وَ اِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلئِكَةِ اِنِّى جَاعِلٌ فِى اْلاَرْضِ خَلِيفَةً قَالُوا اَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَ يَسْفِكُ الدِّمَاءَ وَ نَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَ نُقَدِّسُ لَكَ قَالَ اِنِّى اَعْلَمُ مَالاَ تَعْلَمُونَ
Yani: Düşün o zamanı ki, Rabb'in melaikeye hitaben: "Ben yerde bir halifeyi yaratacağım!" dedi. Melâike de: "Yerde fesad yapacak, kan dökecek kimseleri mi yaratacaksın! Halbuki biz, hamdinle seni tesbih ve takdis ediyoruz." dediler. Rabb'in de: "Sizin bilmediğinizi ben biliyorum!" diye onlara cevab verdi.
Arkadaş! Melâikenin vücudunu tasdik ve kabul etmek imanın rükünlerinden biridir. Birkaç makamda bu rüknü isbat ve izah edeceğiz.
Birinci Makam: Arz'ın ecram-ı ulviyeye nisbeten pek küçük ve süflî olduğu halde canlı mahlûkatla dolu olduğunu görüp âlemin de nizam ve intizamına dikkat eden insan, ecram-ı ulviyenin de o yüksek burçlarında, hayatlı sâkinleri olduğuna kat'î bir şekilde hükmeder.
Evet, o burçlarda melaikenin vücudunu kabul etmeyen adamın meseli şöyle bir adamın meseline benzer: O adam, büyük bir şehre giderken, şehrin bir kenarında pek küçük bir binaya tesadüf eder. Bakar ki insanlarla doludur. Ve arsalarına bakar ki, canlı mahlukatla dolu. Ve gıdalarına bakar ki; nebatat, balık vesaire gibi hayat şartları yerindedir. Sonra bakar ki; pek uzakta milyonlarca apartmanlar, köşkler var. Aralarında, uzun uzun meydanlar, tenezzühgâhlar bulunur. Fakat o küçük binadaki insanların hayat şartları, o büyük binalarda bulunmadığından; o yüksek, müzeyyen sarayları, sâkinlerden boş, hâlî olduğunu itikad eder.
Melâikenin vücudunu tasdik eden adamın meseli ise şöyle bir şahsın meseli gibidir: O adam, o küçük hanenin insanlar ile dolu olduğunu görür görmez, bilâ-tereddüd o yüksek kasırların da hayat yeri ve onlarda da onlara münasib sâkinlerin bulunduğuna hükmeder. Ve o yüksek kasırlara mahsus ve münasib hayat şartları vardır. Fakat oraların sâkinleri pek uzak olduklarından görünmemeleri, yok olduklarına delâlet etmez.
Binaenaleyh arzın zevilhayatla dolu olmasından kat'iyetle anlaşılıyor ki; bu geniş boşlukta durmakta olan semalarda, yıldızlarda, burçlarda ve çok kısımlara münkasım ve müştemil semavâtta, şeriatın melaike ile tesmiye ettiği zîhayatlar mevcuddur.
İkinci Makam: Bundan evvel isbat ve izah edildiği gibi; hayat, mevcudatın keşşafıdır, belki mevcudatın neticesidir. Binaenaleyh bu geniş fezanın sâkinlerden ve şu yüksek semavatın şenliklerden hâlî olduklarının imkânı var mıdır? Evet, bütün ukalâ-i akl u nakl, manevî bir icma' ve ittifakla melaikenin mana ve hakikatlarına hükmetmişlerdir; fakat tabirleri çeşit çeşittir. Meselâ: Meşaiyyun, enva'-ı mevcudatı idare eden ruhanî mahiyet-i mücerrede ile; İşrakiyyun ise, ukûl ve erbab-ül enva' ile; dinler dahi melek-ül cibal, melek-ül bihar, melek-ül emtar gibi tabirlerle tabir etmişlerdir. Hattâ akılları kör gözlerinde bulunan maddiyyun taifesi de, melaikenin manasını inkâr etmeye mecal bulamadıklarından, fıtratın namuslarına nüfuz eden kuvâ-yı sariye ile tâbir etmişlerdir.
S- Kâinatın irtibatını, hayatını te'min için, hilkatte cereyan eden namuslar, kanunlar kâfi gelmez mi?
C- Senin dediğin o sârî kanunlar, namuslar; itibarî ve vehmî emirlerdir. Muayyen vücudları, müşahhas hüviyetleri ancak onları temsil eden ve onların ma'kesi bulunan ve onların yularlarını ele alan melaike ile sabit olur.
Ve keza, teşekkül-ü ervaha münasebeti olmayan şu camid âlem-i şehadete vücudun münhasır olmadığına, akıl ve nakil müttefikan hükmetmişlerdir. Binaenaleyh ervaha münasib ve muvafık çok âlemlere müştemil olan âlem-i gayb, melaike ile dolu ve âlem-i şehadetin hayatına mazhardır.
Hülâsa: Melâikenin mâna-yı hakikatı, bu izah edilen emirlerden tebarüz etti. Binaenaleyh, melâikenin sûretleri, eşkalleri arasında, ukûl-ü selimenin kabul ettiği vecihle, şeriatın izah ve beyan ettiği şekildir ki: Melekler mükerrem abddirler, emirlere muhalefetleri yoktur ve muhtelif kısımlara münkasım ve latif ve nuranî cisimlerdir.
