Birinci Lem'a
Hazret-i Yûnus Aleyhisselâmın münâcât-ı meşhûresi olan
âyetinin bir sırr-ı mühimmini ve bir hakîkat-i azîmesini beyân ederek, herbir insan, bu dünyada, Hazret-i Yûnus Aleyhisselâmın bulunduğu vaziyette (fakat büyük mikyasta) olduğunu beyân eder. Hazret-i Yûnus Aleyhisselâma "hût, deniz, gece" ne ise, her insan için nefsi, dünyası, istikbâli de odur.
İkinci Lem'a
Hazret-i Eyyûb Aleyhisselâmın münâcât-ı meşhûresini beyân eder.
âyetinin mühim bir sırrını ve azîm bir hakîkatini Beş Nükte ile tefsir edip, bütün musîbetzedelere mânevî bir tiryak ve gâyet nâfi bir ilâç hükmünde bir risâledir.
Bu risâle, maddî musîbetleri, ehl-i îman için musîbetlikten çıkarıyor. Asıl ehemmiyetli musîbet, kalbe ve rûha gelen dalâlet musîbetleri olduğunu beyân ettiği gibi, musîbetzedelerin ömür dakikaları ehl-i sabır ve şükür hakkında ibâdet saatleri hükmüne geçip, şekvâ kapısını kapar, dâimâ şükür kapısını açar bir risâledir.
1- Rahmân ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Sonra karanlıklar içinde kaldığında niyaz etti: "Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum." (Enbiyâ Sûresi: 87.)
2- Rahmân ve Rahim olan Allah'ın adıyla.
3- Rabbine şöyle niyaz etmişti: "Bana gerçekten zarar dokundu. Sen ise merhametlilerin en merhametlisisin. (Enbiyâ Sûresi: 83.)
Üçüncü Lem'a
Âyetinin mühim iki hakîkatini,
olan meşhur iki cümlenin ifade ettikleri iki hakîkat-i mühimme ile tefsir ediyor. Bekâ için halk edilen ve bekâya âşık olan rûh-u insânî, Bâkî-i Zülcelâle karşı münâsebet-i hakîkiyesini bilse, fânî ömrünü bâkî bir ömre tebdil eder. Sâniyeleri seneler hükmüne geçtiğini ve Bâkî-i Zülcelâli tanımayan rûh-u insanın seneleri sâniyeler hükmünde olduğunu beyân edip ispat eden kıymettar bir risâledir. Fenayı fena gören ve bekâyı merak edenler, bu risâleyi merakla okumalı.
Dördüncü Lem'a
Minhâcü's-Sünne nâmında gâyet mühim bir risâledir. Ehl-i şîa ve Ehl-i Sünnet mâbeyninde en mühim bir mesele-i ihtilâfiye olan mesele-i imâmeti gâyet vâzıh ve katî bir sûrette hal ve fasleder.
âyât-ı azîmenin çok hakâik-ı azîmesinden iki büyük hakîkatini Dört Nükte ile tefsir ediyor. Bu risâle, Ehl-i Sünnet ve Cemaate, hem Alevîlere, gâyet kıymettar kıymettar ve menfaattardır. Hakîkaten Minhâcü's-Sünnedir; Sünnet-i Seniyyenin yolunu, o meselede tam beyân eder.
1- Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. Herşey helâk olup gidicidir-Ona bakan yüzü müstesnâ. Hüküm ve hükümranlık Onundur; siz de Ona döndürüleceksiniz. (Kasas Sûresi: 88.)
2- Ey Bâkî olan Allah! Ancak Sensin bâkî.
3- Ey İnsanlar, "Size kendi içinizden öyle bir peygamber geldi ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona pek ağır gelir. O size çok düşkün, mü'minlere çok şefkatli, çok merhametlidir. Ey Peygamber, eğer senden yüz çevirecek olurlarsa de ki: Allah bana yeter. Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. Yüce Arşın Rabbi de Odur." (Tevbe Sûresi: 9:128-129.)
"De ki: Vazifem karşılığında sizden bir ücret istemiyorum. Sizden istediğim, ancak akrabaya sevgi ve Ehl-i Beytime muhabbettir." (Şûrâ Sûresi: 42:23.)
Beşinci Lem'a
-1- âyetinin gâyet mühim bir hakîkatini on beş mertebe ile beyân edecek bir risâle olacaktı. Fakat hakîkat ve ilimden ziyâde, zikir ve tefekkür ile münâsebettar olduğundan şimdilik tehir edildi. Çendan On Birinci Lem'a olan "Mirkatü's-Sünnet ve Tiryâk-ı Marazı'l-Bid'a nâmındaki gâyet mühim bir risâle Beşinci Lem'a nâmiyle bidâyeten yazılmıştı. Fakat o risâle, on bir nükte-i mühimmeye inkısam ettiğinden On Birinci Lem'aya girdi. Beşinci Lem'a açıkta kaldı.
Altıncı Lem'a
cümlesinin ifade ettiği çok âyâtın mühim hakîkatini yine on beş yirmi mertebe-i fikriye ile beyân edecek bir risâle olacaktı. Bu Lem'a da, Beşinci Lem'a gibi, nefsimde hissettiğim ve harekât-ı rûhiyemde zikir ve tefekkürle müşâhede ettiğim mertebeler olduğundan, ilim ve hakîkatten ziyâde zevk ve hale medâr olmak cihetiyle hakîkat lem'aları içinde değil belki âhirlerinde yazılması münâsip görüldü.
Yedinci Lem'a
Sûre-i Feth'in âhirinde,
Hazret-i Üstâdımız Yirmi Dokuzuncu Arabî Lem'anın Altıncı Bâbımn Haşiyesinde bu iki cümle hakkında: "Bu iki mübârek kelâmın merâtibi, ilimden ziyâde fikir ve zikir olduğundan Arabî zikredildi..." diye beyân da bulunmaktadır.
âyetinin hakikatine dâir 4. şuâ olarak Hasbiye Risâlesi nâmiyle sonradan Türkçe telif edilmiştir.
Hz. Üstad'ın Hizmetkârları
1- Allah bize yeter O ne güzel vekildir. (Âl-i İmrân Sûresi: 173.)
2- Kötülüklerden uzaklaşmak ve iyiliğe yönelmek ancak Allah'ın yardımıyladır.
olan üç âyet-i azîmeden on vücûh-u i'câziyeden yalnız ihbâr-ı bilgayb vechinden sekiz ihbarât-ı gaybiyeyi beyân ediyor; şu üç âyet, tek başıyla bir mu'cize-i bâhire olduğunu ispat ediyor. Tetimmesinde 2 âyetinin mühim bir nükte-i i'câziyesini, Sûre-i Feth'in âhirindeki âyetin aynı ihbâr-ı gaybîsi nevinden, gaybî ihbarlarına işaret eder. Hâtimesinde, Kur'ân-ı Hakîmin tevâfukât cihetinde i'câzî nüktelerinden gâyet parlak bir nükte-i i'câziyesini beyân edip; Kur'ân Fâtihada, Fâtiha Besmelede, Besmele Elif Lâm Mim'de bir cihette derc edildiğini beyân ediyor.
1 And olsun ki Allah, Resülünün gördüğü rüyânın hak olduğunu tasdik etti. İnşaallah hepiniz emniyet içinde ve saçlarınızı tıraş etmiş veya kısaltmış olarak Mescid-i Harâma gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilir onun için, Mekke'nin fethinden önce size yakın bir fetih daha ihsan etti. · Bûtün dinlere üstün kılmak üzere Resülünü hidâyet ve hak din ile gönderen Odur. Buna şâhit olarak Allah yeter. · Muhammed Allah'ın resûlüdür. Onunla beraber olanlarda kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında ise pek merhametlidirler. Sen onların rükû ve secde ettiklerini görürsün. Onlar Allah'ın lüdunu ve rızâsını ararlar. Yüzlerinde ise secde izi vardır. Onların Tevrat'taki vasıfları budur. İncil'deki vasıfları ise şöyledir: Onlar filizini çıkarmış, sonra git gide kuvvet bulmuş, kalınlaşmış ve gövdesi üzerinde yükselmiş bir ekine benzer ki, ekincilerin pek hoşuna gider. Allah'ın onları böylece çoğaltıp kuvvetlendirmesi, kâfirleri öfkeye boğmak içindir. Onlardan îman eden ve güzel işler yapanlara Allah mağfiret ve büyük bir mûkâfat vaad etmiştir. (Fetih Sûresi: 27-29.)
2 Her kim Allah'a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine pek büyük nîmetler bağışladığı peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlih kimselerle beraberdirler. Onlar ise ne güzel arkadaşlardır! (Nisâ Sûresi: 69.)
Hem, en münteşir ve mütedâvil derkenar Mushaflarda Lâfzullahın tevâfukât-ı latîfe-i i'câziyesinden birisi şudur ki: Sahifenin âhirki satırının yukarı kısmında, bütün Kur'ân'da seksen, ve aşağı kısmında yine Lâfza-i Celâl birbiri üstünde seksen olup tevâfuk ederek gelmesi ve sahifeler arkasında tam muvâfakatla birbirini göstermesi, âdetâ seksen adetten birtek Lâfza-i Celâl tezâhür etmesi, hem âhirki satırın tam ortasında elli beş ve başında yirmi beş, beraber yine seksen ederek; bu seksen, o iki seksene seksenlikte tevâfuk ettikleri gibi, iki yüz kırk tevâfukât-ı latîfe yalnız sahifenin âhirki satırlarında bulunması gösteriyor ki, Kur'ân-ı Azîmüşşânın hem âyâtı, hem kelîmâtı, hem hurufâtı, herbiri ayrı ayrı medâr-ı i'câz oldukları gibi, kelîmâtın nakışları ve hatları dahi ayrı bir şûle-i i'câza mazhar olduğunu beyân eder. Sekizinci Lem'a Kerâmet-i Gavsiye Risâlesidir. Matbû Sikke-i Tasdîk-i Gaybî ve teksir Lem'alar mecmuasında neşredilmiştir. Dokuzuncu Lem'a Teksir Lem'alar mecmuasında neşredilmiştir. Onuncu Lem'a âyetinin bir sırrını, hizmet-i Kur'âniyede arkadaşlarımın beşeriyet muktezâsı olarak sehiv ve hatâlarının neticesinde yedikleri şefkat tokatlarını beyân etmekle tefsir ediyor. Evet, bu risâle iki kısım olarak yazılmış. Birinci kısımda, has ve sâdık Kur'ân hizmetkârlarının sehiv ve hatâları neticesinde yedikleri tenbihkârâne şefkat tokatları; ikinci kısımda, zâhiri dost ve kalbi muârız olanların bilerek verdikleri zarara mukábil, zecirkârâne yedikleri tokatlarından bahsedilecekti. Fakat lüzumsuz bâzıların hatırlarını rencide etmemek için, yüzer hâdisâttan birinci kısmın yalnız on beş adedinden bahsedildi. İkinci kısım şimdilik yazılmadı.
Rahmân ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Herkes hayır olarak ne işlemiş kötülük olarak ne işlemişse, Kıyâmet Gününde hepsini önünde hazır bulur. O zaman ister ki, işlediği kötülüklerle kendisi arasında büyük bir mesâfe bulunsun ve onu görmesin. Allah sizi Kendisinden gelecek bir azaptan sakındırıyor. Çünkü Allah kullarına çok şefkatlidir. (Âl-i İmrân Sûresi: 30.)
Tokat yiyen, kendi imza ve tasdiki tahtında, kabul ederek yazmıştır. Ben beş tokat yedim, yazdım. Nefsim gibi telâkkî ettiğim Abdülmecid ile Hulûsi'ye vekâleten yazdım. Ötekilerin bir kısmı kendileri yazdılar; bir kısmı, hakkında yazılanı gördüler, kabul ettiler. Nümûne nevinden olarak onlarla iktifâ ettik. Yoksa hâdisât çoktur. Bununla katiyen kanaatimiz gelmiştir ki, bu hizmetimizde başıboş değiliz. Mühim bir nazar altındayız ve dikkatli bir inâyet nazarındayız ve kuvvetli hıfz ve himâyet tahtındayız.O risâlenin âhirinde -1- sırrına dâir mühim bir hakîkat beyân edilerek, hizmetimize zulüm nevinden ilişen mülhidler, bu dünyada tokatını yiyecekler ve kısmen yediklerini; ve zındıka ve dalâlet hesâbına ilişenler çabuk tokat yemeyip tehir edildiğinin sebep ve hikmetini beyân ediyor. On Birinci Lem'a Mirkâtü's-Sünne ve Tiryâk-ı Marazi'l-Bid'a nâmiyle gâyet mühim bir risâledir. -2- âyetlerinin gâyet mühim iki hakîkatini On Bir Nükte ile tefsir ediyor. BİRİNCİ NÜKTE -3- hadîs-i şerifinin sırrını beyân ediyor. İKİNCİ NÜKTE İmâm-ı Rabbânî (r.a.) "Sünnet-i Seniyyenin ittibâı en haşmetli, en letâfetli, en emniyetli tarîkattir" demesine dâirdir.
1 Küfür devam ettiği halde zulüm devam etmez.
2 Rahmân ve Rahîm olan Alah'ın adıyla. Ey insanlar, size kendi içinizden öyle bir peygamber geldi ki sizin sıkıntıya uğramanız ona pek ağır gelir. O size çok düşkün, mü'minlere çok şefkatli, çok merhametlidir. (Tevbe Sûresi: 128.) · De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin. (Âl-i İmrân Sûresi: 31.)
3 Fesâd-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse; yüz şehidin ecrini, sevâbını kazanabilir. (Müsnedü'l-Firdevs, 4:198; Cem'ü'l-Fevâid,1:29; Feyzü'/-Kadir, hadîs no: 9171; el-Fet-hü'l-Kebir, 3:253.)
ÜÇÜNCÜ NÜKTE Sünnet-i Seniyyenin ehemmiyeti hakkında İmâm-ı Rabbânî'nin hükmünü tasdik ettiğini beyân ediyor. DÖRDÜNCÜ NÜKTE -1- hakîkatinin kapısıyla, gâyet acîb bir âlem-i mânevîye âit bir seyahat-i rûhiyeyi beyân ediyor. BEŞİNCİ NÜKTE -2- âyetinin sarâhatiyle, muhabbetullah, katî bir kıyâs-ı mantıkî ile, Sünnet-i Seniyyenin ittibâını intâc ettiğine dâirdir. ALTINCI NÜKTE -3- hadîsinin mühim bir sırrını ve -4- âyetinin bir hakîkatini tefsir ediyor. YEDİNCİ NÜKTE Sünnet-i Seniyyenin herbir meselesi altında bir edep bulunduğunu beyân eder."Allâmü l-Guyûba karşı edep ve hicab nasıl olabilir? Ve ne demektir?" suâline karşı, güzel bir cevaptır. SEKİZİNCİ NÜKTE Sünnet-i Seniyyenin bir kısmı şefkat-i Ahmediyenin (a.s.m.) tereşşuhâtı olduğu gibi, Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâmın nasıl bir mâden-i şefkat olduğunu gösteriyor. DOKUZUNCU NÜKTE Sünnet-i Seniyyenin herbir nevine tamamen bilfül ittibâ etmek, ehass-ı havâssa mahsus olduğu halde; herkes niyeti ile ve kast ile ve taraftarâne ve iltizamkârâne ve takdirkârâne tâlip olmakla,0 ittibâ-ı tâmmeden tam hissedar olabilir. Ehl-i tarîkatin ezkâr ve evrad ve meşrepleri, esâsât-ı Sünnete muhâle- fet etmemek şartıyla bid'ata dahil olmadığını, olsa olsa bid'a-i hasene olduğunu beyân eder. ONUNCU NÜKTE -1- Muhabbet-i İlâhiyeye ve o muhabbetin neticesinde Sünnet-i Seniyyenin ittibâına dâir, üç nokta ile, gâyet merakâver ve mühim ve güzel beyânât var. Hattâ kitabın nakşında şu Onuncu Nüktenin bir şuâ-ı kerâmetini, tevâfukla nazara gösteriyor. ON BİRİNCİ NÜKTE Zât-ı Ahmediyenin Sünnet-i Seniyyesinin menbâı, hem akvâli, hem ahvâli, hem ef'âli olduğunu ve herbirisi hem farz, hem nevâfil, hem âdât aksâmına in kısam ettiğini ve Kur'ân'da -2- sırrıyla, nev-i beşer içinde mânen ve rûhen olduğu gibi, mîzâc-ı cismânîsinin cihetiyle dahi en mûtedil noktasında ve kuvâ-i cismâniye ve nefsiyede nokta-i îtidâlin vasatında ve kemâlinde bulunan ferd-i ferid, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm olduğunu ispat ediyor. Bu risâle dahi, başta denildiği gibi, bir tiryâk-ı enfâ ve bir iksir-i âzamdır. On İkinci Lem'a -3- âyetlerinin, ehl-i fennin ve şimdiki coğrafyacı ve kozmoğrafyacıların medâr-ı tenkitleri olmuş iki hakîkatini, İki Nükte ile tefsir ediyor. BİRİNCİ NÜKTE : Umum rızık doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâlin elinde olduğunu ve hazîne-i rahmetinden çıktığını beyân ederek, rızıksızlıktan ölmek olmadığını ispat eder.
1 Ölüm kesin bir gerçektir.
2 De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin. (Al-i İmran Sûresi: 31)
3 Sünnet ve dînin düsturlarını beğenmemek veya noksan görmek hissini veren bid'aları icad etmek dalâlettir, ateştir. (Beyhâkî, Sünen: 3:213,214.)
