(Otuz Bir Mart Hâdisesi Hakkında Bir Cevabı)
Ben Otuz Bir Mart hadisesinde şuna yakın bir hâl gördüm. Zira, İslâmiyetin meşrutiyet-perver ve hamiyetli fedaileri, cevher-i hayat makamında bildikleri nimet-i meşrutiyeti şeriata tatbik edip, ehl-i hükûmeti adalet namazında kıbleye irşad ve tam mukaddes şeriatı meşrutiyet kuvvetiyle i'lâ; ve meşrutiyeti şeriat kuvvetiyle ikba; ve bütün seyyiat-ı sâbıkayı, muhalefet-i şeriat üzerine ilka etmek için bazı telkinatta ve teferruatın tatbikatında bulundular. Sonra, sağını solundan farketmiyenler, hâşa, şeriatı, istibdada müsaid zannederek, tûtî kuşları taklidi gibi «Şeriat isteriz!» demekle, hakiki maksad ortada anlaşılmaz oldu. Zaten plânlar serilmişti. İşte o zaman yalan olarak hamiyet maskesini takınan bazı herifler, o ism-i mukaddese tecavüz ettiler. İşte cây-ı ibret bir nokta-i siyah! (Hâşiye).
...................................................................
Hakikaten bence müslüman neslinden gelen bir adamın akıl ve fikri, İslâmiyetten tecerrüd etse bile, fıtratı ve vicdanı hiçbir vakit İslâmiyetten vazgeçemez. En ebleh ve en sefih bile, sedd-i rasîn-i istinadımız olan İslâmiyete bütün mevcudiyetiyle taraftardır. Lâsiyyema, siyasetten haberdar olanlar... Hem Zaman-ı Saadetten şimdiye kadar hiçbir tarih bize bildirmiyor ki; bir müslüman, muhakeme-i akliyesi ile başka bir dini İslâmiyete tercih etmiş olsun ve delil ile başka bir dine dahil olmuş olsun. Dinden çıkanlar var. O başka mes'ele. Taklid ise, ehemmiyetsizdir.
____________________________
Hâşiye: Gitme, dikkat et; âlihimmet olanlar, o hâdisede sükût ettiler. Garazkâr cerideler, hakikî hürriyetin sadâsını susturdular. Meşrutiyet pek az adamların üstüne münhasır kaldı, fedakârları da dağıldılar.
Halbuki edyan-ı saire müntesibleri; mutlaka fevc fevc muhakeme-i akliye ile ve bürhan-ı kat'î ile daire-i İslâmiyete dahil olmuşlar ve olmaktadırlar. Eğer biz doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek, bundan sonra onlardan fevc fevc dahil olacaklardır.
Hem de tarih bize bildiriyor ki: Ehl-i İslâmın temeddünü, hakikat-ı İslâmiyete ittibaları nisbetindedir. Başkalarının temeddünü ise, dinleriyle mâkûsen mütenâsibdir. Hem de hakikat bize bildiriyor ki; mütenebbih olan beşer, dinsiz olamaz. Lâsiyyema; uyanmış, insaniyeti tatmış, müstakbele ve ebede namzed olmuş adam, dinsiz yaşayamaz. Zira uyanmış bir beşer, kâinatın tehacümüne karşı istinad edecek ve gayr-ı mahdut âmâline (emellerine) neşv ü nema verecek ve istimdadgâhı olacak noktayı, yani din-i hak olan dâne-i hakikatı elde etmezse; yaşayamaz!.. Bu sırdandır ki; herkesde din-i hakkı bulmak için bir meyl-i taharri uyanmıştır. Demek, istikbalde nev-i beşerin din-i fıtrîsi İslâmiyet olacağına beraat-ül-istihlâl vardır.
Ey insafsızlar! Umum âlemi yutacak, birleştirecek, besleyecek, ziyalandıracak bir istidatta olan hakikat-ı İslâmiyeti nasıl dar buldunuz ki; fukaraya ve mutaassıp bir kısım hocalara tahsis edip, İslâmiyetin yarı ehlini dışarıya atmak istiyorsunuz! Hem de umum kemalâtı câmi' ve bütün nev-i beşerin hissiyat-ı âliyesini besliyecek mevaddı muhit olan o kasr-ı muraniyy-i İslâmiyeti, ne cür'etle matem tutmuş bir siyah çadır gibi, bir kısım fukaraya ve bedevîlere ve mürtecilere has olduğunu tahayyül ediyorsunuz! Evet, herkes âyinesinin müşehedatına tâbidir. Demek sizin siyah ve yalancı âyineniz, size öyle göstermiştir.
S - İfrat ediyorsun, hayâli hakikat görüyorsun, bizi de teçhil ile tahkir ediyorsun. Zaman âhir zamandır, gittikçe daha fenalaşacak?..
C - Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedenni dünyası olsun! Öyle mi? İşte ben de sizinle konuşmıyacağım, şu tarafa dönüyorum. Müstakbeldeki insanlarla konuşacağım.
Ey üçyüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitane Nurun sözünü dinliyen ve bir nazar-ı hafiyy-i gaybî ile bizi temaşa eden Saidler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Tahirler, Yusuflar, Ahmedler vesaireler! Sizlere hitab ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, «Sadakte» deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muasırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışda geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen Nur tohumları, zemininizde çiçek açacakdır. Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki; mazi kıt'asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız. O bahar hediyelerinden bir kaç tanesini medresemin (Hâşiye-1) mezar taşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kal'anın başına takınız. Kapıcıya tenbih edeceğiz, bizi çağırınız. Mezarımızdan
هَنِيئًا لَكُمْ sadâsını işiteceksiniz.
Şu zamanın memesinden bizimle süt emen ve gözleri arkada maziye bakan ve tasavvuratları kendileri gibi hakikatsız ve ayrılmış olan bu çocuklar, varsınlar şu kitabın (Hâşiye-2) hakaikini hayâl tevehhüm etsinler. Zira ben biliyorum ki, şu kitabın mesâilî hakikat olarak sizde tahakkuk edecektir.
Ey muhatablarım! Ben çok bağırıyorum. Zira Asr-ı Sâlis-i Aşrin, yâni on üçüncü Asrın minaresinin başında durmuşum, sureten medenî ve dinde lâkayd ve fikren mazinin en derin derecelerinde olanları camiye davet ediyorum.
İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz, tâ ki, hakikat-ı İslâmiyeyi hakkiyle kâinat üzerinde temevvüc-sâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!..
S - Eskiler bizden âlâ veya bizim gibi. Gelenler bizden daha fena gelecekler?
C - Ey Türkler ve Kürdler! Acaba şimdi bir miting yapsam; sizin bin sene evvelki ecdadınızı ve iki asır sonradaki evlâdlarınızı şu gürültühane olan asr-ı hâzır meclisine dâvet etsem.
_____________________________
Hâşiye-1: Medresetüz-Zehranın Van'daki nümunesi olan ve vefat eden «Horhor medresesi» nin mezar taşı hükmünde bulunan Van Kal'ası demektir.
Hâşiye-2: İstikbalde te'lif edilecek Risale-i Nur Külliyatını hiss-i kablelvuku' ile haber veriyor.
Acaba sağ tarafta saf tutan eski ecdadınız demiyecekler mi: «Hey mirasyedi yaramaz çocuklar! Netice-i hayatımız siz misiniz? Heyhat! Bizi akim bir kıyas ettiniz, bizi kısır bırakdınız!» Hem de sol safında duran ve şehristan-ı istikbalden gelen evlâdlarınız, sağdaki ecdadlarınızı tasdik ederek demiyecekler mi ki: «Ey tenbel pederler! Siz misiniz hayatımızın suğra ve kübrâsı? Siz misiniz şu şanlı ecdadımızla bizi rabteden râbıtamızın hadd-i evsatı? Heyhat... Ne kadar hakikatsız ve karıştırıcı ve müşâğabeli bir kıyas oldunuz.»
İşte ey bedevî göçerler (ve ey inkılâb softaları! *) Manzara-i hayâl (Hâşiye-1) üstünde gördünüz ki, şu büyük mitingde iki taraf da sizi protesto ettiler.
(Cevaplardan Bir Kısım)
Öyle ise ben derim: Hakikaten sizin harikulâde şecaate istidadınız vardır. Zira; bir menfaat veya cüz'î bir haysiyet veya itibârî bir şeref için veya «Filân yiğittir.» sözlerini işitmek gibi küçük emirlere hayatını istihfaf eden, veya ağasının namusunu isti'zam için kendini feda eden kimseler, eğer uyansalar, hazinelere değer olan İslâmiyet milliyetine, (Hâşiye-2) yâni üçyüz milyon İslâmın uhuvvetlerini ve mânevî yardımlarını kazandıran İslâmiyet milliyetine, binler ruhu da olsa, acaba istihfaf-ı hayat etmezler mi? Elbette hayatını on paraya satan, on liraya şevkle satar...
Maatteessüf; güzel şeylerimiz, gayr-i müslimler eline geçtiği gibi, güzel olan ahlâklarımızı da yine gayr-i müslimler çalmışlar. Güya bizim bir kısım içtimaî ahlâk-ı âliyemiz, yanımızda revac bulmadığından, bize darılıp onlara gitmiş; ve onların bir kısım rezâili, kendileri içinde çok revac bulmadığından, cehaletimizin pazarına getirilmiş...
Hem büyük bir taaccüb ile görmüyor musunuz ki: Terakkiyat-ı hâzıranın üssülesası ve belki din-i hakkın muktezası olan «Ben ölürsem; devletim, milletim ve ahbablarım sağdırlar.» gibi kelime-i beyzâ ve haslet-i hamrâyı gayr-ı müslimler çalmışlar. Çünki onların bir fedaisi der: «Ben ölürsem, milletim sağ olsun. İçinde,
_____________________________________
(*) Sonradan ilâve edilmiştir.
Hâşiye-1: Hayâl dahi bir simotoğraftır.
Hâşiye-2: Milliyetimiz bir vücuddur. Ruhu İslâmiyet, aklı Kur'ân ve imandır.
bir hayat-ı mâneviyem vardır.» Ve bütün sefaletin ve şahsiyetin esası olan: «Ben öldükten sonra, dünya ne olursa olsun, isterse tûfan olsun» veyahut وَاِنْ مُتُّ عَطْشًا فَلاَ نَزَلَ الْقَطْرُ
olan kelime-i humaka ve seciye-i uverâ himmetimizin elini tutmuş, rehberlik ediyor.
İşte en iyi haslet ki, dinimizin muktezasıdır. Biz ruhumuzla, canımızla, vicdanımızla, fikrimizle ve bütün kuvvetimizle demeliyiz ki: «Biz ölsek, Milletimiz olan İslâmiyet haydır, ilelebed bâkidir. Milletim sağ olsun, sevab-ı uhrevî bana kâfidir. Milletin hayatındaki hayat-ı mâneviyem, beni yaşattırır, âlem-i ulvîde beni mütelezziz eder,
وَالْمَوْتُ يَوْمُ نَوْرُوزِنَا deyip, Nurun ve hamiyetin nurlu rehberlerini kendimize rehber etmeliyiz.
S - Herşeyden evvel bize lâzım olan nedir?
C - Doğruluk.
S - Daha.
C - Yalan söylememek.
S - Sonra.
C - Sıdk, sadakat, ihlâs, sebat, tesanüddür.
S - Neden?
C- Küfrün mahiyeti yalandır, imanın mahiyeti sıdktır. Şu bürhan kâfi değil midir ki; hayatımızın bekası, imanın ve sıdkın ve tasanüdün devamiyledir.
* * *
S - En evvel rüesamız ıslah olunmalı?
C- Evet, reisleriniz, malınızı ceblerine indirip hapsettikleri gibi, akıllarınızı da sizden almışlar veya dimağınızda hapsetmişler. Öyle ise, şimdi, onların yanındaki akıllarınızla konuşacağım:
Eyyüherruûs verruesâ! Tekâsülî olan tevekkülden sakınınız! İşi birbirinize havâle etmeyiniz! Elinizdeki malınızla ve yanınızdaki aklımızla bize hizmet ediniz. Çünki, şu mesâkîni istihdam etmekle ücretinizi almışsınız.
فَعَلَيْكُمْ بِالتَّدَارُكِ لِمَا ضَيَّعْتُمْ فِى الصَّيْفِ
İşte, şimdi hizmet vaktidir...
Elhasıl: İslâm (Hâşiye) uyandı ve uyanıyor. Fenalığı fena, iyiliği iyi olarak gördüler. Evet, şu dereler aşâirini tevbekâr eden işte bu sırdır. Hem de bütün İslâm yavaş yavaş bu istidadı almakta ve kesbetmektedir. Lâkin sizler bedevi olduğunuzdan ve fıtrat-ı asliyeniz oldukça bozulmamış olduğundan, İslâmiyetin kudsi milliyetine daha yakınsınız.
* * *
Seyahatımda beni tanımayanlar kıyafetime bakıp beni tacir zannettiklerinden derlerdi ki:
S - Tacir misin?
C - Evet hem tacirim hem de kimyagerim.
S - Nasıl?
C - İki madde var mezcettiriyorum. Birinden tiryak-ı şafi, birinden elektrik-i mudî tevellüd eder.
S - Bunlar nerede bulunur?
C - Medeniyet ve fazilet çarşısında; cephesinde insan yazılı, iki ayak üstünde gezen sandık içinde ki; üstünde kalb yazılan ve siyah veya pırlanta gibi parlak olan bir kutudadır.
S - İsimleri nedir?
C - İman, muhabbet, sadakat, hamiyyet!...
Ceride-i Seyyare.. Ebu lâ-şey.. İbn-üz-Zaman..
Ehul-Acâib.. İbn-ü Ammil-garâib Said Nursî
***
Sonra Van'dan Şam'a gider. Şam ulemasının ilhahı ve ısrarı üzerine, Câmi-ül-Emevîde on bine yakın ve içerisinde yüz ehl-i ilim bulunan azim bir cemaate karşı bir hutbe irad eder. Bu hutbe fevkalâde takdir ve tahsin ile kabûle mazhar olur.
_____________________________
Hâşiye: Evet, kırk beş sene evvel söylenen bu sözü; Pakistan, Arabistan aşâiri dahi hâkimiyet ve istiklâliyetlerini kazandıklarından, Eski Said'i bu dersinde tasdik ediyorlar ve daha da edecekler...
Bilâhare, buradaki hutbesi, "Hutbe-i Şâmiye" namiyle tabedilmiştir.
Bu Hutbe-i Şâmiye; İslâm âleminin içinde bulunduğu maddî-mânevî hastalıkların nelerden ibaret bulunduğunu, felâket ve esarete hangi sebeblerden dolayı mâruz kaldıklarını bildiren; ve buna karşı çare-i halâs gösteren; ve bundan sonra, İslâmiyetin zemin yüzünde maddî-mânevî en yüksek terakkiyi göstereceğini, İslâmî medeniyetin kemal-i haşmetle meydana geleceğini ve zemin yüzünü pisliklerden temizleyeceğini delâil-i akliye ile isbat eden, müjde veren çok kıymetdar, bütün müslümanlara, hattâ insanlığa şamil bir dersdir, bir hutbedir.
Hutbe-i Şâmiyenin baş taraflarında diyor:
"Ben, bu zaman ve zeminde beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbâle uçmalariyle beraber, bizi maddi cihette kurûn-u vustada durduran ve tevkif eden; altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:
1- Ye'sin (ümidsizliğin) içimizde hayat bulup dirilmesi.
2- Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.
3- Adavete muhabbet.
4- Ehl-i imanı birbirine bağlayan nurani rabıtaları bilmemek.
5- Çeşid çeşid sâri hastalıklar gibi intişar eden istibdat.
6- Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasretmek.
Bu altı dehşetli hastalığın ilâcını da, bir tıp fakültesi hükmünde hayat-ı içtimaiyemizde eczahane-i Kur'aniyeden ders aldığım altı kelime ile beyan ediyorum. Mualecenin esasları, onları biliyorum.
Birinci Kelime: "EL-EMEL" yâni: Rahmet-i İlâhiyeden kuvvetle ümid beslemek.
Evet, ben kendi hesabıma aldığım derse binaen:
Ey İslâm Cemaati! Müjde veriyorum ki: Şimdiki Âlem-i İslâmın saadet-i dünyeviyesi, bâhusus Osmanlıların saadeti ve bilhassa İslâmın terakkisi onların intibahiyle olan Arabın saadetinin fecr-i sâdıkının emareleri inkişafa başlıyor, ve saadet güneşinin de çıkması yakınlaşmış. Ye'sin rağmına olarak ben dünyaya işittirecek(Hâşiye) derecede kanaat-ı kat'iyemle derim:
İstikbâl yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak; ve hâkim, hakaik-i Kur'aniye ve imaniye olacak. Bu davama çok bürhanlardan ders almışım. Şimdi o bürhanlardan mukaddematlı bir buçuk bürhanı zikredeceğim. O bürhanın mukaddematına başlıyoruz.
İslâmiyetin hakaiki; hem mânen, hem maddeten terakki etmeye kabil ve mükemmel bir istidadı var.
Birinci cihet olan mânen terakki ise, biliniz: Hakiki vukuatı kaydeden tarih, hakikate en doğru şahidtir. İşte tarih bize gösteriyor, hattâ Rus'u mağlûp eden Japon Başkumandanının İslâmiyetin hakkaniyetine şehadeti de şudur ki: "Hakikat-ı İslâmiyenin kuvveti nisbetinde müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslâm temeddün edip terakki ettiğini tarih gösteriyor ve ehl-i İslâmın, hakikat-ı İslâmiyede zafiyeti derecesinde tevahhuş ettiklerini, vahşete ve tedenniye düştüklerini ve herc ü merc içinde belâlara, mağlûbiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor. Sair dinler ise bil'akisdir."
.............................................................................................
"Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef'alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler. Belki Küre-i Arzın bazı kıt'aları ve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler."
"Ey bu Câmi-i Emevî'deki kardeşlerim gibi, Âlem-i İslâmın câmi-i kebîrinde olan kardeşlerim! Siz de ibret alınız. Bu kırk beş senedeki bu dehşetli hâdisattan ibret alınız, tam aklınızı başınıza alınız, ey mütefekkir ve akıl sahibi ve kendini münevver telâkki edenler!
Hasıl-ı kelâm: Biz Kur'an şâkirdleri olan Müslümanlar, bürhana tâbi oluyoruz. Akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz.
______________________
Hâşiye: Eski Said hiss-i kablelvuku' ile, 1371de başta Arab Devletleri, Âlem-i İslâm'ın ecnebi esaretinden ve istibdadından kurtulup İslâmî Devletler teşkil edeceklerini, kırk beş sene evvel haber vermiş. İki Harb-i Umumî ve otuz-kırk sene devam eden istibdad-ı mutlakı düşünmemiş, Üçyüz Yirmi Yedide olacak gibi müjde vermiş, te'hirinin sebebini nazara almamış.
Başka dinlerin bazı efradları gibi, ruhbanları taklid için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fennin hükmettiği istikbâlde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur'an hükmedecek!
Hem de İslâmiyet güneşinin inkişafına ve beşeri tenvir etmesine mümânaat eden perdeler açılmaya başlamışlar; o mümânaat edenler çekilmeye başlıyorlar. Kırk beş sene evvel, o fecrin emareleri göründü. Yetmiş birde fecr-i sâdık başladı veya başlayacak. Eğer bu, fecr-i kâzib de olsa, otuz-kırk sene sonra fecr-i sâdık çıkacak. Evet hakaik-i İslâmiyetin mâzi kıt'asını tamamen istilâsına sekiz dehşetli mâniler mümânaat ettiler.
Birinci, ikinci, üçüncü mâniler: Ecnebilerin cehli ve o zamanda vahşetleri ve dinlerine taassublarıdır. Bu üç mâni, marifet ve medeniyetin mehâsini ile kırıldı, dağılmaya başlıyor.
Dördüncü, beşinci mâniler: Papazların, ruhanî reislerin riyasetleri ve tahakkümleri, ecnebilerin körü körüne onları taklid etmeleridir. Bu iki mâni dahi; fikr-i hürriyet ve meyl-i taharri-i hakikat nev-i beşerde başlamasiyle zevâl bulmaya başlıyor.