Üçüncü Makam: Arkadaş! Melâike mes'elesi öyle mes'elelerdendir ki; bir cüz'ün sübutiyla, küll sabit olur; bir ferdin vücudiyla, nev' tahakkuk eder. Zira inkâr eden küllünü inkâr eder. Binaenaleyh zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar bütün din adamları her asırda icma' ve ittifakla melâikenin vücuduna ve aralarında muhaverenin sübutuna ve müşahedelerinin tahakkukuna ve onlardan edilen rivayetlerin nakline hükmettikleri halde melâikenin hiçbirisinin insanlara görünmediği veya vücudları hissedilmediği elbette muhaldir. Kezalik, beşerin akaidine karışıp hiçbir zamanda, hiçbir inkılâbda itirazlara maruz kalmayarak devam eden melâike itikadının bir hakikata, bir asla dayanmaması ve mebadi-i zaruriyeden tevellüd etmemesi muhaldir. Her halde beşerin bu umumî itikadı, mebadi-i zaruriyeden neş'et eden ve müşahedat vakıalarından hasıl olan ve muhtelif emarelerden tevellüd eden hadsî bir hükmün neticesidir. Evet bu itikad-ı umumînin sebebi; kat'î bir surette manevî bir tevatür kuvvetini veren, pek çok defalar vukua gelen melâikenin müşahedelerinden hasıl olan zarurî ve kat'î delil ve emarelerdir. Çünkü melâike mes'elesi, beşerin malûmat-ı yakîniyesindendir. Eğer bunda şüphe olursa, beşerin yakîniyatında emniyet kalmaz.
Hülâsa: Ruhanîlerden bir ferdin bir zamanda vücudu tahakkuk etse, bu nev'in vücudu tahakkuk eder. Nev'in vücudu tahakkuk etse, herhalde şeriatın beyan ettiği gibi olacaktır.
Bu âyetin, sâbık âyetle dört vecihle irtibatı vardır:
Birinci Vecih: Bu âyetler, beşere verilen büyük ni'metleri tadad ediyor. Birinci âyetle en büyük nimete işaret edilmiştir ki; beşer, hilkatın neticesidir ve Arz'ın müştemilâtı ona teshîr edilmiştir, istediği gibi tasarruf eder. Bu âyet ile de, beşerin arza hâkim ve halife kılınmış olduğuna işaret edilmiştir.
İkinci Vecih: .........
Üçüncü Vecih: Evvelki âyetle, canlı mahlûkatın meskenleri olan arz ve semavata işaret edilmiştir. Bu âyet ile de, o meskenlerin sâkinleri olan beşer ve melâikeye işaret edilmiştir. Ve keza o âyet, hilkatın silsilesine; bu âyet ise, zevi-l -ervahın silsilesine işaret etmişlerdir.
Dördüncü Vecih: Evvelki âyette hilkatten maksad beşer olduğu ve Hâlık'ın yanında beşerin bir mevki sahibi bulunduğu tasrih edildiğinde sâmiin zihnine geldi ki: "Bu kadar fesad, şürur ve kötülüğü yapan beşere bu kadar kıymet neden verildi? Cenab-ı Hakk'a ibadet ve takdis için şu fesadcı beşerin vücuduna hikmetin iktizası ve rızası var mıdır?" Sâmi'in bu vesvesesini def' için şöyle bir işarette bulundu ki: Beşerin o şürur ve fesadları, onda vedîa bırakılan sırra mukabele edemez, affolur. Ve Cenab-ı Hak onun ibadetine muhtaç değildir. Ancak Allâm-ül Guyub'un ilmindeki bir hikmet içindir.
Cümlelerin arasındaki irtibata geldik:
وَ اِذْ : Bu kelime, وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ cümlesine atıftır. Halbuki aralarında münasebet olmadığı gibi( اِذْ ), diğer bir( اِذْ )i iktiza eder. Binaenaleyh, böyle bir takdire lüzum vardır: اِذْ خَلَقَ مَا خَلَقَ مُنْتَظَمًا وَ اِذْ قَالَ رَبُّكَ ilââhir... Bu takdirde, ikinci اِذْ birincisine atf olur ve her iki cümle arasında da münasebet bulunur.
اِنِّى جَاعِلٌ فِى اْلاَرْضِ خَلِيفَةً : Cenab-ı Hak, müşavere yolunu öğretmek ile beşerin hilafetindeki hikmetin sırrını melâikeye istifsar ettirmek üzere bu cümleyi söyledi. Sâmi'in zihni, üç noktayı nazara alarak harekete geçti: 1- Melaike ne dediler? 2- Taaccüble hikmeti sordular. 3- Cinlere halife olmakla beraber, beşerde de kuvve-i gadabiye ve şeheviye halkedilmiştir. Bunlar, cinlerden daha ziyade fesad yapacaklardır. İşte Kur'an-ı Kerim قَالُوا اَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَ يَسْفِكُ الدِّمَاءَ cümlesiyle o üç noktaya işaret etmiştir. Melaikenin sual-i taaccüb ve istifsarları bittikten sonra, sâmi', Cenab-ı Hak'dan verilecek cevabı beklerken Kur'an-ı Kerim قَالَ اِنِّى اَعْلَمُ مَالاَ تَعْلَمُونَ cümlesiyle cevab vermiştir. Yani "Eşya ve ahkâm, sizin malûmatınıza münhasır değildir. Adem-i ilminiz, onların vücuda gelmeyeceklerine sebeb olamaz. Benim, beşerin hilkati hakkında bir hikmetim vardır; o hikmetin hatırası için, fesadlarını nazara almam." ferman etmiştir.
