Tarih lîsan-ı teessüfle bize ders veriyor ki: Saltanat-ı Arabın cazibesiyle a’cam, Arablara muhtelit olduklarından; Kelâm-ı Mudarî’nin melekesi denilen belâgat-ı Kur’âniyenin madenini müşevveş ettikleri gibi, öyle de acemlerin ve acemîlerin belâgat-ı Arabiyenin san’atına girdiklerinden fikrin mecrayı tabiîsi olan nazm-ı maânîden, zevk-i belâgatı nazm-ı lafza çevirmişlerdir. Şöyle ki:
Efkâr ve hissiyatın mecrayı tabiîsi nazm-ı maânîdir. Nazm-ı maânî ise mantıkla müşeyyeddir. Mantığın üslûbu ise müteselsil olan hakâika müteveccihtir. Hakâika giren fikirler ise, karşısında olan dekaik-ı mahiyatta nafizdirler. Dekaik-ı mahiyat ise, âlemin nizam-ı ekmeline mümidd ve müstemiddirler. Nizam-ı ekmelde herbir hüsnün menbaı olan hüsnü mücerred mündemiçtir. Hüsnü mücerred ise mezâyâ ve letâif denilen belâgat çiçeklerinin bostanıdır. Çiçeklerin bostanı, cinan-ı hilkatte cilveger olan, ezhara perestiş eden ve şâir denilen bülbüllerin nağamatıdır. Bülbüllerin nağamatına aheng-i ruhanî veren ise, nazm-ı maânîdir.
Hal böyle iken, Arab’dan olmayan dahîl ve tufeylî ve acemîler, belâgat-ı Arabiyede üdeba sırasına geçmeye çalıştıklarından, iş çığırdan çıktı. Zîra bir milletin mizacı o milletin hissiyatının menşei olduğu gibi lîsan-ı millîsi de, hissiyatının ma’kesidir... Milletin emziceleri muhtelif olduğu gibi, lîsanlarındaki isti’dâd-ı belâgat dahi mütefavittir. Lâsiyyema Arabî lîsanı gibi nahvî bir lîsan olsa...
Bu sırra binâen cereyan-ı efkâra mecra ve belâgat çiçeklerine çimengâh olmaya çok derece nâkıs ve kısa ve kuru ve kır’av olan nazm-ı lafz; mecrayı tabiîsi olan nazm-ı ma’naya mukabele ederek belâgatı müşevveş etmiştir.
Zîra acemîler sû-i ihtiyar veya sevk-i ihtiyaçla lafzın tertib ve tahsinine ve maânî-i lügaviyenin tahsiline daha ziyâde muhtaç olduklarından ve elfaz, mecra olmak cihetiyle daha âsân ve daha zâhir ve nazar-ı sathîye daha mûnis ve hevam gibi avamın nazarlarını daha cazibedar ve avamperestane nümayişlere daha müsta’id bir zemîn olduğundan, elfaza daha ziyâde sarf-ı himmet etmişlerdir... Yâni ne kadar bir mesafe kat’ederse önlerine çok müşa’şa’ sahralar kendilerini göstermek şanında olan tertib-i maânîde olan tagalgulden zihinlerini çevirip, elfaz arkasına koşup, dolaşıyorlar.
Maânînin tasavvurlarından sonra elfazın arkasına gitmekle fikirleri çatallaşmıştır. Gide gide elfaz ma’naya galebe etmekle istihdam ederek; lafz, ma’naya hizmet etmek olan kaziye-i tabiiye aksine çevrildiğinden, tabiat-ı belâgattan böyle lafızperest mutasallıfların san’atına kadar.. yok belki tasannularına uzun bir mesafe girmiştir. Eğer istersen Harîrî gibi bir dâhiye-i edebin Makamat’ına gir, gör! O dâhiye-i edeb nasıl hubb-u lafza mağlub olarak lafızperestlik hevesi o kıymetdar edebini lekedar ettiği gibi lafızperestlere de bast-ı özür etmiştir ve nümûne-i imtisâl olmuştur. Onun için o koca Abdülkahir bu hastalığı tedavi etmek için Delâil-i İ’caz ve Esrârü’l-Belâgat’ın bir sülüsünü onun ilâçlarından doldurmuştur. Evet lafızperestlik bir hastalıktır, fakat bilinmez ki hastalıktır...
Tenbih: Lafızperestlik nasıl bir hastalıktır.. öyle de; sûretperestlik ve üslûbperestlik ve teşbihperestlik ve hayalperestlik ve kafiyeperestlik şimdi filcümle, ileride ifrat ile tam bir hastalık ve ma’nayı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır. Hatta bir nükte-i zarafet için veya kafiyenin hatırı için, çok edib edebde edebsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır.
Evet lafza zînet verilmeli, fakat tabiat-ı ma’na istemek şartıyla.. ve sûret-i ma’naya haşmet vermeli, fakat mealin iznini almak şartıyla.. ve üslûba parlaklık vermeli, fakat maksudun isti’dâdı müsaid olmak şartıyla.. ve teşbihe revnak vermeli, fakat matlubun münâsebetini göze almak ve rızasını tahsil etmek şartıyla.. ve hayale cevelan ve şa’şaa vermeli, fakat hakîkatı incitmemek ve ağır gelmemek ve hakîkata misâl olmak ve hakîkattan istimdâd etmek şartıyla gerektir.
Kelâmın hayatlanması ve neşv ü neması; ma’naların tecessümüyle ve cemadata nefh-i ruh etmekle bir mükâleme ve mübahaseyi içlerine atmaktır. Şöyle:
Deveran ile ta’bir olunan vücûdda ve ademde iki şeyin mukarenetiyle biri ötekisine illet ve me’haz ve menşe’ zannolunması olan i’tikâd-ı örfî üzerine müesses olan mağlata-i vehmiye üstüne mebni olan kuvve-i hayalden neş’et eden sihr-i beyânıyla sehhar gibi cemadatı hayatlandırır, birbiriyle söyletir. İçlerine ya adâveti veya muhabbeti atar. Hem de ma’naları tecessüm ettirir, hayat verir, içinde hararet-i gariziyeyi derceder.