Altıncı, yedinci mâniler: Bizdeki istibdad ve şeriatın muhalefetinden gelen sû-i ahlâkımız mümânaat ediyordular. Bir şahısdaki münferid istibdat kuvveti şimdi zevâl bulması, cemaat ve komitenin dehşetli istibdatlarının otuz-kırk sene sonra zevâl bulmasına işaret etmekle ve hamiyet-i İslâmiyenin şiddetli feveraniyle ve sû-i ahlâkın çirkin neticeleri görülmesiyle bu iki mâni de zevâl buluyor ve bulmaya başlamış. İnşâallah tam zevâl bulacak.
Sekizinci mâni: Fünun-u cedîdenin bazı müsbet mesâili, hakaik-i İslâmiyenin zâhirî mânalarına muhalif ve muarız tevehhüm edilmesiyle, zaman-ı mâzideki istilâsına bir derece sed çekmiş. Meselâ: Küre-i Arzda emr-i İlâhî ile nezarete memur "Sevr" ve "Hut" namlarında iki ruhanî melâikeyi dehşetli, cismanî bir öküz, bir balık tavehhüm edip, ehl-i fen ve felsefe hakikatı bilmediklerinden İslâmiyete muârız çıkmışlar. Bu misâl gibi yüz misâl var ki, hakikatı bilindikten sonra en muannid feylesof da teslim olmağa mecbur oluyor. (Hattâ Risale-i Nur, "Mu'cizat-ı Kur'aniye" de fennin iliştiği bütün Âyetlerin herbirisinin altında Kur'anın bir lem'a i'cazını gösterip, ehl-i fennin medar-ı tenkid zannettikleri Kur'an-ı Kerim'in cümle ve kelimelerinde fennin eli yetişmediği yüksek hakikatları izhar edip, en muannid feylesofu da teslime mecbur ediyor. Meydandadır, isteyen bakabilir ve baksın; bu mâni, kırk beş sene evvel söylenen o sözden sonra nasıl kırıldığını görsün.)
Evet, bazı muhakkikîn-i İslâmiyenin bu yolda te'lifatları var. Bu sekizinci dehşetli mânianın zir ü zeber olacağına dair emareler görünüyor.
Evet şimdi olmasa da otuz-kırk sene sonra fen ve hakikî mârifet ve medeniyetin mehâsini, bu üç kuvveti tam techiz edip, cihazatını verip, o sekiz mânileri mağlûp edip dağıtmak için taharri-i hakikat meyelânını ve insafı ve muhabbet-i insaniyeti, o sekiz düşman taifesinin sekiz cephesine göndermiş, şimdi onları kaçırmaya başlamış. İnşâallah, yarım asır sonra onları darmadağın edecek. Evet, meşhurdur ki: En kat'i fazilet odur ki, düşmanları dahi o faziletin tasdikine şehadet etsin.
........................................................................................
Bediüzzaman; misâl olarak, İslâmiyetin hakkaniyeti hakkında takdirkâr ifadelerde bulunan «Prens Bismark» ile «Mister Karlayl» ın sözlerini naklettikten sonra diyor:
«İşte Amerika ve Avrupa'nın zekâ tarlaları Mister Karlayl ve Bismark gibi böyle dâhî muhakkikleri mahsulat vermesine istinaden ben de bütün kanaatimle derim ki: Avrupa ve Amerika, İslâmiyetle hâmiledir. Günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak. Nasılki Osmanlılar Avrupa ile hâmile olup bir Avrupa devleti doğurdu.
Ey Câmi-i Emevî'deki kardeşlerim ve yarım asır sonraki Âlem-i İslâm Câmiindeki ihvanlarım! Acaba baştan buraya kadar olan mukaddemeler netice vermiyor mu ki; istikbalin kıt'alarında hakikî ve manevî hâkim olacak ve beşeri, dünyevî ve uhrevî saadete sevkedecek yalnız İslâmiyettir ve İslâmiyete inkılab etmiş ve hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak İsevîlerin hakikî dinidir ki Kur'an'a tâbi olur, ittifak eder.
İkinci Cihet: Yani maddeten İslâmiyet'in terakkisinin kuvvetli sebebleri gösteriyor ki, maddeten dahi İslâmiyet istikbale hükmedecek. Birinci Cihet, maneviyat cihetinde terakkiyatı isbat ettiği gibi; bu İkinci Cihet dahi maddî terakkiyatını ve istikbaldeki hâkimiyetini kuvvetli gösteriyor. Çünki Âlem-i İslâm'ın şahs-ı manevîsinin kalbinde, gayet kuvvetli ve kırılmaz beş kuvvet içtima ve imtizac edip yerleşmiş.
Birincisi: Bütün kemalâtın üstadı ve üçyüz yetmiş milyon nefisleri birtek nefis hükmüne getirebilen ve hakikî bir medeniyetle ve müsbet ve doğru fenlerle teçhiz edilmiş olan ve hiç bir kuvvet onu kıramayacak bir mahiyette bulunan hakikat-ı İslâmiyettir.
İkinci Kuvvet: Medeniyet ve san'atın hakikî üstadı ve vesilelerin ve mebadilerin tekemmülüyle cihazlanmış olan şedid bir ihtiyaç ve belimizi kıran tam bir fakr, öyle bir kuvvettir ki, susmaz ve kırılmaz.
Üçüncü Kuvvet: Yüksek şeylere müsabaka suretinde beşere yüksek maksadları ders veren ve o yolda çalıştıran ve istibdadatı parça parça eden ve ulvî hisleri heyecana getiren ve gıbta ve hased ve kıskançlık ve rekabetle ve tam uyanmakla ve müsabaka şevkiyle ve teceddüd meyliyle ve temeddün meyelanıyla teçhiz edilen üçüncü kuvvet, yalnız hürriyet-i şer'iyedir. Yani insaniyete lâyık en yüksek kemalâta olan meyl ve arzu ile cihazlanmış olmak.
Dördüncü Kuvvet: Şefkatle cihazlanmış şehamet-i imaniye'dir. Yani tezellül etmemek; haksızlara, zalimlere zillet göstermemek.. mazlumları da zelil etmemek. Yani hürriyet-i şer'iyenin esasları olan; müstebidlere dalkavukluk etmemek ve bîçarelere tahakküm ve tekebbür etmemektir.
Beşinci Kuvvet: İzzet-i İslâmiyedir ki, i'lâ-yı Kelimetullahı ilân ediyor. Ve bu zamanda i'lâ-yı Kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıf ve medeniyet-i hakikiyeye girmekle i'lâ-yı Kelimetullah edilebilir. İzzet-i İslâmiye'nin iman ile kat'î verdiği emri, elbette Âlem-i İslâm'ın şahs-ı manevîsi o kat'î emri, istikbalde tam yerine getireceğine şüphe edilmez.
Evet nasılki eski zamanda İslâmiyet'in terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak ve tecavüzatını def'etmek, silâh ile kılınç ile olmuş. İstikbalde silâh, kılınç yerine hakikî medeniyet ve maddî terakki ve hak ve hakkaniyetin manevî kılınçları düşmanları mağlub edip dağıtacak.
Biliniz ki:
Bizim muradımız medeniyetin mehasini ve beşere menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki; ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip, taklid edip malımızı harab ettiler. Ve dini rüşvet verip, dünyayı da kazanamadılar. Medeniyetin günahları iyiliklerine galebe edip seyyiatı hesanatına racih gelmekle, beşer iki harb-i umumî ile iki dehşetli tokat yiyip, o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşâallah istikbaldeki İslâmiyet'in kuvvetiyle medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.
Evet Avrupa'nın medeniyeti fazilet ve hüda üstüne tesis edilmediğinden, belki heves ve heva, rekabet ve tahakküm üzerine bina edildiğinden, şimdiye kadar medeniyetin seyyiatı hasenatına galebe edip, ihtilâlci komitelerle kurtlaşmış bir ağaç hükmüne girdiği cihetle; Asya medeniyetinin galebesine kuvvetli bir medar, bir delil hükmündedir. Ve az vakitte galebe edecektir. Acaba istikbale karşı ehl-i iman ve İslâm için böyle maddî ve manevî terakkiyata vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbab varken ve demiryolu gibi istikbal saadetine yol açıldığı halde, nasıl me'yus olup ye'se düşüyorsunuz ve âlem-i İslâmın kuvve-i maneviyesini kırıyorsunuz? Ve yeis ve ümitsizlikle zannediyorsunuz ki, "dünya herkese ve ecnebîlere terakki dünyasıdır, fakat yalnız bîçare ehl-i İslâm için tedenni dünyası oldu!" diye pek yanlış bir hataya düşüyorsunuz. Madem meyl-ül istikmal (tekâmül meyli) kâinatta fıtrat-ı beşeriyede fıtraten dercedilmiş. Elbette beşerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyamet kopmazsa; istikbalde hak ve hakikat, âlem-i İslâm'da nev'-i beşerin eski hatîatına keffaret olacak bir saadet-i dünyeviyeyi de gösterecek inşâallah...
Evet bakınız, zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde ve müntehası birbirinden uzaklaşsın. Belki küre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazan terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan tedenni içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her
kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, nev-i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşâallah.
Hakikat-ı İslâmiyenin güneşi ile, sulh-u umumî dairesinde hakikî medeniyeti görmeyi, rahmet-i İlahiyeden bekliyebilirsiniz.
İKİNCİ KELİME ki; müddet-i hayatımda tecrübelerimle fikrimde tevellüd eden şudur: Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki, Âlem-i İslâm'ın kalbine girmiş. İşte o yeistir ki bizi öldürmüş gibi, garbda bir-iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş. Hem o yeistir ki, yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-ı umumiyeyi bırakıp menfaat-ı şahsiye ye nazarımızı hasrettirmiş. Hem o yeistir ki, kuvve-i maneviyemizi kırmış. Az bir kuvvetle, imandan gelen kuvve-i maneviye ile şarktan garba kadar istilâ ettiği halde; o kuvve-i maneviye-i hârika, me'yusiyetle kırıldığı için, zalim ecnebiler dörtyüz seneden beri üçyüz milyon Müslümanı kendilerine esir etmiş. Hattâ bu yeis ile başkasının lâkaydlığını ve füturunu kendi tenbelliğine özür zannedip "Neme lâzım" der, "Herkes benim gibi berbattır" diye şehamet-i imaniyeyi terkedip hizmet-i İslâmiyeyi yapmıyor. Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor; biz de o katilimizden kısasımızı alıp öldüreceğiz.
لاَ تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللَّهِ kılıncı ile o yeisin başını parçalayacağız. ماَ لاَ يُدْرَكُ كُلُّهُ لاَ يُتْرَكُ كُلُّهُ
Hadîsinin hakikatıyla belini kıracağız inşâallah .
Yeis; ümmetlerin, milletlerin "seretan" denilen en dehşetli bir hastalığıdır. Ve kemalâta mani ve اَنَا عِنْدَ حُسْنِ ظَنِّ عَبْدِي بِي hakikatına muhaliftir; korkak, aşağı ve âcizlerin şe'nidir, bahaneleridir. Şehamet-i İslâmiyenin şe'ni değildir. Hususan Arab gibi nev'-i beşerde medar-ı iftihar yüksek seciyelerle mümtaz bir kavmin şe'ni olamaz. Âlem-i İslâm milletleri Arab'ın metanetinden ders almışlar. İnşâallah yine Arablar ye'si bırakıp İslâmiyet'in kahraman ordusu olan Türklerle hakikî bir tesanüd ve ittifak ile el ele verip Kur'an'ın bayrağını dünyanın her tarafında ilân edeceklerdir.
ÜÇÜNCÜ KELİME ki; bütün hayatımdaki tahkikatımla ve hayat-ı içtimaiyenin çalkamasıyla hülâsa ve zübdesi bana kat'î bildirmiş ki: Sıdk, İslâmiyetin üssü'l esasıdır ve ulvî seciyelerinin rabıtasıdır ve hissiyat-ı ulviyesinin mizacıdır. Öyle ise, hayat-ı içtimaiyemizin esası olan sıdkı, doğruluğu içimizde ihya edip onunla manevî hastalıklarımızı tedavi etmeliyiz. Evet sıdk ve doğruluk, İslâmiyetin hayat-ı içtimaiyesinde ukde-i hayatiyesidir. Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu, alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık, muzır bir yalancılıktır. Yalancılık ise, Sâni'-i Zülcelal'in kudretine iftira etmektir. Küfür, bütün envâiyla kizbdir, yalancılıktır. İman sıdktır, doğruluktur. Bu sırra binaen kizb ve sıdkın ortasında hadsiz bir mesafe var; şark ve garb kadar birbirinden uzak olmak lâzım geliyor. Nar ve nur gibi birbirine girmemek lâzım. Halbuki gaddar siyaset ve zalim propaganda birbirini karıştırmış, beşerin kemalâtını da karıştırmış. (Haşiye)
______________________
(Haşiye): Ey kardeşlerim! Kırkbeş sene evvel Eski Said'in bu dersinden anlaşılıyor ki; o Said siyasetle, içtimaiyat-ı İslâmiye ile ziyade alâkadardır. Fakat sakın zannetmeyiniz ki; o, dini siyasete âlet veya vesile yapmak mesleğinde gitmiş. Hâşâ belki o bütün kuvvetiyle siyaseti dine âlet ediyormuş. Ve derdi ki: "Dinin bir hakikatını bin siyasete tercih ederim." Evet o zamanda kırk-elli sene evvel hissetmiş ki, bazı münafık zındıkların siyaseti dinsizliğe âlet etmeğe teşebbüs niyetlerine ve fikirlerine mukabil, o da bütün kuvvetiyle siyaseti İslâmiyetin hakaikına bir hizmetkâr, bir âlet yapmağa çalışmış. Fakat o zamandan yirmi sene sonra gördü ki: O gizli münafık zındıkların garblılaşmak bahanesiyle, siyaseti dinsizliğe âlet yapmalarına mukabil, bir kısım dindar ehl-i siyaset dini siyaset-i İslâmiyeye âlet etmeğe çalışmışlardı. İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tâbi olamaz. Ve âlet yapmak İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir. Hattâ Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki: Bir sâlih âlim kendi fikr-i siyasîsine muvafık bir münafığı hararetle sena etti ve siyasetine muhalif bir sâlih hocayı tenkid ve tefsik et. Eski Said ona dedi: "Bir şeytan senin fikrine yardım etse, rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa, lanet edeceksin." Bunun için Eski Said: اَعُوذُ بِاللّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَ السِّيَاسَةِ dedi. Ve otuzbeş seneden beri siyaseti terk etti. (Haşiye 1)
(Haşiye-1): Hem üstadımızın yirmi yedi senelik hayatı ve yüzotuz parça kitabı ve mektupları, üç mahkeme ve hükûmet memurları tarafından tam tedkik edildiği ve aleyhinde çalışan zalim mürted ve münafıklara karşı mecbur da olduğu halde, hattâ idamı için gizli emir verildiği halde, dini siyasete âlet ettiğine dair en ufak bir emare bulamamaları, dini siyasete âlet etmediğini kat'î isbat ediyor. Ve hayatını yakından tanıyan biz Nur Şakirdleri ise, bu fevkalâde hâle karşı hayranlık duymakta ve Risale-i Nur dairesindeki hakikî ihlasa bir delil saymaktayız.
Nur Şakirdleri
Ey bu Câmi-i Emevî'deki kardeşlerim! Ve kırk-elli sene sonra
Âlem-i İslâm mescid-i kebirindeki dörtyüz milyon ehl-i iman olan ihvanımız! Necat yalnız sıdkla, doğrulukla olur. "Urvetü'l vüskâ" sıdktır. Yani, en muhkem ve onunla bağlanacak zincir doğruluktur.
Amma maslahat için kizb ise, zaman onu neshetmiş.
DÖRDÜNCÜ KELİME: Bütün hayatımda, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeden kat'î bildiğim ve tahkikatların bana verdiği netice şudur ki: Muhabbete en lâyık şey muhabbettir ve husumete en lâyık sıfat husumettir. Yani hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi temin eden ve saadete sevk eden muhabbet ve sevmek sıfatı, en ziyade sevilmeğe ve muhabbete lâyıktır. Ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi zîr ü zeber eden düşmanlık ve adavet, her şeyden ziyade nefrete ve adavete ve ondan çekilmeğe müstehak ve çirkin ve muzır bir sıfattır.
BEŞİNCİ KELİME: Meşveret-i şer'iyeden aldığım ders budur: Şu zamanda bir adamın bir günahı, bir kalmıyor. Bazan büyür, sirayet eder, yüz olur. Birtek hasene bazan bir kalmıyor. Belki bazan binler dereceye terakki ediyor. Bunun sırr-ı hikmeti şudur:
Hürriyet-i şer'iye ile meşveret-i meşrua, hakikî milliyetimizin hâkimiyetini gösterdi. Hakikî milliyetimizin esası, ruhu ise İslâmiyet'tir. Ve Hilafet-i Osmaniye ve Türk Ordusunun o milliyete bayraktarlığı itibariyle, o İslâmiyet milliyetinin sadefi ve kal'ası hükmünde Arab ve Türk hakikî iki kardeş, o kal'a-i kudsiyenin nöbettarlarıdırlar.
İşte bu kudsî milliyetin rabıtasıyla, umum ehl-i İslâm bir tek aşiret hükmüne geçiyor. Aşiretin efradı gibi İslâm taifeleri de, birbirine uhuvvet-i İslâmiye ile mürtebit ve alâkadar olur. Birbirine manen,( lüzum olsa maddeten) yardım eder. Güya bütün İslâm taifeleri bir silsile-i nuraniye ile birbirine bağlıdır. Nasılki bir aşiretin bir ferdi bir cinayet işlese, o aşiretin bütün efradı, o aşiretin düşmanı olan başka aşiretin nazarında müttehem olur. Güya herbir ferd o cinayeti işlemiş gibi, o düşman aşiret onlara düşman olur. O tek cinayet, binler cinayet hükmüne geçer. Eğer o aşiretin bir ferdi o aşiretin mahiyetine temas eden medar-ı iftihar bir iyilik yapsa, o aşiretin bütün efradı onunla iftihar eder. Güya herbir adam, aşirette o iyiliği yapmış gibi iftihar eder.
İşte bu mezkûr hakikat içindir ki, bu zamanda, hususan kırk-elli sene sonra seyyie, fenalık işleyenin üstünde kalmaz. Belki milyonlar nüfus-u İslâmiyenin hukuklarına tecavüz olur. Kırk-elli sene sonra çok misalleri görülecek.
Ey bu sözlerimi dinleyen bu Câmi-i Emevî'deki kardeşler ve kırk-elli sene sonra Âlem-i İslâm Câmiindeki ihvan-ı Müslimîn! "Biz zarar vermiyoruz, fakat menfaat vermeğe iktidarımız yok, onun için mâzuruz." diye böyle özür beyan etmeyiniz. Bu özrünüz kabul değil. Tenbelliğiniz ve "Neme lâzım" deyip çalışmamanız ve ittihad-ı İslâm ile, milliyet-i hakikiye-i İslâmiye ile gayrete gelmediğiniz, sizler için gayet büyük bir zarar ve bir haksızlıktır. İşte seyyie böyle binlere çıktığı gibi, bu zamanda hasene -yani İslâmiyetin kudsiyetine temas eden iyilik- yalnız işleyene münhasır kalmaz. Belki o hasene, milyonlar ehl-i imana manen faide verebilir. Hayat-ı maneviye ve maddiyesinin rabıtasına kuvvet verebilir. Onun için "Neme lâzım" deyip kendini tenbellik döşeğine atmak zamanı değil!..
Ey bu câmi'deki kardeşlerim ve kırk-elli sene sonraki Âlem-i İslâm mescid-i kebirindeki ihvanlarım!
Zannetmeyiniz ki, ben bu ders makamına size nasihat etmek için çıktım. Belki buraya çıktım, sizde olan hakkımızı dava ediyoruz. Yani Kürd gibi küçük taifelerin menfaatı ve saadet-i dünyeviyeleri ve uhreviyeleri, sizin gibi büyük ve muazzam taife olan Arab ve Türk gibi hâkim üstadlarla bağlıdır. Sizin tenbelliğiniz ve füturunuz ile biz bîçare küçük kardeşleriniz olan İslâm taifeleri zarar görüyoruz.
