiz." Aralarındaki dilekleri de hep selâmdır, iyiliktir. Duâları ise şu sözlerle sona erer: "Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. (Yûnus Sûresi: 10.)
2- Seni her türlü noksandan tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın. (Bakara Sûresi: 32.)
3- Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalplerimizi sapıklığa meylettirme. Yüce katından bize bir rahmet bağışla. Muhakkak ki veren Sensin, duâ edip istediklerimizi bize bağışlayan Sensin. (Al-i İmrân Sûresi: 8.)
4- Allahım, Efendimiz Muhammed'e, onun âl ve Ashâb ve kardeşlerine Senin için hoşnutluk ve onun için de hakkı edâ olacak bir rahmet ve selâm eyle. Bizi ve dinimizi selâmette kıl. Duâmızı kabul et ey âlemlerin Rabbi!