Eğer istersen gürültülü menzil ıtlakına şayeste olan bu beyte gir:
Yâni: “Mumatala-i hak perdesi altında hulfü’l-va’d benimle konuşuyor. Der: Aldanma!.. Onun için sinemde ümidlerim ye’s ile kavgaya başladılar, o mütezelzil hâne olan sadrımı harab ediyorlar.”
Göreceksin nasıl şâir-i sahir emel ve ye’si tecsim etmekle hayatlandırarak nemmam olan ihlafın fitnesiyle bir muharebe ve muhasamayı temsil eyledi. Güya sinematoğraf gibi bu beyt senin aklına rü’ya görünüyor. Evet bu sihr-i beyânî bir nevi tenvim eder.
Veyahut yerin yağmur ile muaşaka ve şekvasını dinle! İşte:
Yâni: Yağmurun geç gelmesini ona teşekki eder. Mahbubun ağız suyu gibi suyunu emer. Acaba yeri Mecnun, sehabı Leyla hâletlerinde bu şiir sana tahyil etmiyor mu?
Tenbih: Bu şiiri güzel gösteren içindeki hayalin hakîkate bir derece müşabehetidir. Zîra yağmur gecikse sonra gelse toprak vız vız gibi bir savtı çıkartarak suyunu çeker. Bu hali gören geçliğine ve şiddet-i ihtiyacına intikal ettiğinden, meşhur deveranın sırrıyla ve tevehhümün tasarrufatıyla bir muaşaka ve mükâleme sûretine ifrağ eder.
İşâret: Herbir hayalde bu çiznök gibi bir dane-i hakîkat bulunmak şarttır...
Kelâmın elsine-i fahiresi veyahut cemâli ve sûreti, üslûb iledir. Yâni kalıb-ı kelâm iledir. Şöyle ki:
Ya dikkat-i nazar veya tevaggul veya mübaşeret veya san’atın telakkuhuyla hayalde tevellüd eden temayülatın husûsiyatından teşekkül eden sûretlerden terekküb eden istiare-i temsiliyenin parçaları telahuk ettiklerinden tenevvür ve teşerrüb ve teşekkül eden üslûb, kelâmın kalıbı olduğu gibi, cemâlin madeni ve hulel-i fahirenin destgâhıdır. Güya aklın borazanı denilmeye şâyan olan irâde ses etmekle, kalbin karanlık köşelerinde yatan ma’nalar çıplak, yalın ayak, baş açık olarak çıktıklarından mahall-i suver olan hayale girerler.O hazinetü’l-hayalde buldukları sûreti giyerler. En ekall bir yazmayı sarar. Veya bir pabucu giyer, lâakal bir nişan ile çıkar. Hiç olmazsa bir düğme ile veya bir kelime ile kendinin nerede terbiye olduğunu gösterir.
Eğer bir kelâmın fakat tabiattan çıkmış bir kelâmın üslûbunda im’an-ı nazar edersen, kendi san’atı içinde işleyen mütekellimi o âyine-misâl üslûbun içinde göreceksin. Hatta nefsini nefesinden ve sesinden; mâhiyetini nefsinden (üfürmesinden) tevehhüm ve mizac ve san’atını kelâmıyla mümtezic tahayyül etsen, Hayaliyyun mezhebinde muateb olmuyorsun. Eğer tereddüd ile senin hayalin, hastalığı var ise Kaside-i Bür’iyye’den olan
olan bîmarhâneye git, gör! Nasıl hakîm-i Busayrî, istifrağla ve nedametin perhiziyle sana reçete yazar. Eğer iştihanın açılmasıyla üslûb denilen hakîkatın şişesindeki zülal-i ma’na nasıl kendine muvafık ve nasıl imtizac etmesini seyretmek ve o zülali içmeye iştihan var ise meyhâneye git ve de: “Ey meyhâneci, kelâm-ı belig nedir?” Elbette onun san’atı onu şöyle söylettirecek:
Kelâm-ı belig, ilim denilen çömleklerde pişirilen ve hikmet denilen büyük küplerde duran ve fehm denilen süzgeç ile süzülen âb-ı hayat gibi bir ma’nayı, zürefa denilen sâkiler döndürüp efkâr içer; esrârda temeşşi etmekle hissiyatı ihtizaza getiren kelâmdır.
Eğer böyle sarhoşların sözlerinden hoşlanmıyorsan suyun mühendisi olan Hüdhüdü Süleyman’ın Sebe’den getirdiği nebe’ ve haberi dinle!.. Nasıl inzal-i Kur’ân ve ibda’-ı semavât ve arz eden Zülcelâl’in tavsifini etmiştir. Hüdhüd diyor: “Bir kavme rast geldim. Zemîn ve âsumandan mahfiyatı çıkaran Allah’a secde etmiyorlar...” Bak evsâf-ı kemâliye içinde Hüdhüd’ün hendesesine telvih eden vasf-ı mezburu yalnız ihtiyar eyledi.
İşâret: Üslûbdan muradım kelâmın kalıbıdır ve sûretidir.
Başkalar başka diyorlar. Ve belâgatça faidesi, kıssatın tefarıkını ve perîşan olan parçalarını iltiham ve bitiştirmektir. Tâ kâide-i “Bir şey sâbit olursa levazımıyla sâbittir” sırrıyla bir cüz’ü tahrik etmekle kıssatın küllünü ihtizaza getirmektir. Güya mütekellim, üslûbun bir köşesini muhataba gösterse, muhatab kendi kendine velev bir derece karanlık olsa da tamamını görebilir.
Bak nerede olursa olsun “mübareze” lafzı pencere gibi meydan-ı harbi, içinde harb olarak sana gösterir. Evet çok böyle kelimeler vardır. Hayalin sinematoğrafisi denilse caizdir.
Tenbih: Üslûb meratibi pek mütefavittir. Ba’zan o kadar latif ve rakiktir ki, nesim-i seherden daha âheste eser. Ba’zan o kadar gizli oluyor ki, bu zamanın harbinin diplomatlarının desais-i harbiyelerinden daha mesturdur. Bir diplomatın kuvve-i şâmmesi lâzımdır, tâ istişmam edebilsin.