4 Bugün sizin dininizi ikmal ettim.(Mâide Sûresi: 3.)
İKİNCİ NÜKTE : Küre-i arzın, münkir coğrafyacı feylesofların rağmına olarak, yedi vecihle yedi tabaka olduğunu; ve semâvât dahi, kozmoğrafyacı feylesofların rağmına olarak, yedi vecihle yedi tabaka olduğunu ispat eder. Bu risâle, öyle geveze mülhidlere bir licamdır, yani, gemdir On Üçüncü Lem'a "Hikmetü'l-İstiâze" nâmiyle mâruf, gâyet kıymettar ve kuvvetli ve hakîkatli bir risâledir. -1- sûresinin en mühim bir hakîkatini, -2- âyetinin mühim bir hikmetini ve -3- 'in en mühim bir sırrını On Üç İşaret ile tefsir ederek, on üç anahtarla, 'ın kal'a-i hasînine girmek için kapı açar, tahassüngâhı gösterir. BİRİNCİ İŞARET "Şeytanların kâinatta îcad cihetinde hiç medhalleri olmadığı ve dalâletin müstekreh çirkinlikleri ehl-i dalâleti tenfîr ettikleri halde; ve Cenâb-ı Hak rahmet ve inâyetiyle ehl-i hakka taraftar olduğu ve hak ve hakîkatin câzibedar güzellikleri ehl-i hakkı müeyyid ve müşevvik bulunduğu halde, hizbüşşeytanın çok defa hizbullaha galebe etmesinin hikmeti nedir?" diye suâle karşı gâyet katî ve vâzıh bir cevaptır. İKİNCİ İŞARET "Şerr-i mahz olan şeytanların îcâdı ve ehl-i îmâna taslitleri ve onların yüzünden çok insanların küfre girip Cehenneme girmelerine, Cemîl-i Alelıtlak ve Rahîm-i Mutlak ve Rahmân-ı Bilhakkın rahmet ve cemâli bu hadsiz çirkinliğin
ve bu dehşetli musîbetin husûlüne nasıl müsaade ediyor? Ve ne için cevaz gösteriyor?" diye suâline karşı gâyet kuvvetli ve muknî bir cevaptır. ÜÇÜNCÜ İŞARET "Kur'ân-ı Hakîmde, ehl-i dalâlete karşı azîm şekvâlar ve kesretli tahşidât ve çok şiddetli tehdidât, aklın zâhirine göre, adâletli ve münâsebetli belâgatına ve üslûbundaki îtidâline ve istikâmetine münâsip düşmüyor. Âdetâ, âciz bir adama karşı orduları tahşid ediyor; ve müflis ve mülkte hissesiz, âciz bir adama, kuvvetli bir şerik mevkü verir gibi, ondan şekvâlar etmenin sırrı ve hikmeti nedir?" diye suâline karşı, gâyet katî ve ehemmiyetli bir cevaptır. DÖRDÜNCÜ İŞARET Adem şerr-i mahz ve vücud hayr-ı mahz olduğundan, mehâsin ve kemâlât vücuda ve şerler ve musîbetler ademe istinad ettiğini ve ondan neş'et ettiğini beyân ediyor. BEŞİNCİ İŞARET Cenâb-ı Hak, kütüb-ü semâviyede beşere karşı Cennet gibi azîm bir mükâfatı ve Cehennem gibi dehşetli bir mücâzâtı göstermekle beraber, çok irşad ve mükerrer îkaz ve defaatle ihtar ve müteaddit tehdit ve teşvik ettiği halde; hizbüşşeytanın çirkin ve mükâfatsız ve zayıf desîselerine karşı ehl-i îmânın mağlûp olmalarının sırrı nedir?" diye müthiş suâle karşı muknî bir cevaptır. ALTINCI İŞARET Şeytanların en tehlikeli ve kesretli bir desîsesi olan, "tasavvur-u küfri"yi "tasdîk-ı küfür" sûretinde, "tasavvur-u dalâlet"i "tasdîk-ı dalâlet" tarzında göstermesiyle, hassas ve sâfî-kalb insanları tehlikelere atmasına mukâbil, ilmî ve mantıkî ve hakîkatli bir cevaptır. YEDİNCİ İŞARET Mûtezile imamları, şerrin îcâdını şer telâkkî ettikleri için, küfür ve dalâletin îcâdını Allah'a vermeyip, güyâ onunla Allah'ı takdîs ediyorlar. Mûtezilenin bu mühim meselelerine ve Mecûsilerin hâlık-ı şerri ayrı telâkkî etmelerine karşı gâyet kuvvetli ve mantıkî bir cevab-ı müskit; hem "Günah-ı kebîreyi işleyen mü'min kalamaz" diyen Mûtezile ve bir kısım Hâricîlere karşı gâyet makbul ve muknî bir cevaptır. SEKİZİNCİ İŞARET "Bâzı risâlelerde katî delillerle ispat edilmiş ki, küfür ve dalâlet yolu o kadar müşkülâtlı ve suûbetlidir ki, hiç kimse ona girmemek gerekti ve kâbil-i sülûk değildir. Îman ve hidâyet yolu o kadar zâhir ve kolaydır ki, herkes ona girmeli idi, dediğiniz halde, bu Hikmetü'l-Istiâze'de, dalâletli yolun kolay ve tahrip ve tecâvüz olduğu için çoklar o yola sülûk ettiğini beyânın, birbirine
muhâlif oluyor; vech-i tevfîkı nedir?" suâline karşı, gâyet merakâver ve mantıkî vekatî bir cevap olmakla beraber; "Dalâlette o kadar dehşetli bir elem ve korku var ki, kâfır, değil hayatından lezzet alması, belki hiç yaşamaması lâzım gelirken, ehl-i îmandan ziyâde kendini hayatta mes'ud görmesinin sırrı nedir?" diye suâline karşı gâyet güzel bir temsil ile tam kanaat getirir bir cevaptır. DOKUZUNCU İŞARET "Hizbullah olan ehl-i hidâyet, başta enbiyâ ve onların başında Fahr-i Âlem Sallâllahü Teâlâ Aleyhi ve Sellem, o kadar inâyât-ı İlâhiyeye ve imdâdât-ı Sübhâniyeye mazhar olduklan halde, neden hizbüşşeytana karşı bâzan mağlûp olmuşlar? Hem Hâtemü'l-Enbiyânın güneş gibi parlak nübüvveti ve risâletinin komşuluğunda bulunan Medîne münâfıklarının dalâlette ısrarları ve hidâyete girmemeleri ne içindir? Ve hikmeti nedir?" diye suâle karşı herkesi alâkadar edecek güzel ve kuvvetli bir cevaptır. ONUNCU İŞARET İblisin, kendini, kendine tâbi olanlara inkâr ettirmek sûretindeki desîse maskesini yırtarak, İblisin pis ve mülevves yüzünü gösterip, vücudunu ispat eder. ON BİRİNCİ İŞARET Ehl-i dalâletin şerrinden kâinat kızdıklarını ve anâsır-ı külliye hiddet ettiklerini ve umum mevcudât mânen galeyana geldiklerini, Kur'ân-ı Hakîm mu'cizâne ifade ettiğine dâir merakâver bir beyândır. ON İKİNCİ İŞARET Dört suâl ve cevaptır. "Mahdut bir hayatta mahdut günahlara mukâbil hadsiz bir azap ve nihayetsiz bir Cehennem nasıl adâlet olur?" Hem, "şeriatta denilmiştir ki: Cehennem ceza-i ameldir; fakat, Cennet fazl-ı İlâhî iledir. Bunun hikmeti nedir?" Hem, "Seyyiât intişar ve tecâvüz ettiğinden, bir seyyie bin yazılmak, hasene bir yazılmak lâzım gelirken; seyyienin bir, hasenenin on yazılmasının sım nedir?" Hem, "Ehl-i dalâletin kazandıkları muvaffakıyet ve gösterdikleri kuvvet, ehl-i hidâyette bir zaaf ve hakîkatsizlik olduğundan mıdır?" diye, dört suâle gâyet kısa ve kuvvetli dört cevaptır. ON ÜÇÜNCÜ İŞARET Üç Noktadır. Birincisi: Şeytanın en büyük bir desîsesi, hakâik-ı îmâniyenin azameti cihetinde, dar kalbli ve kısa akıllı ve kâsır fikirli insanları aldatmasına mukâbil, tamamıyla şeytan-ı cinnî ve insîyi de susturacak bir cevaptır.
İkinci Nokta: Şeytan, kusurlu insana kusurunu îtiraf etmemek ile istiğfar ve istiâze yolunu kapayıp, enâniyeti tahrik ederek, avukat gibi nefsini müdâfaa ettirir; âdetâ nefsini taksirâttan takdîs ettirmesine mukâbil, herkesi iknâ edecek bir cevaptır. Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük bir kusur bulunduğunu ve kusurunu görmek, kusurunu kusurluktan çıkarmak olduğunu beyân eder. Üçüncü Nokta: İnsanın hayat-ı içtimâiyesini ifsad eden en mühim bir desîse-i şeytâniye, "mü'minin birtek seyyiesiyle hasenâtını örtmek" ile, o mü'mine karşı adâvet ettirmeye mukâbil, mîzân-ı ekberde adâlet-i Mutlaka-i İlâhiyenin tecellîsindeki düstur ile, herkese lüzumlu, husûsan hadîdü'l-mîzac ve müşkülpesent insanlara, kıymettar ve haklı ve kuvvetli bir cevaptır. İşte, şu risâle, On Üç İşaret ile, şeytân-ı insî ve cinnînin on üç hücum yollarını kapadığı gibi, sûresinin kal'a-i metîninde tahassun etmek için on üç anahtar olup, on üç kapıyı ehl-i îmâna açar. Şu Hikmetü'l-İstiâze Risâlesinin iki mühim kardeşi var. Biri, Yirmi Dokuzuncu Mektubun altıncı risâlesi olan Hücumât-ı Sitte mühim bir kale olduğu gibi, ikinci bir kardeşi olan Yirmi Altıncı Mektubun "Hüccetü'l-Kur'âni ale'şşeytâni ve Hizbihî" nâmındaki risâlesi dahi bir hısn-ı hasîndir. Bu üç risâle birbiriyle münâsebettardır. Ve ehl-i îmâna bu zamanda çok lüzumlu olduğunu ihtar ediyorum. Fakat şu risâleler, tamamıyla Kur'ân'a sâdık olanların ellerine verilebilir. Bid'a ve dalâlete taraftar veya siyasetçiliğe müptelâ olanların ellerine vermemek gerektir. Bilhassa Hücumât-ı Sitte, içerisinde Eski Said'in şiddetli lisânı karıştığı için, en has ve en sâdık kardeşlerime mahsustur. şimdilik hakkı dinlemek ve kabul etmek istidâdında olmayanlara gösterilmemesini tavsiye ediyorum. Hem de, İşârât-ı Seb'a, Hücumât-ı Sitte gibi şimdilik havâssa mahsustur. On Dördüncü Lem'a İki makamdır. BİRİNCİ MAKAM : Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan sorulmuş ki:"Arz ne üstünde duruyor?" Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş Yani, "Öküz ve balık üstünde duruyor." şu hadîse dâir çok münâkaşât vardır. Coğrafyacılar (hâşâ) bu hadîsi inkâr ediyorlar. İşte, bu hadîsin hakîki mânâsını, üç vecihle, bu risâlenin Birinci Makamı öyle bir tarzda beyân ediyor ki, münkirlerin zerre miktar insafı varsa ve coğrafyacıların hakka karşı zerre miktar iz'anları bulunsa, bu hadîsi, bâhir bir mu'cize-i Ahmediye (a.s.m.) sayacaklardır. Çünkü o üç cevap hem hakîki ve katî, hem mânidardırlar. İKİNCİ MAKAM : Bismillâhirrahmânirrahîm'in en mühim beş altı sırlarını tefsir ediyor. Ve Bismillâhirrahmânirrahîm Kur'ân'ın bir hulâsası ve bir fihristesi ve miftâhı olduğunu gösterdiği gibi; Arştan ferşe kadar uzanmış bir hatt-ı kudsî-i nûrânî olmakla beraber, saadet-i ebediye kapısını açan bir anahtar ve her mübârek şeye feyiz ve bereket veren bir menbâ-ı envâr olduğunu beyân eder. Bu İkinci Makam, en birinci risâle olan Birinci Söze bakar. Âdetâ, Risâle-i Nur eczâları bir daire hükmünde olup, müntehâsı iptidâsına Bismillâhirrahmânirrahîm hatt-ı mübârekiyle ittihat ediyor. Ve bu makamda Altı Sır yerine otuz yazılacaktı. şimdilik altı kaldı. Kısadır, fakat gâyet büyük hakâikı tazammun ediyor. Bunu dikkatle okuyan, Bismillâhirrahmânirrahîm ne kadar kıymettar bir hazîne-i kudsiye olduğunu anlar. On Beşinci Lem'a Risâle-i Nur Külliyatının Sözler, Mektubât ve On Dördüncü Lem'aya kadar olan kısmının fihristesidir. On Altıncı Lem'a Mesâil-i mühimmeden bâzı mesâil hakkında sorulan suâllerin cevaplarını muhtevîdir. şöyle ki, en başta, merakâver dört suâle cevaptır. BİRİNCİSİ : "Ehl-i Sünnet ve Cemaat hakkında bir ferec ve bir fütûhât olacağı hakkında ehl-i keşfin verdiği haberlerin zuhur etmemesi nedendir?" diye sorulmasına mukâbil, gâyet güzel bir cevaptır. İKİNCİSİ : "Risâle-i Nur'un müellifi, kendisini şiddetli tazyikât altında tutan ehl-i dünyanın aleyhinde bulunması lâzım gelirken, onlara maddeten ilişmemesinin sebebi nedir?" suâline gâyet latîf bir cevaptır. ÜÇÜNCÜSÜ : "İngiliz ve İtalyan gibi hükûmetlerin bu hükûmetle muhârebe etmek istemelerine karşı, neden şiddetli bir sûrette haıp aleyhinde bulunuyorsunuz. Halbuki, bu gibi hâdiseler, milletin kuvve-i mâneviyesinin menbâı olan hamiyet-i İslâmiyeyi tehyîc etmekle, şeâir-i İslâmiyenin ihyâsına ve bid'aların ref'ine bir derece medâr olur" diye vâki suâline verilen pek letâfetli bir cevaptır. DÖRDÜNCÜSÜ : "Neden elinizdeki nurlu risâleleri herkese göstermemek için, arkadaşlarınıza ihtiyâtı tavsiye ediyorsunuz? Ve neden halkları bu nurların feyizlerinden mahrum ediyorsunuz?" suâline verilen pek hoş, pek güzel bir cevaptır.
HÂTIME 'sinde, Lihye-i Saadet hakkında sorulan bir suâle karşı, şüpheleri izâle eden gâyet muknî bir cevaptır. Daha sonra, eskiden beri mülhidlerin iliştikleri üç meseleye dâir sorulan suâllere verilen üç cevaptır. BİRİNCİ SUÂL : -1- âyet-i kerîmesinin meâli olan, "Zülkarneyn, güneşi, harâretli ve çamursu bir çeşme suyunda gurûb ettiğini görmüş." İKİNCİ SUÂL : "Sedd-i Zülkarneyn nerededir? Ve Ye'cüc ve Me'cüc kimlerdir? ÜÇÜNCÜ SUÂL : Hazret-i İsâ Aleyhisselâm, âhirzamanda gelip Deccalı öldüreceğine dâir suâllere o kadar ulvî cevaplar verilmiş ki, hem ehl-i îmânın îmanlarını takviye eder, hem belâgatıyla edipleri susturur, hem de mülhidleri ilzam ederek tokatlar. Nihayetinde, Mugayyebât-ı Hamseden yalnız ikisi hakkında sorulan mühim bir suâle ehemmiyetli bir cevaptır. Rüştü On Yedinci Lem'a Zühre'den gelmiş On Beş Notadan ibârettir. BİRİNCİ NOTA Nefs-i insâniyetin müptelâ olduğu afil ve nâfil şeylerin, etvâr-ı âlem üzerinde hakîkatlerini gösterip, kalbin râbıtasını kesip, yüzünü bekâ ve âhirete çevirir. İKİNCİ NOTA Bir düstur-u Kur'ânî olan tevâzuu emir ve tekebbürden men eder. ÜÇÜNCÜ NOTA -2- sırrıyla, mevtin hakîkatini güzel ve ayn-ı hakîkat bir temsil ile açıp, uzun emelleri ve elemleri keser. Hayy u Kayyûm ve Bâkî-i Dâim ve Biyedihi'l-hayra her umûru teslim eder. DÖRDÜNCÜ NOTA Muttarid bir kânun-u âdetullah olan mevsimlerin, asırların değişmesinde, ekser eşyanın aynen iâde ve tazelenmesiyle, şecere-i kâinatın en mükemmel meyvesi olan insanın, mevsim-i haşr-i ekberde aynen iâde edileceğini, katiyen ispat eder. BEŞİNCİ NOTA Şu asr-ı felâket ve helâketin en büyük musîbeti olan ve dinsizliğe giden medeniyet-i sakîmenin içyüzünü ve yüzündeki peçeyi ve Cehennemnümûn mâhiyetini, hüdâ-i Kur'ânî ile muvâzene sûretiyle açar, gösterir. Ehl-i îmânı ona temâyülden şiddetli tenfîr ettirip, sârî bir vebâyı teşhis ile, eczahâne-i Kur'âniyeden zemzem-i tiryâkı içirir. ALTINCI NOTA Nefs ve şeytanın en büyük hile ve desîselerinden olan, kâfırlerin çokluklarını ve onların bâzı hakâik-ı îmâniyenin inkârındaki ittifaklarını vesvese sûretiyle göstererek, şüpheleri ve dine karşı lâkaydlığı, ayn-ı hak ve hakîkat bir temsil ile kökünden kesen ve tûbâ-i Cennet olan îman ağacını yetiştiren mücerreb bir iksir-i nûrânîdir. YEDİNCİ NOTA Hayat-ı içtimâiye-i İslâmiyenin muzır bir mikrobu olan ve terakkiyât-ı ecnebiyede saadet zannedilen, zulümlü ve zulmetli ihtirâsât-ı dünyevîye ehl-i îmânı sevk eden sahtekâr hamiyetfüruşları, Kur'ân'ın elmas kılıncıyla öldürerek, irtidâda yüz tutan veyahut mertebe-i fıska inen ehl-i îmânı Kur'ân-ı Hakîmin hastahânesine alır, tedâvi eder. SEKİZİNCİ NOTA -1- ' in bir sırrını, -2- ' nin bir hakîkatini -3- ' un bir düsturunu -4- ' un bir nüktesini tefsir edip, kâinatta zerreden şemse kadar herşey bir vazife ile mükellef olup, bütün sa'y ve hareketleri kânun-u kader ile cereyan ettiğini ve Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden, hizmet içinde mükâfat olarak bir lezzet derc ettiğini ispat ve izah ile, mevcudâtın en mükemmeli ve zîhayatın reisi ve arzın halîfesi olan insan, tenbellik edip gaflete düşerse, cemâdâttan daha câmid, sinekten,çekirgeden daha kansız olacağını îkaz ve inzâr ile, insanları vazife-i fıtriyelerine sevk edip Ulûhiyet-i Mutlakayı ispat eder. DOKUZUNCU NOTA Cenâb-ı Hak, kemâl-i keremiyle, en büyük şeyi en küçük şeyde derc ettiği cihetle, kâinattaki hayır ve kemâlâtı, şecere-i kâinatın meyvesi ve çekirdeği olan nev-i insanın hakîkatini taşıyan nebîlerde gösterdiğini; ve nebîlere intisab eden, hayır ve kemâlâta, nûra ve sürûra çıkacağı gibi, ubûdiyet cihetiyle de, bir zerre gibi küçük bir mahlûk olan insanın, fihristiyet ve o intisap cihetiyle, ağzından çıkan Allahü Ekber sadâsı, küre-i arzın büyük bir Allahü Ekber'i hükmüne geçtiğini, hakkalyakîn bir beyân ile, hakkın saadetini, îmânın hüsn-ü kemâlini bilbedâhe izhâr edip delâlet, şer, hasâret, dînin muhâlifinde olduğunu katî ispat eder. ONUNCU NOTA Cenâb-ı Hakkın nûr-u mârifetine yetişmek ve bakmak; ve âyât ve şâhitlerin âyinelerinde berâhin ve delillerin emârelerini görmek üç çeşit olup, bir kısmı su gibi, ikinci kısmı hava gibi, üçüncü kısmı nur gibi olup, takarrübün târifıni ve bu'diyetin vartalarını beyân eder. ON BİRİNCİ NOTA Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın ifadesindeki şefkat ve merhametin hikmetini, hem üslûb-u Kur'âniyedeki cezâlet ve selâsetteki fıtrîliği gösterir. ON İKİNCİ NOTA -1- kavl-i şerifine imtisâlen, -2- sırrıyla, mevtin ve kabrin mâhiyetini gösterip, serkeş nefs-i emmârenin dizginini çeker. Hem, kısa bir ömür ve