Cümlelerin heyet ve nüktelerine geldik:
وَ اِذْ قَالَ رَبُّكَ ilââhir...: Atfı ifade eden bu (و), münasebet-i atfiyenin iktizasına binaen وَ اِذْ قَالَ رَبُّكَ ilââhir cümlesine ma'tufunaleyh olmak üzere اِذْ خَلَقَ مَا خَلَقَ مُنْتَظَمًا cümlesinin takdirine işarettir.
Ve keza (اِذْ ) zaman-ı maziyi ifade ettiği cihetle, sanki zihinleri geçmiş zamanların silsilesine götürür veya o silsileyi bu zamana getirir, ihzar eder ki; zihinler, o zamanlarda vukua gelmiş olan hâdiseleri görsünler.
رَبُّكَ : Bu tâbir, melâikenin aleyhine bir hüccet ve bir delildir. Yani Allah seni terbiye etmiştir, hadd-i kemale eriştirmiştir ve seni beşere mürşid kılmıştır ki, fesadlarını izale edesin. Demek nev'-i beşerin en büyük hasenesi sensin ki, onların mefsedetlerini setrediyorsun.
لِلْمَلئِكَةِ Cenab-ı Hakk'ın müşavere şeklinde melâike ile yaptığı muhavere, melâikenin beşer ile fazla bir irtibat ve alâka ve münasebetleri olduğuna işarettir. Çünkü melâikenin bir kısmı insanları hıfzediyor, bir kısmı kitabet işlerini görüyor. Demek insanlarla alâkaları ziyade olduğundan, insanların ahvâline ehemmiyet veriyorlar.
اِنِّى : Melâikenin اَتَجْعَلُ ile yaptıkları istifhamdan anlaşılan tereddüdlerini reddetmekle, mes'elenin azamet ve ehemmiyetine işarettir.
اِنِّى : Burada ( ى )mütekellim-i vahde ile وَ اِذْ قُلْنَا da, mütekellim-i maalgayr zamirinin zikirlerinden şöyle bir işaret çıkıyor ki: Cenab-ı Hakk'ın halk ve icad fiilinde vasıtanın bulunmadığına, kelâm ve hitabında vasıtaların bulunduğuna işarettir. Bu nükteye delâlet eden başka âyetler de vardır. Ezcümle:
اِنَّا اَنْزَلْنَا اِلَيْكَ الْكِتَابَ بِاْلحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَا اَرَيكَ اللّهُ âyet-i kerimesinde azamete delâlet eden (نَا) zamir-i cem'i, vahiyde vasıtanın bulunduğuna işaret olduğu gibi; بِمَا اَرَيكَ اللّهُ de müfred hükmünde olan (Lafza-i Celal), manaları ilham etmekte vasıtanın bulunmadığına işarettir.
جَاعِلٌ kelimesinin, خَالِقٌ kelimesine tercihen zikri: Melâikenin medar-ı şübhe ve mûcib-i istifsarları, halk ve icad fiili değildir. Zira vücud hayr-ı mahzdır, halk Allah'ın fiilidir, Allah'ın fiili lâyüs'eldir. Ancak melâikeyi şübheye davet eden ve istifsarlarına mûcib olan جَعْلdir. Yani Cenab-ı Hakk'ın beşeri arzın tamirine tahsis etmesidir.
فِى اْلاَرْضِ daki فِى nin عَلَى ya tercihi, beşerin yer üstünde olduğu, عَلَى kelimesinin manasına muvafık ve münasib iken tercihan فِى nin zikredilmesi; beşerin bir ruh gibi arzın cesedine nefh ve nüfuz ettiğine ve beşerin ölüp inkıraz etmesiyle arzın yıkılmasına işarettir.
خَلِيفَةٌ : Bu tâbir, Arz'ın insanların hayatına elverişli şerâiti hâiz olmazdan evvel arzda idrakli bir mahlukun bulunmuş olduğuna ve o mahlukun hayatına o zamandaki arzın evvelki vaziyetleri muvafık ve müsâid bulunduğuna işarettir. خَلِيفَةٌ tâbirinin bu manaya delâleti, mukteza-yı hikmettir. Amma meşhur olan mânaya nazaran, o idrakli mahlûk, cinlerden bir nev' imiş; yaptıkları fesaddan dolayı insanlar ile mübadele edilmişlerdir.
قَالُوا اَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَ يَسْفِكُ الدِّمَاءَ : Bu cümle, müste'nifedir. Bu isti'naftan anlaşılıyor ki; Cenab-ı Hakk'ın melâike ile olan hitabı, sâmi'i şöyle bir suale mecbur etmiştir ki: "Acaba melâikeler komşuluklarına gelecek insanları nasıl karşılayacaklardır? Hem onlar ile beraber olmaya ve komşu olmaya rızaları var mıdır? Hem fikirleri nedir?" Kur'an-ı Kerim قَالُوا اَتَجْعَلُ cümlesiyle o suali cevablandırmıştır.