Ezcümle: suresinde şive-i ifadeden, Zemahşerî üslûbunu istişmam etmiştir. Evet insan isyanla Hâlıkın emrine karşı ma’nen müdafaa ve mübareze eder...
Kelâmın kuvvet ve kudreti ise; kelâmın kuyudatı birbirine cevab vermek ve keyfiyatı birbirine muavenet etmekle umumen karınca kaderince, asıl garaza işâret ve herbiri parmağını maksad üzerine bırakmak ile
düstûruna timsal olmaktır. Demek kuyudat zenav gibi veyahut dereler gibi.. maksad ise ortalarından istimdâd edici bir havuz gibi olmak gerektir.
Elhasıl: Zihnin şebekesi üstünde tersim olunan ve nazar-ı akl ile alınan sûret-i garaz, müşevveş olmamak için, tecavüb ve teavün ve istimdâd lâzımdır.
İşâret: Bu noktadan intizam neş’et etmekle tenasüb tevellüd edip hüsn ü cemâl parlar. Eğer istersen Rabb-i İzzet’in kelâmına teemmül et... Ezcümle:
Zerresi büyük bir taş kadar büyük olan azabdan tahvif ve insanı, kalâk ve tahammülsüz olduklarını göstermek için sevk edilen
olan âyete bak. Nasılki “şeyi zıddından in’ikas ettirmek” olan kâide-i beyâniyeye binâen tehvil ve tahvif için azabın bir parçasının derece-i te’sirini göstermek istediğinden, kıllet olan esas-ı maksada, nasıl kelâmın her tarafı elini oraya uzatıp kuvvet veriyor.Şöyle: lafzındaki teşkik ile tahfif ve deki yalnız temas ve i068 maddesinde ve sîgasında ve tenkirindeki taklil ve tahkir.. ve deki teb’iz ve nekale bedel zikrindeki tehvin ve deki îma-i rahmet, umumen taklili göstermekle, azabı nihayet derecede ta’zim ve tehvil eder.Zîra azı böyle olursa, çoğundan Allah esirgesin...
Tenbih: Bu sana sermeşktir. Yazabilirsen meşk et. Zîra bütün âyât-ı Kur’âniye bu intizam ve tenasüb ve hüsne mazhardırlar. Fakat makasıd ba’zan mütedâhilen müteselsildir. Her birinin tevabii ötekiyle mukarin olur, fakat muhtelit olmaz. Dikkat etmek gerektir. Zîra nazar-ı sathî böyle yerlerde çok halt eder.
Kelâmın servet ve vüs’ati ise; nasıl sûret-i terkib, nefs-i maksadı gösterir. Öyle de müstetbeatının telmihatıyla ve esalîbin işârâtıyla garazın levazım ve tevabiini göstermek ve ihtizaza getirmektir. Zîra telmih ve işâret ise, sâkin olan hayalâtı ihtizaza ve sâkit olan cevanibini söylettirmekle kalblerin en uzak köşelerindeki istihsânı ve alkışlamayı tehyic etmeye büyük bir esastır. Evet telmih ve işâret ise yolun etrafını temâşâ ile tenezzüh etmek içindir. Kasd ve taleb ve tasarruf için değildir. Demek mütekellim onda mes’ul olmaz. Eğer istersen bu beyitlerin içlerine gir. Bir derece seyre şâyan noktalar vardır:
İşte çal olan atına binmiş, nazenin karşısında gençlenmek isteyen ihtiyar babanın sakalının içine bak, belâgatın çok anahtarlarını bulacaksın. Al kapıları aç, işte:
Yâni: Dedi: “İhtiyar oldun.” Dedim: “Değildir; belki mesaib-i dehrin gürültüsünden ayakları altında çıkıp sakalıma konmuş bir beyaz gubardır.”Hem de:
Yâni: Sakalımın beyazlanmakla parlaması seni korkutmasın. Zîra nûr-u mütecessim gibi dimağdan erimiş sakaldan mecra bulup kendini gösteren fikir ve edebin tebessümüdür.Hem de:
Yâni: Gece gibi gençlikte gözün nevm-i gaflette dalmış, ancak subh-misâl olan sakalın beyazıyla uyanabildi.Hem de:
Yâni: Ciriti istemek yolunda, sabah, atımın yüzüne yed-i beyzasıyla bir tokat vurdu. Atım dahi kısasını almak için tayyar olan subha erişti, yere vurdu, içinde dört ayağıyla gezindi. Demek atım çal’dır.Hem de:
Yâni: Kalbim maşukumun kemeri gibi hareket ve hışhış etmekte; onun kalbi ise onun bileziği gibi sükûn ve sükûttadır. Demek beli ince, bileği kalın olduğu gibi; kalbim müştak, onun kalbi müstağnidir. Demek hüsün ve aşkı ve istiğnayı ve iştiyakı bir taş ile vurmuştur.Hem de:
Yâni: Tacir-i Yemenî gibi yağmurdan gelen sel, yüklerini, eskallerini gabît sahrasına attı. Nasılki bir tüccar akşamda bir köye gelse, gecede köylüler rengârenk eşyalarını satın alsalar; sabahleyin herkes bir renk ile süslenmiş olduğu halde evinden çıkıyor. Hatta köyün çobanı dahi kırmızı bir mendili bağlıyor. Öyle de, sel sahraya yükünü attığı gibi ticaret-i hafiyeye benzer imtizacat-ı kimyeviye ile çiçeklerin nazeninlerine güya rengârenk elbise alınır, dikilir. Hatta çiçeklerin çobanı ıtlakına şâyan olan kefne (1) başını kırmızılaştırıyor.Hem de:
Yâni: “Vefa, gavrı in’idama çekildi.. tufan-ı gadr feverana başladı. Kavl ve amel ortasında uzun bir mesafe açıldı...”
Uzağa gitmek istemiyorsan bu makalenin bir parça mâkabline nazar et. Bu mes’eleye nümûne olmak için çok parçaları bulacaksın.
----------------------------------------(1): Dikenli, ihrak edilir bir dağ mahsulüdür.