muvakkat bir hayatta, bu acîb asırda, saadet-i ebediyeye en yarayışlı amel ve en makbul hizmet ve en devamlı sevap, "imânın takviyesine medâr Risâle-i Nur talebelerinin tarzında ulûm-u îmâniyeye çalışmak" olduğunu beyân eden ve ehl-i ilim ve ehl-i kalemi îkaz eden bir düstur-u hakîkattir. ON ÜÇÜNCÜ NOTA Medâr-ı iltibas olmuş Beş Meseledir. Birincisi: sırrıyla,tarik-ı hakta çalışan ve mücâhede edenler yalnız kendi vazifesini düşünüp, Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmamaları lâzım geldiğini; ve şiddet-i hırs yüzünden, vazife-i ubûdiyet ve memuriyeti, âmiriyet ve mâbudiyetle iltibas edenlere karşı tefrik edip, haddini tecâvüz eden insana makamını gösteren, herkese lüzumlu bir meseledir. İkinci Mesele : Ubûdiyetin menşei, emr-i İlâhî; ve neticesi, rızâ-yı İlâhî; ve semerâtı ve fevâidi, uhreviye olduğunu; ve dünyaya âit faydalar ve semereler ve menfaatler, ubûdiyete, vird ve zikre illet veya illetin bir cüz'ü olsa, ubûdiyeti kısmen iptal ettiğini beyân ile, sırr-ı ubûdiyetin hikmetini ders veren çok mühim ve lüzumlu bir meseledir. Üçüncüsü : -1- hadîs-i kudsîsinin mukaddes düsturunu güzel bir temsil ile izah edip, ubûdiyetin esası olan acz, fakr ve kusur ve naksını bilmek ve niyaz ile dergâh-ı İlâhînin rahmet kapısını çalmak lâzım geldiğini; hem her amelde bir ihlâs ciheti olduğundan, insan, hareketinde rızâ-yı İlâhîyi düşünüp, vazife-i İlâhiyeye karışmamasıyla Âlâ-yı İlliyyîne çıkacağını, yol gösteren mühim bir meseledir. Dördüncü Mesele : -2- âyetinin mânâ-yı işârîsiyle, Mün'im-i Hakikîyi hatıra getirmeyen ve Onun nâmiyle verilmeyen nîmeti yemek ve almak câiz olmadığını; eğer muhtaç ise, esbâb-ı zâhiriyenin başı üzerinde Mün'im-i Hakikînin rahmet elini görüp, Bismillâh deyip alınacağını; hem esbâb-ı zâhiriyeyi perestiş edenleri aldatan, iki şeyin beraber gelmesi veya bulunması olan "iktirân"ı, illet zannetmelerini, güzel ve mukâvemetsûz izahla, yüzleri Mün'im-i Hakikîye çevirir. Beşinci Mesele : Bir cemaatin sa'yleriyle hâsıl olan bir netice veya şerefı, o cemaatin reisine veya üstâdına vermek, hem cemaate, hem de o üstad ve reise zulüm olduğu gibi; Cenâb-ı Hakkın nur ve feyzine mâkes ve vesîle ve vâsıta olan üstâdın, masdar ve muktedir ve menbâ telâkkî edilmemek lâzım geldiğini, güzel bir temsil ile ispat edip, hakîkat-i hale pencere açıp gösterir. ON DÖRDÜNCÜ NOTA Tevhîde dâir dört küçük remizdir. Birinci Remiz : Dar nazarlı, kâsır fikirli ve muhâkemesiz akıllı, esbabperest insanın nazarını vahdâniyet-i İlâhiyenin delillerine çevirip, güzel bir temsil üzerinde, -1- der, Tevhîdi ispat eder. İkinci Remiz : -2- 'nin bir sırrını tefsir edip, aşk-ı mecâzîye müptelâ olan insana, aşk-ı hakîkiyi ve Mâbud-u Bilhakkı gösterir. Üçüncü Remiz: Hayat-ı bâkiyeye ve sennedî manzaralara namzet, yüksek makamda halk olunan istidâdât ve letâif-i insâniye, bâzan hiç ender hiç olan hevâ-yı nefse esir bulunduğundan, îkaz ve inzâr ile insanı teyakkuza sevk eden büyük bir hakîkatin küçük bir ucudur. Dördüncü Remiz : Uzun emellerden ve geçmiş ve gelecek elemlerden ruh ve kalbi güzel bir temsil ile kurtarıp, Lâ ilâhe illâllah kelime-i kudsiyesinin şifâyâb ve rahmetbahş hazînesine teslim eder. ON BEŞİNCİ NOTA Üç Meseledir. Birincisi : İsm-i Hafizin tecellî-i etemmine işaret eden -3- âyetiyle, Hafîz-i Zülcelâlin küre-i arz tarlasında, ezel ilmiyle halk edip zer' ettiği tohumları, kesif toprak içinde ve şiddet-i burûdet karşısında mukâvemetsiz, nihayetsiz zayıf ve küçük oldukları halde muhâfaza edip, haşr-i baharide, başka bir âlemden gelmişler gibi, evâmir-i tekvîniyeye imtisâl ile gelmeleriyle, emânet-i kübrâ hamelesi ve arzın halîfesi ve kâinatın meyvesi olan insanların ef âl ve âsâr ve akvalleri ve hasenât ve seyyiâtları muhâfaza edilip, haşrin sabahında meydan-ı muhâsebeye getirileceğini katî ispat edip, haşri bâzı sebepler neticesi baîd gören insanlara, bilmüşâhede nümûnesini gösterir. Hâfız Ali On Sekizinci Lem'a İleride başka bir mecmuada neşredileceğinden, buraya derc edilmedi. On Dokuzuncu Lem'a
âyet-i kerîmesini Yedi Nükte ile tefsir eden iktisâdı emredip, israf ve tebzîrden nehyeden ve bilhassa bu asırdaki beşere gâyet mühim bir ders-i hikmet veren, kıymettar ve çok mübârek bir risâledir: BİRİNCİ NÜKTE : Cenâb-ı Hak, beşere ihsan ettiği bilcümle nîmetlerin mukâbilinde, beşerden ancak bir "şükür" istediğini; iktisat, hem nîmetlere karşı bir ihtiram, hem Cenâb-ı Hakka karşı bir şükr-ü mânevî, hem nîmetin bereketlenmesine bir vesîle olduğunu; israf ise, Mün'im-i Hakikînin nîmetlerine bir hürmetsizlik ve bir tahkir olmakla, vahîm neticeleri bulunduğunu beyân eder. İKİNCİ NÜKTE : Vücud-u beşer bir saray, mide bir efendi, ağızdaki kuvve-i zâika bir kapıcı, et'imenin verdiği lezzetler birer bahşiş olduğunu göstererek; vücudun idâresi iktisat ile temin edildiğini, israf ise muvâzenesizliği ve hastalıkları tevlid ettiğini beyân eder. ÜÇÜNCÜ NÜKTE : Kuvve-i zâika, maddî cesede inhisar etmekten ziyâde, akla, rûha ve kalbe baktığından; israf etmemek, zillet ve sefâlete düşmemek ve o kuvve-i zâikayı taşıyan lisânı şükürden istimâl etmek şartıyla leziz taamların tercih ve tâkip edilebileceğini; ve bu hakîkat, hârika kuvve-i kudsiye sahibi şâh-ı Geylânî (k.s.) Hazretlerinin ihyâ-yı emvât kerâmet-i azîmesiyle izah edilerek, ruh cesede, kalb nefse, akıl mideye hâkim olduktan sonra, şükrün müntehâ derecelerine vâsıl olmakla mümkün olduğunu beyân eder. DÖRDÜNCÜ NÜKTE : İktisat sebeb-i bereket olduğundan, muktesidlerin hayatları izzetle geçtiğini, israf edenlerin her vakit sefâlete, hattâ dilenciliğe kadar düştüklerini, hattâ haysiyet ve nâmuslarını ve hattâ mukaddesât-ı dîniyelerini bile fedâ ettiklerini; ve iktisadın menâfi-i azîmesini ve israfın dehşetli zararlarını ve sehâvetin güzelliği içinde bir oduncu ihtiyarın istiğnâsını zikrederek, iktisâdın kıymet ve izzetini, sehâvetin fevkıne çıkarır. BEŞİNCİ NÜKTE : Gâyet merakâver bir bal vâkıasıyla, iktisattaki izzet ve bereketini ve israftaki sefâlet ve mahrumiyetin bir sırrını, pek hakîkatli bir sûrette izah eder. ALTINCI NÜKTE : Hısset ile, hıssetten ayrı olan iktisat haslet-i memdûhasını, Hazret-i Ömer'in oğlu Hazret-i Abdullah'ın (r.a.) bir vâkıasıyla öyle izah eder ki, iktisâdın hısset olmadığını ve israftan ayrı olan sehâvetin derece-i kemâlini gösterir. YEDİNCİ NÜKTE : İsraf hırsı, hırs kanaatsizliği, kanaatsizlik haybet ve hasâreti ve hem ihlâsı kaçırmakla a'mâl-i uhreviyeyi zedelemek gibi üç mühim neticeyi tevlid ettiğini; ve zekâvetleri yüzünden mâruf ediplerin dilenciliğe kadar tenezzül ettiklerini; ve bir kısım âlimlerin hırs yüzünden dîyk-ı maîşete giriftar olduklarını temsillerle o kadar güzel izah eder ki, fevkınde beyân ve izah tasavvur edilemez. Hüsrev
Yirminci Lem'a -1- (ilâ âhir) âyet-i kerîmesiyle, -2- hadîs-i şerifı mûcibince, İslâmiyette ihlâs en mühim bir esas olduğunun sırrını, hadsiz nüktelerinden Beş Nokta ile tefsir ve izah eder. BİRİNCİ NOKTA : "Ehl-i dünya ve ehl-i gaflet ve ehl-i dalâlet ve ehl-i nifak rekâbetsiz bir sûrette ittifak ettikleri halde, neden ehl-i hak ve ehl-i hidâyet rekâbetli ihtilâf ediyorlar?" diye vâki, pek mühim ve pek müthiş ve ehl-i hak ve ehl-i hamiyeti hakîkaten kan ağlattıran bu suâle, çok esbabdan yedi sebep ile cevap verilmiştir. şöyledir: Ehl-i hak ve ehl-i hidâyetin ihtilâfâtı, hakîkatsiz, zelîl olduklarından ve himmetsiz, aşağı ve âkıbeti düşünmeyerek kâsirü'n-nazar olduklarından ve kıskanç ve dünyaya harîs olduklarından olmadığı gibi; ehl-i gaflet ve ehl-i da-' lâletin de kuvvetli ittifakları, hakîkatli ve âkıbeti düşündüklerinden ve yüksek nazarlı olduklarından olmadığını o kadar âlî bir üslûpla ve hakîkatli bir ifade ile beyân ve izah eder ki, "Fesübhânallah! Sebepleri bilinmediğinden, her an için üç yüz elli milyon fedâkâr tebaası bulunan bu âlî İslâmiyet, nasıl olmuş da hepsi yüz elli milyonu tecâvüz etmeyen ve ölümden dehşetli korkan üç dört firenk hükûmetin elinde esir olmuşlar? Hem öyle bir esâretle mahkûm edilmişler ki-Allah Allah!-her fırsatta öyle dehşetli şenâetler yapılmış ki, engizisyon mezâlimine rahmet okutacak işkenceler, bîçare ehl-i İslâma tatbik edilmiş. Gözyaşlarına bedel, damarlarından mütemâdiyen kanlar akıttırılmış. Bir değnek cezaya mukâbil, ehl-i hamiyetin boyunları gaddar zâlimlerin elleriyle koparılmış, atılmış; o bîçare Müslüman hamiyetperverlerinin bir kısmı darağaçlarına asılmış, hayatlarına hâtime verilmiş, dünyanın ufuklarında merhametsizce teşhir edilmiş. Hem hayat-ı dünyevîleri parça parça edilmiş, hem hayat-ı uhreviyeleri zedelenmiş; bir kısmının ise her iki hayatları ve saadetleri birden imhâ edilmiş. Nedendir?" diye vâki olacak suâlin cevapları, elmas hazînesine değer kıymetindeki bu risâlenin Birinci Noktasının verdiği izahatın neticesinden anlaşılmaktadır. İşte bu zavallı Müslümanlar hak ve hakîkat mesleğinde giderlerken, hatâya ve yanlışa düşmeleri yüzünden ihlâsları zedelenmiş, aralarına rekâbet girmiş, beynlerindeki ittifak ve ittihat yerine tefrika ve ihtilâf girmiş. Binnetice, bu haller tedâvi edilmemiş, bu marazlar tevessü etmiş; bu halleri gören ehl-i dalâlet, ehl-i İslâmın bu ihtilâfât ve tefrikasını ganîmet bilmiş, desîselerle âlem-i İslâma hücum etmişler, zavallı ehl-i İslâmı pek müthiş bir esâret altına almışlar, mahvetmek için çalışmışlar. İşte, asırlardan beri, üç yüz elli milyon ehl-i İslâmı zincirler altında, hergün, her saat, her an inim inim inleten hâletlerin sebepleri, bu risâlenin Birinci Noktasıyla pek hakîkatli bir sûrette izah edilmiş. Fakat, heyhât, zaman ve zemin müsâit değilmiş ki, Beş Noktadan, yalnız bir noktası yazılmış, diğerleri tehir edilerek yazılmamış. Hüsrev Yirmi Birinci Lem'a âyetlerini tefsir eder. Her amel-i hayırda, husûsan uhrevî hizmetlerde ihlâsın en mühim bir esas olduğunu bildiren çok kıymettar bir risâledir. Bu risâle, evvelâ, bu müthiş zamandaki Kur'ân hâdimleriyle konuşarak der ki: "Dehşetli düşmanlar karşısında, şiddetli tazyikât altında, müthiş dalâletler ve savletli bid'alar içinde, sizler gâyet az ve gâyet zayıf ve fakir ve kuvvetsiz olduğunuz halde, gâyet ağır ve gâyet büyük ve umûmi ve kudsî bir vazife-i îmâniye ve hizmet-i Kur'âniye, sırf bir ihsân-ı İlâhî olarak, Cenâb-ı Hak tarafından omuzlarınıza konulmuştur. Öyle ise, herkesten ziyâde ihlâsı kazanmaya ve onun sırlarını kendinizde yerleştirmeye mecbur ve mükellef olduğunuzu bilmelisiniz. Ve ihlâsı zâyi eden esbabdan şiddetle kaçmalısınız" der ve ihlâsı kazanmak için, Dört Düsturu beyân eder.
BİRİNCİ DÜSTUR : "Doğrudan doğruya rızâ-yı İlâhîyi maksat yapmalısınız" der. İKİNCİ DÜSTUR : "Rekâbetsiz, tahakkümsüz, gıptasız, atâletsiz, hakîki bir tesânüd ile, faaliyetlerini umûmi maksada tevcih ederek çalışan bir fabrikanın çarkları gibi olmalısınız" der. Ve "Saadet-i ebediyeyi netice veren ve ümmet-i Muhammediyeyi (a.s.m.) dünya ve âhirette sâhil-i selâmete çıkaran bir sefîne-i Rabbâniyede hizmet ettirildiğiniz için, ihlâsa, ittifâka, tesânüde samîmiyetle sarılmalısınız" diye emreder. ÜÇÜNCÜ DÜSTUR : Hem birkaç misâl ile ihlâsın bir sırr-ı mühimmini izah eder; hem İmâm-ı Ali (r.a.) ve Şâh-ı Geylânî (r.a.) gibi kudsî, hârika kahramanların, Nur Talebelerinin başlarında üstad ve arkalarında yardımcı olarak, her vakit hazır olduklarının vechini beyân eder. DÖRDÜNCÜ DÜSTUR : Kardeşler arasında "tefânî" sırrını, yani, "kardeş kardeşte fânî olmak" esasını ikâme eder. Ve ihlâsı kuvvetlendiren bir vasıtanın "râbıta-i mevt" olduğunu ve zedeleyen sebeplerin "riyâ" ve "tûl-i emel" gibi merdud hasletler olduğunu bildirir. İhlâsı kazanmanın ikinci sebebi, dâimâ huzur-u İlâhîde olduğunu düşünmektir. Bu sûretle, hem riyâdan kurtulma çâresini, hem kazanılan ihlâsta çok merâtip olduğunu beyân eder. Daha sonra, ihlâsı kıran sebeplerden, üç mâniden birincisinin, maddî menfaatler olduğunu; ve a'mâl-i uhreviyedeki teşrik-i mesâide muazzam menfaat olduğunu; hem bu uhrevî kazanç, dünyevî şeriklerin kazançları gibi olmayıp, tecezzî ve inkısâm etmeden, noksansız olarak, fazl-ı İlâhî ile, terâküm eden sevap yekûnlerinin bir misli, iştirâk eden fertlerin herbirinin defter-i a'mâline aynen gireceğini beyân ederek, rekabet ve ihlâssızlıkla bu ticaretin kaçınlmamasını tavsiye eder. Mânün ikincisi, ihlâsı kıran ve en mühim bir maraz-ı rûhî olup şirk-i hafiye yol açan "teveccüh-ü âmme"den şiddetle kaçmayı ve bu gibi marazlara ehemmiyet verilmemesini ehemmiyetle emreder. Üçüncü mânide de,"korku ve tamâ"' yüzünden gelecek zararlar ile ihlâsın kırılacağını bahsederek, bu hususta Hücumât-ı Sittede izahât-ı kâfıye verildiğinden, o kıymettar risâleye havale edilmekle hâtime verilen, şirin ve latîf ve çok âlî ve misilsiz ve herkesin muhtaç olduğu bir risâle-i mübârekedir. Hüsrev Bir kısım kardeşlerime hususî bir mektuptur. Bid'aların istilâsı zamanında, Sünnet-i Seniyyeye ittibâın ehemmiyetini ve Risâle-i Nur'u yazmanın beş nevi ibâdet olduğunu bildiren kıymettar bir mektuptur.
Yirmi İkinci Lem'a gibi âyetlerle, üç işaret ile Risâle-i Nur müellifine ve Risâle-i Nur'a âit çoklar tarafından deniliyor ki: "Sen ehl-i dünyanın dünyasına karışmadığın halde, nedendir ki, herbir fırsatta senin âhiretine karışıyorlar? Hattâ, hiçbir hükûmet târikü'd-dünya ve münzevîlere karışmıyor" meâlinde bir suâle karşı gâyet güzel cevap veriyor. BİRİNCİ İŞARET : Risâle-i Nur müellifi ve Risâle-i Nur, bütün ehl-i îmânın, husûsan Isparta vilâyetinin mânevî terakkiyatlarına ve îmânlarının inbisâtına mühim bir medâr olduğundan, bu suâlin cevabını, din ve şeriat nâmına haklarını müdafaaya mecbur olduklarından, dinsizlere karşı müdafaa vazifesi, insanların, husûsan Isparta vilâyetinin insanlarının hakları olduğunu katî gösterir. İKİNCİ İŞARET : Tenkit ve istifsarkârâne, mimsiz medeniyet tarafından denilen, "Sen neden bizden küstün ve bize müracaat etmiyorsun? Halbuki bizim prensibimiz var; bu asrın muktezâsı olarak hususî düsturlarımız var. Bunların tatbikini, sen kendine ve ehl-i îmâna kabul etmiyorsun. Halbuki bu cumhuriyetler devrinde tahakküm ve tegallübü kaldırmak düsturu var. Halbuki sen hocalık ve inzivâ perdesi altında nazar-ı dikkati celb etmekliğin ve hükûmetin rejimi hilafına çalıştığını, mâcerâ-yı hayatın gösteriyor. Bu senin hâlin burjuvalara mahsustur. Bizim, avam tabakasının intibâhı ile sosyalizm ve bolşevizm düsturlarını tatbik etmek işimize yarıyor. Prensiplerimize muhâlif ve burjuva denilen tabaka-i havassın istibdat ve tahakkümleri altında adâlet-i mahzâyı kabul etmek ağır geliyor" gibi suâllerine karşı, Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı hakîkat, Çalış, kalbi kaldır, muktedirsen, âdemiyetten! düsturuyla, Cenâb-ı Hakkın fazl u keremiyle ulûm-u îmâniye ve Kur'âniyeyi fehmetmek faziletini ihsan ettiğini; ve bu ihsânı kaldırmaya uğraşan, insan sûretinde şeytanlar olduğunu; birkaç mühim misal ile, ehl-i ilhâd ve kısmen münafıklar bu fevkalkanun muâmeleyi hiçbir hükûmet ve hiçbir ferdin tasvibine mazhar olmayan bu muâmeleye cumhuriyet hükûmeti müsaade etmediğini; değil yalnız Risâle-i Nur müellifi, eğer fehmetse nev-i beşer küseceğini ve anâsırın hiddetlendiğini göstermekle, gâyet güzel bir cevap veriyor.