Hususan ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Arablar! En evvel bu sözler ile sizinle konuşuyorum. Çünki bizim ve bütün İslâm taifelerinin üstadlarımız ve imamlarımız ve İslâmiyet'in mücahidleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk Milleti o kudsî vazifenize tam yardım ettiler. Onun için tenbellikle günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve haseneniz de gayet büyük ve ulvîdir. Hususan kırk-elli sene sonra Arab taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeğe, esarette kalan hâkimiyet-i İslâmiyeyi eski zaman gibi küre-i arzın nısfında, belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı Rahmet-i İlahiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa, inşâallah nesl-i âti görecek.
Sakın kardeşlerim! Tevehhüm, tahayyül etmeyiniz ki, ben bu sözlerimle siyasetle iştigal için himmetinizi tahrik ediyorum. Hâşâ! Hakikat-ı İslâmiye bütün siyasâtın fevkindedir. Bütün siyasetler ona hizmetkâr olabilir. Hiçbir siyasetin haddi değil ki, İslâmiyeti kendine âlet etsin.
Ben kusurlu fehmimle şu zamanda, heyet-i içtimaiye-i İslâmiyeyi çok çark ve dolapları bulunan bir fabrika suretinde tasavvur ediyorum. O fabrikanın bir çarkı geri kalsa, yahut bir arkadaşı olan başka bir çarka tecavüz etse, makinenin mihanikiyeti bozulur. Onun için ittihad-ı İslâmın tam zamanı gelmeye başlıyor. Birbirinizin şahsî kusurlarına bakmamak gerektir.
Bunu da teessüf ve teellüm ile size beyan ediyorum ki: Ecnebîlerin bir kısmı, nasıl kıymettar malımızı ve vatanlarımızı bizden aldılar. Onun bedeline çürük bir fiat verdiler. Aynen öyle de, yüksek ahlâkımızı ve yüksek ahlâkımızdan çıkan ve hayat-ı içtimaiyeye temas eden seciyelerimizin bir kısmını da bizden aldılar. Terakkilerine medar ettiler. Ve onun fiatı olarak bize verdikleri sefihane ahlâk-ı seyyieleridir, sefihane seciyeleridir. Meselâ: Bizden aldıkları seciye-i milliye ile, bir adam onlarda der: "Eğer ben ölsem milletim sağ olsun. Çünki milletimin içinde bir hayat-ı bâkiyem var." İşte bu kelimeyi bizden almışlar ve terakkiyatlarında en metin esas da budur. Bizden hırsızlamışlar. Bu kelime ise, din-i haktan ve iman hakikatlarından çıkar. O bizim, ehl-i imanın malıdır. Halbuki ecnebilerden içimize giren pis ve fena seciye itibariyle bir hodgâm adam bizde diyor: "Ben susuzluktan ölsem, yağmur hiçbir daha dünyaya gelmesin. Eğer ben görmezsem bir saadeti, dünya istediği gibi bozulsun."
İşte bu ahmakane kelime dinsizlikten çıkıyor, âhireti bilmemekten geliyor. Hariçten içimize girmiş, zehirliyor.
Hem o ecnebilerin bizden aldıkları fikr-i milliyetle bir ferdi, bir millet gibi kıymet alıyor. Çünki bir adamın kıymeti, himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.
Bazılarımızdaki dikkatsizlikten ve ecnebilerin zararlı seciyelerini almamızdan, kuvvetli ve kudsî İslâmî milliyetimizle beraber herkes "nefsî! nefsî" demekle ve milletin menfaatini düşünmemekle -menfaat-ı şahsiyesini düşünmekle- bin adam, bir adam hükmüne sukut eder.
مَنْ كَانَ هِمَّتُهُ نَفْسُهُ فَلَيْسَ مِنَ اْلاِنْسَانِ ِلاَنَّهُ مَدَنِىٌّ بِالطَّبْعِ
Yani: Kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil. Çünki insanın fıtratı medenîdir. Ebna-i cinsini mülâhazaya mecburdur. Hayat-ı içtimaiye ile hayat-ı şahsiyesi devam edebilir. Meselâ: Bir ekmeği yese kaç ellere muhtaç ve ona mukabil o elleri manen öptüğünü ve giydiği libasla kaç fabrikayla alâkadar olduğunu kıyas ediniz. Hayvan gibi bir postla yaşıyamadığından ebna-i cinsiyle fıtraten alâkadar olduğundan ve onlara manevî bir fiat vermeğe mecbur bulunduğundan fıtratıyla medeniyetperverdir. Menfaat-ı şahsiyesine hasr-ı nazar eden, insanlıktan çıkar, masum olmayan câni bir hayvan olur. Birşey elinden gelmese, hakikî özrü olsa o müstesna!.
ALTINCI KELİME: Müslümanların hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyedeki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer'iyyedir. وَ اَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ Ayet-i Kerimesi, şûrâyı esas olarak emrediyor. Evet nasılki, nev'-i beşerdeki telahuk-u efkâr ünvanı altında asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyatı ve fünununun esası olduğu gibi; en büyük kıt'a olan Asya'nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûra-yı hakikiyeyi yapmamasıdır.
Asya Kıt'asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı, şûradır. Yani nasıl ferdler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt'alar dahi o şûrayı yapmaları lâzımdır ki, üçyüz belki dörtyüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdadların kayıdlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer'iyye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer'iyyedir ki, o hürriyet-i şer'iyye, âdâb-ı şer'iyye ile süslenip, garb medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı atmaktır. İmandan gelen hürriyet-i şer'iyye, iki esası emreder:
اَنْ لاَ يُذَلِّلَ وَ لاَ يَتَذَلَّلَ مَنْ كَانَ عَبْدًا لِلّهِ لاَ يَكُونُ عَبْدًا لِلْعِبَادِ
وَ لاَ يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضًا اَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللّهِ { نَعَمْ اَلْحُرِّيَّةُ الشَّرْعِيَّةُ عَطِيَّةُ الرَّحْمنِ
Yani: İman bunu iktiza ediyor ki; tahakküm ve istibdad ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek ve zalimlere tezellül etmemek.. Allah'a hakikî abd olan, başkalara abd olamaz. Birbirinizi -Allah'tan başka- kendinize Rab yapmayınız. Yani Allah'ı tanımayan; her şeye, herkese nisbetine göre bir rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder. Evet hürriyet-i şer'iyye; Cenab-ı Hakk'ın Rahman, Rahîm tecellisiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hassasıdır.
فَلْيَحْيَا الصِّدْقُ وَلاَ عَاشَ االْيَاْسُ فَلْتَدُومِ االْمُحَبَّةُ وَلْتَقْوَى الشُّورَى وَاالْمَلاَمُ عَلَى مَنِ اتَّبَعَ االْهَوَى وَالسَّلاَمُ عَلَى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدَى
Yaşasın sıdk! Ölsün yeis! Muhabbet devam etsin!. Şûra kuvvet bulsun!. Bütün levm ve itab ve nefret, heva ve hevese tâbi olanlara olsun. Selâm ve selâmet Hüda'ya tâbi olanlar üstüne olsun. Âmîn...
***
Şamda fazla kalmadı. Şarkî Anadolu'da Medresetüz-Zehra nâmiyle vücuda getirmek istediği dârülfünunun küşadı için çalışmak üzere İstanbul'a geldi. Sultan Reşad'ın Rumeli'ye seyahati münasebetiyle Vilâyât-ı Şarkiye nâmına refakat etti. Yolda şimendiferde iki mektep muallimi ile aralarında bir bahis açılır. Şimendiferde yaptıkları bu mübahasenin hülâsası, Hutbe-i Şamiye adlı eserin zeylinde yazılmıştır. Birkaç cümlesini aynen alıyoruz.
«Hürriyetin başında, Sultan Reşad'ın Rumeli'ye seyahati münasebetiyle Vilâyât-ı Şarkiye namına ben de refakat ettim. Şimendiferimizde iki mektepli mütefennin arkadaşla bir mübahase oldu. Benden sual ettiler ki:
- Hamiyet-i diniye mi, yoksa hamiyet-i millîye mi daha kuvvetli, daha lâzım?
Dedim:
- Biz Müslümanlar indimizde ve yanımızda din ve milliyet, bizzat mütttehiddir; itibarî, zahirî, ârızî bir ayrılık var. Belki din, milliyetin hayatı ve ruhudur. ikisine, birbirinden ayrı ve farklı bakıldığı zaman; hamiyet-i diniye, âvam ve havassa şâmil oluyor... Hamiyet-i millîye, yüzden birisine, yâni menfaat-i şahsiyesini millete feda edene münhasır kalır. Öyle ise, hukuk-u umumiye içinde hamiyet-i diniye esas olmalı, hamiyet-i millîye ona hâdim ve kuvvet ve kal'ası olmalı. Hususan biz şarklılar, garblılar gibi değiliz. İçimizde, kalblerde hâkim, hiss-i dinîdir. Kadîr-i Ezelî, ekser enbiyayı şarkta göndermesi işaret ediyor ki: Yalnız hiss-i dinî, şarkı uyandırır, terakkiye sevkeder. Asr-ı Saadet ve Tâbiîn bunun bir bürhan-ı kat'îsidir.
Ey bu hamiyet-i diniye ve millîyeden hangisine daha ziyade ehemmiyet vermek lâzım geldiğini soran bu şimendifer denilen medrese-i seyyarede ders arkadaşlarım ve şimdi zamanın şimendiferinde istikbal tarafına bizimle beraber giden bütün mektepliler! Size de derim ki:
Hamiyet-i dinîye ve İslâmiyet milliyeti, Türk ve Arap içinde tamamiyle mezcolmuş ve kabil-i tefrik olamaz bir hale gelmiş. Hamiyet-i İslâmiye, en kuvvetli ve metin ve arştan gelmiş bir zincir-i nuranîdir. Kırılmaz ve kopmaz bir ürvetülvüskadır, tahrip edilmez, mağlûp olmaz bir kudsî kal'adır dediğim vakit, o iki münevver mektep muallimleri bana dediler:
- Delilin nedir? Bu büyük dâvâya, büyük bir hüccet ve gayet kuvvetli bir delil lâzım, delil nedir?
Birden şimendiferimiz tünelden çıktı, biz de başımızı çıkardık, pencereden baktık; altı yaşına girmemiş bir çocuğu şimendiferin tam geçeceği yolun yanında durmuş gördük. O iki muallim arkadaşlarıma dedim:
- İşte bu çocuk lisan-ı hâliyle sualimize tam cevap veriyor. Benim bedelime o mâsum çocuk, bu seyyar medresemizde üstadımız olsun. İşte lisan-ı hali, bu gelecek hakikatı der:
Bakınız, bu dabbetülarz, dehşetli hücum ve gürültüsü ve bağırmasiyle ve tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada geçeceği yola bir metre yakınlıkta o çocuk duruyor. O dabbetülarz, tehdidiyle ve hücumunun tahakkümü ile bağırarak tehdit ediyor: «Bana rastgelenlerin vay haline!» dediği halde; o mâsum, yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve hârika bir cesaret ve kahramanlıkla, beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu dabbetülarzın hücumunu istihfaf ediyor ve kahramancılığiyle diyor:
- Ey şimendifer! Sen, gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın.
Sebat ve metanetinin lisan-ı haliyle gûya der:
- Ey şimendifer! Sen bir nizamın esirisin. Senin gem'in, dizginin, seni gezdirenin elindedir. Senin, bana tecavüz etmek haddin değil. Beni istibdadın altına alamazsın. Haydi yoluna git, kumandanın izniyle yolundan geç.
İşte ey bu şimendiferdeki arkadaşlarım ve elli sene sonra, fenlere çalışan kardeşlerim! Bu mâsum çocuğun yerinde, Rüstem-i İranî veya Herkül-ü Yunanî o acip kahramanlıklariyle beraber tayy-ı zaman ederek o çocuğun yerinde bulunduğunu farzediniz. Onların zamanında şimendifer olmadığı için, elbette bir intizam ile hareket ettiğine bir itikadları olmayacak. Birden bu tünel deliğinden, başında ateş ve nefesi gök gürültüsü gibi, gözlerinde elektrik berkleri olduğu halde, birden çıkan şimendiferin dehşetli tehdit hücumuyla Rüstem ve Herkül tarafına koşmasına karşı, o iki kahraman ne kadar korkacaklar; ne kadar kaçacaklar; o hârika cesaretleriyle bin metreden fazla kaçacaklar. Bakınız, nasıl bu dabbetülarzın tehdidine karşı hürriyetleri, cerasetleri mahvolur. Kaçmaktan başka çare bulamıyorlar. Çünkü onlar, onun kumandanına ve intizamına itikad etmedikleri için mutî bir merkep zannetmiyorlar; belki gayet müthiş, parçalayıcı, vagon cesametinde yirmi arslanı arkasına takmış bir nevi arsal tevehhüm ederler.
Ey kardeşlerim ve ey elli sene sonra bu sözleri işiten arkadaşlarım! İşte altı yaşına girmeyen bu çocuğa, o iki kahramandan ziyade cesaret ve hürriyet ve çok mertebe onların fevkinde bir emniyet ve korkmamak ve hâletini veren, o mâsumun kalbinde hakikatin bir çekirdeği olan «Şimendiferin intizamına ve dizgini bir kumandanın elinde bulunduğuna ve cereyanı bir intizam altında ve birisi onu kendi hesabiyle gezdirmesi» ne olan itikadı ve itminanı ve imanıdır. Ve o iki kahramanı gayet korkutan ve vicdanlarını vehme esir eden, onların «Onun kumandanını bilmemek ve intizamına inanmamak» olan cahilâne itikatsızlıklarıdır.
..................................................................................................
O iki temsilde, o iki acip kahramanın pek acip korku ve telâşlarına ve elemlerine sebep, onların adem-i itikadları ve cehaletleri ve dalâletleri olduğu gibi, Risale-i Nur'un yüzer hüccetlerle isbat ettiği bir hakikati ki, bu risalenin mukaddemesinde bir iki misali söylenmiş. Mes'ele şudur ki: Küfür ve dalâlet, bütün kâinatı ehl-i dalâlete, binler müthiş düşman taifeleri ve silsileleri gösteriyor. Kör kuvvet, serseri tesadüf, sağır tabiat elleriyle, manzume-i şemsiyeden tut tâ, kalbdeki verem mikroplarına kadar binler taife düşmanlar, bîçare beşere hücum ettiklerini ve insanın câmi mahiyeti ve küllî istidadatı ve hadsiz ihtiyacatı ve nihayetsiz arzularına karşı mütemadiyen korku, elem, dehşet ve telâş vermesiyle küfür ve dalâlât, bir cehennem zakkumu olduğunu ve bu dünyada da sahibini bir cehennem içinde koyduğunu ve din ve imandan hariç binler fen ve terakkiyat-ı beşeriye, o Rüstem ve Herkül'ün kahramanlıkları gibi, beş para fayda vermediğini gösterip, yalnız ibtal-i his nev'inden muvakkaten o elîm korkuları hissetmemek için sefahet ve sarhoşlukla şırınga ediyor.
İşte iman ve küfrün muvazenesi, Âhirette Cennet ve Cehennem gibi meyveleri ve neticeleri verdiği gibi; dünyada da iman bir mânevî cenneti temin ve ölümü bir terhis tezkeresine çevirmesini ve küfür, dünyada dahi bir mânevî cehennem ve hakikî saadet-i beşeriyeyi mahvetmesi ve ölümü bir idam-ı ebedî mahiyetine getirmesini kat'î ve his ve şuhuda istinad eden Risale-i Nur'un yüzer hüccetlerine havale edip kısa kesiyoruz.
Bu temsilin hakikatini görmek isterseniz başınızı kaldırınız, bu kâinata bakınız... Ne kadar şimendifer misillü balon, otomobil, tayyare, berriyye ve bahriyye gemiler; karada, denizde, havada kudret-i ezeliyenin nizam ve hikmetle halkettiği yıldızların kürelerine ve kâinat ecramına ve hâdisatın silsilelerine ve müteselsil vâkıatlarına bakınız. Hem, âlem-i şehadette ve cismanî kâinatta bunların vücudu gibi, Âlem-i ruhanî ve mâneviyatta, kudret-i ezeliyenin daha acip müteselsil nazîreleri var olduğunu aklı bulunan tasdik eder, gözü bulunan çoğunu görebilir.
İşte kâinat içindeki maddî ve mânevî bütün bu silsileler; imansız ehl-i dalâlete hücum ediyor, tehdit ediyor, korkutuyor, kuvve-i mâneviyesini zir ü zeber ediyor. Ehl-i imana değil tehdit ve korkutmak, belki; sevinç, saadet, ünsiyet, ümit ve kuvvet veriyor. Çünkü ehl-i iman, imanla görüyor ki; o hadsiz silsileleri, maddî ve mânevî şimendiferleri, seyyar kâinatları, mükemmel intizam ve hikmet dairesinde birer vazifeye sevkeden bir Sâni-i Hakîm onları çalıştırıyor. Zerre miktar, vazifelerinde şaşırtmıyorlar, birbirine tecavüz edemiyorlar. Ve kâinattaki kemâlât-ı san'ata ve tecelliyat-ı cemaliyeye mazhar olduklarını görüp, kuvve-i mânevîyeyi tamamiyle eline verip, saadet-i ebediyenin bir nümunesini iman gösteriyor. İşte ehl-i dalâletin imansızlıktan gelen dehşetli elemlerine ve korkularına karşı hiçbir şey, hiçbir fen, hiçbir terakkiyat-ı beşeriye bir teselli veremez; kuvve-i mânevîyeyi temin edemez. Cesareti, zir ü zeber olur; fakat muvakkat gaflet perde çeker, aldatır. Ehl-i iman, iman cihetiyle, değil korkmak, kuvve-i mânevîyesi kırılmak, belki temsildeki mâsum çocuk gibi fevkalâde bir kuvve-i mânevîye ve bir metanetle ve imandaki hakikatle onlara bakıyor. Bir Sâni-i Hakîmin hikmet dairesinde tedbir ve idaresini müşahede eder, evham ve korkulardan kurtulur. «Sâni-i Hakîmin emri ve izni olmadan, bu seyyar kâinatlar hareket edemezler, ilişemezler» deyip anlar kemal-i emniyetle hayat-ı dünyeviyesinde derecesine göre saadete mazhar olur. Kimin kalbinde imandan ve din-i haktan gelen bu hakikat çekirdeği bulunmazsa ve nokta-i istinadı olmazsa, bilbedahe temsildeki Rüstem ve Herkül'ün cesaretleri ve kahramanlıkları kırıldığı gibi; onun cesareti ve kuvve-i mâneviyesi müzmahil olur ve vicdanı tefessüh eder ve kâinatın hâdisatına esir olur. Her şeye karşı korkak bir dilenci hükmüne düşer. İmanın bu sırr-ı hakikati ve dalâletin de bu dehşetli şekavet-i dünyeviyesini Risale-i Nur, yüzer kat'î hüccetlerle isbat ettiğine binaen, bu pek uzun hakikati kısa kesiyoruz.
Acaba, en ziyade kuvve-i mânevîyeye ve teselliye ve metanete ihtiyacını hissetmiş bu asırdaki beşer; bu zamanda, o kuvve-i mânevîyi ve teselliyi ve saadeti temin eden İslâmiyet ve imandaki nokta-i istinad olan hakaik-i imaniyeyi bırakıp, garplılaşmak ünvanı ile İslâmiyetin milliyetinden istifade yerine, bütün bütün kuvve-i mânevîyeyi kırıp ve teselliyi mahveden ve metanetini kıran dalâlet ve sefahete ve yalancı politika ve siyasete dayanması, ne kadar maslahat-ı beşeriyeden ve menfaat-i insaniyeden uzak bir hareket olduğunu, pek yakın bir zamanda intibaha gelmiş başta İslâm olarak beşer hissedecek ve dünyanın ömrü kalmışsa, Kur'ânın hakaikına yapışacak!...»
* * *
O vakit Kosova'da, büyük bir İslâm dârülfünununun tesisine teşebbüs edilmişti. Orada hem İttihadçılara, hem Sultan Reşad'a der ki: "Şark, böyle bir dârülfünuna daha ziyade muhtaç ve âlem-i İslâmın merkezi hükmündedir." Bunun üzerine şarkta bir dârülfünun açılacağını va'dederler. Bilâhare Balkan Harbi çıkmasıyla, o medrese yeri, yani Kosova istila edilir. Bunun üzerine müracaatla Kosova'daki dârülfünun için tahsis edilen ondokuz bin altın liranın şark dârülfünunu için verilmesini taleb eder, bu talebi kabul edilir.