Ezcümle: “Âyâtın delâil-i i’cazının miftahı ve esrâr-ı belâgatının keşşafı yalnız belâgat-ı Arabiyedir. Felsefe-i Yunaniye değildir.”
Veyahut makale-i ûlâda olan mes’ele-i ûlânın hâtimesindeki işârete bak.
İşte “Hilkat denilen şerîat-ı fıtriye, meczub ve misafir olan küre-i arza farz etmiştir ki: Şemse iktida eden yıldızların safında durmak, şüzuz etmemek... Zîra zemîn zevciyle beraber demişlerdir. Taat ise cemâatle daha ahsendir.”
Şimdi teemmül et! Bu misâller, karşı ve arkalarından öyle makamatı gösterir ki, arkalarından başka makamat hayalmeyal gibi başını çıkarıyor.
Kelâmın semeratı ise; tabakat-ı muhtelifede, suver-i müteaddidede teşekkül eden maânîdir. Şöyle:
Kimya’ya aşina olanlara ma’lûmdur. Bir maddeyi, meselâ altun gibi bir unsuru istihsal edildiği vakit, makine veya fabrika ile müteaddid borular ile muhtelif teressübatıyla, mütenevvi’ teşekkülat ile tabakat-ı mütefavitede geçer. En nihayet ondan bir kısım tahassül eder. Kelâm denilen maânî-i mütefavitenin fotoğrafıyla alınmış muhtasar bir haritanın istiab ettiği gibi.Mefahim-i mütefavitenin sûret-i teşekkülü budur ki, te’sirat-ı hâriciyeden kalbin bir kısım ihtisasatı ihtizaza gelmekle müyulat tevellüd eder. Ondan hevaî ma’nalar bir derece aklın nazarına ilişmekle, aklı kendine müteveccih eder. Sonra o buhar halindeki ma’na bir kısmı tekasüf etmekle temayülat ve tasavvuratın bir kısmı muallak kalıp bir kısım dahi takattur ettiğinden akıl ona rağbet gösterir. Sonra mayi halindeki kısımdan bir kısım tasallüb ve tahassül ettiğinden, akıl onu kelâm içine alıyor. Sonra o mütesallibden bir resm-i mahsus ile temessül ve tecelli ettiğinden, akıl onun kametine göre bir kelâm-ı mahsus ile onu gösterir.
Demek müteşahhıs olanı, kelâmın sûret-i mahsusası içine alıyor. Ve tasallüb etmeyeni fehvanın eline verir. Ve tahassül etmeyeni işâret ve keyfiyet-i kelâma yükler. Ve takattur etmeyeni kelâmın müstetbeatına havale eder. Ve tebahhur etmeyeni üslûbun ihtizazatına ve kelâm ile refakat eden mütekellimin etvarıyla rabteder.
İşte bu silsilenin borularından ismin müsemması ve fiilin ma’nası ve harfin medlûlü ve nazmın mazrufu ve hey’etin mefhumu ve keyfiyatın mermuzu ve müstetbeatın müşarünileyhleri ve hitabı teşyi’ eden etvarın muharrikleri, hem de “Dâllün bilibare”nin maksudu ve “Dâllün bilişâret”in medlûlü ve “Dâllün bilfehva”nın mefhum-u kıyasîsi ve “Dâllün biliktiza”nın ma’nayı zarûrisi ve daha başka mefahim umumen bu silsilenin birer tabakasından in’ikad eder ve şu madenden çıkar.
Eğer seyretmek istersen kendi vicdanına bak, şu meratibi göreceksin. Şöyle: Senin mahbubun vakta gözünüzün penceresinden şuâ ve berk-i hüsnünü vicdanınıza ilka ederse, o aşk denilen nâr-ı mukade birden yandırmaya başladığından, hissiyat iltihaba başlamakla, âmâl ve müyulat dahi heyecana gelip birden o âmâller üst kattaki hayalin tabanını deler. İmdad istediklerinden o hazinetü’lhayalde safbeste-i hareket ve mahbubun mehâsinini ellerinde tutmuş veyahut onun mehâsinini hatıra getirmekle tasvir eden, başkasının mehâsini ile işba’ olunmuş olan hayalât ise o âmâlin imdâdına koşarlar; beraber hücum edip hayalden lîsana kadar inmekle beraber zülâl-i visale olan meyli arkalarında ve firaktan olan teellümü sağda ve ta’zim ve te’dib ve iştiyakı sola ve terahhum ve lütfu iktiza eden mahbubun mehâsinini önlerine ve hediye olarak medihanın gerdanını ve senanın dürrlerini ellerine almakla beraber o
ıtlakına şâyan olan o ateşi söndürmek için zülâl-i visali celbeden tavsif-i bilfezail ile arz-ı hacet ederler.
İşte bak kaç tabakatta bildiğin ma’nadan başka ne kadar maânî başlarını çıkarıp görünüyor. Eğer korkmuyorsan İbn-i Farıd’ın veya Ebu Tayyib’in gözlerinden müdhiş olan vicdanlarına bak. Ve vicdanın tercümanı olan
gör ve dinle ki, çendan gözleri Cennet’te tenezzüh eder. Fakat vicdanlarındaki Cehennem tazib eder. Öyle de mehâsinine işâret ve istiğnasına remz ve teellümü firaka îma ve şevke tasrih ve taleb-i visale telvih ve terahhumunu celbeden hüsnüne tansis etmekle beraber hissiyatını tahrik eden hey’et-i etvarıyla çok hayalât-ı rakikayı göstermişlerdir.