ÜÇÜNCÜ İŞARET : İki suâlin cevabıdır. Birincisi: Ehl-i felsefe, zındıka hesabına diyorlar ki: "bizim memleketimizde bulunan bir adam, mecburî cumhuriyetin kanunlarına inkıyâd edecektir. Halbuki sen, vazifesiz olduğun halde, halkların teveccühünü kazanmak istiyorsun" demelerine karşı bir müskit cevap veriyor ki, onların foyalarını ortaya çıkarıp ne olduklarını gösteriyor. İkinci Sual: "Teveccüh-ü nâsı ve mevki-i âmmeyi kazanmak, bizim vazifedarlarımıza mahsus olup, sen vazifesiz bir adam olduğundan, teveccüh-ü nâsı ve mevki-i âmmeyi size hoş görmüyoruz" demelerine karşı: Eğer insan bir cesetten ibâret olsaydı, lâyemûtâne dünyada kalsa ve kabir kapısı kapansa ve ölüm öldürülse, o vakit vazifeler yalnız maddî askerlik ve idare memurlarına mahsus kalırdı. Halbuki, böyle mânevî ve gâyet mühim ve bütün beşeri alâkadar eden bir vazifenin inkârı, "El-mevtü hak" dâvâsını hergün cenazelerinin mührüyle imzâ edip tasdik eden otuz bin şâhidin şehâdetini tekzip ve inkâr etmekle olur. Madem inkâr ve tekzip etmek muhâldir; öyle ise, mânevî hâcât-ı zaruriyeye istinâd eden mânevî çok vazifeler var olduğunu, güzel ve mühim bir iki temsil ile izah ve ispat eder. Şu risâlenin hâtimesinde, "Enâniyetli ehl-i dünyanın her işinde o kadar hassâsiyet var ki, eğer şuurları olsaydı, dehâ derecesinde bir muâmele olurdu" diye, ehl-i îmâna, onların o hassasiyet ve desîselerine aldanmamalarını tavsiye ile, onların bu hâli bir istidraç olduğunu haber verir. Küçük Ali Yirmi Üçüncü Lem'a Otuz Birinci Mektubun Yirmi Üçüncü Lem'ası olan "Tabiat Risâlesi"dir. Tabiattan gelen fikr-i küfrîyi dirilmeyecek bir sûrette öldüren; ve küfrün temel taşını zîr ü zeber eden; ve çok çirkin ve müstekreh ve gayr-ı mâkul mudıll efkân, insaflı kâfilelerden tard edip çıkaran; ve saâdet-i ebediyenin o hakîkatli yollarını pek ehemmiyetli, çok şirin ve gâyet zevkli bir sûrette açarak delilleriyle, bürhanlarıyla ispat eden; ve müellifine ebedî rahmet okunmasına vesile olan, âlî, gâyet kıymettar bir risâledir. Bu risâle, âyet-i kerîmesinin bir tefsir-i vâzıhı olup, "Cenâb-ı Hak hakkında şek olamaz ve olmamalı" demekle, vücud ve vahdâniyet-i İlâhiyeyi bedâhet derecesinde gösterir. şu sırrı izahtan evvel, bir ihtar ile, bin üç yüz otuz sekiz senesinde orduyu İslâmın Yunan'a galebesinden neşe alan ehl-i îmânın kuvvetli efkân içine gâyet müthiş bir zındıka fikri girmek üzere iken, o zındıka mefkûresinin başını dağıtmak gâyesiyle Ankara'da Arapça olarak tab' edilmiş olan bu risâlenin, sonra aynen Türkçeye tercüme edildiğini hatırlatır. MUKADDİME İnsanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmâm eden ve ehl-i îmanın bilmeyerek istimâl ettikleri kelimelerin en mühimlerinden üç tanesini beyân eder. Birinci Kelime: "Evcedethü'l-esbâb," yani, "Esbâb-ı âlem îcâd ediyor. İkinci Kelime: "Teşekkele binefsihî," yani, "Kendi kendine oluyor." Üçüncü Kelime: "İktezathü't-tabiat," yani, "Tabiat iktizâ edip yapıyor." Bu üç dehşetli kelimelerin, lâakal doksan muhâlâtı tazammun eden üçer muhâlden dokuz muhâl ile, açtıkları üç yolu tamamen kapayarak, dördüncü yol olan "tarîk-ı Vahdâniyet" ile, bilcümle mevcudât, bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretiyle vücut bulduğunu, hakikî ve letâfetli temsilleriyle ispat eder. BİRİNCİ KELİME "Evcedethü'l-esbâb." Teşkil-i eşya, esbâb-ı âlemin içtimâıyla vücut bulmasının pek çok muhâlâtından üç tanesini zikreder. Birincisi: "Herhangi bir zîhayatın îcâdı Vâhid-i Ehade verilmeyip esbabdan talep edilse, bir eczahâne-i kübrâda mevcut kavanozların içindeki maddelerin garip bir tesadüf eseri veya esen rüzgârların kavanozları çarpıp devirerek içindeki maddelerin akması ve bir yere toplanması" temsiliyle gösterilen, vücud-u eşyayı esbâba vermek îtikâdının hadsiz muhâliyetini beyân eder. İkinci Muhal: Mevcudattan bir sineğin inşâsı Vâcibü'l-Vücuda verilmeyip, "Esbâb-ı âlem yapıyor" denilse, kâinatın ekserîsiyle alâkadar olan bu sineğin herbir zerresini gözüne, kulağına, kalbine ve cesedine yerleştirmek için, erkân-ı âlemi ve anâsır ve tabâyü, usta gibi, o sineğin hem zâhirinde, hem bâtınında çalıştırmak lâzım geliyor. Bu muhâl, Sofestâîleri dahi, eblehâne meslekleri içinde utandırıyor. Üçüncü Muhal: "Bir vâhidin vahdeti varsa, herhalde bir elden sudûr ettiği" kaidesiyle, şu mükemmel intizam ve şu hassas mîzan ve şu câmi hayata mazhar olan bir mevcud, eğer Vâhid-i Ehadin bir masnûu kabul edilmezse; câmid, câhil, kör, sağır, şuursuz, karma karışık hadsiz esbâbın karıştırıcı elleri arasında inşâ edildiği ve nihayetsiz imkânat yolları içinde gâyet mükemmel ve nihayet hassas ve câmi bir hayata mâlik olarak vücudu kabul edilse, yüzler muhâli birden kabul etmek imkânsızlığını ve eşekleri dahi eşeklikleri içinde güldürecek derecede akıldan uzaklığını gösterir.
İKİNCİ KELİME "Teşekkele binefsihî," yani, "Kendi kendine teşekkül ediyor." Şu muhâlin bâtıl olduğunu gösteren çok muhâlâtlardan üç muhâli, nümûne olarak zikrediyor. Birincisi: Her mevcud, basit bir madde olmadığı gibi, câmid ve tegayyürsüz dahi olmadığından; ve hem de zerrelerden teşekkül ettirilmiş gâyet acib bir makine ve gâyet hârika bir saray olmakla beraber, zâhirî ve bâtınî duygularla mücehhez bulunduğundan, kâinatla alâkası vardır. İşte, herbir mevcud, Hâlık-ı Küll-i şey'e isnâd edilmeyip, "Kendi kendine teşekkül ediyor" denilse, o vakit herbir mevcudun herbir zerresine, bir Eflâtun'a bedel binler Eflâtun kadar ilim ve şuur vermek gibi hurâfecilik ve dîvâneliğin en büyüklerinin ortasına düştüğünü beyân edip ispat eder. İkincisi: Herbir mevcud, bilhassa ferd-i insan, birbiri içinde yerleştirilmiş binler kubbeli bir saray ve herbir kubbesi binler zerrâtın baş başa vermesiyle teşekkül etmiş acib nakışlı garib bir sanat-ı hârika olduğu halde, "Bu masnûat bir Sâni-i Vâhidin eser-i sanatı değildir; kendi kendine teşekkül ediyor" denilse, hadsiz ve hudut altına alınmayan zerrât-ı vücudiye adedince muhâller ortaya çıkar ki, bu mefkûre sahiplerini cehlin en müntehâsında oturtarak, echeliyetle techil eder. Üçüncü Muhal: Sâni-i Zülcelâlin îcâdı olan herbir masnû, Kalem-i Kader-i Ezelînin bir mektubu olmazsa, "Esbâb-ı âlem îcâd ediyor" denilse; o vakit o esbab, evvelâ o masnûun bedenindeki hücrelerden tut, binler mürekkebât adedince tabiat kalıpları, demir kalemleri ve harfleri; ve hattâ bu demir harfleri ve kalemleri ve kalıpları dökmek için birçok fabrikalar; ve bu fabrikaların inşâsı için, kezâ fabrikaların vücudu lâzım gelir. Ve hâkezâ, bu teselsül gittikçe gidecek. Bu nâmütenâhi muhâlâtı intaç eden bu fikri kabul edenler, bu hakîkatten yedikleri silleden ayılıp, bu fikirlerinden vazgeçmelidirler, der. ÜÇÜNCÜ KELİME "İktezathü't-tabiat," yani, "Tabiat iktizâ ediyor." Bu idlâl edici mudıll fikrin pek çok muhâlâtından üç muhâlinin: Birincisi şudur ki: şems-i Ezelînin kalem-i kader ve kudreti olan alîmâne, basîrâne, hakîmâne sanat-ı îcâd o Zât-ı Zülcelâle verilmezse, hem kör, hem sağır, hem akılsız, hem düşüncesiz bir tabiata verilse; o tabiat, bu masnûâtı yapmak için, ya herşeyde hadsiz mânevî makine ve matbaaları bulunduracak veyahut herşeyde kâinatı halk edip idare edecek bir kudret ve hikmeti derc edecektir. Bu ise, her bir mevcudda hadsiz bir kudret ve irâde ve nihayetsiz bir ilim ve hikmet taşıyacak bir tabiatı veya bir kuvveti ve âdetâ bir ilâhı, içinde kabul etmek lâzım gelir ki; bu ise, kâinattaki muhâlâtın en bâtılı ve hurâfenin en yalan bir şekli olduğunu ve Hâlık-ı Kâinatın sıfât-ı kudsiyesinin tecelliyâtına "tabiat" nâmı verenler, hayvanlardan yüz derece aşağı olduğunu gösterir.
İkincisi: Gâyet intizamlı ve mîzanlı ve hikmetli olan şu mevcudât, nihayetsiz kadîr ve hakîm bir Zâtın îcâdıdır denilmezse, tabiata verilse, o vakit tabiat, nebâtâtın menşei ve meskeni olan ve nebâtâta saksılık vazifesini gören bir parça toprakta, milyarlar adedince ayrı ayrı makineleri ve matbaaları yerleştirmeli ki, o toprak, her türlü nebâtâtın menşei ve meskeni olabilsin ve hayatlarına lâzım her türlü ihtiyaçlarını muayyen miktarları dâhilinde verebilsin. İşte bu hurâfeyi ve hadsiz muhâlâtı netice veren bu mefkûreyi taşıyanların eşekliklerine bakarak, yüzlerine tükürerek, der: Bu suûbetli ve müşkilâtlı acib muhâlâtın, nasıl suhûletli vücuda inkılâb ettiği hakkındaki suâle hakîkatli ve gâyet mâkul bir cevap verilmiştir. Üçüncüsü: İki misâli var. BİRİNCİSİ: Hâlî bir sahrâda kurulmuş gâyet mükemmel ve müzeyyen bir saraya giren vahşî bir adamın misâliyle izah edilen bir hakîkattir. şöyle ki: O saraydan daha muntazam, daha mükemmel ve her tarafı mu'cizât-ı hikmetle doldurulmuş olan şu âlem sarayının içine, Ulûhiyeti inkâr eden vahşî tabüyyunlar girer. Gördükleri mevcudâtın, dâire-i mümkinat hâricinde olan Zât-ı Vâcibü'l- Vücudun eser-i sanatı olduğunu düşünmeyerek, dâire-i mümkinat içinde bulunan ve kudret-i İlâhiyenin tebeddül ve tegayyür eden icrâat kanunlarının bir defteri hükmündeki mecmua-i kavânîn-i âdetullaha ve bir fihriste-i sanat-ı Rabbâniye olan İlâhî kanunlara yanlışlıkla "tabiat" nâmını verip, eşyanın îcâdını ona tahmil ederek, öylece ahmakâne bir bâtıl yola girerler ki, ahmaklığın müntehâsında en büyük ahmaklık nişânını göğüslerine kendi elleriyle takarlar. ÜÇÜNCÜ MUHÂLIN İKİNCİ MİSÂLİ: Gâyet muhteşem bir kışlaya ve gâyet muazzam bir câmie giren vahşî bir adamın misâliyle temsil edilen ikinci bir hakîkattir. Sultân-ı Ezel ve Ebedin hadsiz cünûdunun muhteşem bir kışlası ve muazzam bir mescidi olan şu kâinata, tabiat fikirli münkirler girerler. Bakarlar ki, bütün mevcudât iş başında, vazifededirler. Sâni-i Zülcelâlin Zât-ı Akdesinden i'râz ettiklerinden, Hâlık-ı Zülcelâlin bir cilve-i Rabbâniyesi olan kuvvetini müstakil bir kadîr telâkki ederek, mânevî kanunlarını birer maddî madde tasavvur etmekle beraber, o kanunların ellerine îcad vererek "tabiat" nâmını taktıklarından, bütün gördükleri şu hârikulâde mevcudâtı tabiata isnâd edip, vahşîlerin en vahşîsi olduklarını ilân ederler. İşte, taksim-i aklî ile, mevcudun vücud bulması için dört yoldan başka yol olmadığından; bu yollar hadsiz ve hesapsız muhâlleri icab eden dokuz muhâl ile kapatılarak, bilbedâhe ve bizzarûre, dördüncü yol olan Vahdet yolu katî bir sûrette sâbit olur. Ve herbir mevcudun vücudu, doğrudan doğruya Zât-ı Vâcibü'l-Vücudun dest-i kudretinden çıktığını ve semâvât ve arz, kabza-i kudretinde olduğunu gösterir. Esbabperest ve tabiata sapanların gittikleri ve göremedikleri yollarının içyüzünü gösterdikten sonra, onları insafa dâvet eden ve mesleklerini terk ettiren gâyet izahlı ve çok şirin ve gâyet lâtif bir beyândan sonra, sorulan iki şüpheli suâlin birincisine, "redd-i müdâhale ve men-i iştirak" kânunlarının muktezâsıyla; ikincisine de, Hâlık-ı Zülcelâl bütün bütün hikmetine zıt olan netice-i hilkati ve semere-i kâinatı abesiyete çeviren ve hikmet-i Rubûbiyetini inkâr ettirecek bir tarz olan mahlûkatın ibâdetlerini ve bilhassa insanın şükür ve ubûdiyetini başkalara vermeye rızâ göstermediği gibi, müsaade dahi etmediğini izah eden gâyet güzel cevaplarla mukâbele edilmiştir. Hâtime'sinde, tabiat fikr-i küfrîsini terk eden ve îmâna gelen zâtın, merakâver üç suâlinden: Birincisi: "Tenbelliklerinden dolayı namazı terk edenlerin Cehennem gibi bir azap ile tehdit edilmelerinin sebebi nedir?" İkincisi: "Gözle görülen bu nihayet derecede mebzûliyet ve îcâd-ı eşyadaki intizamlı sûret, hem Vahdet yolundaki nihayet derecede kolaylık ve suhûlet, hem nass-ı Kur'ân'la, -1- gibi âyetlerin nihayet derecede gösterdikleri kolaylığın sırrı ve hikmeti nedir?" Üçüncüsü: "Kâinat fabrikasının işlettirilmesi bir terkip ve tahlil neticesi olduğunu ve hiçten birşey îdam edilmediği gibi, hiçten birşey de îcad edilmez diyen feylesofların bu sözleri nasıldır?" demesine karşı, pek dakik ve çok derin ve gâyet yüksek ve çok geniş ve nihayet derecede muknî ve müskit olarak serd ettiği delâil-i akliye ile, esbâba tapan ve tabiat bataklığında boğulanları kurtaran ve hâlen o mesleklerinde bulunanları utandıran gâyet hakîkatli ve musîb cevaplar vardır. Hüseyin Yirmi Dördüncü Lem'a Dört Hikmeti hâvîdir. (ilh.) gibi âyetlerle, Kur'ân-ı Hakîm, tesettürü emrediyor. Sefih ve mimsiz medeniyetin ise, Kur'ân'ın bu hükmüne karşı muhâlif gittiğini ve tesettürü fıtrî görmediğinden, "bir esârettir" deyip, dinsizcesine bir suâline karşı, Kur'ân-ı Hakîmin bu hükmü tam yerinde olup, belki esâret olmayıp, tesettürün fıtrî olduğunu çok tecrübe ve misallerle izah ve ispat edip, onları iskât ve tesettüre katî emrediyor. BİRİNCİSİ Kadınların fıtratı tesettürü iktizâ ediyor. Çünkü, hilkaten zaîfe ve nâzik olduğundan, kendi hayatından ziyâde çocuklarını himâyeye fıtraten bir meyli bulunduğundan, onu himâye edene karşı kendini güzel göstermek ve nefret ettirmemeye ve ittihâma mâruz kalmamak için fıtrî bir meyli bulunduğunu; hem kadınların ondan altısı ya ihtiyar, ya çirkin olmak cihetiyle, çirkinliğini herkese göstermek istemediğini; hem güzellerden kendini göstermekten sıkılmayanlar, ancak ondan bir iki olup, diğerleri ise, pis ve şehevânî ve sakîl insanların nazarlarından istiskal ettiğinden, kendini göstermek istemediğini; ve Kur'ân-ı Hakîmin tesettüre emri fıtrî olmakla beraber, o nâzik ve zaîfeyi, bir refika-i ebediye olabilmesi için, tesettürle zâhiri ve bâtınî zilletten ve mânevî bir esâretten kurtarıyor diye gâyet güzel bir cevapla gaddar medeniyeti iskât ediyor. İKİNCİ HİKMET Erkek ve kadın arasında şiddetli bir muhabbet, yalnız bu hayat-ı dünyeviyenin ihtiyâcından ileri gelmediğini; belki ebedî bir hayatta ciddî bir arkadaş olmak için, o muhabbeti âhir ömre kadar devam ettiği ve etmesi lâzım geldiği cihetle, o kadının, ebedî arkadaşı olan kocasının ebedî arkadaşlığından mahrum kalmamak için tesettürü katiyen ve fıtraten iktizâ ettiğini; ve sefih, gaddar medeniyetin "gayr-ı fıtrî ve esârettir" demelerini iskât etmekle beraber, tesettüre katî emrediyor. ÜÇÜNCÜ HİKMET Âile saâdeti, kadın ve koca mâbeyninde bir emniyet-i mütekâbile ve samîmi bir muhabbetle devam ettiğini; ve tesettürsüzlük, o emniyet ve muhabbeti bozduğunu ve kırdığını; ve açık saçık kadının ondan bir tanesi, kocasından daha iyisini gönnediğinden, kendini başkalara göstermek istemediğinden ve yirmi adamdan ancak bir tanesi karısından daha güzelini görmediğinden, açık saçıklık ve ·hayvânî nazarlar o emniyet ve muhabbeti kırdığını; hattâ o hayvânî, süflî ve pis görünmek, akrabâlık misillü olanda dahi o emniyeti kırdığını; ve o çıplak bacakla görünüş, akraba misillü olanda dahi o emniyeti kırdığını; ve o çıplak bacakla görünmesi, akrabânın mahremiyeti dahi gayr-ı mahrem olduğunu, gâyet katî bir sûrette ispat eder. DÖRDÜNCÜ HİKMET Kesret-i nesil her cihetle matlup olup, her millet ve her hükûmet buna taraftar olduğu, hattâ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm,