S- قَالُوا اَتَجْعَلُ ilââhir... cümlesi اِذْ قَالَ cümlesine ceza olduğuna nazaran, aralarında lüzum lâzımdır. Halbuki lüzum görünmüyor?
C- Melâike arzın müekkelleri bulundukları cihetle, arz onların idaresinde olur. Bu itibarla, insanların arza halife kılınması hakkında melâikenin fikirlerini izhar etmek lüzumu vardır.
قَالَ - قَالُوا tâbirleri, mukavele ve muhavere şeklinde müşavere üslûbunu insanlara öğretmek içindir. Yoksa Cenab-ı Hak müşavereden münezzehtir.
Melâikenin اَتَجْعَلُ ile yaptıkları istifhamdan maksad, جَعَلe itiraz, جَعَل i inkâr etmek değildir. Çünkü Cenab-ı Hakk'ın fiillerine itiraz etmeye ismetleri mânidir. Ancak جَعَل in sebebi mahfî olduğundan, taaccüble sebeb ve hikmetini sormuşlardır. جَعَل tâbirinden anlaşılıyor ki; insanın ahvâli, vaziyetleri ne tabiatın iktizasıdır ve ne de fıtratın îcabıdır, ancak bir câilin ca'li iledir.
S- فِيهَا : Mesafe pek kısa olduğu halde, ikinci فِيهَا nin zikrine ne ihtiyaç vardır?
C- Birinci فِيهَا ile, beşerin bir ruh gibi arza nüfuz etmesiyle arzı ihya etmesine; ikinci فِيهَا ise, beşerin fesadı dahi Azrail gibi arzın kalbine kadar pençesini sokup arzı imatesine işarettir. Demek beşer, bir taraftan arzın şifası için bir ilâç iken, diğer taraftan ölümünü intac eden bir zehirdir.
مَنْ : Beşerden kinayedir. Kinayenin tasrihe sebeb-i tercihi: Melâikenin maksadı, beşerin şahsiyeti olmayıp, ancak kendilerine sakîl, ağır gelen bir mahlûkun Allah'a isyan etmesine işarettir.
يُفْسِدُ : Fesadın "isyan"a bedel zikri, isyanlarının nizam-ı âlemin fesadına sebeb olacağına işarettir. Devam ile teceddüdü ifade eden muzari sîgasıyla fesadın zikredilmesi, melâikenin asıl istemedikleri ve inkâr ettikleri, ancak isyanlarının devam ve istimrar ile vukua geleceğine ait olduğuna işarettir. Melâike beşerin isyanlarının devam ve istimrarını, ya Cenab-ı Hakk'ın i'lamıyla bilmişlerdir veya Levh-i Mahfuz'a bakıp ondan almışlardır veyahut insanlardaki kuvve-i gazabiye ve şeheviyeden anlamışlardır.
فِيهَا : Kuvve-i şeheviye ile arzda fesad hasıl olur, kuvve-i gazabiyenin tecavüzüyle katl ve kıtale mahal olur. Halbuki arz, takva üzerine tesis edilmiş bir mescid hükmündedir.
وَ : Fesad ile sefk gibi iki rezileyi birbirine atf ve cem'eder. Çünkü fesad, sefk-i dima'ya sebebdir.
يَسْفِكُونَ nin يَقْتُلُونَ ye tercihan zikrinden anlaşılıyor ki; sefk, zulmen yapılan katldir. Bu ise fesada daha münasibdir. Çünki katlin ifade ettiği mana, katlin mübah kısmına da şamildir. Cihadda veya bir cemaatı kurtarmak için yapılan katiller gibi ki; bu katl, fesada münasib olmaz.
الدِّمَاءَ : Sefk kelimesinin delâlet ettiği ırâka-i demdeki dem'i te'kiddir.
وَ نَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَ نُقَدِّسُ لَكَ : Beşerin ca'lindeki hikmeti soran melâikeye, sanki şöyle bir itiraz varid olmuştur: "Beşerin Allah'a yapacağı ibadet ve takdis, onun ca'line sebeb-i kâfi gelmez mi ki, ca'linin hikmetini soruyorsunuz?" İşte "vav-ı haliye" ile zikredilen وَ نَحْنُ نُسَبِّحُ ilââhir cümlesi, güya o itirazı ref'etmeye işarettir.
نَحْنُ : Maâsiden ma'sum melâikenin cemaatlerinden kinayedir. Cümlenin cümle-i ismiye şeklinde zikredilmesi; tesbihin melâikeye bir seciye olduğuna ve melâikenin tesbihata mülâzım ve müdavim olduklarına işarettir.
نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ : Bizler, bütün ibadetlerin sana mahsus olduğunu kâinata ilân ve Cenab-ı Ulûhiyetine lâyık olmayan şeylerden münezzeh olduğuna iman ve bütün evsaf-ı azamet ve celâl ile muttasıf olduğuna itikad ediyoruz.