İşâret: Nasıl bir hükûmetin intizamında, her me’mura isti’dâdı nisbetinde, vazife derecesinde, hizmet miktarınca ücret vermek lâzımdır. Öyle de, böyle meratib-i mütefaviteden ihtilat eden ma’nalar ise, garaz-ı küllî olan mesûk-u lehül-kelâmın merkezine kurbiyet nisbetinde ve maksuda hizmet derecesinde herbirine inâyet ve ihtimamda hisse ve nasiblerini taksim-i âdil ile tefrik etmek gerektir. Tâ ki, o muadeletle intizam ve o intizamdan tenasüb ve o tenasübden hüsnü vifak ve o hüsnü vifaktan hüsnü muaşeret ve o hüsnü muaşeretten kelâmın kemâline bir mîzan-üt-ta’dil çıkabilsin. Yoksa vazifesi hizmetkârlık ve tabiatı çocukluk olanlar, büyük rütbeye girmekle tekebbür eder. Tekebbür etmekle tenasübünü bozup muaşereti teşviş eder. Demek kuyudat-ı kelâmın isti’dâdlarını nazara almak gerektir.
Evet herşeyi isti’dâdı nisbetinde terfi’ etmek lâzımdır. Zîra görünüyor ki göz, burun gibi bir a’za ne kadar güzel olursa, hatta altundan olursa, haddinden büyük olduğu halde sûreti çirkin eder.
Tenbih: Nasıl ba’zan en küçük bir nefer bir hizmete meselâ düşman ordusuna keşf-i râze gider, müşir gidemez veyahut bir küçük talebe yaptığı işi büyük bir âlim yapamaz. Çünkü büyük adam her şeyde büyük olmak lâzım gelmez. Herkes kendi san’atında büyüktür. Kezalik o maânî-i mütezahime içinde ba’zan bir küçük ma’na riyâset eder. O kıymettar oluyor. Zîra onun vazifesi şimdi gelecek bir esbâb ile ehemmiyetlidir. Buna işâret eden ve kıymetine menar olan sarih hüküm ve lâzım-ı karibinin adem-i salahiyetidir ki, onun hatırası için irsal-i lafz ve sevk-i hitab edilsin ve kelâm dahi postacılık etsin. Zîra ya bedihî ve ma’lûmdur.. görünüyor veyahut hafif ve zayıftır, asıl garazda ehemmiyeti yoktur. Veyahut onu hüsnü telakki ve kabul edecek ve ona kulak verecek muhatab yoktur. Veyahut mütekellimin haline muvafakat ve tekellüme dâî olan arzuya hizmet edemez. Veyahut muhatabın şe’n ve haysiyetine imtizaç, istimzaç edemez. Veyahut kelâmın makamında ve müstetbeatın tevabiinde ecnebi görünüyor. Veyahut garazın muhafazasına ve levazımın tedârikine müsta’id değildir. Demek her bir makamda bu esbâblardan yalnız birinin sözü dinlenir. Fakat umumen ittihad etseler, kelâmı en yüksek tabakaya çıkartıyorlar.
Ba’zı maânî-i muallaka vardır ki, bir şekl-i muayyenesi ve bir vatan-ı husûsiyesi yoktur. Müfettiş gibi herbir dâireye girer. Ba’zı kendine husûsi bir lafız takıyor. Bu muallakatın bir kısmı ise harfiye ve hevaiye gibidir. Başka kelime onu derununa çeker. Ba’zan bir cümleye belki bir kıssate nüfuz eder. Ne vakit o cümleyi ezdirirsen ruh gibi o ma’na takattur eder. Meselâ hasret ve iştiyak ve temeddüh ve teessüf ilâ âhir.. gibi ma’nalardır...
Belâgatın ukde-i hayatiyesi, ta’bir-i diğer ile beyânın felsefesi veyahut şiirin hikmeti ise; hâriciyatın nevamisi ve mekayisini temessül etmektir. Şöyle: Hakâik-i hâriciyedeki kanunları kıyas-ı temsilî cihetiyle ve deveran tarîkiyle ve vehmin tasarrufuyla şâirane olan ma’nevîyat ve ahvâlde yerleştirmektir. Demek âyine gibi hariçten in’ikas eden hakîkatın şuâlarını temessül eder. Güya kendi san’at-ı hayaliyesiyle ve nakş-ı kelâmîsiyle hilkat ve tabiatı taklid ve muhakât eder. Evet kelâmda hakîkat olmaz ise de, en ekall şebih ve nizamından istimdâd etmek ve onun danesi üzerinde sünbüllenmek gerektir. Fakat her danenin mahsus bir sünbülü vardır. Bir buğday bir ağaç kadar sünbüllenmez. Felsefe-i beyân nazara alınmaz ise; belâgat hurafat gibi hayal gul gibi sâmi’e hayretten başka bir faide vermez.
İşâret: Felsefe-i beyâniyeye müşabih, Nahv’in dahi bir felsefesi vardır. O felsefe ise, vâzıın hikmetini beyân eder. Kütübü Nahiv’de mezkûr olan, münasebat-ı meşhure üzerine müessestir. Meselâ bir mamule iki âmil dâhil olmaz. Ve “hel” lafzı fiili gördüğü gibi sabretmez, visal ister. Hem fâil kuvvetlidir, kavî olan zammeyi kendine gasbeder. Meselâ, hariç ve kâinatta cari olan kanunların birer aks-i misâlîsidir.
Tenbih: Bu münasebat-ı Nahviye ve Sarfiye olan hikmet-i vâzı’ ise; felsefe-i beyân derecesinde olmaz ise de, pek büyük bir kıymeti vardır. Ezcümle: İstikra ile sâbit olan ulûm-u nakliyeyi, ulûm-u akliyenin sûretlerine çeviriyor.
Maânî-i beyâniyenin aşılaması ve telkîhi ve ma’naların becayiş ve inkılâbları kelimenin ma’nayı hakîkisi, ya garaz veyahut ma’nayı muallakadan birisini teşerrüb ve içine cezb etmektir. Zîra içine girdiği vakit sâhibü’lbeyt olan hakîkata ve esasa dönüyor. Ve asıl lafzın sâhibi olan ma’na ise bir sûreti hayatiyeye dönüyor. Ona meded verir. Ve müstetbeattan istimdâd eder. Bu sırdandır ki kelime-i vâhidenin maânî-i müteaddidesi oluyor. Ve becayiş ve telkîhat bundan çıkar. Bu noktadan gaflet eden, büyük bir belâgatı kaybeder...