Bediüzzaman tekrar Van'a hareket eder. Van Gölü kenarındaki Artemit'te (Edremit) o dârülfünunun temeli atılır. Fakat ne çare ki harb-i umumînin zuhuruyla, teşebbüs geri kalır. Zâten o kış Molla Said, talebelerine: "Hazır olunuz, büyük bir musibet ve felâket bize yaklaşıyor" diye haber vermişti.
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ'NİN GÖNÜLLÜ ALAY
KUMANDANI OLARAK VATAN VE MİLLETE
FEDAKÂRANE HİZMETLERİ:
Bediüzzaman Kafkas cephesinde Enver Paşa ve fırka kumandanının hayranlıkla takdir ettikleri hizmet-i cihadiyeyi yaptıktan sonra, Rus kuvvetlerinin ilerlemesinden dolayı Van'a çekildi. Van'ın tahliyesi ve Rusların hücumu sırasında, bir kısım talebeleriyle Van kal'asında şehid oluncaya kadar müdafaaya kat'î karar verdikleri halde, geri çekilen Van valisi Cevdet Bey'in ısrarıyla, Vastan kasabasına çekildi. Vali, kaymakam, ahali ve asker Bitlis tarafına çekilirken, bir alay Kazak süvarisi Vastan üzerine hücum etmişti. Molla Said, Van'dan kaçan ahalinin mal ve çoluk çocuklarının düşman eline geçmemesi için otuz-kırk kadar kaçamamış asker ve bir kısım talebeleriyle o Kazaklara karşı koymuş ve hepsinin kurtulmasını sağlamıştır. Hattâ hücum eden Kazaklara dehşet vermek için, geceleyin onların üstündeki yüksek bir tepeye hücum tarzında çıkıyor, güya büyük bir imdat kuvveti gelmiş zannettirerek, Kazakları oyalayıp ilerletmiyordu. Böylelikle, Vastan'ın Rus istilasından kurtulmasına sebeb olmuştur.
O muharebe zamanlarında sipere döndüğü vakit, kıymetdar talebesi Molla Habib ile "İşarat-ül İ'caz" namındaki tefsirini te'lif ediyordu. Bazan avcı hattında, bazan at üzerinde, bazan da sipere girdikleri zaman; kendisi söylüyor, Molla Habib de yazıyordu. "İşarat-ül İ'caz"ın büyük bir kısmı bu vaziyette te'lif edilmiştir. (Haşiye) Bu hârika tefsirin başındaki "İfade-i Meram"ı tefsir hakkında bir derece malûmat vermesi itibariyle aynen dercediyoruz.
İfade-i Meram
«Kur'ân-ı Azîmüşşan; bütün zamanlarda gelip geçen nev-i beşerin tabakalarına, milletlerine, fertlerine hitaben, Arş-ı A'lâdan
_____________________
Hâşiye: TENBİH: Bu "İşarat-ül İ'caz" tefsiri, eski harb-i umumînin birinci senesinde, cephe-i harbde, me'hazsız olarak, kitab mevcud olmadığı halde te'lif edilmiştir. Harb zamanının zaruretinden başka, dört sebebe binaen gayet muhtasar ve îcazlı bir tarzda yazılmış; "Fatiha" ve nısf-ı evvel daha mücmel, daha muhtasar kalmıştır.
Evvelâ: O zaman, izaha müsaade etmiyordu. Eski Said, îcazlı ve kısa tabiratla ifade-i meram ediyordu.
Sâniyen: Gayet zeki olan kendi talebelerinin derece-i fehimlerini düşünüyordu; başkaların anlamalarını düşünmüyordu.
Sâlisen: Eski Said, en dakik ve en ince olan nazm-ı Kur'anda îcazlı olan i'cazı beyan ettiği için, kısa ve ince düşmüştür. Fakat şimdi ise Yeni Said nazarıyla mütalaa ettim. Elhak, Eski Said'in bütün hatiatıyla beraber, şu tefsirdeki tedkikat-ı ilmiyesi, onun bir şaheseridir. Yazıldığı vakit daima şehid olmaya hazırlandığı için, hâlis bir niyet ile ve belâgatın kanunlarına ve ulûm-u Arabiyenin düsturlarına tatbik ederek yazdığı için hiçbirini cerhedemedim. Belki Cenab-ı Hak, bu eseri ona keffaret-i zünub yapacak ve bu tefsiri tam anlayacak adamları da yetiştirecek, inşâallah. Eğer Birinci Harb-i Umumî gibi maniler olmasaydı, tefsirin şu birinci cildi, i'caz vücuhundan olan i'caz-ı nazmîyi beyan ettiği gibi, diğer cüzler ve mektublar da müteferrik tefsir hakikatlarını içine alsaydı, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'a güzel bir tefsir-i câmi' olurdu. Belki inşâallah, şu cüz'-ü tefsir yüzotuz aded "Sözler" ve "Mektubat" Risaleleriyle beraber me'haz olursa, ileride bahtiyar bir heyet öyle bir tefsir-i Kur'anî yazsın, inşâallah.
Said Nursî
Hem, İstanbul'da Fetva Emini Ali Rıza Efendi, çok zaman bu tefsiri mütalaa ile, yanına gelen dostlarına müteaddid defalar: "Bu İşarat-ül İ'caz, bin tefsir kuvvetinde ve kıymetindedir!" diye yemin ederek ilân ediyordu.
Şark üleması, Şam ve Bağdad'da büyük âlimler: "İşarat-ül İ'caz gayet hârika ve emsalsiz bir tefsirdir." diye istihsan etmişlerdir.
irad edilen İlâhî ve şümullü bir nutuk ve umumî ve Rabbanî bir hitabe olduğu gibi; bilinmesi bir ferdin veya küçük bir cemaatin iktidarından hariç olan, bilhassa bu zamanda, dünya maddiyatına ait pek çok fenleri, ilimleri câmidir. Bu itibarla; zamanca, mekânca, ihtisasça, daire-i ihatası pek dar olan bir ferdin fehminden, karîhasından çıkan bir tefsir, bihakkın Kur'ân-ı Azîmüşşana tefsir olamaz. Çünkü: Kur'ânın hitabına muhatab olan milletlerin, insanların ahval-i ruhiyelerine, maddiyatına ve câmi bulunduğu ince fenlere, ilimlere bir fert vâkıf ve sahib-i ihtisas olamaz ki ona göre bir tefsir yapabilsin. Maahâza; bir ferdin mesleği, meşrebi, taassubdan hâli olamaz ki, hakaik-i Kur'âniyeyi görsün, bîtarafâne beyan etsin. Maahaza; ferdin fehminden çıkan bir dâvâ, kendisine has olup, başkası o dâvânın kabulüne dâvet edilemez. Meğer ki, bir nevi icmâın tasdikine mazhar ola. Binaenaleyh, Kur'ânın ince mânalarının ve tefsirlerde dağınık bir surette bulunan mehâsinini ve zamanın tecrübesiyle fennin keşfi sayesinde tecelli eden hakikatlerinin tesbitiyle, her biri birkaç fende mütehassıs olmak üzere, muhakkikîn-i ulemadan yüksek bir heyetin tetkikatiyle, tahkikatiyle bir tefsirin yapılması lazımdır.
Nitekim kanunî hükümlerin tanzim ve ıttıradı, bir ferdin fikrinden değil, yüksek bir hey'etin nazar-ı dikkat ve tetkikatından geçmesi lâzımdır ki, umumî bir emniyeti ve cumhur-u nâsın itimadını kazanmak üzere millete karşı bir kefalet-i zımniye husule gelsin ve icma-ı ümmet hücceti elde edebilsin.
Evet, Kur'ân-ıı Azîmüşşanın müfessiri, yüksek bir deha sahibi ve nâfiz bir içtihada malik ve bir velâyet-i kâmileyi haiz bir zat olmalıdır. Bilhassa bu zamanda bu şartlar, ancak yüksek bir azîm bir heyetin tesanüdüyle telâhuk-u efkârından ve ruhlarının tenasübüyle birbirine yardım etmekten ve hürriyet-i fikirle taassubtan âzâde olmakla tam ihlâslarından doğan dâhî bir şahs-ı mânevîde bulunur; ve o şahs-ı mânevî, Kur'ânı tefsir edebilir. Çünkü: «Cüzde bulunmayan, küllde bulunur.» kaidesine binaen, her ferdde bulunmayan bu gibi şartlar, heyette bulunur. Böyle bir heyetin zuhurunu çoktanberi bekliyorken, hiss-i kablelvuku' kabilinden, memleketi yıkıp yakacak büyük bir zelzelenin arifesinde bulunduğumuz zihne geldi (Hâşiye).
«Bir şey tamamiyle elde edilmediği takdirde tamamiyle terketmek caiz değildir.» kaidesine binaen, acz ve kusurumla beraber, Kur'ânın bazı hakikatleriyle, nazmındaki i'cazına dair bazı işaretleri tek başıma kaydetmeye başladım. Fakat Birinci Harb-i Umumînin patlamasiyle; Erzurum'un, Pasinlerin dağlarına ve derelerine düştük. O kıyametlerde, o dağ ve tepelerde; fırsat buldukça, kalbime gelenleri birbirine uymayan ibarelerle o dehşetli ve muhtelif yazıyordum. O zamanlarda, o gibi yerlerde müracaat edilecek tefsirlerin, kitapların bulunması mümkün olmadığından; yazdıklarım, yalnız sünuhat-ı kalbiyemden ibaret kaldı. Şu sünuhatım eğer tefsirlere muvafık ise, nurun alâ nur; şayet muhalif cihetleri varsa, benim kusurlarıma atfedilebilir. Evet, tashihe muhtaç yerleri vardır; fakat, hatt-ı harbde büyük bir ihlâs ile şehitler arasında yazılıp giydirilen o yırtık ibarelerin tebdiline, (şehitlerin kan ve elbiselerinin tebdiline cevaz verilmediği gibi), cevaz veremedim ve kalbim razı olmadı, şimdi de razı değildir. Çünkü, hakikat-ı ihlâs ile baktım, tashih yerini bulamadım. Demek, sünuhat-ı Kur'âniye olduğundan i'caz-ı Kur'âniye onu yanlışlardan himaye etmiş. Maahaza, kaleme aldığım şu «İşârâtül-İ'caz» adlı eserimi, hakikî bir tefsir niyetiyle yapmadım; ancak ulema-yı İslâmdaki ehl-i tahkikin takdirlerine mazhar olduğu takdirde, uzak bir istikbalde yapılacak yüksek bir tefsire bir örnek ve bir me'haz olmak üzere o zamanların insanlarına bir yadigâr maksadiyle yaptım.»
* * *
O muharebede; yirmi talebe kadar kıymetdar ve "İşarat-ül İ'caz" tefsirinin kâtibi olan Molla Habib, İran cephesinde kumandan Halil Paşa ile mühim bir muhabere vazifesini temin ettikten sonra Vastan'da şehid düşer.
O muharebeler esnasında, Ermeni fedaileri bazı yerlerde çoluk çocuğu kesiyorlardı. Buna karşı Ermenilerin çocukları da bazan öldürülüyordu.
______________________________
Hâşiye: Evet; Van'da, Horhor Medresemizin damında, esnâ-yı dersde büyük bir zelzelenin gelmekte olduğunu söyledi. Hakikaten söylediği gibi, az bir zaman sonra Harb-i Umumî başladı.
Hamza, Mehmed Şefik, Mehmed Mihrî
Bediüzzaman'ın bulunduğu nahiyeye binlerle Ermeni çocuğu toplanmıştı. Molla Said askerlere: "Bunlara ilişmeyiniz!" diye emretti. Daha sonra bu Ermeni çoluk çocuğunu serbest bıraktı; onlar da, Rusların içerisindeki ailelerinin yanına döndüler. Bu hareket Ermeniler için büyük bir ibret dersi olup, Müslümanların ahlâkına hayran kalmışlardı. Bu hâdise üzerine, Ruslar bizi istila ettiklerinde, fedai komitelerin reisleri müslüman çoluk çocuğunu kesmek âdetini bırakıp, "Madem Molla Said bizim çoluk çocuklarımızı kesmedi, bize teslim etti; biz de bundan sonra Müslümanların çocuklarını kesmeyeceğiz" diye ahdettiler. Molla Said, bu suretle o havalideki binlerle masumların felâketten kurtulmasını temin etmiş oldu.
Bir müddet sonra Ruslar, Van ve Muş tarafını istila edip, üç fırka ile Bitlis'e hücum ettiği sırada, Bitlis Valisi Memduh Bey ile Kel Ali, Bediüzzaman'a:
-Elimizde bir tabur asker ve iki bin kadar gönüllünüz var; biz geri çekilmeye mecburuz, dediler.
Bediüzzaman onlara:
-Etraftan kaçıp gelen ahalinin ve hem de Bitlis halkının malları, çoluk ve çocukları düşman eline düşecek; biz mahvoluncaya kadar dört-beş gün mukavemete mecburuz, demesi üzerine onlar:
-Muş'un sukut etmesi dolayısıyla otuz topumuzu askerler bu tarafa kaçırmaya çalışıyorlar. Eğer sen, o otuz topu gönüllülerinle ele geçirebilirsen, birkaç gün o toplarla mukabele ederiz ve ahali de kurtulur, dediler.
Bediüzzaman:
-Öyle ise ben, ya ölürüm veya o topları getiririm, diyerek üçyüz gönüllünün başına geçti. Geceleyin, Nurşin tarafına, topların getirildiği cihete gitti. Topları takib eden bir alay Rus Kazağına kendi muhbirleri: "Bitlis'i müdafaa eden gönüllü kumandanı üç bin adamla ve dağdaki meşhur Musa Bey bin kişi ile topları kurtarmaya geliyorlar." diyerek pek ziyade mübalağa ile ihbar etmeleri üzerine, Kazak kumandanı korkmuş, ilerleyememişti. Bediüzzaman da, beraberindeki üçyüz gönüllüyü rastgeldikleri toplara birer ikişer taksim edip Bitlis'e gönderir; kendisi ise ilerleyerek topları birer birer kurtarıp, en son topu da üç arkadaşıyla birlikte ele geçirir. Bu şekilde, otuz topun Bitlis'e gelmesini temin eder. O toplarla üç-dört gün asker ve gönüllüler düşmana mukabele edip,bütün ahali ve cihazat ve mallar kurtulur.
Bediüzzaman, o harbde gönüllülere cesaret vermek için sipere girmeyerek avcı hattında dolaşırdı. Avcı hattında en ileride atını sağa sola koştururken, birden hatırına gelir ve ruhuna ilişir ki: "Şu anda şehid olsam; bu vaziyetim, yani en ilerde göze çarpan şu halim, sakın mertebe-i şehadetin bir esası olan ihlasıma zarar vermesin, bir hodfüruşluk manası olmasın" diyerek, birden atını döndürür ve arkadaşlarının yanına gelir. (Haşiye)
Avcı hattında dolaşırken vücuduna dört gülle isabet etmiş, fakat geri çekilmemiş ve gönüllülerin cesareti kırılmaması için sipere dahi girmemiştir. Hattâ bunu işiten vali Memduh Bey ve kumandan Kel Ali, "Aman geri çekilsin!" diye haber gönderdikleri zaman, demiş:
-Bu kâfirlerin güllesi beni öldürmeyecek...
Hakikaten üç gülle, ölecek yerine isabet ettiği halde; biri hançerini, diğeri tütün tabakasını delip geçmiş ve kendisine bir zarar vermemiştir.
Geceleyin vali ve kumandan Kel Ali ve ahali kurtulduktan, gönüllüler ve askerler çekildikten sonra; bir kısım fedakâr talebeleriyle Bitlis'te bâkiye kalan bir kısım bîçareler için, kendilerini feda etmek fikriyle kaçmazlar. Sabahleyin düşmanın bir taburu ile müsademe ederler, arkadaşlarının çoğu şehid olur. Hattâ yeğeni ve fedakâr bir talebesi olan Ubeyd dahi kendi bedeline şehid düştükten sonra düşmanın üç sıra askerini yararak geçip, hayatta
____________________________
(Haşiye): İşte muharebenin şiddetli anında, hayat-memat mes'elesi vaktinde "Benim zâhiren kahramanlık gibi görünen bu vaziyetim hakikî ihlasa aykırı olmasın?" diye düşünmesi kemalât-ı insaniyenin bir misalidir, denilebilir. Meydan-ı harbde, düşman karşısında, gülleler içerisinde; talebelerine cesaret vermek için en elzem bir kahramanlığı fiilen göstermek emeliyle avcı hattında atını sağa sola döndürürken, bu suretle cesaret-i imaniye ve şehamet-i İslâmiyeyi en a'lâ bir derecede bir kumandan manasıyla îfa ederken, ruhunda ve niyetinde en âlî ve safî bir mertebe-i kemal olan sırr-ı ihlası kaçırmamayı ehemmiyetle düşünmesi ve dikkat kesilmesi; onun zâhiren takdire şayan hizmet-i diniyesi, fedakârane mücahedesi kadar, belki daha ziyade, ruhunun kemaline de delalet eder.
İşte Molla Said bütün hayatının şehadetiyle gerçi beyn-el İslâm "Bediüzzaman", "Sâhibüzzaman", "Fahrüddeveran", "Fatînülasr" ünvanlarıyla yâdedilmiş; fakat bu hiçbir zaman hakikatsız ve bir sözden ibaret değildir. Risale-i Nur ile yaptığı muazzam hizmet-i imaniye ve Kur'aniyesi ve teşkil ettiği hamiyet-i diniye ile serfiraz milyonlar fedakâr talebelerin kudsî şahs-ı manevîsi, bir şahid-i sadık ve bir delil-i katı'dır.
kalan üç talebesiyle pek acib bir surette su üzerinde bulunan bir sütreye girer. Hem yaralı, hem ayağı kırık bir halde; otuzüç saat su ve çamur içinde kalır. Tüfek ellerinde, o vaziyet-i müdhişe içinde, üst kattaki odada düşman askeri ve zabitleri bulunduğu halde, kemal-i istirahat-ı kalble ve ahalinin kurtulmasının sevinciyle sürur içinde, beraberindeki arkadaşlarına teselli vererek der:
-Karşımıza ne vakit çoklukla düşman askerleri gelirse; o vakit silâhlarımızı kullanacağız, kendimizi ucuza satmayacağız, bir-iki düşmana kurşun atmayacağız...
Latif bir inayet-i İlahiyedir ki; otuzüç saat, onlar Rus askerlerini gördükleri ve Ruslar da onları aradıkları halde bulamadılar. Bu esnada Bediüzzaman, talebeleri olan gönüllü fedailere hitaben:
-Arkadaşlar! Durmayınız... Sizlere hakkımı helâl ettim, beni bırakınız, siz kendinizi kurtarmaya çalışınız, demesi üzerine, fedakâr ve kahraman talebeler:
-Sizi bu halde bırakıp gidemeyiz; şehid olursak, yine hizmetinizde olsun, deyip kalırlar. Sonra Ruslar esir edip; Van, Celfa, Tiflis, Kiloğrif, Kosturma'ya sevkederler.
Ermeni fedaileri meşhurdur; hattâ öyle rivayet ederler ki: "Fedailerin yüzleri, kızarmış kömür üstüne tutulup gözleri patlama derecesine gelse dahi, yine sır vermezler." İşte Ruslar o zaman diyorlardı ki: "Bediüzzaman'ın gönüllüleri, Ermeni fedailerinin fevkindedir! Bunun içindir ki, bizim Kazaklarımızı imhada fazla muvaffak olmuşlardır."
Bediüzzaman'ı üsera kampına götürürler. Burada şu şekilde şayan-ı takdir bir hâdise cereyan eder. Şöyle ki:
Bir gün Rus Başkumandanı esirleri teftişe gelir. Teftiş esnasında, Bediüzzaman kumandana selâm vermez ve yerinden kalkmaz. Kumandan kızar, belki tanımamıştır diyerek tekrar önünden geçtiği zaman yine yerinden kalkmayınca, kumandan tercüman vasıtasıyla der:
- Beni herhalde tanımadılar?