وَ نُقَدِّسُ لَكَ : Bu (ل) ya sıladır, bir manayı ifade etmez veya ta'lil ve sebebiyet içindir. Birinci ihtimale göre, نُقَدِّسُكَ takdirinde olur. Yani "Seni takdis ve tathir ediyoruz" demektir. İkinci ihtimale nazaran, نُقَدِّسُ ِلاَجْلِكَ takdirinde olur. Yani: ''Biz nefislerimizi, fiillerimizi günahlardan temizlemekle beraber, kalblerimizi mâsivândan çeviriyoruz''. demektir.
Bu (و)ise, iki rezileyi cem' ve birbirine atfeden يَسْفِكُ deki (و)ın aksine ve inadına olarak, biri takdis, diğeri tesbih iki fazileti cem' ve birbirine atfediyor.
قَالَ اِنِّى اَعْلَمُ مَالاَ تَعْلَمُونَ : Bu cümle, melâikenin istifsarından sonra acaba Cenab-ı Hak istifsarlarına nasıl cevab verdi ve taaccüblerini ne ile izale etti ve beşerin onlara tercihindeki hikmet nedir diye sâmi'in kalbine gelen suale icmalî bir cevabdır, tafsili sonra gelecektir.
اِنِّى اَعْلَمُ deki اِنَّ , tahkiki ifade etmekle tereddüd ve şübheyi def'etmek içindir. Bu ise, müsellem olmayan nazarî hükümlerde olur. Halbuki burada Allah'ın, halkın bilmediklerini bilmesi müsellem ve bedihî bir hükümdür; hâşâ melâikenin bu hükümde tereddüdleri yoktur. Binaenaleyh burada bu اِنَّ , Kur'an-ı Kerim'in îcaz için ihtisaren icmal ettiği birkaç cümleye işarettir:
1- Beşerdeki maslahatlar ve beşerin hayr-ı kesîre nisbeten mefsedetleri, şerr-i kalildir. Şerr-i kalil için hayr-ı kesîri terketmek, hikmete muhaliftir.
2- Beşerin hilafete olan sırr-ı liyakatı, melâikece mechul, Hâlikça malûmdur.
3- Beşerin onlara tercih hakkını veren hikmet, melâikece meçhuldür.
4- اِنَّ nin ifade ettiği tahkik, bazan sarih hükme değil, cümlenin bir kaydından istifade edilen zımnî bir hükme raci' olur. Burada اِنَّ nin tahkiki, لاَ تَعْلَمُونَ kaydından istifade edilen hükm-ü zımnîye raci'dir.
Yani "Sizler, muhakkak bilmiyorsunuz ve keza Allah'ın ilmi lâzım, beşerin vücudu melzumdur." Bu cümlede ilm-i İlahînin vücuduna delâlet eden اَعْلَمُ den, beşerin vücuda geleceği tebarüz eder. Çünkü اَعْلَمُ nün delâletine göre, İlm-i İlahî taallûk ve tahakkuk etmiştir. Öyle ise beşerin vücudu herhalde olacaktır.
Melâikeye verilen o icmalî cevabın tahkiki hakkında اِنَّ اللّهَ عَلِيمٌ حَكِيمٌ âyetinden şöyle bir izahat alınabilir ki: Cenab-ı Hakk'ın ef'ali hikmetlerden, maslahatlardan hâlî değildir. Öyle ise mevcudat, halkın malûmatında münhasır değildir. Öyle ise melâikenin adem-i ilimleri, beşerin adem-i vücuduna delil olamaz. Ve keza, Cenab-ı Hak hayr-ı mahz olarak melâikeyi yaratmıştır, şerr-i mahz olarak da şeytanı yaratmıştır, hayır ve şerden mahrum olarak behaim ve hayvanatı halketmiştir. Hikmetin iktizasına göre, hayır ve şerre kadir ve câmi' olarak dördüncü kısmı teşkil eden beşerin yaratılması da lâzımdır ki; beşerin şeheviye ve gazabiye kuvvetleri kuvve-i akliyesine münkad ve mağlub olursa, beşer mücahedesinden dolayı melâikeye tefevvuk eder. Aksi halde, hayvanattan daha aşağı olur; çünkü özrü yoktur.
وَعَلَّمَ آدَمَ اْلاَسْمَاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى اْلمَلاَئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِئُونِى بِاَسْمَاءِ هَؤُلاَءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ قَالوُا سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ اْلحَكِيمُ * قَالَ يَا آدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَائِهِمْ فَلَمَّا اَنْبَاَهُمْ بِاَسْمَائِهِمْ قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ اِنِّى اَعْلَمُ غَيْبَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ
Cenab-ı Hak, bütün eşyanın isimlerini Âdem'e (A.S.) öğretti. Sonra o eşyayı melâikeye göstererek dedi ki: "Eğer iddianızda sâdık iseniz, bunların isimlerini bana söyleyiniz." Melâike dediler ki: "Seni her nekaisten tenzih ve bütün sıfât-ı kemaliye ile muttasıf olduğunu ikrar ederiz. Senin bize öğrettiğin ilimden başka bir ilmimiz yoktur, herşeyi bilici ve her kimseye liyakatına göre ilim ve irfan ihsan edici sensin." Cenab-ı Hak dedi ki: "Yâ Âdem! Bunların isimlerini onlara söyle." Vaktâ ki Âdem, isimlerini onlara söyledi. Cenab-ı Hak dedi ki: "Size demedim mi semavat ve arzın gaybını bilirim ve sizin Âdem hakkında lisanla izhar ettiğinizi ve kalben gizlediğinizi bilirim."