-1- yani, "İzdivâc ediniz; ben sizin çokluğunuzla iftihar ederim" buyurmasını; tesettürsüzlük izdivâcı çoğaltmayıp pek azalttığını, çünkü serseri asrî bir genç dahi refikasının gâyet nâmuslu olmasını istediğini; ve kadın ise, erkeğin çoluk ve çocuk ve malına ve herşeyine dâhilî muhâfız olduğundan, kadında sadâkat ve emniyet lâzım olduğunu; tesettürsüzlük ve açık saçıklık ve hayâsızlık ise, o sadâkati ve emniyeti kırdığından, erkeğe vicdan azâbı çektirdiğini ve kadınlarda şecaat ve sehâvet, o sadâkat ve emniyeti ihlâl ettiğini; ve memleketimizin Avrupa'ya kıyas edilemeyeceğini, eğer kıyas edilse, neslin zaafına ve kuvvetin sukûtuna sebep olacağını; ve şehirliler köylülere kıyas edilemeyeceğini, çünkü köylüler maîşet meşgalesiyle uğraştığından, sanat ile iştigal eden şehirliler onlara kıyas edilemeyeceğini; ve daha çok hikmetlerini gâyet katî ispat eder. Rüştü Ehl-i îmân âhiret hemşirelerim olan kadınlar tâifesi ile bir muhâveredir. Risâle-i Nur'un mühim bir esası şefkat olması ve kadınlar tâifesinin şefkat kahramanları bulunmaları cihetiyle fıtraten Risâle-i Nur'la alâkaları bulunduğunu; fakat bazı fena cereyanlarla o kıymetli seciyenin sû-i istimâl edildiğini; ve kadınların saâdet-i uhreviyesi gibi saâdet-i dünyeviyelerinin de çâre-i yegânesi, dâire-i İslâmiyedeki terbiye-i dîniye olduğunu izah eden kıymetli bir mektuptur. Yirmi Beşinci Lem'a Yirmi Beş Devâyı hâvîdir. Bu risâle, -2- gibi âyetler, ehl-i îmanın musîbetleri musîbet olmadığını, belki bir ihtâr-ı Sübhânî ve iltifât-ı Rahmânî olduğunu gösterir. Gâyet muknî bir tefsir ve o ehli îmânın on kısmından bir kısmını teşkil eden musîbetzedelere karşı mânevî bir tiryak ve gâyet nâfı bir eczahane gibi olduğunu, hattâ herbir devâ, ayrı ayrı binler çeşit ilâçlar gibi hâsiyetlerini gösteren bir eczahâne hükmünde ve Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyânın eczahane-i kübrâsı olan
gibi şifâ hakkındaki yüzer âyâtın sırr-ı tesirine şifâlı, devâlı bir mübârek mâkes ve bir mâ-i zemzeme-i Kur'ân hükmünde olduğunu gösterir. BİRİNCİ DEVÂ İnsanın hastalığı zâhiren bir nevi dert gibi ise de, dert değil, belki bir nevi derman olduğunu ve ömür sermâyesi sıhhat ve âfiyet ve istiğnâdan gelen bir gafletle zâyi olduğundan, hastalık o zâyiâtı meyvedar bir ömre çevirdiğini haber verir. Gâyet güzel bir devâdır. İKİNCİ DEVA İbâdet iki kısım olup, bir kısmı müsbet ibâdettir ki, namaz ve niyaz gibi mâlûm ibâdetler olup, diğeri menfi ibâdettir ki, hastalıklar insana aczini, zaafını hissettirdiğinden, hâlis, riyâsız, mânevî bir ibâdet olduğunu; ve bu hastalıkların, Allah'tan şekvâ etmemek şartıyla, mü'min için bir dakikası bir saat hükmüne geçtiğini; ve bâzı kâmillerin hastalıklarının bir dakikası bir gün ibâdet hükmüne geçtiğini rivâyet-i sahîha ve keşfiyât-ı sâdıka ile sâbit olduğunu bildirir. Gâyet mühim bir devâdır. ÜÇÜNCÜ DEVÂ İnsan bu dünyaya keyif sürmek ve lezzet için gelmediğine, mütemâdiyen gelenlerin gitmesi ve gençlerin ihtiyarlanması ve mütemâdiyen zevâl ve firakta yuvarlanması şâhit olduğunu; hem, insan zîhayatın en mükemmeli ve cihâzâtça en zengini olduğundan, geçen lezzetleri ve gelecek belâları düşündüğünden, kederli ve sıkıntılı bir hayat geçirdiğini; hastalık ise, sağlık ve âfiyet gibi gaflet vermediğinden, dünyayı hoş göstermeyip o tahatturların elemlerinden vazgeçirdiğinden, hiç aldatmaz bir vâiz ve bir mürşid hükmünde olduğunu gösterir bir mübârek devâdır. DÖRDÜNCÜ DEVA İnsan, hastalıktan şekvâ değil, hastalığa sabretmesi lâzım olduğunu gösterir. Çünkü o, cihâzâtını kendi yapmayıp ve başka bir yerden de satın almadığından; ve mülk sahibi, bahçesini çapalamak, bellemek ve budamak gibi ezâlarla, o sâyede güzel bir mahsul aldığından, o ezâ, o bağın hakkında ezâ değil, belki mahsûlünün yetişmesine medâr olduğundan, şikâyete hiç hakkı olmadığını gösterdiği gibi; insanın da, hastalıkla yapılan tasarruftan şikâyet değil, tahammüle mecbur olduğunu, şiddetli olduğu zaman "Yâ Sabûr!" deyip, sabır ile mukavemet edileceğini haber veriyor.
BEŞİNCİ DEVÂ Bu zamanda, hususan gençler hakkında, hastalık o gençleri gençlik sarhoşluğundan men ettiği için, onların hakkında o hastalık mânevî bir sıhhat ve âfiyet olduğunu haber verir gâyet şirin bir devâdır. ALTINCI DEVÂ Musîbetin gitmesiyle mânevî bir lezzet geleceğini gösterir. Çünkü, "Elemin zevâli lezzettir" diye, o elemli musîbetler, zevâl ile ruhta bir lezzeti irsiyet bıraktığını, gâyet güzel haber verir mühim bir devâdır. Hattâ bu devânın ehemmiyetindendir ki, telifâtında iki kere aynı numara tekerrür etmesi ve öylece kaydedilmesi, ehemmiyetini ispat eder. YEDİNCİ DEVÂ Hastalık, insanın sıhhatindeki nimet-i İlâhiyenin lezzetini kaçırmıyor, bilâkis tattırıyor. Çünkü, birşey devam etse, tesirini kaybeder, usanç verir. Hattâ ehl-i hakîkat demişler: Yani, herşey zıddıyla bilinir; soğuk olmazsa hararet anlaşılmaz diye, mâkul ve şirin bir devâdır. SEKİZİNCİ DEVÂ Hastalık, îmânlı bir insanın âhiretini geri bırakmıyor, belki daha ziyâde terakki ettiriyor. Çünkü, hastalık, sabun gibi, günahları siler, temizler, güzel bir keffâretü'z-zünûb olduğu hadîs-i şerifle sâbit olduğunu; hem îmânlı olan bir insanın maddî hastalığı, mânevî hastalıklardan kurtardığını; şahs-ı zâhirîsinin hatâsıyla şahs-ı mânevîsi hasta olduğundan, zâhir hastalığı o hatâlardan geri koyup mânevî istiğfâra sebep olduğundan, o maddî hastalık çok büyük bir hazine olduğunu bildirir. DOKUZUNCU DEVÂ Cenâb-ı Hakkı tanıyan bir insan için, ölüme sebep olan hastalıktan korkmak olmadığını; ve ölüm, tanıdığı ve bildiği bütün ehl-i îmân olan ahbaplarına kavuşmak olduğunu; hem ölüm mukadder olup, bazan hastalıklıların yanındaki sağ insanların ölmesi ve hastaların sağ kalması; hem ölüm, vazife-i hayattan bir paydos ve bir rahat olduğunu ve ehl-i dalâlet için gâyet korkunç bir zulümât-ı ebediye olduğunu bildiren gâyet mülâyimâne, güzel bir devâdır. ONUNCU DEVÂ İnsanın hastalığı, merak ettikçe gâyet ağırlaşacağı, husûsan evhamlı bir hastanın bir dirhem zâhir hastalığı, merak vasıtasıyla on dirhem olacağını, hem merak da ayrıca bir hastalık olduğunu haber veren mühim bir devâdır.
ON BİRİNCİ DEVA Hastalık insana hâzır bir elem verdiğinden, evvelce geçirmiş olduğun hastalıktan sonra hiçbir elem kalmayıp, hemen lezzeti bu âna kadar devam ettiğini hatırlayıp, o andaki hastalığın hâzır eleminden kurtulmakla; bulunduğun dakikadan sonra zamanın nasıl geleceğini bilmediğinden, ondan korkmamak lâzım olduğunu; hem yok bir zamanda, yok bir eleme, yok bir hastalığa vücut rengi vermek mânâsız olduğunu; ve sabır kuvvetini sağa ve sola dağıtmak fayda vermediğinden, bütün kuvvetiyle hâzır zamana dayanmak lâzım olduğunu haber veren en âlâ bir devâdır. ON İKİNCİ DEVA Hem, insan hastalık sebebiyle ibâdet ve evrâdından mahrum kaldığına teessüf etmemesine; sabır ve tevekkül ve namazını kılmak şartıyla, o hastalıkta, ibâdet ve evrâdının sevâbı aynen ve daha hâlis bir sûrette verileceği hadisçe sâbit olduğu; ve insan o sâyede aczini ve zaafını bildiğinden, bütün cihâzâtının lisân-ı hal ve lisân-ı kâliyle dergâh-ı İlâhiyeye ilticâ etmesine sebep olduğundan sırrını anlattığından, şikâyet değil, şükretmek lâzım olduğunu gösterir. ON ÜÇÜNCÜ DEVA Hastalıktan şikâyet edilmeyeceğini; ve hastalık bazılarına bir define olduğunu; ve ecel muayyen olmadığından, her vakit havf ve recâ ortasında bulunmak lâzım olduğunu ve ölüm insanı gaflet içinde yakalamak ihtimâli bulunduğundan, hastalık onun âhiretini düşündürmek cihetiyle gâyet güzel bir nâsih olduğunu gösterir mühim bir devâdır. ON DÖRDÜNCÜ DEVÂ Hem, ehl-i îmânın göz hastalığı perdesi altında, yani kör olmasında, pek mühim bir nur ve mânevî büyük bir göz olup, birkaç sene dünyanın hazînâne fâni bir güzelliğini fâni bir sûrette seyredecek fâni bir göze bedel, kırk göz kuvvetinde ebedî gözlerle, ebedî bir sûrette, Cennette, Cennet levhalarını seyretmesi daha evlâ olacağını beyân eder. Haşiye
De ki: "Eğer duânız olmasa Rabbim katında ne ehemmiyetiniz var?" (Furkan Sûresi: 77.)
Haşiye: Bu Devânın tesirindendi ki, misâfireten bir köye gittiğimde, orada gözsüz Mehmet Ağa isminde bir zât, gözünün hastalığından şikâyeti üzerine, yanımda bulunan Hastalar Risâlesinin On Dördüncü Devâsını okuyuncu onun mânevî tesiriyle, o zât dedi: "Keşki ben, bu sevâbı ve mânevî bu kazancı bana açan bu hastalığımdan şikâyet etmeseydim!" diye nedâmetkârâne bir şükür kapısına döndü. Onun için o hastalık, onun hakkında bir rahmet-i İlâhiye olduğunu katî anladı.
ON BEŞİNCİ DEVA Hastalığın sûretine bakıp "ah" eylemek câiz olmadığını, belki mânâsına bakılsa "oh" diye mânevî lezzetler akıtacağını; çünkü, "Mânevî sevap lezzeti olmasaydı, Cenâb-ı Hak en sevdiği kullarına hastalığı vermezdi" diye hadîs-i şerif (ev kemâ kâl) hadîs-i şerîfinin sırrını; ve bazı hastalıklar şehid makamını kazandıracağını, bâhusus kadınların lohusa zamanında, kırk gün zarfında vefat ederlerse şehid olacaklarını, en güzel bir sûrette haber verir.ON ALTINCI DEVÂ Hastalık, hayat-ı içtimâiye-i insâniyede en mühim olan hürmet ve merhameti telkin ettiğini, çünkü sıhhat ve âfiyet, nefs-i emmâreye, her cihetçe istiğnâ gösterdiğinden, hastalık, o istiğnâ yerine hürmet ve merhameti hissettirdiğinden, rikkat-i cinsiyesine karşı bir şefkat celb etmeye vesile olacağını gösteren gâyet güzel ve en şirin ve lezzetli bir devâdır. ON YEDİNCİ DEVA İnsan, hastalık vasıtasıyla hayrât yapamadığından müteessir olmak câiz olmadığını, çünkü en mühim hayrât hastalıkta dahi bulunduğunu; hattâ hastalara bakmak bile en mühim hayır ve sadaka hükmüne geçeceğini, çünkü îmânı olan bir hastanın hatırını sormak ve güzel tesellî etmek - husûsan ana ve baba olsa - onların duâlarını kazanmak en âlâ bir hayrât ve sadaka olduğunu, pek mühim bir tarzda gösterir. ON SEKİZINCİ DEVÂ İnsan şükrü bırakıp şekvâya gitmeye ve bir hakkının zâyi olmasından şikâyete hiç hakkı olmadığını; çünkü senin üstünde Cenâb-ı Hakkın çok nimetleri olmak cihetiyle, onların şükür hakkını îfâ etmediğinden dolayı Cenâb-ı Hakka karşı bir haksızlık ettiğini; hem sen, sıhhat noktasında kendinden aşağıdaki bîçârelere bakmak lâzım olduğunu, yani, bir parmağın, bir elin, bir gözün yoksa, iki parmağı, iki eli, iki gözü olmayanlara bakmak lâzım olduğunu; çünkü sen, hiçlikten vücuda gelip, taş, ağaç ve hayvan olmayıp, insan olup, İslâm nimetini ve sıhhat ve âfıyet görüp yüksek bir dereceye nâil olduğun halde, bazı ârızalarla ve kendi sû-i ihtiyârınla ve sû-i istimâlinle elinden kaçırdığın ve elin yetişmediği nimetlerden şekvâ etmek, sabırsızlık göstermek bir küfrân-ı nîmet olduğunu gösterir bir devâdır. ON DOKUZUNCU DEVA Cemîl-i Zülcelâlin bütün isimleri, "Esmâ-i Hüsnâ" tâbir-i Samedânîsiyle, güzel olduklarını; ve mevcudât içinde en lâtif, en câmi' âyine-i Samediyet de hayat olduğunu; ve güzelin aynası güzel olduğunu; ve güzelliklerini gösteren güzelleşeceğini; ve o aynaya da o güzelden ne gelse güzel olduğunu; ve hayat dâimâ sıhhat ve âfyet ve yeknesak gitse, nâkıs bir ayna olacağını; ve hastalıklı bir uzvun etrafında, Sâni-i Hakîm sâir âzâları o uzva muâvenettarâne teveccüh ettirip, nakışlarını ve vazifelerini göstermek için o hastalığı misafıreten gönderip, vazifesi bittikten sonra yerini yine âfiyete bırakıp gittiğini ispat eder. YİRMİNCİ DEVÂ Hastalık iki kısım olup, bir kısmı hakikî, bir kısmı vehmî olduğunu; hakikî kısmına şâfi-i Zülcelâl küre-i arz eczahane-i kübrâsında her derde bir devâ istif ettiğini; ve o devâlar ise, dertleri istediğinden, onları istimâl etmek meşrû olduğunu; fakat devânın tesirinin Cenâb-ı Hak'tan bilmek lâzım olduğunu; vehmî hastalığa ehemmiyet verilmeyeceği, ehemmiyet verildikçe fazlalaşacağını, ehemmiyet verilmezse hafif geçeceğini güzel bir temsil ile ispat eder. YİRMİ BİRİNCİ DEVA Hastalıkta maddî bir elem olup, o elemi izâle edecek mânevî bir lezzet ihâta ettiğini; ve zâhiren peder ve valide ve akrabâların şefkatleri, onun etrafında hastalık câzibesiyle, ona karşı muhabbettârâne baktığından, o elem çok ucuz düştüğünü; maddî ve mânevî çok yardımcıları bulunduğundan, şikâyet değil, şükretmek lâzım olduğunu ispat eder. YİRMİ İKİNCİ DEVA Nüzul gibi ağır hastalıklar mü'min için pek mübârek sayıldığını; ve ehl-i velâyetçe mübârekiyeti meşhûd olduğunu; ve Cenâb-ı Hakka vâsıl olmak için iki esasla gidildiğini; nüzul gibi hastalıklar ise o iki esasın hassasını verdiğini; o iki esasın birisi râbıta-i mevt yani, dünyanın fâni olduğunu bildiği gibi, kendinin de fâni ve vazifedar bir misafir olduğunu gösterir. İkincisi, nefs-i emmârenin ve kör hissiyâtın tehlikelerinden kurtulmak için, bir kısım ehl-i îmân çilelerle nefs-i emmâreyi öldürdüklerinden, hayat-ı ebediyelerini bu sûretle kazandıklarını; ve nüzul gibi hastalıklarda aynı o hâssa bulunduğundan, o hastalık onun için gâyet ucuz düştüğünü ispat edip gösterir. YİRMİ ÜÇÜNCÜ DEVA Hastalık, gurbette ve kimsesizlikte bulunduğu zaman, o kimsesizliği cihetiyle, kendine en câni kalblerin dahi rikkatini celb ettiğini ve Kur'ân'ın bütün sûrelerinin başlarında er-Rahmânü'r-Râhîm sıfatıyla Kendini bize takdim eden Allah, bir lem'a-i şefkatiyle, umum yavruların yardımına validelerini koşturduğunu ve her baharda, bir cilve-i rahmetiyle nimetlerini bize gönderdiğini ve o nimetlere nâil olmak, îmân ve intisapla Onu tanımakla olduğunu ve o gurbet ve kimsesizlikteki hastalık ise, Cenâb-ı Hakkın nazar-ı merhametini celb ettireceğini, ehemmiyetli haber verir.