Bediüzzaman:
-Tanıyorum, Nikola Nikolaviç'tir.
Kumandan:
- Şu halde Rus ordusuna, dolayısıyla Rus Çarına hakaret ediyorlar.
Bediüzzaman:
-Hakaret etmedim. Ben bir Müslüman âlimiyim. İmanlı bir kimse, Cenab-ı Hakkı tanımayan bir adamdan üstündür. Binaenaleyh ben sana kıyam etmem, der.
Bunun üzerine Bediüzzaman divan-ı harbe verilir. Birkaç zabit arkadaşı, hemen özür dileyerek vahîm neticenin önlenmesine çalışmasını istirham ederler.
Fakat Bediüzzaman:
- Bunların idam kararı, benim ebedî âleme seyahat etmem için bir pasaport hükmündedir, deyip kemal-i izzet ve şecaatle hiç ehemmiyet vermez.
Nihayet idamına karar verilir. Hüküm infaz edileceği vakit, namaz kılmak için müsaade ister; vazife-i diniyesini ifadan sonra, atılacak kurşunlara göğsünü gereceğini beyan eder. Tam bu esnada, namazını eda ederken, Rus kumandanı gelerek, Bediüzzaman'dan özür dileyip:
- "O hareketinizin, mukaddesatınıza olan bağlılıktan ileri geldiğine kanaat getirdim, rica ederim, beni affediniz." diyerek verilen idam hükmünü geri aldırır.
* * *
Bediüzzaman, iki buçuk sene kadar Sibirya taraflarında esarette kalır. Bütün hayatını, fisebilillah Kur'ana, İslâmiyete, Sünnet-i Seniyenin ihyasına hasr ve vakfeden bu fedakâr-ı İslâm, buralarda da kat'iyen boş durmaz. İçerisinde bulunduğu muhiti tenvir ve irşad için çalışır. Bu müddet içinde kendisiyle beraber esarette bulunan zabitlere dersler veriyordu. Bir gün, doksan zabit arkadaşına ders verdiği sırada, bir Rus kumandanı gelir. "Siyasî ders veriyor" diye dersine mani' olursa da, faaliyetinin dinî, ilmî, içtimaî olduğunu öğrenince serbest bıraktırır.
Nihayet esaretten firar ile kurtulup; Petersburg ve Varşova'ya gelmeye muvaffak olur. Bilâhare Viyana tarîkıyla (R. 1334) senesinde İstanbul'a teşrif eder.
Harb-i Umumîde gönüllü alay kumandanı olan Bediüzzaman Said Nursî, bu esaret hayatını bir eserinde (Haşiye) şöyle anlatıyor:
_____________________________
Hâşiye Bu esaretten hayli zaman geçtikten sonra, Barla'ya bir esir gibi gönderilen Üstad, eski macera-yı hayatından bir kısmını da "Yirmi Altıncı Lem'anın On Üçüncü Ricası" olarak kaleme almıştır. Merak edenler o risaleye müracaat edebilirler.
ÖN YÜZÜ
İsmi : Said Mirza Efendi
Rütbesi : Fahri Kaymakam
Kıt'ası : Gönüllü Kürt Süvari Alayı
Tabiiyeti : Osmanlı
Seyahat mebdei : Sofya
Gideceği mahal : İstanbul (Dersaadet)
Sebeb-i seyahat : Esaretten avdet 17 HAZİRAN 1918
Bediüzzaman'ın Rusya esaretinden avdet edip Almanya yolu ile Sofya'ya geldiği zaman, Sofya Ateşemiliterliği tarafından verilen pasaportudur.
Bediüzzaman'ın ''vatana avdet'' belgesinin arka yüzü.
YİRMİ ALTINCI LEM'ANIN DOKUZUNCU
RİCASINDAN BİR KISIM
«Harb-i Umumîde, esaretle Rusya'nın şark-ı şimalîsinde, çok uzak olan Kosturma vilâyetinde bulunuyordum. Orata Tatarların küçük bir camii, meşhur Volga nehrinin kenarında bulunuyordu. Oradaki arkadaşlarım olan esir zabitler içinde sıkılıyordum. Yalnızlık istedim. Dışarıda izinsiz gezemiyordum. Tatar mahallesi, kefaletle beni o Volga nehrinin kenarındaki küçük camiye aldılar. Ben yalnız olarak camide yatıyordum. Bahara yakın, o şimal kıt'asının pek çok uzun gecelerinde çok uyanık kalıyordum. O karanlıklı gecelerde ve karanlıklı gurbette ve Volga nehrinin hazin şırıltıları ve yağmurun rikkatli şıpıltıları ve rüzgarın firkatli esmesi, beni derin gaflet uykusundan muvakkaten uyandırdı. Gerçi daha kendimi ihtiyar bilmiyordum; fakat Harb-i Umumîyi gören, ihtiyardır. Gûya يَوْمَ يَجْعَلُ اْلوِلْدَانَ شِيبًا sırrına mazhar olarak öyle günlerdir ki; çocukları ihtiyarlandırdığı cihetle, kırk yaşında iken, kendimi seksen yaşında bir vaziyette buldum. O karanlıklı uzun gece ve hazin gurbet, hazin vaziyet içinde hayattan bir meyusiyet geldi. Aczime, yalnızlığıma baktım; ümidim kesildi. O hâlette iken Kur'ân-ı Hakîmden imdat geldi. Dilim
حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ dedi; kalbim de ağlayarak dedi:
Garibem, bîkesem, zaifem, nâtuvanem, el'amân gûyem, afvü cûyem, meded hâhem zidergâhet İlâhî!
Ruhum dahi vatanımdaki eski dostları düşünüp o gurbette vefatımı tahayyül ederek Niyazi-i Mısrî gibi dedim:
Dünya gamından geçip,
Yokluğa kanat açıp,
Şevk ile her dem uçup,
Çağırırım: Dost! Dost!
diye, dostları arıyordu. Her ne ise, o hüzünlü, rikkatli, firkatli uzun gurbet gecesinde, Dergâh-ı İhâhîde za'f ve aczim o kadar büyük bir şefaatçi ve vesile oldu ki, şimdi de hayretteyim. Çünkü bir kaç gün sonra, gayet hilâf-ı me'mul bir surette, yayan gidilse bir senelik mesafede tekbaşımla, Rusça bilmediğim halde firar ettim. Za'f ve aczime binaen gelen inayet-i İlâhîye ile, hârika bir surette kurtuldum. Tâ Varşova ve Avusturya'ya uğrayarak İstanbul'a kadar geldim ki; bu surette kolaylıkla kurtulmak pek hârika olmuştu. Rusça bilen en cesur ve en kurnaz adamların muvaffak olamadıkları, çok teshilât ve çok kolaylıkla, o uzun firârî seyahati bitirdim.
Fakat, o Volga nehri kenarındaki camideki mezkûr gecenin vaziyeti bana bu kararı verdirmiş ki: «Bakiye-i ömrümü mağaralarda geçireceğim! Bu insanların hayat-ı içtimaiyesine karışmak artık yeter. Madem sonunda kabre yalnız gideceğim, yalnızlığa alışmak için şimdiden yalnızlığı ihtiyar edeceğim!» demiştim. Fakat maatteessüf, İstanbul'daki ciddî ve çok ahbab ve İstanbul'un şa'şaalı hayat-ı dünyeviyesi, hususan haddimden çok fazla bana teveccüh eden şan ve şeref gibi neticesiz şeyler, o kararımı muvakkaten bana unutturdular. Gûya o gurbet gecesi, hayatımın gözünde nurlu siyahlık idi. Ve İstanbul'un beyaz, şa'şaalı gündüzü, o hayat gözümün nursuz beyaz parçası idi ki ileriyi göremedi, yine yattı. Tâ iki sene sonra, Gavs-ı Geylanî, «Fütuhül-Gayb» kitabiyle tekrar gözümü açtırdı.»
..................................................................................................
İstanbul'u tekrar şereflendirmesi, ehl-i ilmi ve halkı çok fazla memnun ve mesrur etti. Kendisine haber verilmeden, Meşihat dairesindeki "Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye" azalığına tayin olundu. Dâr-ül Hikmet, o zaman Mehmed Âkif, İzmirli İsmail Hakkı, Elmalılı Hamdi gibi İslâm âlimlerinden mürekkeb bir İslâm akademisi mahiyetinde idi.
Çok zeki, kahraman ve gayyur bir âlim olan veled-i manevîsi ve biraderzadesi Abdurrahman (Rahmetullahi Aleyh) şöyle anlatıyor:
1334 senesinde esaretten geldikten sonra, amcam rızası olmadan Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye'ye aza tayin edildi. Fakat esarette çok sarsılmış olduğundan, bir müddet mezunen vazifeye gidemedi. Çok defa istifa etmek teşebbüsünde bulundu, fakat dostları bırakmadılar. Bunun üzerine Dâr-ül Hikmet'e devama başladı. Haline dikkat ediyordum ki, zaruretten fazla kendine masraf yapmıyordu. Maişetçe neden bu kadar muktesid yaşıyorsun diyenlere cevaben:
Dâr-ül Hikmet'ten aldığı maaştan mikdar-ı zarureti ayırdıktan sonra, mütebâkisini bana vererek, "Hıfzet!" derdi. Ben de, bir sene zarfındaki fazla kalmış paraları amcamın bana olan şefkatine; hem malı istihkar etmesine itimaden, haberi olmadan tamamen sarfettim. Sonra bana dedi ki: "Bu para bize helâl değildi, millet malı idi, niçin sarfettin? Madem ki öyledir, ben de seni vekilharçlıktan azl ile kendimi nasbettim!"
Bir müddet aradan geçti... Hakaikten oniki te'lifatını tab'ettirmek kalbine geldi. Maaştan toplanan paraları, o te'lifatların tab'ına verdi. Yalnız bir-iki küçüğü müstesna olmak üzere, diğerlerini etrafa meccanen dağıttı. Niçin sattırmadığını sual ettim. Dedi ki: Maaştan bana kût-u lâyemut caizdir; fazlası millet malıdır. Bu suretle millete iade ediyorum...
Dâr-ül Hikmet'teki hizmeti, hep böyle şahsî teşebbüsü ile idi. Çünki orada müştereken iş görmek için bazı maniler görüyordu. Onu tanıyanlar biliyorlar ki, Bediüzzaman kefenini boynuna takmış ve ölümünü göze almıştır. Onun içindir ki; Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye'de demir gibi dayandı. Ecnebi tesiratı, Dâr-ül Hikmet'i kendine âlet edemedi. Yanlış fetvalara karşı, pervasızca mücadele etti. İslâmiyet'e muzır bir cereyan ortaya atıldığı vakit, o cereyanı kırmak için eser neşrederdi.
ESARETTEN AVDETİNDEN SONRAKİ İSTANBUL
HAYATINA DAİR KALEME ALDIĞI BİR PARÇADIR:
(Yirmi Altıncı Lem'adan Onuncu Rica)
«Bir zaman esaretten geldikten sonra, İstanbul'da, bir iki sene yine gaflet galebe etti. Siyaset havası, nazarımı nefsimden kaldırıp âfâka dağıtmış iken, bir gün İstanbul'un Eyüp Sultan Kabristanının dereye bakan yüksek bir yerinde oturuyordum. İstanbul etrafındaki âfâka baktım. Birden bakıyorum, benim hususî dünyam vefat ediyor, bazı cihette ruh çekiliyor gibi bir hâlet-i hayâliye bana geldi. Dedim: «Acaba bu kabristanın mezar taşlarındaki yazılar mıdır ki bana böyle hayâl veriyor? diye nazarımı çektim; uzağa değil, o kabristana baktım. Kalbime ihtar edildi ki: «Bu senin etrafındaki kabristanın, yüz İstanbul içinde vardır. Çünkü yüz defa İstanbul buraya boşalmış. Bütün İstanbul halkını buraya boşaltan bir Hâkim-i Kadîrin hükmünden kurtulup müstesna kalamazsın, sen de gideceksin!» Ben kabristandan çıkıp bu dehşetli hayâl ile Sultan Eyüp Camiinin mahfelindeki küçük bir odaya, çok defa girdiğim gibi bu defa da girdim. Düşündüm ki; ben üç cihette misafirim: Bu menzilcilikte misafir olduğum gibi, İstanbul'da da misafirim, dünyada da misafirim. Misafir, yolunu düşünmeli. Nasıl bu odadan çıkacağım, bir gün de İstanbul'dan çıkacağım; bir gün de dünyadan çıkacağım.
İşte bu hâlette, gayet rikkatli ve firkatli, elemli bir hüzün ve gam kalbime, başıma çöktü. Çünkü ben yalnız bir iki dostu kaybetmiyorum, İstanbul'da binler sevdiğim dostlarımdan müfarakat gibi, çok sevdiğim İstanbul'dan ayrılacağım. Dünyada yüz binler dostlarımdan iftirak gibi, çok sevdiğim ve müptelâ olduğum o güzel dünyadan da ayrılacağım diye düşünürken; yine kabristanın o yüksek yerine gittim. Arasıra sinemaya ibret için gittiğimden, bana İstanbul içindeki insanlar, o dakikada, sinemada geçmiş zamanın gölgelerini hazır zamana getirmek cihetiyle, ölmüş olanları ayakta gezer suretinde gösterdikleri gibi; aynen ben de, o vakit gördüğüm insanları, ayakta gezen cenazeler vaziyetinde gördüm. Hayâlim dedi ki: Madem bu kabristanda olanlardan bir kısmı sinemada gezer gibi görülüyor; ilerde kat'iyyen bu kabristana girecekleri girmiş gibi gör; onlar da cenazelerdir, geziyorlar... Birden Kur'ân-ı Hakîmin nuruyla ve Gavs-ı Âzam Şeyh Geylanî (K.S.) Hazretlerinin irşadiyle, o hazin hâlet, sürurlu ve neşeli bir vaziyete inkılâb etti. Şöyle ki:
O hazin hale karşı Kur'ândan gelen nur, böyle ihtar etti ki: «Senin, şimal-i şarkîde, Kosturma'daki gurbetinde bir iki esir zabit dostun vardı. Bu dostların herhalde İstanbul'a gideceklerini biliyordun. Sana birisi deseydi: «Sen İstanbul'a mı gideceksin, yoksa burada mı kalacaksın?» Elbette zerre miktar aklın varsa, İstanbul'a ferah ve sürurla gitmesini kabul edecektin. Çünkü; bin birden dokuz yüz doksan dokuz ahbabın, İstanbul'dadır. Burada bir-iki tane kalmış, onlar da oraya gidecekler. Senin için İstanbul'a gitmek hazin bir firak, elîm bir iftirak değil, hem de geldin, memnun olmadın mı? O düşman memleketindeki pek karanlık uzun gecelerinden ve pek soğuk, fırtınalı kışlarından kurtuldun. Bu güzel dünya cenneti gibi İstanbul'a geldin. Aynen öyle de: Senin küçüklüğünden bu yaşına kadar, sevdiklerinden yüzde doksan dokuzu, sana dehşet veren kabristana göçmüşler. Bu dünyada kalan bir iki dostun var, onlar da oraya gidecekler. Dünyada vefatın firak değil, visaldir; o ahbablara kavuşmaktır: Onlar, yâni o ervah-ı bâkiye, eksimiz yuvalarını toprak altında bırakıp, bir kısmı yıldızlarda, bir kısmı âlem-i berzah tabakatında geziyorlar, diye ihtar edildi.
Evet, bu hakikatı, Kur'ân ve iman o derece kat'î bir surette isbat etmiştir ki, bütün bütün kalbsiz, ruhsuz olmazsa veyahut dalâlet kalbini boğmamış ise, görüyor gibi inanmak gerektir. Çünkü; bu dünyayı, hadsiz enva-ı lütûf ve ihsanatiyle böyle tezyin edip, mükrimane ve şefikane rububiyetini gösteren ve tohumlar gibi en ehemmiyetsiz cüz'î şeyleri dahi muhafaza eden bir Sâni-i Kerîm ve Rahîm; masnuatı içinde en mükemmel ve en câmi, en ehemmiyetli ve en çok sevdiği masnuu olan insanı, elbette ve bilbedahe, sûreten göründüğü gibi böyle merhametsiz, âkıbetsiz idam etmez, mahvetmez, zayi etmez. Belki bir çiftçinin toprağa serptiği tohumlar gibi, başka bir hayatta sünbül vermek için Hâlık-ı Rahîm, o sevdiği masnuunu, bir rahmet kapısı olan toprak altına muvakkaten atar. (Hâşiye) İşte bu ihtar-ı Kur'âniyi aldıktan sonra, o kabristan İstanbul'dan ziyade bana ünsiyetli oldu. Halvet ve uzlet, bana sohbet ve muaşeretten daha ziyade hoş geldi. Ben de Boğaz tarafındaki Sarıyer'de, bir halvethane kendime buldum. Gavs-ı A'zam (K.S.) «Fütüh-ül-Gayb» ıyla bana bir üstad ve tabib ve mürşid olduğu gibi, İmam-ı Rabbanî de, «Mektubat» iyle bir enis, bir müşfik, bir hoca hükmüne geçti. O vakit ihtiyarlığa girdiğimden ve medeniyetin ezvakından çekildiğimden ve hayat-ı içtimaiyeden sıyrıldığımdan pek çok memnun oldum. Allaha şükrettim.»
* * *
________________________
Hâşiye: Bu hakikat, iki kere iki dört eder derecesinde sair risalelerde, hususan Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözlerde isbat edilmiştir.