Mukaddeme
Bu talim-i esma mes'elesi ya Hazret-i Âdem Aleyhisselâm'ın melaikenin inkârlarına karşı mu'cizesi olup, melâikeyi inkârdan ikrara icbar etmiştir; yahud melaikenin, hilafetine itiraz ettikleri nev'-i beşerin hilafete liyakatını melaikeye kabul ettirmek için izhar ettiği bir mu'cizedir.
Ey arkadaş! Herşeyin Kitab-ı Mübin'de mevcud olduğunu tasrih eden وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ Âyet-i Kerimesinin hükmüne göre: Kur'an-ı Kerim zâhiren ve bâtınen, nassen ve delâleten, remzen ve işareten her zamanda vücuda gelmiş veya gelecek herşeyi ifade ediyor. Buna binaen, gerek enbiyanın kıssa ve hikâyeleri, gerek mu'cizeleri hakkında Kur'an-ı Kerim'in işaratından fehmettiğime göre,(Haşiye) mu'cizat-ı enbiyadan iki gaye ve hikmet takib edilmiştir:
Birincisi: Nübüvvetlerini halka tasdik ve kabul ettirmektir.
İkincisi: Terakkiyat-ı maddiye için lâzım olan örnekleri nev'-i beşere göstererek, o mu'cizelerin benzerlerini meydana getirmek için nev'-i beşeri teşvik ve teşci' etmektir. Sanki Kur'an-ı Kerim, enbiyanın kıssa ve hikâyeleriyle terakkiyatın esaslarına, temellerine parmakla işaret ederek: "Ey beşer! Şu gördüğün mu'cizeler, bir takım örnek ve nümunelerdir. Telâhuk-u efkârınızla, çalışmalarınızla şu örneklerin emsalini yapacaksınız." diye ihtar etmiştir. Evet mazi, istikbalin âyinesidir; istikbalde vücuda gelecek icadlar, mâzîde kurulan esas ve temeller üzerine bina edilir. Evet şu terakkiyat-ı hâzıra tamamıyla dinlerden alınan işaretlerden, vecizelerden hasıl olan ilhamlar üzerine vücuda gelmişlerdir. Evet:
1- İlk saat ve sefine, mu'cize eliyle beşere verilmiştir.
2- Kâinatın ihtiva ettiği bütün nevi'lerin isimlerini, sıfatlarını, hassalarını beyan zımnında; beşerin telahuk-u efkârıyla meydana gelen binlerce fünun sayesinde وَ عَلَّمَ آدَمَ اْلاَسْمَاءَ كُلَّهَا âyetiyle işaret edilen Hazret-i Âdem'in mu'cizesine mazhar olmuştur.
3- Bütün san'atların medarı olan demirin yumuşatılıp kullanılması sayesinde icad edilen bu kadar terakkiyatla nev'-i insan, وَ اَلَنَّا لَهُ الْحَدِيدَ âyetiyle işaret edilen Hazret-i Davud'un mu'cizesine mazhardır.
4- Yine telâhuk-u efkâr ile, tayyare gibi icad edilen terakkiyat-ı havâiye sayesinde nev'-i beşer, غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَ رَوَاحُهَا شَهْرٌ âyetiyle
__________________________
(Haşiye): Eğer müellifin, tenzil'in nazmından çıkardığı letâifte şüphen varsa ben derim ki: İbn-ül Fârıd kitabından tefe'ül ederken şu beyit çıktı:
كَاَنَّ كِرَامَ الْكَاتِبِينَ تَنَزَّلُوا عَلَى قَلْبِهِ وَحْيًا بِمَا فِى صَحِيفَةٍ
Habib
sür'ati beyan edilen Hazret-i Süleyman'ın mu'cizesine yaklaşıyor.
5- Kıraç ve kumlu yerlerden suları çıkartan santrafüj âleti, اَنِ اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ âyetiyle işaret edilen Hazret-i Musa'nın (A.S.) asâsından ders almıştır.
6- Tecrübeler sayesinde ve telâhuk-u efkâr ile husule gelen terakkiyat-ı tıbbiye, Hazret-i İsa'nın (A.S.) mu'cizesinin ilhamatındandır. Hakikaten şu mu'cizeler ile bu terakkiyat arasında pek büyük münasebet ve muvafakat vardır. Evet dikkat eden adam, bilâ-tereddüd o mu'cizeler bu terakkiyata birer mikyas ve nümunelerdir diye hükmeder. Ve keza يَا نَارُ كُونِى بَرْدًا وَ سَلاَمًا âyet-i kerimesinin delaletine göre, Hazret-i İbrahim ateşe atıldığı zaman, ateşin harareti bürudete inkılab etmesi; beşerin keşfettiği yakıcı olmayan mertebe-i nâriyeye örnek ve me'hazdir.