İşâret: Bir şey merkeb ve binilmiş ise lafzına müstehak olduğu gibi, zarf gibi içine aldığından lafzını ister. gibi. Hem de bir şey âlet olduğundan lafzını ister. gibi. Ve mekân ve merkeb olduğundan ve lafızlarını dahi ister. Hem de gaye olduğundan ve lafızlarını ister. İllet ve zarf olduğundan ve lafızlarını dahi ister.
gibi. İşte sermeşk; sen de kıyas edebilirsen et!..
Tenbih: Bu mütedâhil ma’naların hangisi daha ziyâde senin garazına temas eder ve maksada sılai rahm vardır. İleriye sür ve izhâr et. Bâkîleri ona teşyi’ edici yaptır. Yoksa senin tarz-ı ifaden haşmet ve zînet-i beyâniyeden çıplak olacaktır.
İrade-i cüz’iyeyi ve tasavvur-u basiti âciz bırakan kelâmın yüksek tabakası şudur ki: Mütedâhilen müteselsil olan makasıdın taaddüdü ve mütenasilen murtabıt olan metalibin teselsülü ve netice-i vâhideyi tevlid eden asılların içtimaı ve her biri ayrı ayrı semere veren füru’-u kesîrenin istinbatına isti’dâd veya tazammunu iledir. Şöyle ki:
Maksadü’l-makasıd olan en uzak ve yüksek hedef-i garazdan ayrılıp gelmekte olan maksadlar birbirine murtabıt ve birbirinin noksaniyetini tekmil ve komşuluk hakkını eda etmekle, kelâma vüs’at ve azamet verir. Güya birini vaz’etmekle öteki ve diğeri ve başkasını ve daha başkasını vaz’eder. Ve sağ ve solda ve her cihetin nisbetini gözetmekle birden o makasıdı, kelâmın kasr-ı müşeyyedesine kuruyor. Güya çok akılları kendi aklına muavenet etmek için istiare etmiş, istihdam ediyor. Sanki o mecmu-u makasıdda herbir maksad, tesavir-i mütedâhileden müşterekün fîh bir cüzdür. Nasıl mütedâhil tasvirlerde siyah bir noktayı bir ressam koysa; o nokta birinin gözü ötekisinin yüzünün hali, berikisinin burnunun deliği, başkasının ağzı olduğu gibi kelâm-ı âlîde dahi öyle noktalar vardır.
İkinci Nokta: Kıyas-ı mürekkeb ve müteşaab sırrıyla metalib tenasül edip teselsül etmektir. Güya mütekellim o metalibin beka ve tenasülünün bir tarih-i tabiîsine işâret eder. Meselâ âlem güzeldir. Demek sânii, hakîmdir. Abes yaratmaz, israf etmez, isti’dâdatı mühmel bırakmaz. Demek intizamı dâima tekmil edecek. Ciğerşikâf ve tahammülsûz ve emel öldürücü bütün kemâlâtı zîr ü zeber eden hicran-ı ebedî olan ademi, insana musallat etmez. Demek saâdet-i ebediye olacaktır. Üçüncü Makale’nin ikinci şehâdetinin mukaddemesinde nübüvvet-i mutlakanın mebhasinde insanın hayvandan üçüncü cihet-i farkı, buna iyi bir misâldir.
Üçüncü Nokta: Netice-i vâhideyi tenatüc eden usûlü müteaddideyi cem’ ve zikretmektir. Zîra herbir aslın yüksek netice ile kasden ve bizzât irtibatı olmaz ise, lâakal bir derece ihtizaza ve inkişafa getirir.
Güya usûl denilen mezâhir ve âyinelerin ihtilafıyla ve netice ve mütecellinin vahdetiyle maksadın tecerrüdüne ve ulviyetine ve hayat-ı âlem denilen deveran-ı umûmî tesmiye olunan hayat-ı külliye ile yâd edilen hakîkatıyla kelâmın kuvve-i hayatiyesinin ittisaline işârettir. Üçüncü Makale’nin âhirindeki üçüncü maksadda olan birinci maksad buna bir derece misâldir. Hem de Üçüncü Makale’de Dördüncü Mes’ele ve meslekten olan işâret ve irşâd ve tenbih ve muhakeme buna misâldir.
Evet Rabb-i İzzet’in kelâmına dikkat edilse bu hakîkat her yerde nur gibi parlar. Evet nur gibi köşelerinde ve mekatı’larında içtima edip zülâl-i belâgat fışkırıyor. Nefrin o zâhirperestlere ki bu hakîkatten gaflet edip tekrara hamlediyorlar.
Dördüncü Nokta: Kelâmı öyle ifrağ etmek ve isti’dâd vermektir ki: Pek çok füru’ların tohumlarını mutazammın ve pek çok ahkâma me’haz ve pek çok maânîye ve vücuh-u muhtelifeye delâlet etmektir. Güya bu isti’dâdı tazammun ile kelâmın kuvve-i nâmiyesinin kuvvetine telvih eder ve hasılatının kesretini gösterir. Sanki o füru’ ve vücuhların mahşeri olan mes’elede cem’eder, tâ ki mezaya ve mehâsinini müvazenet edip herbir fer’i bir garaza sevk ve herbir vechi bir vazifeye tayin eder.
Evet kıssa-i Musa meşhur darb-ı meseldeki tefarikul asâdan daha nâfi’dir. Nasıl o asâ ne kadar parçalansa yine bir işe yarar. Kıssa-i Musa dahi öyledir. Bu hâsiyetine binâendir ki, Kur’ân yed-i beyza-i mu’cizü’lbeyâniyle o kıssayı aldı. Ve suver-i müteaddidede gösterdi. Herbir ciheti hüsnü isti’mal etti. Fenn-i beyânın seharesi, belâgatına secde ber zemîn-i hayret ve muhabbet ettiler.
Ey birader! Bu mes’elede olan hayal-meyal belâgat, bu esalîb ile sana öyle bir şecereyi tersim eder ki; cesîm urûku müteşâbike, uzun boğumları mütenasika ve müteşaib dalları müteanika, meyve ve semeratı mütenevvia olan bir şecere-i hakîkat sana tasvir eder. Eğer istersen Altıncı Mes’ele’ye temâşâ et. Zîra çendan müşevveş ise bir derece bu mes’elenin bir parçasına misâl olabilir.