Onbirinci Rica
«Esaretten geldikten sonra İstanbul'da Çamlıca tepesinde bir köşkte merhum biraderzadem Abdurrahman (R.Aleyh) ile beraber oturuyorduk. Bu hayatım, hayat-ı dünyeviye cihetinde, bizim gibilere en mes'udane bir hayat sayılabilirdi. Çünkü esaretten kurtulmuştum. Darülhikmet'te meslek-i ilmiyeme münasip, en âli bir tarzda neşr-i ilme muvaffakiyet vardı. Bana teveccüh eden haysiyet ve şeref, haddimden çok fazla idi. Mevkice İstanbul'un en güzel yeri olan Çamlıca'da oturuyordum. Hem her şeyim mükemmeldi. Merhum biraderzadem Abdurrahman gibi gayet zeki, fedakâr, hem talebe, hem hizmetkâr, hem kâtip, hem evlâd-ı mânevîyem beraberdi. Dünyada herkesten ziyade kendimi mes'ut bilirken aynaya baktım; saçımda, sakalımda beyaz kılları gördüm. Birden, esarette Kosturma'daki camideki intibah-ı ruhî yine başladı. Onun eseri olarak, kalben merbut olduğum ve medar-ı saadet-i dünyeviye zannettiğim halâtı, esbabı, tetkike başladım. Hangisini tetkik ettimse, baktım ki, çürüktür, alâkaya değmiyor, aldatıyor. O sıralarda en sadakatli zannettiğim bir arkadaşımda umulmadık bir sadakatsizlik ve hatıra gelmez bir vefasızlık gördüm. Hayat-ı dünyeviyeden bir ürkmek geldi. Kalbime dedim: Acaba ben, bütün bütün aldanmış mıyım? Görüyorum ki, hakikat noktasında acınacak halimize pek çok insanlar gıpta ile bakıyorlar... Bütün bu insanlar divane mi olmuşlar? Yoksa şimdi ben divane mi oluyorum ki, bu dünyaperest insanları divane görüyorum? Her ne ise... Ben ihtiyarlığın verdiği şiddetli intibah cihetinde, en evvel alâkadar olduğum fâni şeylerin fâniliğini gördüm; kendime de baktım, nihayet-i aczde gördüm. O vakit, beka isteyen ve beka tevehhümüyle fânilere müptelâ olan ruhum, bütün kuvvetiyle dedi ki: Madem cismen fâniyim, bu fânilerden bana ne hayır gelebilir? Madem ben âcizim, bu âcizlerden ne bekleyebilirim? Benim derdime çare bulacak bir Baki-i Sermedî, bir Kadîr-i Ezelî lâzım, diyerek taharriye başladım. O vakit, her şeyden evvel, eskidenberi tahsil ettiğim ilme müracaat edip, bir teselli, bir rica aramaya başladım. Maatteessüf, o vakte kadar ulûm-u felsefeyi, ulûm-u İslâmiye ile beraber havsalama doldurup, o ulûm-u felsefeyi pek yanlış olarak mâden-i tekemmül ve medar-ı tenevvür zannetmiştim. Halbuki; o felsefî meseleler ruhumu pek çok fazla kirletmiş ve terakkiyat-ı mâneviyemde engel olmuştu. Birden, Cenab-ı Hakkın rahmet ve keremiyle, Kur'ân-ı Hakîmdeki hikmet-i kudsiye imdada yetişti. Çok risalelerde beyan edildiği gibi, o felsefî meselelerin kirlerini yıkadı, temizlettirdi. Ezcümle, fünun-u hikmetten gelen zulûmat-ı ruhiye, ruhumu kâinata boğduruyordu. Hangi cihete baktım, nur aradım; o meselelerde nur bulamadım, teneffüs edemedim. Tâ, Kur'ân-ı Hakîmden gelen ve لاَاِلَهَ اِلاَّ هُوَ cümlesiyle ders verilen tevhid gayet parlak bir nur olarak bütün o zulûmatı dağıttı. Rahatla nefes aldım. Fakat nefis ve şeytan, ehl-i dalâlet ve ehl-i felsefeden aldıkları derse istinad ederek akıl ve kalbe hücum ettiler. Bu hücumdaki münazarat-ı nefsiye, Lillâhilhamd, kalbin muzafferiyetiyle neticelendi. Çok risalelerde kısmen o münazaralar yazılmış. Onlara iktifa edip, burada yalnız binde bir muzafferiyet-i kalbiyeyi göstermek için binler bürhandan bir tek bürhan beyan edeceğim, tâ ki gençliğinde hikmet-i ecnebiye veya fünun-u medeniye namı altındaki kısmen dalâlet, kısmen mâlâyaniyat meseleleriyle ruhunu kirletmiş, kalbini hasta etmiş, nefsini şımartmış bir kısım ihtiyarların ruhunda temizlik yapsın; tevhid hakkında şeytan ve nefsin şerrinden kurtulsun. Şöyle ki:
Ulûm-u felsefiyenin vekâleti namına nefsim dedi ki: «Bu kâinattaki eşyanın, tabiatiyle bu mevcudata müdahaleleri var, her şey bir sebebe bakar. Meyvayı ağaçtan, hububatı topraktan istemeli. En cüz'î, en küçük bir şeyi de Allahtan istemek ve Allaha yalvarmak ne demektir?» O vakit Nur-u Kur'ân ile, sırr-ı tevhid şu gelecek suretle inkişaf etti. Kalbim o mütefessif nefsime dedi: En cüz'î ve en küçük şey, en büyük şey gibi doğrudan doğruya bütün kâinat hâlikının kudretinden gelir ve hazinesinden çıkar. Başka suretle olamaz! Esbab ise, bir perdedir. Çünkü, en ehemmiyetsiz ve en küçük zannettiğimiz mahlûklar, bazan sanat ve hilkat cihetinde en büyüğünden daha büyük olur. Sinek, tavuktan sanatça ileri geçmezse de, geri de kalmaz. Öyle ise, büyük küçük tefrik edilmeyecek; ya bütünü esbab-ı maddiyeye taksim edilecek veyahut bütünü birden bir tek zâta verilecektir. Birinci şık muhal olduğu gibi, bu şık vâcibdir, zarurîdir. Çünkü bir tek zâta, yâni bir Kadîr-i Ezelîye verilse, madem bütün mevcudatın intizamat ve hikmetleriyle vücudu kat'î tahakkuk eden ilmi her şeyi ihata ediyor ve madem ilminde her şeyin miktarı taayyün ediyor ve madem bilmüşahede her vakit hiçten, nihayetsiz suhuletle nihayetsiz sanatlı masnular vücuda geliyor ve madem o Kadîr-i Alîmin, bir kibrit çakar gibi «Emr-i Kün Feyekûn» ile hangi şey olursa olsun icat edebildiğini, hadsiz kuvvetli deliller ile çok risalelerde beyan ettiğimiz ve hususan «Yirminci Mektub» ve «Yirmi Üçüncü Lem'a» nın âhirinde isbat edildiği gibi, hadsiz bir kudreti var... Elbette, bilmüşahede görülen harikulâde suhulet ve kolaylık, o ihata-i ilmiyeden ve azamet-i kudretten geliyor. Meselâ:
Nasıl ki göze görülmeyen eczalı bir mürekkeple yazılan bir kitaba, o yazıyı göstermeye mahsus bir ecza sürülse, o koca kitab, birden her bir göze vücudunu gösterip kendini okutturur; aynen öyle de; o Kadîr-i Ezelînin ilm-i muhitinde, her şeyin suret-i mahsusası bir miktar-ı muayyen ile taayyün ediyor. O Kadîr-i Mutlak «Emr-i Kün Feyekûn» ile, o hadsiz kudretiyle ve nâfiz iradesiyle, o yazıya sürülen ecza gibi, gayet kolay ve suhulet ile kudretin bir cilvesi olan kuvvetini, o mahiyet-i ilmiyeye sürer, o şeye vücud-u harîcî verir, göze gösterir, nukuş-u hikmetini okutturur. Eğer bütün eşya birden o Kadir-i Ezelîye ve Alîm-i Külli Şey'e verilmezse; o vakit sinek gibi en küçük bir şeyin vücudunu dünyanın ekser nevilerinden hususî bir mizan ile toplamak lâzım gelmekle beraber; o küçücük sineğin vücudunda çalışan zerreler, o sineğin sırr-ı hilkatini ve kemal-i sanatını bütün dekaikiyle bilmekle olabilir. Çünkü: Esbab-ı tabiîye ile esbab-ı maddîye, bilbedahe ve umum ehl-i aklın ittifakiyle, hiçten icat edemez. Öyle ise, herhalde onlar icat etse, elbette toplayacak. Madem toplayacak, hangi zîhayat olursa olsun, ekser ânâsır ve envaından nümuneler içinde vardır. Adeta kâinatın bir hülâsası, bir çekirdeği hükmündedir. Elbette o halde bir çekirdeği bütün bir ağaçtan, bir zîhayatı bütün ruy-i zeminden ince elekle eleyip ve en hassas bir mizan ile ölçüp toplattırmak lâzım geliyor. Ve madem esbab-ı tabiîye cahildir, câmiddir, bir ilmi yoktur ki, bir plân, bir fihriste, bir model, bir program takdir etsin; ona göre mânevî kalıba gelen zerratı eritip döksün; tâ dağılmasın, intizamını bozmasın.
Halbuki her şeyin şekli, heyeti, hadsiz tarzlarda olabildiği için hadsiz had ve hesaba gelmez eşkâller, miktarlar içinde bir tek şekil ve miktarda sel gibi akan ânâsırın zerreleri dağılmayarak muntazaman, miktarsız, kalıpsız, birbiri üstünde kütle halinde durdurmak ve zîhayata muntazam bir vücud vermek; ne derece imkândan, ihtimalden, akıldan uzak olduğu görünüyor. Elbette kimin kalbinde körlük yoksa görür.
Evet, bu hakikata binaen:
اِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُ
bu Âyet-i Azîmenin (Hâşiye) sırriyle, bütün esbab-ı maddîye toplansa, onların ihtiyarları da olsa, bir tek sineğin vücudunu ve o vücudun cihazatını mizan-ı mahsusla toplayamazlar. Toplasalar da, o vücudun mikdar-ı muayyenesinde durduramazlar. Durdursalar da, daima tazelenmekte olan ve o vücuda gelip çalışan zerratı muntazaman çalıştıramazlar. Öyle ise; bilbedahe, esbab bu eşyaya sahip çıkamazlar. Demek sahib-i hakikîleri başkadır. Evet, öyle bir sahib-i hakikîleri var ki,
مَا خَلَقَكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ
Âyetinin sırriyle, bütün zeminin yüzündeki zîhayatı, bir sineğin ihyası kadar kolay yapar. Bir baharı, bir tek çiçek kolaylığında icat eder. Çünkü toplamaya muhtaç değil. «Emr-i Kün Feyekûn» e malik olduğundan ve her baharda hadsiz mevcudat-ı bahariyenin madde-i unsuriyesinden başka hadsiz sıfat ve ahval ve eşkâllerini hiçten icat ettiğinden ve ilminde her şeyin plânı, modeli, fihristesi ve programı taayyün ettiğinden ve bütün zerrat onun ilim ve kudreti dairesinde hareket ettiklerinden, kibrit çakar gibi her şeyi nihayet kolaylıkla icat eder ve hiçbir şey, zerre miktar hareketini şaşırmaz. Seyyarat, mutî bir ordusu olduğu gibi zerrat dahi muntazam bir ordusu hükmüne geçer.
______________________________
Hâşiye: Allahtan başka, bütün çağırdığınız ve ibadet ettiğiniz şeyler toplansalar, bir sineği halkedemezler.
Madem o kudret-i ezelîyeye istinaden hareket ediyorlar ve o ilm-i ezelînin düstûrlariyle çalışıyorlar, elbette o eserler, o kudrete göre vücuda gelir. Yoksa, o küçük, ehemmiyetsiz şahsiyetlerine bakmakla o eserler küçülmez. O kudrete intisab kuvvetiyle bir sinek, bir Nemrud'u gebertir; karınca, Firavun'un sarayını harap eder; zerre gibi küçük çam tohumu, dağ gibi koca bir çam ağacının yükünü omuzunda taşıyor. Bu hakikati çok risalelerde isbat ettiğimiz gibi, nasıl ki bir nefer askerlik vesikasiyle padişaha intisab noktasında, yüzbin defa kendi kuvvetinden fazla bir şahı esir etmek gibi eserlere mazhar olur. Öyle de; her şey o kudret-i ezelîyeye intisabiyle, yüzbin defa esbab-ı tabiîyenin fevkinde mucizat-ı sanata mazhar olabilir.
Elhâsıl, her şeyin nihayet derecede hem sanatlı, hem sühuletli vücudu gösteriyor ki; muhit bir ilim sahibi olan bir Kadîr-i Ezelînin eseridir: Yoksa, yüzbin muhal içinde, değil vücuda gelmek, belki imkân dairesinden çıkıp, imtina dairesine girecek ve mümkün suretinden çıkıp mümteni mahiyetine girecek ve hiçbir şey vücuda gelmeyecek, belki de vücuda gelmesi muhal olacaktır.
İşte bu gayet ince ve gayet kuvvetli ve gayet derin ve gayet zâhir bir bürhan ile şeytanın muvakkat bir şakirdi ve ehl-i dalâletin ve ehl-i felsefenin bir vekili olan nefsim sustu. Ve Lillâhilhamd, tam imana geldi ve dedi ki: Evet bana öyle bir Hâlik ve Rab lâzım ki, en küçük hatırat-ı kalbimi ve en hafi niyazımı bilecek ve en gizli ihtiyac-ı ruhumu yerine getirdiği gibi, bana saadet-i ebediyeyi vermek için koca dünyayı Âhirete tebdil edecek ve bu dünyayı kaldırıp Âhireti yerine kuracak. Hem sineği halk ettiği gibi, semavatı da icat edecek; hem güneşi semanın yüzüne bir göz olarak çaktığı gibi, bir zerreyi de gözbebeğimde yerleştirecek bir kudrete malik olsun. Yoksa sineği halkedemeyen; hatırat-ı kalbime müdahale edemez, niyaz-ı ruhumu işitemez. Semavatı halketmeyen, saadet-i ebediyeyi bana veremez. Öyle ise benim Rabbim odur ki; hem hatırat-ı kalbimi ıslah eder, hem cevv-i havayı bulutlarla bir saatte doldurup boşalttığı gibi; dünyayı âhirete tebdil edip, Cenneti yapıp, kapısını bana açar. «Haydi gir» der.
İşte ey nefsim gibi bedbahtlık neticesinde bir kısım ömrünü nursuz felsefî ve ecnebi fünuna sarfeden ihtiyar kardeşlerim! Kur'ânın lisanındaki mütemadiyen «LA İLÂHE İLLÂ HU» ferman-ı kudsîsinden ne kadar kuvvetli ve ne kadar hakikatli ve hiç bir cihette sarsılmaz ve zedelenmez ve tegayyür etmez bir rükn-ü imanîyi anlayınız ki, nasıl bütün mânevî zulümatı dağıtır ve mânevî yaraları tedavi eder...»
* * *
İstanbul'da Dârülhikmet'te bulunduğu zaman, Sünuhat Risalesinde yazdığı gayet acib bir vakıa-i ruhaniye:
Rü'yada Bir Hitabe
1335 senesi Eylülünde, dehrin hâdisatının verdiği yeis ile şiddetle muzdarib idim. Şu kesif zulmet içinde bir nur arıyordum. Manen rü'ya olan yakazada bulamadım. Hakikaten yakaza olan rü'ya-yı sadıkada bir ziya gördüm. Tafsilatı terk ile, bana söylettirilmiş noktaları kaydedeceğim. Şöyle ki:
Bir Cuma gecesinde nevm ile âlem-i misale girdim. Biri geldi dedi:
- Mukadderat-ı İslâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem seni istiyor.
Gittim... Gördüm ki: Münevver, emsalini dünyada görmediğim, selef-i sâlihînden ve a'sarın meb'uslarından her asrın meb'usları içinde bulunur bir meclis gördüm. Hicab edip kapıda durdum.
Onlardan bir zât dedi ki:
- Ey felâket helâket asrının adamı! Senin de reyin var, fikrini beyan et.
Ayakta durup dedim:
- Sorun, cevab vereyim.
Biri dedi:
- Bu mağlubiyetin neticesi ne olacak? Galibiyette ne olurdu?...
Dedim:
- Musibet, şerr-i mahz olmadığı için, bazan saadette felâket olduğu gibi, felâketten dahi saadet çıkar. Eskiden beri i'la-yı kelimetullah ve beka-yı istiklaliyet-i İslâm için farz-ı kifaye-i cihadı deruhde ile, kendini yek-vücud olan âlem-i İslâma fedaya vazifedar ve hilafete bayrakdar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felâketi, âlem-i İslâmın saadet-i müstakbelesiyle telafi edilecektir. Zira şu musibet, maye-i hayatımız ve âb-ı hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiyenin inkişaf ve ihtizazını hârikulâde tacil etti. Biz incinir iken, âlem-i İslâm ağlıyor. Avrupa ziyade incitse, bağıracaktır. Şayet ölsek, yirmi öleceğiz, üçyüz dirileceğiz. Hârikalar asrındayız. İki-üç sene mevtten sonra meydanda dirilenler var. Biz mağlubiyetle bir saadet-i âcile-i عَاجِلَهء muvakkata kaybettik; fakat bir saadet-i âcile-i آجِلَهءِ müstemirre bizi bekliyor. Pek cüz'î ve mütehavvil ve mahdud olan hali, geniş istikbal ile mübadele eden kazanır.
Birden meclis tarafından denildi:
- İzah et!
Dedim:
-Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevki ediyor. Zira beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr olmak da istemez. Galib olsa idik, hasmımız düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidaneye belki daha şedidane kapılacak idik. Halbuki o cereyan hem zalimane, hem tabiat-ı âlem-i İslâma münafî, hem ehl-i imanın ekseriyet-i mutlakasının menfaatine mübayin, hem ömrü kısa, parçalanmaya namzeddir. Eğer ona yapışsa idik, âlem-i İslâmı fıtratına, tabiatına muhalif bir yola sürükleyecek idik. Şu medeniyet-i habise ki, biz ondan yalnız zarar gördük. Ve nazar-ı şeriatta merdud ve seyyiatı hasenatına galebe ettiğinden; maslahat-ı beşer fetvasıyla mensuh ve intibah-ı beşerle mahkûm-u inkıraz, sefih, mütemerrid, gaddar, manen vahşi bir medeniyetin himayesini Asya'da deruhde edecek idik.
Meclisten biri dedi:
- Neden şeriat şu medeniyeti (*) reddediyor?
_____________________________
(*): Bizim muradımız, medeniyetin mehasini ve beşere menfaatı bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki; ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip, taklid edip malımızı harab ettiler. Medeniyetin günahları, iyiliklerine galebe edip seyyiatı hasenatına racih gelmekle, beşer iki harb-i umumî ile dehşetli tokat yeyip o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşâallah istikbaldeki İslâmiyet'in kuvvetiyle, medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizliyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.
Dedim:
- Çünki beş menfî esas üzerine teessüs etmiştir. Nokta-i istinadı kuvvettir. O ise şe'ni, tecavüzdür. Hedef-i kasdı, menfaattır. O ise şe'ni, tezahümdür. Hayatta düsturu cidaldir. O ise şe'ni, tenazu'dur. Kitleler mabeynindeki rabıtası, âheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir. O ise şe'ni, böyle müdhiş tesadümdür. Cazibedar hizmeti, heva ve hevesi teşci' ve arzularını tatmin ve metalibini teshildir. O heva ise şe'ni, insaniyeti derece-i melekiyeden dereke-i kelbiyete indirmektir, insanın mesh-i manevîsine sebeb olmaktır. Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir. İşte onun için bu medeniyet-i hazıra, beşerin yüzde seksenini meşakkate şekavete atmış; onunu mümevveh (hayalî) saadete çıkarmış, diğer onu da beyne-beyne (ikisi ortası) bırakmış. Saadet odur ki: Külle ya eksere saadet ola. Bu ise ekall-i kalilindir ki, nev-i beşere rahmet olan Kur'an ancak umumun, lâakal ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder. Hem serbest hevanın tahakkümüyle, havaic-i gayr-ı zaruriye havaic-i zaruriye hükmüne geçmişlerdir. Bedeviyette bir adam dört şeye muhtaç iken; medeniyet yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Sa'y masrafa kâfi gelmediğinden hileye harama sevketmekle, ahlâkın esasını şu noktadan ifsad etmiştir. Cemaate nev'e verdiği servet haşmete bedel, ferdi şahsı fakir, ahlâksız etmiştir.
Kurûn-u ulânın mecmu-u vahşetini, şu medeniyet bir defada kustu!
Âlem-i İslâm'ın şu medeniyete karşı istinkâfı ve soğuk davranması ve kabulde ızdırabı cây-i dikkattir. Zira istiğna ve istiklaliyet hassasıyla mümtaz olan şeriattaki İlahî hidayet, Roma felsefesinin dehasıyla aşılanmaz, imtizac etmez, bel' olunmaz, tâbi' olmaz... Bir asıldan tev'em (ikiz) olarak neş'et eden eski Roma ve Yunan iki dehalarıyla; su ve yağ gibi mürur-u a'sar (asırlar), medeniyet ve Hristiyanlığın temzicine çalıştığı halde, yine istiklallerini muhafaza, âdeta tenasühle o iki ruh şimdi de başka şekillerde yaşıyorlar. Onlar tev'em ve esbab-ı temzic varken imtizac olunmazsa, şeriatın ruhu olan nur-u hidayet, o muzlim pis medeniyetin esası olan Roma dehasıyla hiçbir vakit mezc olunmaz, bel' olunmaz...
Dediler:
- Şeriat-ı Garra'daki medeniyet nasıldır?
Dedim:
-Şeriat-ı Ahmediye'nin (A.S.M) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet ise ki, medeniyet-i hazıranın inkişaından inkişaf edecektir. Onun menfî esasları yerine müsbet esaslar vaz'eder. İşte nokta-i istinad, kuvvete bedel haktır ki, şe'ni adalet ve tevazündür. Hedef de menfaat yerine fazilettir ki, şe'ni muhabbet ve tecazübdür. Cihet-ül vahdet de unsuriyet ve milliyet yerine, rabıta-i dinî, vatanî, sınıfîdir ki, şe'ni samimî uhuvvet ve müsalemet ve haricin tecavüzüne karşı yalnız tedafü'dür. Hayatta düstur-u cidal yerine düstur-u teavündür ki, şe'ni ittihad ve tesanüddür. Heva yerine hüdadır ki, şe'ni insaniyeten terakki ve ruhen tekâmüldür. Hevayı tahdid eder, nefsin hevesat-ı süfliyesinin teshiline bedel, ruhun hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder. Demek biz mağlubiyetle ikinci cereyana takıldık ki, mazlumların ve cumhurun cereyanıdır. Başkalarından yüzde seksen fakir ve mazlumsa; İslâm'dan doksan, belki doksanbeştir. Âlem-i İslâm şu ikinci cereyana karşı lâkayd veya muarız kalmakla, hem istinadsız hem bütün emeğini heder hem onun istilasıyla istihaleye maruz kalmaktan ise, âkılane davranıp onu İslâmî bir tarza çevirip kendine hâdim kılmaktır. Zira düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur. Nasılki düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır. Şu iki cereyan birbirine zıd, hedefleri zıd, menfaatleri zıd olduğundan; birincisi dese "Öl!", diğeri diyecek "Diril!" Birinin menfaatı, zarar - ihtilaf - tedenni - za'f - uyumamızı istilzam ettiği gibi; ötekinin menfaatı dahi, kuvvetimizi ittihadımızı bizzarure iktiza eder.