7- لَوْلاَ اَنْ رَآ بُرْهَانَ رَبِّهِ âyet-i kerimesinin -bir kavle göre- işaret ettiği gibi, Hazret-i Yusuf'un (A.S.) Kenan'da bulunan babasının timsalini görür görmez Zeliha'dan geri çekilmesi; ve kervanları Mısır'dan avdet ettiğinde Hazret-i Ya'kub'un اِنِّى َلاَجِدُ رِيحَ يُوسُفَ yani "Ben Yusuf'un kokusunu alıyorum" demesi; ve bir ifritin Hazret-i Süleyman'a "Gözünü açıp yummazdan evvel Belkıs'ın tahtını getiririm" demesine işaret eden اَنَا آتِيكَ بِهِ قَبْلَ اَنْ يَرْتَدَّ اِلَيْكَ طَرْفُكَ Âyet-i kerimesi; pek uzak mesafelerden celb-i savt, suret vesaire gibi beşerin keşfettiği veya edeceği icâdata nümune ve me'hazdirler.
8- Hazret-i Süleyman'a kuş dilini öğrettik manasında عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ olan âyet-i kerime; beşerin keşfiyatından radyo, papağan, güvercin gibi âlât ve hayvanların konuşmalarına ve mühim işlerde kullanılmasına me'hazdir. Ve hakeza, beşerin henüz keşfedemediği çok mu'cizeler vardır, istikbalde yavaş yavaş keşfine muvaffak olur.
Bu âyetin nazmında dahi, emsali gibi ''üç vecih'' vardır:
Birinci Vecih: Evvelki âyetle irtibatıdır. Şöyle ki:
1- İnsanın hilkati hakkında melaikenin itirazlarına, evvelki âyette umumî, fehmi kolay, ikna' edici bir cevab verilmiştir. Bu âyetle, avam ve havassı ikna' eden tafsilâtlı bir cevab verilmiştir.
2- Evvelki âyette, beşerin hilafet mes'elesi tasrih edilmiştir; bu âyette ise, nev'-i beşerin melâikeye karşı gösterdiği mu'cize ile, dava-yı hilafeti isbat edilmiştir.
3- Evvelki âyette, beşerin melâikeye tereccüh etmesine işaret edilmiştir; bu âyette, tereccuhunun illetine işaret edilmiştir.
4- Beşerin arzda hilafet-i kübraya mazhar olmasına evvelki âyetle delâlet edilmiştir; burada ise, bütün tecelliyata mazhar bir nüsha-i câmia olarak gösterilmiştir. Bu da, ayrı ayrı istidatlara mâlik ve ilim ve istifadelerinin yolları çok olduğundandır. Evet beşer, zâhir ve bâtın havas ve duygularıyla, bilhassa derinliğine nihayet olmayan vicdanıyla kâinatı ihata etmiş bir kabiliyettedir.
İkinci Vecih: Cümlelerin birbiriyle irtibatlarıdır. Şöyle ki: وَعَلَّمَ آدَمَ اْلاَسْمَاءَ cümlesi, اِنِّي اَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ cümlesinin mazmununu tahkik ve icmalini tafsil ve ibhamını tefsirdir. Ve keza, Cenab-ı Hakk'ın arzında beşerin halife olması, Allah'ın hükümlerini icra ve kanunlarını tatbik etmesi içindir. Bu ise, tam bir ilme mütevakkıftır. Ve keza, birinci âyette, kelâmın sevkiyatı iktizasınca şöyle bir takdir olacaktır: Âdem'i halketti, tesviye etti, cesedine nefh-i ruh etti, terbiye etti, sonra esmayı tâlim etti ve hilafete namzed kıldı. Sonra vakta ki Âdem'i melâikeye tercih etmekle rüchan mes'elesinde ve hilafet istihkakında ilm-i esma ile mümtaz kıldı; makamın iktizası üzerine, eşyayı melâikeye arz ve onlardan muarazayı taleb etti; sonra melâike aczlerini hissetmekle Cenab-ı Hakk'ın hikmetini ikrar ettiler. Kur'an-ı Kerim buna işareten, ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى اْلمَلاَئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِئُونِى بِاَسْمَاءِ هَؤُلاَءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ dedikten sonra,
قَالُوا : Evvelce iblisin enaniyet ve kibrine kanarak yaptıkları istifsardan pişman olarak, سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ dediler. Sonra vaktâ ki istidatlarının adem-i câmiiyetinden dolayı melâikenin aczi zâhir oldu; makamın iktizası üzerine Âdem'in iktidarının beyanı îcab etti ki, muaraza tamam olsun. Bunun için, قَالَ يَا آدَمُ اَنْبِئْهُمْ بِاَسْمَائِهِمْ hitabıyla Âdem'e ferman etti. Sonra vakta ki mes'ele tebeyyün etti ve hikmetin sırrı zâhir oldu; geçen cevab-ı icmalînin bu tafsilâta netice kılınması makamın iktizasından olduğuna binaen, قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكُمْ اِنِّى اَعْلَمُ غَيْبَ السَّموَاتِ وَاْلاَرْضِ وَاَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ yani "Sizin ketmettiğiniz şeyi bilirim."
Şu mukavele ve mükâlemeden anlaşılıyor ki; iblisin enaniyeti, kibri, melâikeye sirayet etmiştir ve yaptıkları istifsara, bir taifenin itirazı da karışmıştır.