YİRMİ DÖRDÜNCÜ DEVÂ Mâsum çocuklara ve mâsum gibi ihtiyar hastalara bakan ve hizmet edenlerin hakkında uhrevî büyük bir ticaret olduğunu ve o nâzik çocukların hastalıkları, ileride hayat-ı dünyanın dağdağalarına tahammül için birer şırınga-i Rabbâniye olduğunu ve o şırıngalardan gelen sevap ve ücret, onlara bakanların ve bilhassa validelerinin defter-i a'mâline yazıldığını ve bu hakîkatin ehl-i hakîkatçe muşhûd olduğunu ve bilhassa ihtiyar peder ve valide ve akrabâ gibi ihtiyarların duâlarını almak, âhiretin saâdetine medâr olduğunu ve onlara bakanların da, ileride kendi evlâtlarından aynı vaziyeti göreceğini ve bakmadıkları cihetle, neticede azâb-ı uhrevî olduğu gibi, dünyaca da çok felâketlere mâruz kaldıkları ve kalacakları vukuât ile sâbit olduğunu ve akrabâsı olmazsa bile, yine onlara bakmak İslâmiyetin iktizâsından olduğunu gâyet katî ispat eder. YİRMİ BEŞİNCİ DEVA Bütün hastalıkların gâyet nâfi ve mânevî bir devâsı ve hakikî ve kudsî bir tiryâkı ise, îmânın inkişâfı olduğunu; tevbe ve istiğfar ve namaz ve ubûdiyet ile, o tiryâk-ı kudsî olan îmân ve îmândan gelen ilâcın istimâl edilmesi lâzım olduğunu; ehl-i gafletin zevâl ve firak darbeleriyle yaralanan mânevî büyük dünyalarını tedâvisi, kudsî bir tiryak olan îmânın şifâ vermesiyle yaralardan kurtulacaklarını ve o îmân ilâcının tesiri ise, ferâizi yapmak ile olduğunu ve sefâhet ve hevesât-ı nefsâniye ve lehviyât-ı gayr-ı meşrûa, o tiryâkın tesirini men ettiğini göze gösterip, gâyet katî bir sûrette izah ve ispat eder. Hâfız Mustafa (r.h.) Yirmi Altıncı Lem'a Yirmi Altıncı Lem'a, Yirmi Altı Ricâdır. BİRİNCİ RİCÂ Herşeyin aslı, nûru, ziyâsı, menbâı, mâdeni, çeşmesi îmân olduğunu; herşeyden evvel o kudsî, münezzeh, muallâ nûru kazanmaya çalışmak lâzım geldiğini beyân eden, kıymetli, îcâzlı bir ricâdır.
İKİNCİ RİCÂ Hakîkatte sabî hükmünde olan ihtiyarlar, ihtiyarlıkta Hâlık-ı Rahîme îmân ve intisap ve itaatle, sabîler gibi Rahmânü'r-Rahîm isimlerinin mazharı olacağını tebşir eden nûrefşan bir hakîkattir. ÜÇÜNCÜ RİCA Nev-i beşerin ister istemez müptelâ olduğu sevkiyât-ı berzahiye ve inkılâbât-ı uhreviyede, iki cihanın serveri ve enbiyânın seyyidi ve rahmet ve merhamet-i İlâhiyenin timsâli olan Peygamber-i Zîşânımız Habibullah Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyyesine ittibâ ile selâmet ve necat bulunacağını beyân eder. DÖRDÜNCÜ RİCÂ Dünyadan alâkaları kesilmeye başlayan ihtiyar ve ihtiyârelerin, yakınlaştıkları kabir kapısını, düşündükleri ve o zâhiren karanlıklı görünen âlemleri nûruyla tenvir eden ve aydınlaştıran ve insana bir harfi on sevap ve hayır ve bazan yüz ve bazan bin sevap ve hayır kazandıran ve hazine-i rahmetin miftâhı olan Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânı nûr-u îmân ile dinleyip evâmirine itaat ve nevâhîsinden içtinâb edenlerin âlem-i ebedîde müferrah olacaklarını müjdelemekle, çok kuvvetli bir ricâ kapısını gösterir. BEŞİNCİ RİCA Her fertte ve her şahısta cüz'î, küllî tesirini gösteren tesellî-i îmân-ı bil'âhiret, ihtiyarlara daha azîm ve kuvvetli bir ricâ ve tesellî verdiği için, ihtiyarlığı emniyetli bir sefine-i Rabbâniye bilip sevmek ve hoşnut olmak ve Cenâb-ı Hakka şükür ve hamd edilmesini tavsiye eder. ALTINCI RİCA Nûr-u îmân ile, kâinatın tabakaları ve arzın mevcudâtı ve mahlûkatı, mûnis birer arkadaş gibi Hâlık-ı Rahîme şehâdet edip, gurbet ve vahşeti ve zulmeti izâle ettiği gibi; ihtiyarlıkla, hayatıyla refâkat eden şeylerin müfârakât zamanında, kitâb-ı âlemin harfleri sayısınca şâhitleri ve zîruhların medâr-ı şefkat ve rahmet ve inâyet olan cihâzâtı ve mat'ûmâtı ve nimetleri adedince rahmetin delilleri bulunan ve en makbul bir şefaatçi olan acz ve zaafın dürbünüyle ve ihtiyarlık gözüyle görüleceğinden, ihtiyarlıktan küsmek değil, ihtiyarlığı sevmekle, ricâ yolunu gösterir. YEDİNCİ RİCA Fâni dünyaya eblehâne bâkî süsü veren ve pâyitaht-ı hükûmette görülen binâ-yı evhâmı altı cihetten çürütüp, dalâletten gelen müthiş zulmeti, nûr-u Kur'an ve sırr-ı îmân ile dağıtıp, bîçare musîbetzede ihtiyarları evham ve şübehât vâdilerinden çıkarıp, sâhil-i selâmete ve rahmet-i Rahmâna yetiştiren mücâhid bir ricâdır. SEKİZİNCİ RİCÂ Cenâb-ı Hak, kemâl-i keremiyle ve nihayetsiz re'fet ve şefkatiyle, ebed ve ebedî bir hayat için halk ettiği nev-i insanı nisyân-ı mutlaktan kurtarmak için, Kur'ân-ı Azîmüşşanda fermân-ı kudsiyesiyle her nefsin ölümünü haber verdiği gibi, o ölümün bir emâresi ve bir müjdecisi ve insanın dâimî arkadaş ve hocası olan saçlarının ağarmasıyla, başı aşağı olmaya hazırlanmış olan ve gaflete dâimî meyyal ve fâniye müptelâ olan insanı, sırr-ı îmân ve nûr-u Kur'ân ile gaflet uykusundan ikaz edip, kuvvetli bir ricâ düsturunu eline verir. DOKUZUNCU RİCÂ Acz ve zaafı bilfül tadan ve hissiyat cihetinde çocuklar ve yavrular hükmüne geçen ihtiyarlık rahmet ve inâyet-i İlâhiyenin celbine vesile olduğu gibi; emr-i Kur'an ve işaret-i Nebeviye ile (a.s.m.) küçükleri, hürmet ve merhamet ve şefkatle emirber neferler gibi etrafında toplayan ve bu sûretle hem Hâlık-ı Kerîmin teveccühüne mazhar, hem insanların hizmet ve yardımına medar olan ihtiyarlıktan râzı olmakla, ricâ kapısını açar. ONUNCU RİCA Kur'ân-ı Hakîmin nûruyla, hakîkat ve vâkîü'l-hâl olan mevt, hayata tercih edilip sevildiği gibi; âlem-i berzahta olan emvâtın, elbette dünyada muvakkat misafirler olup, onlar da oraya gidecek olan insanlardan ziyâde ünsiyet ve ülfete lâyık olduğu, îmânlı ihtiyarlık gözüyle yakînen müşâhede edildiğinden; îmânlı ihtiyarlığın büyük bir nimet-i İlâhiye olduğunu ve bazan seyr ü sülûk ile derecât-ı evliyâ gibi yüksek makam ile tebşir ve müjde ve sürur veren kuvvetli bir ricâdır. ON BİRİNCİ RİCÂ İhtiyarlığın susmaz bir dellâlı olan beyaz kılların ikazıyla, ebedî tevehhüm edilen vücudun, başka bir âleme namzet olup fâniliği ve bazı vefâdar zannedilen vefâsızların darbesiyle, bütün alâkadarların alâka-i kalbe değmediği görülerek, bir melce, bir istinadgâh, taharrîler neticesinde, Kur'ân-ı Hakîmin lisânından çıkan "Lâ ilâhe illâ Hû" fermân-ı kudsiyesi imdâda yetişip, kâinatta esbab ve bu asrın yolunu şaşırtan tabiat bataklığının hiçliğini ve asılsız bir evhâm-ı küfrî olduğunu gösteren ayn-ı hakîkat bir iki temsil ile, zerreden şemse kadar, felekten meleğe kadar, sinekten semeğe, hayalden hayata kadar kabza-i tasarrufunda ve ihâta-i ilminde olan bir Kadîr-i Ezelînin vücûb-u vücudunu ispat edip, nûr-u îmâna vesile olan kuvvetli bir ricâ kapısını ihsan eder. ON İKİNCİ RİCÂ Rahmetullahi aleyh Abdurrahman'ın vefatı üzerine, -1- âyet-i kudsiyesinin sırrıyla, -2- hakîkatiyle, -3- âyetinin tesellîsiyle, birtek cilve-i inâyeti bütün dünya yerini tutan ve birtek cilve-i nûru bütün zulmeti izâle eden Bâki-i Zülcelâl ve Sermedî-i Zülkemâl ve Rahîm-i Zülcemâlin teveccühü bâkî ise, yeter. Gidenler Onun bâkî mülküne gittiğini ve yerlerine aynını gönderdiğini ve göndereceğini vâki bir hakîkatle gösterip, ekseriyetle iftirak ve hasrete müptelâ olan ihtiyarların yüzlerini bir Bâki-i Zülcelâle çeviren, zulmeti nûra tebdil eden, kalblere îmân nûru bahşeden elektrik-misal bir ricâdır. ON ÜÇÜNCÜ RİCÂ Harb-i Umumîde Van şehrinin, Rus'un istilâ etmesi ve ihrak etmesiyle harâbezâr olması; ve ekser ahâlisinin şehâdet ve muhâceretle ka bolması ve Medrese-i Horhor'un harap olup vefâtı içinde, bu memlekette kapanan ve vefat eden bütün medreselerin, "Horhor'un başında duran ve yekpâre bir taş olan Van Kalesi" kabir taşı olarak görünmesi üzerine, Van Kalesinin başında, şiddet-i me'yûsiyet ve mâtem içinde iken, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın, âyetinin hakîkati tecellî edip, o rikkatli, hirkatli, dehşetli hâlâttan kurtarıp,nazarı âfâka, âyât-ı kâinata baktırıp, misafir insanların eliyle yazılan sun'î bir mektubun silinmesi yerine, Nakkâş-ı Ezelînin, herbir harfinde bir kitap yazılı, silinmez ve solmaz koca kâinat kitabını hediye etmesi ve okutturmasıyla izâle edip, bilâhare de Medrese-i Horhor yerine Isparta'yı medrese; ve müfârakat eden talebe ve dostlara bedel daha çok talebe ve dostlar vermesiyle sırr-ı hikmetini ve rahmetini ve şefkatini gösteren bir Rabb-i Rahîmin dergâhına yakınlaşan ve o dergâhta makbul birer abd olan îmânlı ihtiyarların, dünyanın ehvâl-i muhavvifânesinden mükedder ve me'yûs olmamalarını, o kudsî îmânı ve müsellem İslâmiyeti ihsân eden bir Muhsin-i Kerîme nihayetsiz hamd ve şükürle lisânımızın zevkini ve ubûdiyet ve itaatle rûhumuzun şevkini tavsiye eden kıymettar bir ricâdır. Hâfız Mustafa Rahmetullahi aleyhi, Rahmeten vasiaten ON DÖRDÜNCÜ RİCÂ Ehl-i dünya, Üstâdımızı her şeyden tecrid edip, beş çeşit gurbet içinde bulunduğu bir vakitte, gâyet kuvvetli bir aşk-ı bekâ ve şiddetli bir muhabbet-i vücud ve büyük bir iştiyâk-ı hayat ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakrın kendisinde hükmettiğini görüp, me'yûsâne olarak başını eğdiği zaman âyet-i hasbiyesi imdâdına yetişerek, "Beni dikkatle oku" demesi üzerine günde beş yüz defa okuduğunu ve okudukça bu âyetin çok kıymetli nurlarından dokuz Mertebe-i Hasbiyenin yalnız ilmelyakîn ile değil aynelyakîn inkişâf ettiğini. Birinci Mertebe-i Nûriye-i Hasbiye: Ondaki aşk-ı bekâ, mutlak kemâl sahibi Zât-ı Zülcelâl ve Zülcemâlin bir isminin, bir cilvesinin mâhiyetindeki bir gölgesine yapıştığı anda, âyeti gelerek perdeyi kaldırdığını ve kendisindeki bekâ lezzetinin ve saâdetinin daha mükemmel bir tarzda Bâkî-i Zülkemâlin bekâsında ve Ona olan tasdik ve îmânda bulunduğunu hissetmiş ve hakkalyakîn zevk aldığını ifade etmiştir. İkinci Mertebe-i Nûriye-i Hasbiye: Üstâdımız, ihtiyarlık, gurbet ve kimsesizlik ve tecrid içinde bulunduğu ve ehl-i dünya desîseleriyle ve casusları ile ona hücum ettikleri zaman, "Eli bağlı, zayıf ve hasta birtek adama ordular taarruz ediyor. Benim için bir nokta-i istinat yok mu?" diye kalbine hitab edip, âyetine müracaat ettiği zaman, bu âyet ona, "İntisâb-ı îmânî vesikasıyla Kadîr-i Mutlak olan öyle bir Sultana intisâb edersin ki, dört yüz bin milletten mürekkep nebâtât ve hayvânât orduları Onun emri altında ve kabza-i tasarrufunda bulunan hadsiz bir kudret ve kuvvet sahibine dayanabilirsin" diye mânevî bir ders verdiğini ve o dersle, değil şimdiki düşmanlara, belki bütün dünyaya meydan okuyabilir bir iktidar-ı îmânî hissettiğini ve bütün rûhuyla beraber dediğini ifade etmiştir. Üçüncü Mertebe-i Nûriye-i Hasbiye: Ebedî bir dünyada ve bâki bir memlekette, dâimî bir saâdete namzet olduğunu, fakat bu gâye-i hayal ve hedef i ruh ve netice-i fıtratın tahakkuku, ancak mahlûkatın bütün harekâtlarını ve herşeylerini bilen ve kaydeden bir Kadîr-i Mutlakın hadsiz kudretiyle olabildiğini düşünürken, kalbine itmi'nan veren bir izah istediğini ve yine o âyete müracaat ettiğinde, o âyet ona, 'daki 'ya dikkat edip, "Senin ile beraber lisân-ı hal ve lisân-ı kâl ile 'yı kimler söylüyorlar?" diye emredince, bütün nebâtât ve hayvânâtın lisân-ı hal ile in mânâsını yâd ettiklerini gördüğünü ve Kudretin azamet ve haşmetini mevcudatta nasıl temâşâ ettiğini ifade etmiştir. Dördüncü Mertebe-i Nûriye-i Hasbiye: Kendi vücudu, belki bütün mahlûkatın vücudları ademe gidiyor diye elîm bir endişede iken, yine bu âyet-i hasbiyeye müracaat ettiğini ve îmân dürbünü ile baktığında, ölümün fırak değil visâl olduğunu, bir tedbil-i mekân ve bâkî bir meyvenin sünbüllenmesi olduğunu beyân etmiştir. Beşinci Mertebe-i Nûriye-i Hasbiye: Hayatın çabuk sönmesi teellümüne karşı, âyet-i hasbiyeden aldığı imdad ile der: "Hayat, Zât-ı Hayy-ı Kayyûma baktıkça ve îmân dahi hayata hayat ve ruh oldukça bekâ bulur." Hem bâkî meyveler verdiği için, ömrün kısalığına ve uzunluğuna bakılmayacağını izah etmiştir. Ölü olmayanlar veya diri olmak isteyenler, hayatın mâhiyetini ve hakîkatini anlamayı arzu edenler, Dördüncü şuâdaki bu mertebenin dört meselesine baksınlar, dirilsinler. Altıncı Mertebe-i Nûriye-i Hasbiye: Dâimî tahribatçı olan zevâl ve fenâ ve mütemâdiyen ayırıcı olan ölüm ve adem, dehşetli bir sûrette bu güzel dünyayı ve bu güzel mahlûkatı hırpaladığını, parça parça edip güzelliklerini bozduğunu görmesi üzerine, fıtratındaki aşk-ı mecâzî, bu hale karşı şiddetli galeyan ve isyan ettiği zamanda, bir medâr-ı tesellî bulmak için, bu âyet-i hasbiyeye müracaat ettiğinde, "Beni oku ve dikkatle mânâma bak" demesi üzerine, Sûre-i Nur'daki âyetinin rasathanesine girip, îmânın dürbîniyle bu âyet-i hasbiyenin en uzak tabakalarına baktığını beyân etmekte ve dürbîniyle gördüğü esrârı zikretmektedir. Bu güzel masnûlar, bu tatlı mahlûklar, bu cemâlli mevcudat, Cemîl-i Zülcelâlin cemâl-i kudsîsine ve nihayetsiz güzel Esmâ-i Hüsnâsının sermedî güzelliklerine âyinedarlık ettiklerini ve Risâle-i Nur'un eczâlarında çok kuvvetli delillerle bunların izah edildiğini beyân etmektedir. ON BEŞİNCİ RİCA Bu ricâ Denizli hapsinden sonra, Nurların teksirle basılarak intişârı üzerine, fütûhat-ı Nûriyeyi çekemeyen gizli düşman münâfıklar, türlü desîse ve iftirâlarla hükûmeti aleyhe çevirerek Nur Risâlelerini müsâdere ettirip, tetkik edilmesi neticesinde, değil tenkit edip düşmanlık göstermek, belki tetkik eden memurların kalblerini de fethederek, tenkit yerine takdir ettirdiğini; ve bu hâdise Nur dershanelerinin genişlemesine sebep olduğunu; ve bir müddet sonra gizli din düşmanları, pek âdî bahânelerle, zemtıeririn en şiddetli günlerinde Üstâdımızı tevkif ettirerek, büyük, gâyet soğuk, sobasız bir koğuşta hapsettiklerini; ve bu hapiste inâyet-i İlâhiye ile bir hakîkat inkişaf ederek, Nurların hapishane dâhilinde ve hâricinde intişar ve fütûhâtından dolayı binlerce şükrettiğini; ve rûhuna, "Sen onların zulmü yüzünden hem sevap, hem fâni saatlerini bâkîleştirmeyi, hem mânevî lezzetleri, hem vazife-i ilmiye ve dîniyeyi ihlâs ile yapmasını kazanıyorsun" diye ihtar edilmesi üzerine, bütün kuvvetiyle "El- hamdülillâh" diye duâ ettiğini gâyet güzel beyân etmektedir. Bu ricânın sonunda, Risâle-i Nur talebeleri, îmân-ı tahkikî kuvvetiyle, bu vatanın her tarafında anarşistliği durdurduğunu; umûmî emniyeti ve âsâyişi muhâfaza ettiklerini; ve yirmi senedir memleketin her tarafındaki Nur talebelerinin hiçbirisinin emniyeti ihlâle dâir bir vukuatlarının bulunmadığını; ve hattâ insaflı bir kısım zabıta memurlarının, "Nur talebeleri mânevî bir zabıtadır, âsâyişi muhâfazada bize yardım ediyorlar; îmân-ı tahkikî ile Nur'u okuyan her adamın kafasında bir yasakçı bırakıyorlar, emniyeti temine çalışıyorlar" diye olan itiraflarını; ve türlü isnat ve iftirâlarla, Kur'ân ve îmân nûruna sed çekmek isteyenlere karşı, Üstâdımızın "Yüz milyon başların fedâ oldukları bir kudsî hakîkate, başımız dahi fedâ olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakîkat-i Kur'aniyeye fedâ olan başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyeden vazgeçmeyecekler inşaallah!" dediğini beyân etmektedir. ON ALTINCI RİCA Mahrem ve mühim mecmualar, hususan Süfyâna ve Nurun kerâmetlerine dâir olan risâleler, zamanı gelince neşredilsin diye saklandığı halde, bir aramada o risâleler bulunduğu yerden çıkarılmış; ve Üstâdımız hasta bir halde tevkif edilerek hapishaneye götürüldüğünü; ve Üstadımız müteellim ve Nurlara gelen zarardan müteessir iken, birden inâyet-i İlâhiye imdâda yetişerek, mahrem risâleleri okuyan resmî dâirelerin bir dershane-i Nuriye hükmüne geçip, risâleleri takdirle karşıladıklarını; ve yine Denizli hapsinde, ihtiyarlık, hastalık ve mâsum arkadaşlara gelen zahmetlerden elem ve teessür içinde iken, birden inâyet-i Rabbâniye yetişerek, hapishaneyi bir dershane-i Nûriyeye çevirip, bir medrese-i Yûsufiye (a.s.) olduğunu ispat ederek, Medresetü'z-Zehrâ kahramanlarının elmas kalemleri ile Nurların intişâra başlamasını; ve gizli düşmanların Üstâdımızı nasıl zehirlediklerini; ve onun yerine merhum Hâfız Ali'nin şehid olarak berzah âlemine seyahat eylemesi üzerine, hepsi müteellim ve müteessir bir halde iken, yine birden inâyet-i İlâhiye imdâda yetişerek, Üstâdımızdan zehir tehlikesinin geçmesi ve merhum şehidin, kabirde Nurlarla meşgul olarak, suâl meleklerine Nurlarla cevap vermesi; ve onun bedeline Denizli kahramanı Hasan Feyzi (rahmetullahi aleyh) ve arkadaşlarının hizmete girmesi ve mahpusların Nurlarla ıslah olmaları gibi çok emârelerle, inâyet-i Rabbâniyenin yetiştiğini ifade ettikten sonra; gençliğinde ahir ömrünü mağarada geçirmek arzusuna mukâbil, bu mağaraların hapishanelere, inzivâlara, çilehânelere, mutlak tecrid hücrelerine çevrilip, Yûsufıye medreseleri olarak Kur'an ve îmânın hakîkatlerine mücâhidâne bir sûrette hizmet ettirdiğini; ve o çileli hapislerde üç hikmet ve hizmet-i Nûriyeye üç ehemmiyetli fayda bulunduğunu beyân eden ehemmiyetli bir ricâdır. Yirmi Yedinci Lem'a Eskişehir mahkeme müdafaası olup, kısmen Tarihçe-i Hayat'ta ve tamamı teksir Lem'alar mecmuasında neşredilmiştir. Yirmi Sekizinci Lem'a Yirmi Sekiz Nükte olup, bir kısmı bu mecmuaya derc edilen bu risâlenin tamamı teksir Lem'alar mecmuasında neşredilmiştir. YİRMİ SEKİZİNCİ LEM'ANIN İKİNCİ NÜKTESİ : Yirmi İkinci Nüktenin ikincisidir.