Tenbih ve İtizar: Ey birader! Bilirim ki şu makale sana gâyet muğlak görünüyor. Fakat ne çâre mukaddemenin şe’ni icmal ve îcazdır. Kütübü Sâlise’de sana tecelli edecektir.
Kelâmın selaseti ise: Bir derece hissiyattan tafralık ve iştibak etmemek ve tabiatı taklid ve hârice temessül ve mesîl-i garazda sedad ve maksad ve müstekarrın temeyyüzüdür. Şöyle ki: Kelâmda hissiyatta tamam olmadan çifte atmak, başkasıyla mezcetmek, selasetini tağyir eder. Ve nizamsız iştibaktan tevakki ve maânî-i müteselsileden tederrüc lâzımdır.
Hem de san’at-ı hayaliyesiyle tabiata şâkirdlik etmek gerektir. Tâ tabiatın kavânini onun san’atında in’ikas edebilsin.
Hem de tasavvuratını öyle hâriciyata muhâkî ve müşakil etmek lâzımdır. Faraza tasavvuratı dimağdan kaçıp hariçte tecessüm etseler, hariç onları istilhak ve neseblerini inkâr etmesin ve desin: Onlar benim veyahut keennehu veyahut benim veledimdir...
Hem de garazın mesîlinde ve kasdın mecrasında teferruk etmemek için sedad etmek, çeleçepe (1) temayül
etmemektir. Tâ canibler garazın kuvvetini teşerrüb etmekle ehemmiyetsiz etmesin. Belki köşeler, tazammun ettikleri taravet ve letâfetiyle zenav gibi garaza imdâd ve kuvvet vermek gerektir.
Hem de kasdın müstekarrı temeyyüz ve ağrazın mültekası taayyün etmek, selasetin selâmetine lâzımdır.
-----------------------------------(1): Bu kelime Kürdçedir.
Beyânın selâmet ve sıhhatı ise; hükmü, levazım ve mebadisiyle ve âlât-ı müdafaasıyla isbat etmektir. Şöyle ki: Bir hükmün levazımını ihlâl etmemek, rahatlığını bozmamak ve nazara almak ve mebadisinden istimdâd-ı hayat etmek için müracaat etmek ve hücum eden evhamın i’tirâzatına mukabele edecek sual-i mukaddere cevab olan kuyudatıyla tekallüd etmek gerektir. Demek kelâm meyvedar bir ağaçtır. Cinâyet ve ictinadan himâyet etmek için dikenleri ve süngüleri dizilmişler. Güya o kelâm, birçok münazaratın neticesi ve pekçok muhakematın zübdesi olduğundan, gâyet ulvî olarak evhamın şeyatîni, istirak-ı sem’ edemezler; eğri nazar ile bakamazlar. Güya mütekellim altı cihetini nazara alıp, etrafına bir sur çekmiştir. Yâni mevzu veyahut mahmulü takyid ile.. veyahut tavsif ile.. veyahut başka cihetle vehmin hücumuna müsaid noktalarda birer müdafi müheyya ederek, baştan aşağıya kadar mukadder suallere cevab hükmünde olan kuyudatıyla mücehhez etmektir. Eğer buna misâl istersen şu kitab bitamamihi buna uzunca bir misâldir. Lâsiyyema Makale-i Sâlise en parlak bir misâldir.
Kelâmın selâmet ve rendeçlenmesi ve i’tidâl-i mizacı ise, her kaydın istihkak ve isti’dâdına göre inâyeti taksim ve hil’at-ı üslûbu tevzi’ ve giydirmektir. Hem de hikâyette olursa mütekellim kendini mahkiyyun anh yerinde farz etmek gerektir. Şöyle: Eğer başkasının hissiyat ve efkârının tasvirinde ise mahkiyyun anh’a hulûl etmek ve onun kalbinde misafir olmak ve lîsanıyla tekellüm etmek gerektir. Eğer kendi malında tasarruf etse, alâmet-i kıymet olan i’tibâr ve ihtimamın taksiminde her kaydın istihkak ve isti’dâd ve rütbesini nazara almak ile taksiminde adâlet ve üslûblarda isti’dâdın kametine göre kesmektir. Tâ herbir maksad onun münâsibinde olan üslûbdan cilveger olabilsin. Zîra üslûbun esasları üçtür:
Birincisi: Üslûb-u mücerreddir. Seyyid Şerif’in ve Nasıruddin-i Tûsî’nin sade olan ma’rez-i kelâmları gibi...
İkincisi: Üslûb-u müzeyyendir. Abdülkahir’in “Delâilü’l-İ’caz” ve “Esrârü’l-Belâga”sındaki müşa’şa’ ve parlak kelâmı gibi...
Üçüncüsü: Üslûb-u âlîdir. Sekkakî ve Zemahşerî ve İbn-i Sîna’nın ba’zı muhteşem kelâmları gibi... Veyahut şu kitabın mealindeki arabiyyü’l-ibare, lasiyyema Makale-i Sâlise’deki müşevveş fakat muhkem parçaları gibi. Zîra mevzuun ulviyeti şu kitabı üslûb-u âlîye ifrağ etmiştir. Yoksa benim san’atımın te’siri cüz’îdir.
Elhasıl: Eğer İlâhîyat ve usûlün bahis ve tasvirinde isen, şiddet ve kuvvet ve heybeti tazammun eden üslûb-u âlîden ayrılmamak gerektir.
Eğer hitabiyat ve iknaiyatta isen, zînet ve parlaklık ve tergib ve terhibi tazammun eden üslûb-u müzeyyeni elinden gelirse elden bırakma. Fakat gösteriş ve tasannu’ ve avamperestane nümayiş etmemek gerektir.
Eğer muamelat ve muhaverat ve âlet olan ilimlerde isen; vefa ve ihtisar ve selâmet ve selaset ve tabiîliği tekeffül eden ve sadeliği ile cemâl-i zâtiyeyi gösteren üslûb-u mücerrede iktisar et.