Üçüncü Vecih: Cümlelerin hey'et ve nükteleri:
وَ عَلَّمَ آدَمَ اْلاَسْمَاءَ كُلَّهَا Yani: Cenab-ı Hak Âdem'i (A.S.) bütün kemalâtın mebadisini tazammun eden âlî bir fıtratla tasvir etmiştir ve bütün maâlînin tohumlarına mezraa olarak yüksek bir istidat ile halketmiştir ve mevcudatı ihata eden ulvî bir vicdan ve ihatalı on duygu ile teçhiz etmiştir; ve bu üç meziyet sayesinde, bütün hakaik-i eşyayı öğretmeye hazırlamıştır, sonra bütün esmayı kendisine öğretmiştir. Demek bu cümlenin evvelindeki (و), şu mukadder olan üç cümleye işarettir.
عَلَّمَ
: Bu kelimenin ihtiyar edilmesi, ilmin ulüvv-ü kadrine ve kadrinin yüksek derecesine ve hilafete mihver olduğuna işarettir. Ve keza,esmanın tevkifine, yani Şâri' tarafından bildirilmiş olduğuna remizdir. Zâten esma ile müsemmeyat arasında takib edilen münasebat-ı vaz'iyye, bunu te'yid ediyor. Ve keza, mu'cizenin vâsıtasız Allah'ın fiili olduğuna îmadır. Fakat felasifeye göre hârikalar, ervah-ı hârikanın fiilidir.
آدَمَ : Hilafeti irade edilen ve Âdem ismiyle tesmiye edilen küre-i arzın sahibi şahs-ı mâhuddur. İsminin tasrihi, teşrif ve teşhiri içindir.
اَْلاَسْمَاءَ : İsim ve sıfat ve hâsiyet gibi eşyayı birbirinden ayırıp temyiz ve tayin eden alâmet ve nişanlardır; yahud insanlar arasında münkasım olan lügatlardır.
عَرَضَهُمْ : Arzedilen eşya olduğu halde zamirin esmaya rücuundan; ismin ayn-ı müsemmâ olduğuna kail olan Ehl-i Sünnet'in mezhebine işarettir.
كُلَّهَا : Âdem'in melâikeden cihet-i imtiyazı ve melâikenin muarazadan sebeb ve medar-ı aczi, esmanın hey'et-i mecmuası olduğuna işarettir. Yoksa esmanın bir kısmını, belki kısm-ı azamını melekler de bilirler.
ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى اْلمَلاَئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِئُونِى بِاَسْمَاءِ هَؤُلاَءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ
ثُمَّ : Terahi ve bu'd-ü mesafeyi ifade ettiği cihetle, şöyle bir takdire işarettir: هُوَ اَكْرَمُ مِنْكُمْ وَ اَحَقُّ بِالْخِلاَفَةِ Yani: Âdem, sizden daha kerim ve hilafete daha müstehak ve lâyıktır.
عَرَضَهُمْ : Müşterilere gösterilmek üzere kumaş toplarının açılıp arzedildiği gibi, eşyanın enva'ı da bastedilerek enzar-ı melâikeye gösterilmiştir. Bu tâbirden şöyle bir işaret çıkıyor ki: Mevcudat, müdrik ve âlimin malıdır. İlim ile alır, isimle ahzeder, suretlerinin temessülüyle temellük eder. هُمْ , müzekker ve âkıllar cemaatinden kinayedir. Burada müzekkerin müennese ve âkılın gayr-ı âkıla taglib ve teşmiliyle, mecazen envâ-ı eşyaya irca' edilmiştir. Bu itibarla, هُمْ kelimesinde bir mecaz, iki tağlib vardır. Bu mecaz ile o tağlibleri icbar eden esbab, عَرَضَ kelimesinin işaret ettiği üslûbdur. Çünkü melâikeye envâ'-ı eşyanın arzı, manevî bir resm-i geçit manzarasını andırıyor. Malûm ya, resm-i geçitleri yapan, müzekker ve âkıl insanlardır. Bunun için, burada iki tağlibe ve dolayısıyla bir mecaza mecburiyet hasıl olmuştur.
عَلَى : Arz edilenin levh-i a'lâda nakşedilen suretler olduğuna işarettir.
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
وَ آخِرُ دَعْوَيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
(Haşiye)
_________________________
(Haşiye): İntihabım olmayarak, ihtiyarsız bir tarzda, âdeta umum Sözlerin ve Mektubların âhirlerinde şu âyet سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
bana söylettirilmiş. Şimdi anladım ki; tefsirim de, şu âyet ile hitam buluyor. Demek inşâallah bütün Sözler, hakikî bir tefsir ve şu âyetin bahrinden birer cedveldir. En-nihayet yine o denize dökülüyorlar. Şu tefsirin hitamında, güya her Söz, mânen şu âyetten başlıyor. Demek o zamandan beri yirmi senedir daha şu âyeti tefsir ediyorum; bitiremedim ki tefsirin ikinci cildini yazayım.
Said Nursî
Allah'ın avn ü inayetiyle ümidimin, iktidarımın fevkinde şu tercümeyi iyi kötü yaptım; noksanları çoktur, müellifçe ıslahları lâzımdır. Zaten onun himmetiyle bu kadarını ancak yapabildim. Yoksa nazm-ı Kur'andaki îcazlı olan i'cazı, kısa ve veciz olarak beyan eden bu tefsiri sönük, kör bir fikirle tercüme etmek, Abdülmecid'in işi değildir. Yine onun fart-ı şefkatinden himmeti yetişti, ikmaline muvaffak oldum.
Müellifin küçük kardeşi ve Nur talebesi
Abdülmecid