Şark husumeti, İslâm inkişafını boğuyordu; zâil oldu ve olmalı. Garb husumeti, İslâm'ın ittihadına, uhuvvetin inkişafına en müessir sebebdir, bâki kalmalı.
Birden o meclisten tasdik emareleri tezahür etti. Dediler:
-Evet ümidvar olunuz, şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sada, İslâm'ın sadası olacaktır!
Tekrar biri sordu:
- usibet cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddemesidir. Hangi fiilinizle kadere fetva verdirdiniz ki şu musibetle hükmetti? Musibet-i amme, ekseriyetin hatasına terettüb eder. Hazırda mükâfatınız nedir?
Dedim:
- Mukaddemesi, üç mühim erkân-ı İslâmiyedeki ihmalimizdir: Salât, savm, zekat. Zira yirmidört saattan yalnız bir saatı, beş namaz için Hâlık Teâlâ bizden istedi. Tenbellik ettik. Beş sene yirmidört saat talim, meşakkat, tahrik ile bir nevi namaz kıldırdı. Hem senede yalnız bir ay oruç için nefsimizden istedi. Nefsimize acıdık. Keffareten beş sene oruç tutturdu. On'dan kırktan yalnız biri, ihsan ettiği maldan zekat istedi. Buhl ettik, zulmettik. O da bizden müterakim zekatı aldı. ( El-Cezâü Min Cins-il-Amel)...
Mükâfat-ı hazıramız ise; fâsık, günahkâr bir milletten hums olan dört milyonu velayet derecesine çıkardı; gazilik, şehadetlik verdi. Müşterek hatadan neş'et eden müşterek musibet, mazi günahını sildi.
Yine biri dedi:
- Bir âmir, hata ile felâkete atmış ise?
Dedim:
- Musibet-zede mükâfat ister. Ya âmir-i hatadarın hasenatı verilecektir, o ise hiç hükmünde, veya hazine-i gayb verecektir. Hazine-i gaybda böyle işlerdeki mükâfatı ise, derece-i şehadet ve gaziliktir.
Baktım meclis istihsan etti. Heyecanımdan uyandım. Terli, el-pençe yatakta oturmuş kendimi buldum. O gece böyle geçti.
* * *
Bediüzzaman, yanında başka kitablar bulundurmuyordu.
-Neden başka kitablara bakmıyorsun? denildiğinde, buyururlardı ki:
-Her şeyden zihnimi tecrid ile Kur'andan fehmediyorum.
Eserlerden nakletse de, bazı mühim gördüğü mesaili, tağyir etmeden alırdı.
-Ne için aynen böyle tekrar ediyorsun? diye sorulduğunda:
-Hakikat usandırmaz, libası değiştirmek istemem, buyururdu.
Yukarıda bir nebze zikredilmişti ki, Bediüzzaman, Hakaik-i Kur'aniyeye (Haşiye) ait oniki te'lifatını tab'ettirmişti. Bu eserlerden üç-dördü Türkçe olup, mütebâkisi Arabîdirler. Bu zamana kadar hiç bir kitabta emsali bulunmayan bir tarz-ı beyan ve ifade ile hakikatları isbat ediyorlar.
Dâr-ül Hikmet'te bulunduğu zamanlarda geçirdiği bir inkılab-ı ruhîyi, bilâhare neşrettiği bir eserinde şöyle beyan ediyor:
«Eski Saidin gafil kafasına müthiş tokatlar indi, «El-Mevtü Hakkun» kaziyesini düşündü; kendini bakaklık çamurunda gördü, medeb istedi, bir yol aradı, bir halâskâr taharri etti, gördü ki yollar muhtelif, tereddüdde kaldı. Gavs-ı Âzam olan Şeyh Geylânî'nin (R.A.) «Fütûh-ül-Gayb» nâmındaki kitabiyle tefe'ül etti, tefe'ülde şu çıktı: اَنْتَ فِى دَارِ الحِكْمَةِ فَاطْلُبُ طَبِيبًا يُدَاوِى قَلْبَكَ
Acibdir ki, o vakit ben, Darül-Hikmetil-İslâmiye azası idim. Güya ehl-i İslâmın yaralarını tedaviye çalışan bir hekim idim; halbuki en ziyade hasta ben idim. Hasta evvelâ kendine bakmalı, sonra hastalara bakabilir.
________________________
Hâşiye: Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin İstanbul'da ve bir kısmını bilâhare Ankara'da tab' ile neşrettiği o zamanki eserleri, kırk sene sonra "Arabî Mesnevî-i Nuriye" ismiyle bir arada bir mecmua halinde neşredildi. İşte bu Mesnevî-i Nuriye'nin mukaddemesinde bu eserler hakkında diyor:
«Kırk elli sene evvel eski Said, ziyade ulûm-u akliye ve felsefiyede hareket ettiği için harikatül-hakaika karşı ehl-i tairakt ve ehl-i hakikat gibi bir meslek aradı. Ekser ehl-i tarikat gibi, yalnız kalben harekete kanaat edemedi. Çünki aklı, fikri hikmet-i felsefe ile bir derece yaralı idi; tedavi lâzımdı. Sonra; hem kalben, hem aklen hakikata giden bazı büyük ehl-i hakikatın arkasında gitmek istedi. Baktı; onların herbirinin ayrı, cazibedar bir hassası var. Hangisinin arkasından gideceğine tahayyürde kaldı. İmam-ı Rabbanî de, ona gaybî bir tarzda «Tevhid-i kıble et» demiş. Yâni: «Yalnız bir Üstadın arkasından git.» O çok yaralı Eski Saidin kalbine geldi ki: Üstad-ı hakikî Kur'andır, tevhid-i kıble bu üstadla olur, diye yalnız o üstad-ı kudsînin irşadiyle hem kalbi, hem ruhu, gayet garip bir tarzda sülûka başladılar. Nefs-i emmaresi de, şükûk ve şübehatiyle onu manevî ve ilmî mücahedeye mecbur etti. Gözü kapalı olarak değil, belki İmam-ı Gazali, Mevlâna Celâleddin ve İmam-ı Rabbanî gibi kalb, ruh ve akıl gözleri açık olarak, ehl-i istiğrakın akıl gözünü kapadığı yerlerde, o makamlarda gözü açık olarak gezmiş. Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Kur'anın dersiyle, irşadiyle hakikata bir yol bulmuş. Hattâ, وَفِى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اَيَةٌ تَدُلُّ عَلَى اَنَّهُ وَاحِدٌ hakikatına mazhar olduğunu Yeni Saidin Risale-i Nuriyle göstermiş. Mevlâna Celâleddin, İmam-ı Rabbanî ve İmam-ı Gazalî gibi akıl ve kalb ittifakiyle gittiği için, herşeyden evvel
İşte, Hazret-i Şeyh bana der ki: «Sen kendin hastasın, kendine bir tabib ara!» Ben dedim: «Sen tabibim ol!» Tuttum, kendimi ona muhatab addederek o kitabı bana hitab ediyor gibi okudum. Fakat kitabı çok şiddetli idi, gururumu dehşetli kırıyordu, nefsimde şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı; dayanamadım, yarısına kadar kendimi ona muhatap ederek okudum, bitirmeye tahammülüm kalmadı. O kitabı dolaba koydum. Fakat sonra ameliyat-ı şifâkâraneden gelen acılar gitti, lezzet geldi. O birinci üstadımın kitabını tamam okudum ve çok istifade ettim. Ve onun virdini ve münacaatını dinledim, çok istifaza ettim. Sonra, İmam-ı Rabbaninin «Mektubat» kitabını gördüm, elime aldım, halis bir tefe'ül ederek açdım. Acaibdendir ki, bütün Mektubatında yalnız iki yerde «Bediüzzaman» lâfzı var. O iki mektub bana birden açıldı. Pederimin ismi Mirza olduğundan, o mektupların başında; «Mirza Bediazzamana mektup» diye yazılı olarak gördüm. Fesübbanallah! dedim, bu bana hitap ediyor. O zaman, Eski Saidin bir lâkabı Bediüzzaman idi. Halbuki Hicretin üçyüz senesinde Bediüzzaman-ı Hemedânî'den başka o lâkabla iştihar etmiş zatları bilmiyordum. Demek, imamın zamanında dahi öyle bir adam vardı ki, ona, o iki mektubu yazmış. O zatın hali benim halime benziyormuş ki, o iki mektubu kendi derdime deva buldum. Yalnız, İmam o mektublarında tavsiye ettiği gibi çok mektublarında musırrane şunu tavsiye ediyor. «Tevhid-i kıble et» yani: «Birini üstad tut, arkasından git, başkasiyle meşgul olma.» Şu en mühim tavsiyesi, benim istidadıma ve ahvâl-i ruhiyeme muvafık gelmedi.
________________________________________
kalb ve ruhun yaralarını tedavi ve nefsinin evhamdan kurtulmasını te'mine çalışıp Felillâhilhamd Eski Said, Yeni Saide inkılâb etmiş. Aslı Farisî, sonra Türkçe olan Mesnevi-i Şerif gibi, o da , Arabça bir nevi mesnevi hükmünde «Katre», «Hubab», «Habbe», «Zühre», «Zerre», «Şemme», «Şûle», «Lema'lar», «Reşhalar», «Lasiyyemalar» vesaire dersleri ve Türkçe de, «Nokta» ve «Lemeât» ı gayet kısa bir surette yazmış, fırsat buldukça da tabetmiş. Yarım asra yakın o mesleği Risale-i Nur suretinde, fakat dahilî nefs ve şeytanla mücadeleye bedel; hariçte, muhtaç mütehayyirlere ve dalâlete giden ehl-i felsefeye karşı Risale-i Nur, geniş ve küllî mesnevîler hükmüne geçti.
...............................................................
O fidanlık mesnevî, turuk-u hafiye gibi enfüsî ve dahili cihetinde çalışmış, kalb ve ruh içinde yol açmağa muvaffak olmuş. Bahçesi olan Risale-i Nur; hem enfüsî hem ekser cihetinde turuk-u cehriye gibi afakî ve hariç daireye bakıp, mârifetullaha geniş ve her yerde yol açmış. Adeta, Musa Aleyhisselâmın Asası gibi nereye vurmuş, su çıkarmış.
Hem; Risale-i Nur, hükema ve ulemanın mesleğinde gitmeyip, Kur'ânın bir i'caz-ı manevisiyle herşeyde bir pencere-i marifet açmış, bir senelik işi bir saatte görür gibi, Kur'âna mahsus bir sırrı anlamıştır ki, bu dehşetli zamanda hadsiz ehl-i inadın hücumlarına karşı mağlub olmayıp galebe etmiş...»
Ne kadar düşündüm.. bunun arkasından mı, yoksa ötekinin mi arkasından gideyim? Tahayyürde kaldım. Herbirinde ayrı ayrı cazibedar hâsiyetler var; biriyle iktifa edemiyordum. O tahayyürde iken, Cenab-ı Hakkın rahmetiyle kalbime geldi ki: Bu muhtelif turukların başı ve şu cedvellerin menbaı ve şu seyyarelerin güneşi, Kur'an-ı Hakîmdir, hakikî tevhid-i kıble bunda olur. Öyle ise en âlâ mürşid de ve en mukaddes üstad da odur, ona yapıştım.(Hâşiye) ...........»
* * *
Harb-i Umumî'de mağlubiyetimizden dolayı fazla müteessir olduğunuzu görüyoruz diyenlere cevaben:
- Ben kendi elemlerime tahammül ettim; fakat ehl-i İslâmın eleminden gelen teellümat beni ezdi. Âlem-i İslâma indirilen darbelerin, en evvel kalbime indiğini hissediyorum. Onun için bu kadar ezildim. Fakat bir ışık görüyorum ki, o elemlerimi unutturacak inşâallah diyerek tebessüm eylerdi.
İstanbul'da en büyük ve en ehemmiyetli ve tesirli hizmet-i vataniye ve milliyesinden birisi de "Hutuvat-ı Sitte" adlı eseriyle gaddar zalimlerin yüzlerine tükürüp, izzet-i diniyeyi ve şeref-i İslâmiyeyi muhafaza etmesidir. İstanbul'un yabancılar tarafından işgali sıralarında, İngiliz Anglikan Kilisesi'nin Meşihat-ı İslâmiye'den sorduğu altı sualine, altı tükürük manasında verdiği makul ve sert cevabları, onun derece-i cesaret ve kemalât ve şecaatını fiilen göstermektedir. "Hutuvat-ı Sitte"yi neşrettiği zaman, Çanakkale'de muharebe oluyordu. İstanbul'un işgalini müteakib İngiliz Başkumandanı'na bu eser gösterilir ve Bediüzzaman'ın bütün kuvvetiyle aleyhte bulunduğu kendisine ihbar edilir. O cebbar kumandan, idam kararıyla vücudunu ortadan kaldırmak istedi ise de; fakat kendisine, Bediüzzaman idam edilirse bütün Şarkî Anadolu İngiliz'e ebediyen adavet edeceği ve aşiretler her ne pahasına olursa olsun isyan edecekleri söylenmesi üzerine bir şey yapamaz.
İstanbul'da İngilizler desiseleriyle Şeyhülislâmı ve diğer bazı ülemayı lehlerine çevirmeğe çalışmalarına mukabil, Bediüzzaman "Hutuvat-ı Sitte" adlı eseri ve İstanbul'daki faaliyeti ile; İngiliz'in âlem-i İslâm ve Türkler aleyhindeki müstemlekecilik siyasetini ve entrikalarını, tarihî düşmanlığını etrafa neşrederek Anadolu'daki Millî Kurtuluş Hareketini desteklemiş, bu hususta en büyük âmillerden birisi olmuştu.
Bu hizmetine dair kendi ifadesinden bir parça:
Bir zaman İngiliz Devleti, İstanbul Boğazı'nın toplarını tahrib ve İstanbul'u istilâ ettiği hengâmda; o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesi'nin başpapazı tarafından Meşihat-ı İslâmiye'den dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye'nin azası idim. Bana dediler: "Bir cevab ver. Onlar altı suallerine, altı yüz kelime ile cevab istiyorlar." Ben dedim: "Altıyüz kelime ile değil, altı kelime ile de değil, hattâ bir kelime ile değil; belki bir tükürük ile cevab veriyorum! Çünki o devlet, işte görüyorsunuz ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!.." demiştim.
* * *
İstanbul'daki çok ehemmiyetli ve muvaffakıyetli hizmetinden, Türk Milletine pek ziyade menfaatler husule geldiğini müşahede eden Ankara Hükûmeti; Bediüzzaman'ın kıymet ve ehemmiyetini takdir ederek Ankara'ya davet ederler. M. Kemal Paşa şifre ile davet etmiş ise de, cevaben:
-Ben tehlikeli yerde mücahede etmek istiyorum. Siper arkasında mücahede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu'dan ziyade, burayı daha tehlikeli görüyorum, demiştir.
Üç defa şifre ile davet ediliyor. Eski Van Valisi, dostu meb'us Tahsin Bey vasıtasıyla davet edildiği için, nihayet karar verir ve Ankara'ya gelir. Ankara'da alkışlarla karşılanır. Fakat ümid ettiği muhiti bulamaz. Kendisi Hacı Bayram civarında ikamet eder. Meclis-i Meb'usan'da dine karşı gördüğü lâkaydlık ve garblılaşmak bahanesi altında, Türk Milleti'nin kudsî mefahir-i tarihiyesi olan şeair-i İslâmiyeden bir soğukluk gördüğü için, meb'usların ibadete, bilhassa namaza müdavim olmalarının lüzum ve ehemmiyetine dair bir beyanname neşreder ve meb'uslara dağıtır. Kâzım Karabekir Paşa da M. Kemal'e okur. O beyanname şudur:
يَا اَيُّهَا الْمَبْعُوثُونَ اِنَّكُمْ لَمَبْعُوثُونَ لِيَوْمٍ عَظِيمٍ
"Ey mücahidîn-i İslâm ve ey ehl-i hall ve akd!.."
Bu fakirin, bir mes'elede on sözünü, birkaç nasihatını dinlemenizi rica ediyorum.
1- Şu muzafferiyetteki hârikulâde nimet-i İlahiye bir şükür ister ki devam etsin, ziyade olsun. Yoksa nimet böyle şükür görmezse, gider. Madem ki Kur'anı, Allah'ın tevfikiyle düşmanın hücumundan kurtardınız. Kur'anın en sarih ve en kat'î emri olan "salât" gibi feraizi imtisal etmeniz lâzımdır. Ta onun feyzi, böyle hârika suretinde üstünüzde tevali ve devam etsin.
2- Âlem-i İslâm'ı mesrur ettiniz, muhabbet ve teveccühünü kazandınız. Lâkin o teveccüh ve muhabbetin idamesi, şeair-i İslâmiyeyi iltizam ile olur. Zira müslümanlar, İslâmiyet hasebiyle sizi severler.
3- Bu âlemde, evliyaullah hükmünde olan gazi ve şühedalara kumandanlık ettiniz! Kur'anın evamir-i kat'îsine imtisal etmekle, öteki âlemde de o nuranî güruha refik olmaya çalışmak, âlî himmetlerin şe'nidir. Yoksa burada kumandan iken, orada bir neferden istimdad-ı nur etmeğe muztar kalacaksınız. Bu dünya-yı deniyye, şan ve şerefiyle öyle bir meta' değil ki, aklı başındaki insanları işba' etsin, tatmin etsin ve maksud-u bizzât olsun.
4- Bu millet-i İslâm'ın cemaatleri, her ne kadar bir cemaat namazsız kalsa, hattâ fâsık da olsa, yine başlarındakini mütedeyyin görmek ister. Hattâ umum şarkta, umum memurlara dair en evvel sordukları sual bu imiş:
- Acaba namaz kılıyorlar mı? derler, namaz kılarsa mutlak emniyet ederler; kılmazsa, ne kadar muktedir olsa nazarlarında müttehemdir.
Bir zaman Beytüşşebab aşairinde isyan vardı. Ben gittim sordum:
-Sebeb nedir?
Dediler ki:
-Kaymakamımız namaz kılmıyordu; öyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz? Halbuki bu sözü söyliyenler de namazsız, hem de eşkiya idiler.
5- Enbiyanın ekseri Şarkta ve hükemanın ağlebi Garbda gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki, şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir; akıl ve felsefe değildir. Madem şarkı intibaha getirdiniz, fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa sa'yiniz ya hebaen-mensurâ gider veya sathî kalır.
6- Hasmınız ve İslâmiyet düşmanı İngiliz, dindeki kayıdsızlığınızdan pek fazla istifade ettiler ve ediyorlar. Hattâ diyebilirim ki; Yunan kadar İslâm'a zarar veren, dinde ihmalinizden istifade eden insanlardır. Maslahat-ı İslâmiye ve selâmet-i millet namına bu ihmali, a'male tebdil etmeniz gerektir. Görülüyor ki; İttihadçıların o kadar azm ve sebat ve fedakârlıklarıyla; hattâ İslâm'ın şu intibahına da sebeb oldukları halde, bir kısmı dinde lâübalilik tavrını gösterdikleri için, dâhildeki milletten nefret ve tezyif gördüler. Hariçteki İslâmlar, dindeki ihmallerini görmedikleri için, onlara takdir ve hürmet verdiler ve veriyorlar.