âyet-i kerîmesinin gâyet güzel ve yüksek mânâlarından üç veçhini icmâlen beyan etmiş. Birinci Vecih : Âyetteki it'âm ve irzâk, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma âit olduğunu. İkinci Vecih : Rızka çalışmak bahânesini, ubûdiyete mâni tevehhüm ederek özür bulmak isteyenlere gâyet güzel bir cevap verir. Bu âyetten kinâye olan mânâ: "Bana âit olup, rızıklarını taahhüt ettiğim mahlukatıma rızık yetiştinnek için halk olunmamışsınız. Belki asıl vazifeniz ubûdiyettir. Evâmirime göre rızka çabalamak da bir ibâdettir" der. Üçüncü Vecih : Sûre-i İhlâs'taki -1- âyet-i kerîmesini misâl alarak "rızık ve it'âm kâbiliyetinde olan eşya, ilâh ve mâbud olamazlar, mâbûdiyete lâyık değiller" mânâsını beyân etmektedir. *** Uykunun nevilerini, vakitlerini ve Sünnet-i Seniyyeye muhâlif ve muvâfık uyku zamanlarını beyân eden mühim bir mektup. *** Yatsı namazı tesbihâtından sonra -2- cümlesini okurken, bu dünya hânesini şenlendiren, ünsiyetlendiren, nurlandıran şahsiyet-i mâneviye-i Muhammediyeyi nasıl müşâhede ettiğini; ve onun getirdiği nur ve hediyelere karşı şâkirâne bir mukâbele olarak bütün cin ve insin ona hadsiz salât ü selâm getirmeleri lazım geldiğini ifade eden gâyet lâtif bir mektup. *** Hazret-i Muhyiddin'in vahdet-i vücud meşrebini şimdiki insanlara telkin etmekte üç mühim zararın bulunduğunu beyân eden gâyet mühim bir mektup. *** Yine Muhyiddin-i Arabî ve vahdet-i vücud hakkında münâkaşa mevzuu olan bir suâle verilen ilmî, mücmel bir cevap. *** Bir bayramda, gayr-ı meşrû dairede gülüp eğlenen elli zavallının, elli sene sonraki hallerini nasıl müşâhede ettiğini beyân eden gâyet güzel bir ibret levhası.
Nefs-i emmâreye uymanın zararlarını ta'dât ederek, nefse şiddetli bir tokat mâhiyetinde tesirli bir yazı *** Kısa bir zamandaki küfre mukâbil hadsiz bir Cehennem azâbının nasıl hakikî adâlet olduğunu beyân eden muknî bir cevap. *** MÂNİDAR BİR TEVÂFUK-U LÂTİFE : Risâle-i Nur'un makbûliyetine ve inâyet-i İlahiyeye mazhariyetine dâir mânâlı tevâfuklar ve mâsum kalblere Nurların nasıl aksettiğini anlatan samîmâne, nurlu bir mektuptur. *** ZEKÂİ'NİN RÜYASI : Müjdeli ve mânâlı, hayırlı bir rüyadır. *** TARAFGİRÂNE VE RİSALE-İ NUR'A RAKİBÂNE SÖYLENEN SÖZLERE MUKABİLDİR : Risâle-i Nur'un yüksekliğini ve makbuliyetini ifade eden manzum bir kasidedir *** YİRMİ SEKİZİNCİ LEM'ANIN YİRMİ SEKİZİNCİ NÜKTESİ : âyet-i kerîmesinden anlaşıldığı üzere, cüz'î ve bâzan şahsî gaybî hâdiseleri haber almak için, gâyet uzak bir mesâfe olan semâvât memleketine câsus şeytanların sokulması; ve o çok geniş memleketin her tarafında o cüz'î hâdisenin bahsi varmış gibi, hangi şeytan olsa, hangi yere sokulsa, yarım yamalak o haberi işitmesi ve getirmesi aklen ve hikmeten nasıl kabul edilebilir? Hem âyet-i.kerîmeye göre bâzı peygamberler ve evliyâlar, semâvâtın üstünde bulunan Cennetin meyvelerini, yakın bir yerden alır gibi alıyormuş ve bâzan yakından Cenneti temâşâ ediyorlarmış. Nihayet derecede uzak birşeyin, nihayet derecede yakın olması, bu asrın aklına nasıl sığar? Hem cüz'î bir şahsın, cüz'î bir ahvâli, küllî ve geniş olan semâvât meızıleketindeki mele-i âlâda mevzûbahis olması kâinatın idâresindeki gâyet hakîmâne hikmete nasıl muvâfık geliyor? diye sorulan bu üç başlı suâle, gâyet ilmî, aklî ve muknî cevapları tazammun eder. Yirmi Dokuzuncu Lem'a-i Arabiye Risâle-i Nur'un içinde, lisân-ı Cennet ve üslûb-u Muhammed (Aleyhissalâtü Vesselâm) ve tarz-ı Kur'ân-ı bahşâyiş-i rahmet ile meydân-ı zuhûra gelerek "Tefekkürnâme" ismiyle müsemmâ olan bu lem'anın bir kısmı, nümûne olarak bu mecmuaya derc edilmiş olup, diğer kısımları Arabî risâlelerle beraber neşredileceğinden, buraya derc edilmemiştir. Otuzuncu Lem'a "Sekîne" nâm-ı âlîsiyle tâbir edilen ve herbiri bir İsm-i Âzam olan veyahut altısı birden İsm-i Âzam bulunan Esmâ-i Hüsnâdan "Ferd, Hayy, Kayyûm, Hakem, Adl, Kuddûs" ism-i şeriflerine âit pek çok kıymettar ve Risâle-i Nur'un şâheserlerinden biri olan bu Lem'a, yüksek bir ifade ve çok ince hakîkatlerle kaleme alınmış; hem çok derin mesâil-i Vahdâniyet, azametli genişlikleriyle tefhim edilmiş; hem pek bâriz bir sûrette mevcudiyet-i İlâhiyeye işaret eden şu hayretengiz faaliyet ile müdebbiriyet-i Rabbâniye o kadar güzel izah edilmiş ki, ah, ne olurdu, bu risâlenin hakîkatlerinin a'mâkına ulaşmak şöyle dursun, sathını olsun bâri görebilseydim! Heyhat! Kâsır fehmime bakılmayarak, bu risâle, hissesine isabet eden bir kardeşimizin seferber halinde bulunması mâzeretinden dolayı bana gönderilmişti. Liyâkatsizliğimle beraber perişan hâlim böyle bir şâheseri fihristeye idhal edebilecek sûrette hulâsa etmeye kâfi gelmediğinden, mahcûbiyetle emre itaat ediyorum. Bu kıymettar Lem'a, Altı Nükte-i Mühimmeye inkısâm etmiştir. BİRİNCİ NÜKTE in bir nüktesi ve Kuddûs İsm-i Âzamının bir cilvesi olup, hem mevcudiyet-i İlâhiyeyi kemâl-i zuhur ile, hem vahdâniyet-i İlâhiyeyi kemâl-i vuzuh ile göstermektedir. Evet, şu muntazam kâinat ve şu azametli, gâyet büyük fabrika, bütün mevcudâtiyle hummâlı bir faâliyet içinde mütemâdiyen çalışmasıyla beraber, kâinatın her tarafını ter temiz tutan, kirli ve bulaşık maddelerden, lüzumsuz olarak hiçbir tarafta hiçbir şey bulundurmayan, şu azametli seyyârâttan tut, tâ zerrâta kadar her mevcud, Kuddûs-ü Âzamdan gelen emirlere müheyyâ ve münkâd olarak gâyet faal ve gâyet hârika bir istihâle makinesi haline getirilmekle, şu azametli kâinat ve bütün unsurları baştan başa Cennetnümûn güzellikleriyle, kendilerini enzâr-ı âleme arz ediyorlar. Ve şu kasr-ı âlemdeki masn0âtın cephelerinde müşâhede edilen şu dilrübâ güzellik ve gâyet müstahsen temizlik, bütün enzârı istihsanla kendilerine celb ediyorlar ve Sâni'lerini takdir ve tahsinlerle medh ü senâ ettiriyorlar. Bu Kuddûs-ü Âzam ism-i şerifinin tecellî-i âzamından küçük bir cilvesini şâşaalı bir sûrette gösteren ve şu kışın bârid ve haşin çehresi altından çıkan bahar mevsimine bak. Nasıl çiçekler açmış, hûız misâli libaslar giymiş, güzelleşmiş, ter temiz olmuş bütün ağaçlar ve zümrüt gibi yeşillenmiş zemin yüzü, bütün heyetleriyle, kendilerini bütün enzâra arz ediyorlar. Câmid ve şuursuz maddeler, az bir zaman içinde, istihâle görmüş, zeminden yükselmiş, nûr-u hayatla süslenmiş, sündüs-misâl güzelliklerle kendilerini Sâni'lerinin nazarına takdim ediyorlar. Bu vaziyet karşısında, değil yalnız ins ve cin, rûhânîler ve melâikeler de hayran oluyorlar. "Mâşâallah! Bârekallah! Bu ne hayret verici güzellik ve temizlik!" deyip, Sâni-i Zülcelâllerini takdis, tahmid ve temcid edip, râki' ve sâcid oluyorlar. İşte bu fiil-i tanzif, diğer ef'âl-i İlâhiye gibi, vahdâniyet ve mevcudiyet-i İlâhiyeyi bedâhet derecesinde ispat edip göstermektedir. İKİNCİ NÜKTE âyetinin bir nüktesi ve "Adl" İsm-i Âzamının bir cilvesidir. şöyle ki: Şu kâinat mütemâdiyen tahrip ve tâmir içinde çalkalanmakta, her vakit haıp ve hicret içinde kaynamakta, her zaman mevt ve hayat içinde yuvarlanmaktadır. Bu hayretengiz tebeddülât ve tahavvülât ise, dehşetli cirmlerin intizamlı hareketlerinden; ve küre-i zemînin yüzündeki dört yüz bin nebâtî ve hayvânî zîhayatın muntazaman iâşe ve terbiyelerinden; ve sel gibi akan karıştırıcı ve istilâcı unsurların gâyet muntazam vazifelerinden; ziyâ ve zulmetin, sıcak ve soğuğun, hayat ve memâtın döğüşmelerine varıncaya kadar bütün eşya öyle bir mîzân-ı adâlet içinde istikbalden gelip, hâle uğrayarak mâziye akıp gidiyor ki, fesübhânallah, insaflı ve dikkatli bir nazarla bu âlem sarayına bakan her ferd-i insan, muhakkak olarak diyecek: "Bu saray-ı âlemin Sânü, bu saray-ı âlemi Adl isminin âzamî tecellîsine mazhar etmekle beraber, hem vâhiddir, hem de öyle mîzân-ı adâletle işler göri.iyor ki, en ehemmiyetsiz ve en küçük, kıymetsiz telâkki edilen şeylerde dahi şirke yer bırakmıyor ve şirkin bu mîzân-ı adâlete sokulmasına zerre kadar müsaade etmiyor. Hem bu pek hârika intizâm-ı ekmel içindeki gâyet hassas mîzân-ı adâlete, elbette bu kâinatın Sâni-i Zülcelâlinden başkası müdâhale edemeyecek." Hem bütün esbab o Sâni-i Zülcelâlin dest-i kudretinin bir perdesi olduğunu anlayacak. Ve o Sâni-i Zülcemâlin hem vâhid olduğuna, hem mevcudiyetine, hayranlık içinde, güneşin vücuduna inandığı gibi îmân edecek.