Bu mes’elenin hâtimesi: Kelâmın kanaat ve istiğnası ve asabiyeti ise makamın hâricinde üslûbu aramamaktır. Şöyle ki: Ma’nanın kametine göre bir üslûbu kestirmek istediğin vakit, dâhil-i makamda olan menbadan ve mevzuun fabrikasından lâakal kelâmın tazammun ettiği mevzuun veya kıssatın veya san’atın levazımının parça parçasından ve tevabiinin kıt’a kıt’asından bir üslûbu dikmek, zaruret olmadan hârice medd-i nazar etmemek, ta’bir hata olmasa, hârice boykotaj etmek ile elbette kelâmın kuvveti tezayüd ettiği gibi, servetin dağılmamasına en büyük esastır. Demek ma’na ve makam ve san’at ise, kelâmın delâlet-i vaz’iyesine yardım edebilir. Nasıl kelâm, delâlet-i vaz’iye ile ma’nayı gösterir, öyle de böyle üslûb ise tabiatıyla ma’naya işâret eder. Eğer bir nümûne istersen Dokuzuncu Mes’eledeki Arabî parçalarına bak. İşte:
Eğer istersen ulûm-u âliyenin itablarının dibacelerine bak. Eğer çendan o dibacelerde şu san’at-ı belâgat çok dakik ve latif olmazsa da; fakat ondaki beraatü’l-istihlal, bu hakîkata bir beraatü’l-istihlaldir. Hem de şu kitabın dibacesinde mu’cizata işâret yolunda Peygamberimizin zâtı, nübüvvetine mu’cize gösterilmiştir. Hem de Üçüncü Makale’nin dibacesinde kelime-i şehâdetin iki cümlesi birbirine şâhid gösterilmiştir. Hem de Yedinci Mukaddeme’de, inşikak-ı Kamer’e yere inmeyi ilâve edenlere denilmiş: Mu’cizenin kamerini münhasif ve Şems gibi bürhan-ı nübüvveti Süha gibi mahfî olmasına sebeb oldunuz. Buna kıyâsen şu hakîkate, şu kitabda birçok nümûne bulabilirsin. Zîra bu kitabın mesleği, benim gibi hârice boykotajdır. Hatta zaruret olmazsa, efkâr ve mesâilde ve misâllerde ve esalîbde hârice boykotaj etmektir. Fakat tevafuk-u hâtır olabilir. Zîra hakîkat birdir. Hangi kapıyla girsen, aynını göreceksin.
Söylenene bak, söyleyene bakma; söylenilmiştir... Fakat ben derim: Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne içinde söylemiş? Ne için söylemiş? Söylediği sözü gibi dikkat etmek, belâgat nokta-i nazarından lâzımdır, belki elzemdir.
İşâret: Ma’lûm olsun ki; fenn-i maânî ve beyânın mezayasının belâgatça mühim bir şartı, kasden ve amden garazın cihetine emarat ile işâret ve alâmatın nasbıyla kasd ve amdini göstermektir. Zîra onda tesâdüf bir para etmez.
Fenn-i bediin ve tezyinat-ı lafzıyenin şartı ise, tesâdüf ve adem-i kasddır. Veyahut tesâdüfî gibi tabiat-ı ma’naya yakın olmaktır.
Telvih: Pûşide olmasın ki tabiata ve hakîkat-ı hâriciyeye delâlet eden ve hükmü zihnîyi kanun-u hâricî ile rabteden; ta’bir caiz ise perdeyi delerek, altındaki hakkı gösteren âletlerin en sekkabı -i tahkikiyedir. Evet şu nin şu hâsiyetine binâendir ki Kur’ânda kesretle isti’mal olunmuştur.
Tenbih: Ey birader! Bu makaledeki kavânin-i latîfe şu perîşan esalîbden teberri ve nefret etmesi seni tağlit etmesin. Meselâ: Eğer bu kanunlar iyi olsaydılar, onları vaz’ edene iyi bir ders-i belâgatı verecekler idi. Hem de güzel bir üslûbu giyecekler idi. Halbuki onları vaz’ eden ise ümmidir. Üslûbları dahi perîşandır, gibi bir vehme zâhib olma. Yahu! Bu vehme ehemmiyet verme. Zîra bir fende herbir ilim sâhibi onda san’atkâr olmak lâzım gelmez. Hem de ile’lmerkeziye olan kuvve-i cazibe, anil merkeziye olan kuvve-i dafiaya galibdir. Çünkü kulağın dimağa karâbeti ve akıl ile sıla-i rahmi vardır. Halbuki maden-i kelâm olan kalb ise, lîsandan uzak ve ecnebidir. Ve hem de çok def’a lîsan, kalbin dilini tamamen anlamıyor. Lasiyyema kalb ba’zan mes’elenin derin yerlerinden kuyu dibinde gibi bir tıntın eder ise lîsan işitemez, nasıl tercümanlık edecektir?..
Elhasıl: Fehim ifhamdan daha esheldir vesselâm!..
İtizar: Ey şu dar ve ince ve karanlık olan yolda benim ile arkadaşlık eden sabırlı ve metanetli zât! Zannediyorum bu İkinci Makale’de yalnız hayretle seyirci oldun, müstemi’ olmadın. Çünkü anlamadın. Hakkınız var, zîra mesâil gâyet derin ve ırkları uzun ve ibare ise gâyet muhtasar ve muğlak ve Türkçem de epeyce noksan ve müşevveş ve vaktim dahi dar.. ben de acele.. sıhhatım muhtel.. başım nezlelidir.
Şu karışık zemînde ancak şöyle bir varakpare çıkabilir.
Ey birader! “Unsur-u Hakîkat”ı kübrâ gibi ve “Unsur-u Belâgat”ı suğra gibi mezcet. Elektrik şuâı gibi olan hads-i sâdıkı geçir. Tâ gâyet hararetli ve parlak ziyalı olan “Un-sur-u Akide”yi netice vermek için senin zihnine isti’dâdat verebilsin.
İşte “Unsur-u Akide”yi Üçüncü Makale’de arayacağız.
İşte başlıyorum: “Nahu”... (1)
---------------------------------(1): Kürdçedir.