7- Âlem-i küfür bütün vesaitiyle ve medeniyetiyle, felsefesiyle, fünunuyla, misyonerleriyle âlem-i İslâm'a hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe ettikleri halde âlem-i İslâm'a dinen galebe edemedi. Ve dâhilî bütün fırak-ı dâlle-i İslâmiye, birer kemmiye-i kalile-i muzırra suretinde mahkûm kaldığı ve İslâmiyet metanetini ve salabetini sünnet ve cemaatle muhafaza eylediği bir zamanda, lâübaliyane, Avrupa medeniyet-i habisesinden süzülen bir cereyan-ı bid'akârane sinesinde yer tutamaz. Demek âlem-i İslâm içinde mühim ve inkılabvâri bir iş görmek; İslâmiyet'in desatirine inkıyad ile olabilir, başka olamaz. Hem olmamış, olmuş ise çabuk ölüp sönmüş.
8- Za'f-ı dine sebeb olan Avrupa medeniyet-i sefihanesi yırtılmaya yüz tuttuğu bir zamanda ve medeniyet-i Kur'an'ın zaman-ı zuhuru geldiği bir anda, lâkaydane ve ihmalkârane müsbet bir iş görülmez. Menfîce tahribkârane iş ise, bu kadar rahnelere maruz kalan İslâm, zâten muhtaç değildir.
9- Sizin muzafferiyetinizi ve hizmetinizi takdir eden ve sizi seven, cumhur-u mü'minîndir ve bilhassa tabaka-i avamdır ki, sağlam müslümanlardır. Sizi ciddî sever ve tutar ve size minnetdardır ve fedakârlığınızı takdir ederler ve intibaha gelmiş en cesîm ve müdhiş bir kuvveti size takdim ederler. Sizi dahi, evamir-i Kur'aniyeyi imtisâl ile onlara ittisal ve istinad etmeniz, maslahat-ı İslâm namına zarurîdir. Yoksa İslâmiyet'ten tecerrüd eden bedbaht, milliyetsiz, Avrupa meftunu, firenk mukallidlerini avam-ı müslimîne tercih etmek, maslahat-ı İslâm'a münafî olduğundan; âlem-i İslâm nazarını başka tarafa çevirecek ve başkasından istimdad edecektir.
10- Bir yolda dokuz ihtimal-i helâket, tek bir ihtimal-i necat varsa; hayatından vazgeçmiş mecnun bir cesur lâzım ki, o yola sülûk etsin. Şimdi, yirmidört saatten bir saati işgal eden namaz gibi zaruriyat-ı diniyenin imtisalinde yüzde doksan dokuz ihtimal-i necat var; yalnız gaflet, tenbellik haysiyetiyle, bir ihtimal zarar-ı dünyevî olabilir. Halbuki feraizin terkinde, doksan dokuz ihtimal-i zarar var. Yalnız gaflete, dalalete istinad eden tek bir ihtimal-i necat olabilir.
Acaba, dine ve dünyaya zarar olan ihmal ve feraizin terkine ne bahane bulunabilir? Hamiyet nasıl müsaade eder? Bahusus bu mücahidîn kumandanlar ve büyük meclis taklid edilir. Kusurlarını, millet ya taklid veya tenkid edecek. İkisi de zarardır. Demek onlarda hukukullah, hukuk-u ibadı da tazammun ediyor. Sırr-ı tevatür ve icmaı tazammun eden hadsiz ihbaratı ve delaili dinlemeyen ve safsata-i nefis ve vesvese-i şeytandan gelen bir vehmi kabul eden adamlarla, hakikî ve ciddî iş görülmez. Şu inkılab-ı azîmin temel taşları sağlam gerek...
Şu meclisin şahsiyet-i maneviyesi, sahib olduğu kuvvet cihetiyle, mana-yı saltanatı deruhde etmiştir. Eğer şeair-i İslâmiyeyi bizzât imtisal etmek ve ettirmekle mana-yı hilafeti dahi vekaleten deruhde etmezse; hayat için dört şeye muhtaç, fakat an'ane-i müstemirre ile günde lâakall beş defa dine muhtaç olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile ihtiyacat-ı ruhiyesini unutmayan milletin hacat-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse; bilmecburiye mana-yı hilafeti tamamen kabul ettiğiniz isme ve resme ve lafza verecek ve o manayı idame etmek için kuvveti dahi verecek. Halbuki Meclis elinde bulunmayan ve Meclis tarîkiyle olmayan öyle bir kuvvet, inşikak-ı asâya sebebiyet verecektir. İnşikak-ı asâ ise, وَ اعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّهِ جَمِيعًا Âyetine zıddır.
Zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî daha metindir ve tenfiz-i ahkâm-ı şer'iyeye daha ziyade muktedirler. Halife-i şahsî, ancak ona istinad ile vezaifini deruhde edebilir. Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ferdin iyiliği de, fenalığı da mahduddur. Cemaatın gayr-ı mahduddur. Harice karşı kazandığınız iyiliği, dâhildeki fenalıkla bozmayınız. Bilirsiniz ki; ebedî düşmanlarınız ve zıdlarınız ve hasımlarınız, İslâm'ın şeairini tahrib ediyorlar. Öyle ise zarurî vazifeniz, şeairi ihya ve muhafaza etmektir. Yoksa şuursuz olarak, şuurlu düşmana yardımdır. Şeairde tehavün, za'f-ı milliyeti gösterir. Za'f ise, düşmanı tevkif etmez, teşci' eder.
حَسْبُنَا اللّهُ وَ نِعْمَ الْوَكِيلُ
* * *
Bu meb'usana hitab, namaz kılanlara altmış meb'us daha ilâve eder. Namazgâh olan küçücük odayı, büyük bir odaya tebdil ettirir.
Bu parça meb'uslara ve umum kumandanlara ve ülemalara okutturulmakla, reisle şiddetli bir münakaşaya sebebiyet verir. Bir gün divan-ı riyasette, elli-altmış meb'us içinde, karşılıklı fikir teatisinde, M. Kemal Paşa:
-Sizin gibi kahraman bir hoca bize lâzımdır; sizi, yüksek fikirlerinizden istifade etmek için buraya çağırdık. Geldiniz, en evvel namaza dair şeyleri yazdınız, aramıza ihtilaf verdiniz, der. Bu söz üzerine Bediüzzaman, birkaç makul cevabı verdikten sonra, şiddetle ve hiddetle iki parmağını ileri uzatarak:
-Paşa.. paşa! İslâmiyet'te imandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur, der. Fakat Paşa tarziye verir, ilişemez.
Bediüzzaman Ankara'da bulunduğu müddetçe, en birinci maksadı olan, Şark Dârülfünununun tesisi için uğraşmaktan kat'iyen geri durmadı. Bir gün meb'uslar heyetine der:
- Bütün hayatımda bu dârülfünunu takib ediyorum. Sultan Reşad ve İttihadcılar, yirmi bin altın lira verdiler. Siz de o kadar ilâve ediniz...
O zaman, yüz elli bin banknot vermeye karar verdiler. Bunun üzerine, "Bunu meb'uslar imza etmelidirler" der. Bazı meb'uslar diyorlar ki:
-Yalnız sen medrese usûlüyle, sırf İslâmiyet noktasında gidiyorsun; halbuki şimdi garblılara benzemek lâzım.
Bediüzzaman:
-O Vilâyât-ı Şarkiye, Âlem-i İslâmın bir nevi merkezi hükmündedir; fünun-u cedide yanında, ulûm-u diniye de lâzım ve elzemdir. Çünki ekser enbiyanın şarkta, ekser hükemanın garbda gelmesi gösteriyor ki; şarkın terakkiyatı dinle kaimdir. Başka vilayetlerde sırf fünun-u cedide okuttursanız da, şarkta her halde millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u diniye esas olmalıdır. Yoksa Türk olmayan müslümanlar, Türk'e hakikî kardeşliğini hissedemeyecek. Şimdi bu kadar düşmanlara karşı, teavün ve tesanüde muhtacız. Hattâ bu hususta size bir hakikatlı misal vereyim:
Eskiden, Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medresemde, hamiyetli ve gayet zeki o talebem, ulûm-u diniyeden aldığı hamiyet dersi ile her vakit derdi: "Sâlih bir Türk, elbette fâsık kardeşimden ve babamdan bana daha ziyade kardeştir ve akrabadır." Sonra aynı talebe, talihsizliğinden, sırf maddî fünun-u cedide okumuş. Sonra ben -dört sene sonra- esaretten gelince onunla konuştum. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki: Ben şimdi, Râfizî bir Kürd'ü, sâlih bir Türk hocasına tercih ederim.
Ben de:
Eyvah! dedim, ne kadar bozulmuşsun? Bir hafta çalıştım, onu kurtardım; eski hakikatlı hamiyete çevirdim.
İşte ey meb'uslar!... O talebenin evvelki hali, Türk Milletine ne kadar lüzumu var. İkinci hali, ne kadar vatan menfaatine uygun olmadığını fikrinize havale ediyorum. Demek -farz-ı muhal olarak- siz başka yerde dünyayı dine tercih edip, siyasetçe dine ehemmiyet vermeseniz de; her halde şark vilayetlerinde din tedrisatına azamî ehemmiyet vermeniz lâzım.
Bu hakikatlı maruzat üzerine, muhalifler dışarı çıkıp, 163 meb'us o kararı imza ederler.
* * *
Bediüzzaman küçük yaşında iken tasavvur ettiği ve hayatını o yolda feda etmeye azmettiği ve hayatının bir gayesi ve neticesi olarak kabul ettiği "Âlem-i İslâm'da büyük bir intibah ve inkişaf" emeliyle Ankara'ya gelmişti. Daha meşrutiyetin ilânından evvel, İstanbul'a gelmeden Şarkî Anadolu'da yüzlerce ehl-i ilim ve erbab-ı fazilet kimselerle mübahaseleri; ve İstanbul'da birdenbire meydana çıkarak, ülemayı hayrete sevketmesi; ve ehl-i siyaseti telaşa düşürmesi; ruhunda büyük bir İslâmî inkılabın müessisi halinin mevcud olduğunu gösteriyordu. Ve kendisi; daha eskiden ruhunda bu vazifenin mes'uliyetini, hem şevk ve sürurunu hissetmişti.
Hürriyetin ilânını müteakib; gazetelerde meşrutiyeti şeriata hâdim yapmakla, Anadolu ve âlem-i İslâm kıt'asında büyük bir saadetin zuhuruna vesile olunacak ümidiyle neşrettiği makaleler ve muhtelif içtimalardaki nutukları, hep bu mezkûr niyet ve tasavvurunun neticesi idi. "El-Hutbet-üş Şamiye", "Sünuhat" ve "Lemaat" gibi bazı eserlerinde de görüldüğü gibi, "Şu istikbal zulümatı ve inkılabları içerisinde en gür ve en muhteşem sada, Kur'anın sadası olacaktır!" diye beyanatı vardı.
Abbasileri müteakiben, âlem-i İslâm içinde İslâmî idareyi ele alan Türklerin bin senelik muazzam idaresinden ve hilafet sürmelerinden sonra, bütün dünyayı dehşete veren bir harb-i umumî meydana gelmiş, Osmanlı Devleti inkıraz bulmuş; İslâm'ın ebedî düşmanları, merkez-i hükûmeti istila ederek, müslümanlığın mahvolduğu kanaatına varmışlardı! İşte Bediüzzaman, İlahî kudretin tecellisiyle ve ihsanıyla, böyle en elzem bir vakitte, dine revaç verebilecek bir teşekkülün zuhuru dolayısıyla ve kendisi de beraber çalışmak ümidiyle Ankara'ya gelmişti. Avn-i İlahî ve mu'cize-i Peygamberî ile düşman taarruzlarını def'eden ve milletin idaresinin başına geçen yeni Hükûmet-i Cumhuriyede, doğrudan doğruya Kur'an'a istinad eden ve Âlem-i İslâm'ın vahdetini nokta-i istinad yapacak ve İslâmiyet'in hakikatında mevcud kuvve-i ulviye ile maddî ve manevî medeniyeti meydana getirecek bir niyet ve gayeyi bulundurmak ve aşılamak üzere mecliste çalışıyordu. Fakat pek kuvvetli maniler karşısına çıktı.
Âlem-i İslâm'ı alâkadar eden ve bin üçyüz yıllık ümmetin, dehşetli tehlikesinden istiaze ettiği (Allah'a sığındığı) bir zamanı ve fitneyi ateşlendireceklerin kimler olduğunu anlamış bulunuyordu. Bir gün riyaset odasında, M. Kemal Paşa ile iki saat kadar konuştular. İslâm ve Türk düşmanlarının arasında nam kazanmak emeliyle, şeair-i İslâmiyeyi tahrib etmenin, bu millet ve vatan ve Âlem-i İslâm hakkında büyük zarar tevlid edeceğini; eğer bir inkılab yapmak îcab ediyorsa, doğrudan doğruya İslâmiyet'e müteveccihen Kur'an'ın kudsî kanun-u esasîsi noktasından yapmak lâzım geldiği mealinde ihtarlarda bulunur ve şu temsili ders verir. (Mektubat Sahife: 426).
«Meselâ: Ayasofya Camii, ehl-i fazl ve kemalden mübarek ve muhterem zatlarla dolu olduğu bir zamanda, tek-tük sofada ve kapıda haylaz çocuklar ve serseri ahlâksızlar bulunup, camiin pencerelerinin üstünde ve yakınında, ecnebilerin eğlenceperest seyircileri bulunsa; bir adam o camiye girip ve o cemaat içine dahil olsa eğer güzel bir sadâ ile şirin bir tarzda Kur'andan bir aşir okusa; o vakit binler ehl-i hakikatın nazarları ona döner. Hüsn-ü teveccühle, manevî bir dua ile, o adama bir sevab kazandırırlar. Yalnız, haylaz çocukların ve serseri mülhidlerin ve tek-tük ecnebilerin hoşuna gitmeyecek. Eğer o mübarek camiye ve o muazzam cemaat içine o adam girdiği vakit; süflî, edebsizce fuhşa ait şarkıları bağırıp çağırsa, raksedip zıplasa, o vakit haylaz çocukları güldürecek, o serseri ahlâksızları fuhşiyata teşvik ettiği için hoşlarına gidecek; ve İslâmiyetin kusurunu görmekle mütelezziz olan ecnebilerin, istihzakârane tebessümlerini celbedecek. Fakat, umum o muazzam ve mübarek cemaatin bütün efradından bir nazar-ı nefret ve tahkir celbedecektir. Esfel-i safiline sukut derecesinde, nazarlarında alçak görünecektir.
İşte aynen bu misâl gibi, Âlem-i İslâm ve Asya, muazzam bir camidir. Ve içinde ehl-i iman ve ehl-i hakikat, o camideki muhterem cemaattir. O haylaz çocuklar ise, çocuk akıllı dalkavuklardır. O serseri ahlâksızlar; firenk-meşreb, milliyetsiz, dinsiz heriflerdir. Ecnebi seyirciler ise, ecnebilerin naşir-i efkârı olan gazetecilerdir. Her bir müslüman - hususan ehl-i fazl ve kemal ise- bu camide, derecesine göre bir mevkii olur, görünür, nazar-ı dikkat ona çevrilir. Eğer İslâmiyetin bir sırr-ı esası olan ihlâs ve Rıza-yı İlâhî cihetinde, Kur'an-ı Hakîmin ders verdiği ahkâm ve hakaik-ı kudsiyeye dair harekât ve a'mâl ondan sudur etse, lisan-ı hali, manen Âyat-ı Kur'aniyeyi okusa; o vakit manen- Âlem-i İslâmın herbir ferdinin vird-i zebanı olan
اَللَّهُ اغْفِرْلِلْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ
duasında dahil olup hissedar olur; ve umumu ile uhuvvetkârane alâkadar olur. Yalnız, hayvanat-ı muzırra nevinden bazı ehl-i dalâletin ve sakallı çocuklar hükmündeki bazı ahmakların nazarlarında kıymeti görünmez. Eğer o adam, medar-ı şeref tanıdığı bütün ecdadını ve medar-ı iftihar bildiği bütün geçmişlerini ve ruhen nokta-i istinad telâkki ettiği Selef-i Salihin cadde-i nuranîlerini terkedip; heveskârane, hevaperestane, riyakârane, şöhretperverane, bid'akârane işlerde ve harekâtda bulunsa; manen, bütün ehl-i hakikat ve ehl-i imanın nazarında en alçak mevkie düşer.
اِتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤْمِنِ فَاِنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللَهِ
Sırrına göre ehl-i iman ne kadar âmi ve cahil de olsa, aklı derketmediği halde, kalbi öyle hodfüruş adamları soğuk görür; manen nefret eder.
İşte, hubb-u caha meftun ve şöhretperestliğe mübtelâ adam, (ikinci adam) hadsiz bir cemaatin nazarında esfel-i safiline düşer; ehemmiyetsiz ve müstehzi ve hezeyancı bazı serserilerin nazarında muvakkat ve menhus bir mevki kazanır;
اَْلاَخِلاَّءُ يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ اِلاَّ الْمُتَّقِينَ sırrına göre; dünyada zarar, berzahda azab, Âhirette düşman bazı yalancı dostları bulur.
Birinci suretteki adam; faraza, hubb-u cahı kalbinden çıkarmazsa, fakat ihlâs ve rıza-yı İlâhiyi esas tutmak ve hubb-u cahı hedef ittihaz etmemek şartiyle bir nevi meşru makam-ı manevî, hem muhteşem bir makam kazanır ki; o hubb-u cah damarını tamamiyle tatmin eder. Bu adam, az hem pek az ve ehemmiyetsiz bir şey kaybeder; ona mukabil, çok, hem pek çok kıymetdar, zararsız şeyleri bulur. Belki birkaç yılanı kendinden kaçırır. Ona bedel, çok mübarek mahlûkları arkadaş bulur; onlarla ünsiyet eder. Veya ısırıcı yabanî eşek arılarını kaçırıp, mübarek rahmet şerbetçileri olan arıları kendine celbeder. Onların ellerinden bal yer gibi öyle dostlar bulur ki; daima dualariyle âb-ı kevser gibi feyizler, Âlem-i İslâmın etrafından onun ruhuna içirilir ve defter-i a'mâline geçirilir.»
M. Kemal Paşa itiraz ile, içindeki niyet ve halet-i ruhiyesini ifade ile, Bediüzzaman'ı kendine çekmek ve nüfuzundan istifade etmek ister. Ve Bediüzzaman'a meb'usluk, hem Dâr-ül Hikmet'teki eski vazifesini, hem şarkta Şeyh Sünusî'nin yerine vaiz-i umumî, hem bir köşk tahsisi gibi teklifler yapar.
Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhirzamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul'da tevilini söylediği hadîslerin ihbar ettiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının Âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görür. Ve yine gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan Hizb-ül Kur'an hakkında, "O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset canibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevî kılınç hükmünde i'caz-ı Kur'an'ın nurlarıyla mukabele edilebilir." tavsiyesine müraatla, Ankara'da teşrik-i mesaî edemeyeceği için, kendisine tevdi' edilmek istenen meb'usluk, Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye gibi Diyanet'teki azalığı, hem vilayat-ı şarkıye vaiz-i umumîliği tekliflerini kabul etmez. Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankara'dan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım meb'usların da arzularına uyamayacağını bildirerek Ankara'dan ayrılır, Van'a gider. Ve orada hayat-ı içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernebad Suyu başında bir mağaracıkta idame-i hayat etmeye başlar...
* * *
Ankara'daki Hayatına Dair Risale-i Nur'dan bir parça
(Yirmi Üçüncü Lem'a «Tabiat Risalesi» nden)
... Bin üçyüz otuz sekizde Ankara'ya gittim. İslâm ordusunun Yunana galebesinden neş'e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını gördüm. Eyvah! Dedim, bu ejderha imanın erkânına ilişecek. O vakit, şu Âyet-i Kerîmenin bedahet derecesinde Vücud ve Vahdaniyeti ifham ettiği cihetle ondan istimdad edip, o zındıkanın başını dağıtacak derecede Kur'ân-ı Hakîmden alınan kuvvetli bir bürhanı, Arabî bir Risalede yazdım. Ankar'da Yeni Gün Matbaasında tabettirmiştim. Fakat maatteessüf, Arabî bilen az ve ehemmiyetle bakanlar da nadir olmakla beraber, gayet muhtasar ve mücmel bir surette o kuvvetli bürhan te'sirini göstermedi. Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu. ......