ÜÇÜNCÜ NÜKTE âyetinin bir nüktesi ve "Hakem" İsm-i Âzamının bir cilvesi olup, Beş Nokta ile izah edilmiştir. Birinci Nokta : İsm-i Hakemin tecellî-i âzamı şu kâinatı öyle bir kitâb-ı kebir hükmüne getirmiştir ki, o kitâb-ı kebîrin zemin yüzü, bir sahifesi; ve her müzeyyen bahçe, bir satırı; ve her süslü çiçeği ve yapraklı ağacı, bir kelimesi sûretinde halk etmiştir. O halde, şu kâinat baştan başa Hakîm-i Zülcelâlin eserleriyle süslenmiş. Hem Kendi sanatını Kendisi müşâhede edip, hem de nâmütenâhi gözlerle birbirine baktıran; ve birbiri içinde çok deliller ve vecihlerle Nakkâşının vücuduna şehâdet eden ve dâimâ mîzan ve intizam içinde tazelenen; ve her küçük bir çekirdekte koca bir ağacı derc eden; ve herbir ağaçta koca kâinatın fihristesini yerleştiren; ve her bahar sahifesini murassâ nişan ve münakkaş hediyelerle süsleyip huzurunda resm-i geçit ettiren; ve her an bu masnûâtının lisânıyla medh ü senâsını teganni ettiren bu azametli ve hikmetli kudrete, hangi tesadüfün haddi var ki, parmak uzatabilsin? İkinci Nokta : İki Meseledir. BİRİNCİ MESELE: Nihayet kemâlde bir cemâl ve nihayet cemâlde bir kemâl, kendini görmek ve göstermek istemesine ve tanıttınp sevdirmesine mukâbil, îman ile Onu tanımayı ve ubûdiyetle kendini Ona sevdirmeyi ders veriyor. İKİNCİ MESELE: Bütün kuvvetiyle şirki reddedip kabul etmeyen bu hikmetli intizâm-ı mükemmel, hem vahdeti, hem istiklâl ve infirâdı iktizâ ettiğini izah etmekle beraber, koca kâinatı umum ahvâl ve keyfiyâtıyla mîzân-ı adl ve nizâm-ı hikmetinde tutan bir Kadîr-i Mutlaka şirk ve küfür ile acz isnâd etmek ne kadar büyük bir hatâ ve Tevhid ile îmân etmek, ne kadar doğru, hak ve hakîkatli bir mukâbele olduğunu bildiriyor. Üçüncü Nokta : Sâni-i Kadîr, ism-i Hakem ve Hakîmi ile, kâinatta en ziyâde hikmetlere medar ve mazhar kıldığı insanı bir merkez, bir medar hükmünde yaratmış. Ve insan dâiresi içinde de, rızkı bir merkez hükmüne getirmiş. İnsanda şuur ve rızıkta zevk vasıtasıyla ism-i Hakemin parlak bir sûrette cilvesinin göründüğünü; ve yüzer fenlerden herbir fennin bir cihette ism-i Hakemin cilvesini târif ettiğini (meselâ fenn-i tıp, fenn-i kimya, fenn-i ziraat, fenn-i ticaret ve hâkezâ...); bu fenlerin herbirisinin katî şehâdetleriyle, ihtiyar ve irâde, kasd ve meşîeti gösteren bu hadsiz intizâmât ve hikmetleri o Sâni-i Hakîm umum kâinata verdiği gibi, en küçük bir zîhayatta ve en küçük bir çekirdekte dahi derc etmesiyle, Zât-ı Akdesinin fâil-i muhtar olduğunu; ve herşey Onun emriyle vücut bulduğunu; ve Onu bilmemek ve tanımamak ne kadar acib bir cehâlet ve dîvânelik olduğunu izah ediyor. Dördüncü Nokta : Sâni-i Hakîm, herbir mevcuduna taktığı yüzler hikmeti, o mevcudların nihayet hassâsiyetiyle tavzif ettiği yüzler vazifelerinden pek çok fayda ve gâyeleri nihayet dikkat ile takip ettiği halde, Onun cemâl-i rahmet ve kemâl-i adâletine ve nihayet derecede hikmetine zıt olan ve rahmet ve adâletini inkâr ettiren haşirsizliğe hiçbir cihetle müsaade etmediğini beyân ediyor. Beşinci Nokta: İki Meseledir. BİRİNCİ MESELE: Fıtratta israf ve abesiyet ve faydasızlık bulunmadığından, -1- âyet-i kerîmesiyle, iktisatsız hareket edenleri tehdit eder. İKİNCİ MESELE: Cenâb-ı Hakkın Hakem ve Hakîm isimleri, bir cihette Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın risâletine delâlet ve istilzâm ettiklerini, ve Esmâ-i Hüsnâdan çok isimlerini dahi, herbiri bir cihette, cilve-i âzamıyla, âzamî derecede ve mertebe-i katiyette risâlet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) istilzâm ettiklerini, pek parlak bir sûrette izah ediyor. DÖRDÜNCÜ NÜKTE -2- âyetinin bir nüktesi, Vâhid ve Ehad isimlerini tazammun eden Ferd İsm-i Âzamının tecellî-i âzamına dâir tevhîd-i hakikîyi gösteren Yedi İşarettir. BİRİNCİ İŞARET : İsm-i Ferdin kâinat heyet-i mecmuasında koyduğu hadsiz hâtemlerden üç sikkeye işaret eder. · Birinci Sikke: Kâinatın mevcudâtında ve envâlarında görünen ve bir Sikke-i Kübrâ-yı Ehadiyet olan "teâvün, tesânüd, tecâvüb, teânuk" sikkesidir. · İkinci Sikke: Zeminin yüzünde, her bahar mevsiminde müşâhede edilen dört yüz bin nebâtî ve hayvânî envâın atkı ipleriyle dokunan hâtem-i Vahdâniyettir. · Üçüncü Sikke: Hazret-i Âdem'den, tâ kıyâmete kadar gelmiş ve gelecek bütün insanların âzâ-yı esâsîde bir olan sîmâlarındaki sikke-i Vahdâniyettir. İKİNCİ İŞARET : İsm-i Ferdin cilve-i vahdeti, kâinatın bütün envâlarını ve unsurlarını öyl ebir sûrette birbirine girift etmekle birbirinin içine almıştır ki, mecm û-u kâinatı tecezzî kabul etmez bir küll hükmüne getirdiği ve çok birliklerle Vahdâniyeti ilân ettiğini gösteriyor. ÜÇÜNCÜ İŞARET : Yine ism-i Ferdin cilve-i âzamı, kâinatı öyle birbiri içine girmiş hadsiz mektûbât-ı Samedâniye hükmüne getirmiştir ki, herbir mektupta hadsiz hâtem-i Vahdâniyet basılmış ve herbir mektup, kelimâtı adedince kâtibini bildiren Ehadiyet mühürlerini taşıdığını gösteriyor. DÖRDÜNCÜ İŞARET : İsm-i Ferdin güneş gibi zâhir cilve-i âzamını gâyet mâkul ve hadsiz kolaylıkla kabul ettiren ve şirkin muhâliyetini ve nihayet derecede akıldan uzak olduğunu gösteren bürhanlardan üç tanesini beyân ediyor. BİRİNCİSİ: Zât-ı Ferdin hadsiz kudretine nisbeten en büyük şeyin îcâdı, en küçük birşeyin îcâdı gibi kolay ve suhûletli olduğunu; bir baharı, bir çiçek kadar ve bir ağacı, bir meyve kadar rahatça îcâd edip idare ettiğini; ve bu keyfıyet-i icad eğer müteaddit esbâba verilse, vahdetten kesrete girildiği için, en küçük birşeyin îcâdı, en büyük birşeyin îcâdı gibi pek çok masraflı, pek çok müşkülâtlı, pek çok zahmetli olduğunu, temsilleriyle ispat eder. İKİNCİSİ: Mevcudâtın îcâdı ya ibdâ' ve ihtirâ' sûretiyle, hiçten ve yoktan olacak; veyahut inşâ ve terkip sûretiyle, anâsır ve eşyadan toplamakla olacak. Bu iki sûrette, îcâd-ı eşya Zât-ı Ferd-i Vâhide verilmez de esbabdan istenilse, hadsiz derece müşkülâtlı ve suûbetli ve gayr-ı mâkul, belki de pekçok muhâlâtı intaç edecek. Eğer cilve-i Ferdiyete ve sırr-ı Ehadiyete verilse, bir kibrit çakar gibi, eserleriyle azameti anlaşılan nihayetsiz kudretiyle, hiçten ve ademden veyahut anâsır ve eşyadan toplamak sûretiyle, âyine-i ilmindeki muayyen ilmî kalıplarla, hadsiz derece kolaylıkla ve suhûletle eşyanın îcâd edildiği görülecek. ÜÇÜNCÜSÜ: Eğer bütün eşyanın îcâdı bir Zât-ı Ferd-i Vâhide verilse, birtek şey gibi kolay olduğunu; ve eğer esbâba ve tabiata havale edilse, birtek şeyin vücudu umum eşya kadar müşkilâtlı olduğunu, üç şirin temsil ile izah eder. · Birinci Temsil: Bin nefere âit bir vaziyet ve idare, o bin neferi idare eden bir zâbite havale edilse ve bir nefer de on zâbitin idaresine verilse, bin neferin idaresinin ne kadar kolay olduğunu ve bir neferin idaresinin ne kadar müşkilâtlı olduğunu; · İkinci Temsil: Ayasofya gibi kubbeli bir câmün kubbesindeki taşların muallâkta durmaları ve o vaziyeti teşkil etmeleri taşlardan istenilse nihayet derecede suûbetli olduğunu ve bir ustadan o vaziyet istenilse nihayet derecede kolay olduğunu; · Üçüncü Temsil: Küre-i arz, Zât-ı Ferd-i Vâhidin bir memuru olarak hareket etse, o hareketten hâsıl olan haşmetli ve azametli neticelerin gâyet suhûletle husûlü Vahdetteki kolaylığı gösterdiği gibi; şirk ve küfür yolunda aynı neticeleri istihsâl etmek için, küre-i arzdan milyonlar defa büyük, hadsiz, hesapsız cirmleri hudutsuz bir mesafede küre-i arzın etrafında, hem küre-i arzın mihveri yevmîsi üzerindeki devri gibi yirmi dört saatte bir defa, hem mihver-i senevîsi üzerindeki devri gibi her senede bir defa dolaştırmak gibi, suûbet ve müşkilâtın en dehşetlisi olan bir vaziyetini kabul etmek lâzım geldiğini; ve esbab ve tabiata îcâd verenler, "kitap, saat, fabrika ve saray" misalleriyle, echeliyetlerin en antikasını irtikâp ettiklerini izah eder. BEŞİNCİ İŞARET : Müdâhale-i gayr şiddetle reddeden hâkimiyet-i İlâhiyedir. -1- âyetinin sırrıyla ve -2- âyetinin işaretiyle, zerrâttan seyyârâta kadar, ferşten Arşa kadar hiçbir cihette kusur ve fütur, noksâniyet ve müşevveşiyet eseri göriilmemesi, Ferdiyetin cilve-i âzamını gösterip Vahdete şehâdet eder. ALTINCI İŞARET : Bütün kemâlâtın medân ve esâsı; ve kâinatın hilkatindeki hikmetlerin ve maksatların menşei ve mâdeni; ve zîşuur ve zîaklın, hususen insanın metâlib ve arzularının husul bulmasının menbaı ve çâre-i yegânesi, ferdiyet-i Rabbâniye ve vahdet-i İlâhiye olmasıdır. YEDİNCİ İŞARET : Tevhîd-i hakikîyi bütün merâtibiyle, en ekmel bir sûrette ders verip ispat eden ve ilân eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın risâleti, o Tevhîdin katiyeti derecesinde sâbit olduğunu izahla beraber; şahsiyet-i mâneviye-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâmın derece-i ehemmiyet ve ulviyetine şehâdet eden pek çok delillerden üç tanesini zikreder. BİRİNCİSİ: "Es-sebebü ke'l-fâil" sırrıyla, umum ümmetinin bütün zamanlarda işledikleri hasenâtın bir misli defter-i hasenâtına geçmekle ve hususen her günde umum ümmetin ettikleri salâvat duâsının katî makbûliyeti cihetiyle, o hadsiz duâların iktizâ ettikleri makam ve mertebeyi düşündürmekle, şahsiyet-i mâneviye-i Muhammediyenin (a.s.m.) kâinat içinde nasıl bir güneş olduğu anlaşıldığını; İKİNCİSİ: Mâhiyet-i Muhammediye (a.s.m.) âlem-i İslâmiyetin şecere-i kübrâsının menşei, çekirdeği, hayatı, medân olduğundan, fevkalhad istidat ve cihâzâtıyla, âlem-i İslâmiyetin mâneviyâtını teşkil eden kudsî kelimâtı, tesbihâtı, ibâdâtı en evvel bütün mânâlarıyla hissedip yapmasından gelen terakkiyât-ı rûhiyesini düşündürüp, Habîbiyet derecesine çıkan ubûdiyet-i Muhammediyenin (a.s.m.) velâyeti, sâir velâyetlerden ne kadar yüksek olduğunu anlatır. O zâtın (a.s.m.) had ve nihayeti olmayan merâtib-i kemâlâtta ne derece terakki ettiğini bildirir. ÜÇÜNCÜSÜ: Zât-ı Ferd-i Zülcemâl bütün nev-i beşer nâmına, belki umum kâinat hesâbına zât-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâmı Kendine muhatap ittihaz etmekle, elbette onu hadsiz kemâlâtta hadsiz feyzine mazhar ettiğini; ve şahsiyet-i mâneviye-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm, kâinatın mânevî bir güneşi ve bu kâinat denilen Kur'ân-ı Kebîrin âyet-i kübrâsı ve o Furkân-ı Âzamın ve İsm-i Âzamın ve ism-i Ferdin cilve-i âzamının bir aynası olduğunu ders verir. BEŞİNCİ NÜKTE -1- âyet-i azîmesiyle, -2- âyet i azîminin bir nüktesi ve Hayy İsm-i Âzamının bir cilvesi olup, muhtasaran Beş Remiz içinde gösterilmiştir. Birinci Remiz : İsm-i Hayy ve ism-i Muhyînin cilve-i âzamından olan "Hayat nedir? Mâhiyeti ve vazifesi nedir?" suâline karşı, fihristevâri, yirmi dokuz mertebede, iki sahife içerisinde, öyle güzel bir sûrette cevap verilerek târif edilmiştir ki, bu nasıl acib bir izah, bu nasıl fesâhatli bir tarz-ı beyân, bu nasıl garib bir tâbirattır ki, misli görülmemiş! İnsan, bu hakîkatlerin güzelliklerine meftun oluyor, hayretinden parmaklarını ısırıyor, daha fevkinde târif tasavvur edilemiyor, takdir ve tahsinler içinde tefekküre dalıyor. İkinci Remiz : Hayatın yirmi dokuz hassasından yirmi üçüncü hassasında, hayatın iki yüzünün de şeffaf ve parlak olduğunun ve ondaki tasarrızfât-ı kudret-i Rabbâniyeye esbâb-ı zâhiriye perde edilmemesinin sırrını izah ediyor. Üçüncü Remiz : Kâinatın neticesi hayat olduğu gibi, hayatın neticesi olan şükür ve ibâdet de, kâinatın sebeb-i hilkati ve maksud neticesi olduğundan, kâinatın Sâni-i Hayy-ı Kayyûmu, hadsiz nimetleriyle Kendini zîhayatlara bildirip sevdirmesine mukâbil zîhayatlardan teşekkür istemesi ve sevmesine mukâbil sevmelerini ve kıymettar sanatlarına karşı medh ü senâ etmelerini istediğini; ve herbir zîhayatın hayatı doğrudan doğruya, vasıtasız olarak Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun dest-i kudretinde olduğunu bildiriyor. Dördüncü Remiz : Hayat, îmânın altı erkânı olan rükünlerine bakıp ispat ettiğini o kadar lâtif bir tarzda ders veriyor, izah ediyor ki, o belâgat-i ifade, insanı hayran ediyor. Beşinci Remiz : Birinci Remzin on altıncı hassasında zikredilen, hayat birşeye girdiği vakit o cesedi bir âlem hükmüne getirdiğini; cüz' ise küll gibi, cüz'î ise küllî gibi bir câmüyet verdiğini, çok güzelliklerle, gâyet şirin bir tarzda izah ediyor. Hem hâtimesinde, İsm-i Âzam bazı evliyâ için ayrı ayrı olduğunu beyân ediyor. ALTINCI NÜKTE Kayyûmiyet-i İlâhiyeye bakan âyetlerin bir nüktesine ve Kayyûm İsm-i Âzamının bir cilve-i âzamına, muhtasar olarak Beş şuâ ile işaret eder. Birinci Şuâ : Bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelâli bizâtihî kayyûmdur, dâimdir, bâkîdir. Bütün eşya Onun kayyûmiyetiyle kâimdir, devam eder, vücudda kalır, bekâ bulur. O nisbet-i Kayyûmiyet bir an kesilse, bütün eşya birden mahvolur. şerîki ve nazîri yoktur. Maddeden mücerred, mekândan münezzeh, tecezzî ve inkısâmı muhâl, tegayyür ve tebeddülü mümteni', ihtiyaç ve aczi imkân haricinde bir Zât-ı Akdesin bir kısım cilvelerini, bir kısım ehl-i dalâlet kimseler, zerrattaki tahavvülât-ı muntazama içinde hissettikleri hayretengiz hallâkıyet-i İlâhiyenin ve kudret-i Rabbâniyenin cilve-i âzamının nereden geldiğini bilemediklerinden ve kudret-i Samedâniyenin cilvesinden gelen umûmî kuvvetin nereden idare edildiğini anlayamadıklarından, madde ve kuvveti ezelî tevehhüm etmeleriyle açtıkları inkâr-ı Ulûhiyet mesleklerindeki yollarının içyüzünü gösteren ve hak ve hakîkat mesleğinin letâfetli yüzünü sırr-ı Kayyûmiyetin tecellî-i âzamıyla izah edip, bütün güzelliğiyle meydana çıkaran gâyet dakik ve çok amîk ve pek geniş bir ifade ile, tabüyyun ve maddiyyun mesleklerini iptal edip, onları techil eden ve utandıran âlî bir beyândır. İkinci Şuâ : İki Meseledir. BİRİNCİ: Had ve hesapsız ecrâm-ı semâviyenin, nihayetsiz derecede intizam ve mîzan içinde, sırr-ı Kayyûmiyetle kıyam ve bekâ ve devamları ve emr-i kün feyekûn'dan gelen emirlere kemâl-i inkıyadları ism-i Kayyûmun âzamî cilvesine bir ölçü olduğu gibi, herbir zîhayatın cesedini teşkil eden zerrelerin, o cesedin her âzâsında o âzâya göre toplanmaları ve sel gibi akan ve fırtınalar içinde çalkalanan unsurların dağılmayarak o cesedde muntazaman durmaları ve o emr-i İlâhiyeye inkıyadları, sırr-ı Kayyûmiyeti ilân eden hadsiz diller olduğunu beyân eder. İKİNCİ MESELESİ: Eşyanın sırr-ı Kayyûmiyetle münâsebettar faide ve hikmetlerine işaret eden pek çok envâından üç nev'ine işaret eder. · Birinci Nevi: Eşyanın kendisine ve insana ve insanın maslahatlarına bakar. · İkinci Nevi: Hem umum zîşuurun mütalâasına bakar, hem Fatırının esmâsını bildiren birer âyet ve birer kaside olduğunu hadsiz okuyucularına ifade etmesine bakar. · Üçüncü Nevi: Doğrudan doğruya Sâni-i Zülcelâle bakar. İşte bu üçüncü nevîde bir saniye kadar yaşamak kâfi olmakla beraber, -1- âyetinin işaretiyle, kayyûmiyet-i İlâhiye, hadsiz ecrâma ve nihayetsiz zerrâta nokta-i istinat olduğunu ve bilcümle mevcudâtın keyfiyat ve ahvâlinde binler silsilelerin uçları, -2- işaretiyle, sırr-ı Kayyûmiyete bağlı bulunduğunu iş'âr eder. Üçüncü Şuâ : Hallâkıyet-i İlâhiye ve fa'âliyet-i Rabbâniye içindeki sırr-ı Kayyûmiyetin bir derece inkişâfına işaret eden mukaddimelerin birincisi, zaman seylinde mütemâdiyen çalkalanan ve göz açtırmadan, nefes aldırmadan âlem-i şehâdetten âlem-i gayba gönderilen bu mahlûkatın, bu hayret verici seyahat ve seyrânı, üç mühim şubeye ayrılan hadsiz ve nihayetsiz bir hikmetten ileri geliyor. BİRİNCİ ŞUBESİ: Faâliyetin herbir nev i, cüz î olsun, küllî olsun, bir lezzeti netice vermesi sırrıyla-tâbirde hatâ olmasın-Zât-ı Hayy-ı Kayyûmda bulunan bir aşk-ı lâhûtînin ve bir muhabbet-i kudsiyenin ve bir lezzet-i mukaddesenin şuûnâtı, hadsiz faaliyetle ve nihayetsiz hallâkıyetle kâinatı mütemâdiyen tazelendirip çalkalandırdığını; İKİNCİ ŞUBESİ: Herbir cemâl ve hüner sahibi, kendi cemâlini ve hünerini sevmesi ve teşhir edip ilân etmesi kaidesiyle, Cemîl-i Zülkemâlin bin bir Esmâ-i Hüsnâsından herbir isminin herbir mertebesinde hadsiz envâ-ı hüsün ile hadsiz hakâik-ı cemîle bulunmasındandır ki, o aşk-ı mukaddese-i İlâhiye, o sırr-ı Kayyûmiyete binâen kâinatı mütemâdiyen değiştirip tazelendirdiğini; ÜÇÜNCÜ ŞUBESİ, hem Dördüncü şuâ : Her merhamet ve şefkat sahibi ve her âlicenap olan zât, başkalarını memnun ve mesrur etmekten, sevindirip mes'ut etmekten lezzet alması; ve her âdil zât, ihkâk-ı hak etmekten keyiflenmesi; ve her hüner sahibi sanatkâr, yaptığı sanatını teşhir etmekten ve sanatının istediği tarzda işleyerek arzu ettiği neticeleri vermesiyle iftihar etmesi kaidelerine binâen, bu kâinatın Sâni-i Hakîmi, bin bir Esmâ-i Hüsnâsının had ve nihayeti olmayan güzelliklerine bu mevcudâtı mazhar etmek için bu kâinatı böyle acib bir hallâkıyet-i daime ve hayretengiz bir faâliyet-i Sermediye içinde sırr-ı Kayyûmiyet ile mütemâdiyen tazelendirip tecdit ettiğini, pek garib, pek şirin, pek lâtif, gâyet hoş bir ifade ile izah ediyor. Ve bir kısım ehl-i dalâletin, "Kâinatı böyle tağyir ve tebdil eden Zâtın kendisinin de mütegayyir ve mütehavvil olması lâzım gelmez mi?" diye sordukları suâle, bilâkis, Zât-ı Zülcelâlin mütegayyir ve mütehavvil olmaması lâzım geldiğini, gâyet katî bir sûrette beyân eden bir cevapla mukâbele edilmiştir. Beşinci Şuâ : İki Meseledir. BİRİNCİ MESELE: İsm-i Kayyûmun cilve-i âzamına baktırmak için, hayâlî iki dürbünden biriyle, en uzaklarda, esir maddesi içinde sırr-ı Kayyûmiyetle durdurulmuş, kısmen tahrik, kısmen tesbit edilmiş milyonlar azametli cirmleri ve diğer dürbünle zîhayat mahlûkat-ı arziyenin zerrât-ı vücudiyelerinin vaziyet ve hareketlerini temâşâ ettirir. Hülâsası: Bu altı İsm-i Âzam birbiriyle imtizaç ettiklerinden, bütün kâinatın bütün mevcudâtını böyle durduran, bekâ ve kıyam veren ism-i Kayyûm cilve-i âzamı arkasında tecellî eden ism-i Hayyın bütün o mevcudâtı hayat ile ışıklandırdığını; ve ism-i Hayyın arkasında tecellî eden ism-i Ferdin, o mevcudâtı bir vahdet içine alıp, yüzlerine birer hâtem-i Ehadiyet bastığını; ve ism-i Ferdin arkasında tecellî eden ism-i Hakemin, o mevcudâtı meyvedar bir nizam ve hikmetli bir intizam ve semeredar bir insicâm içine alıp süslendirdiğini; ve ism-i Hakemin cilvesi arkasında tecellî eden ism-i Adlin, o mevcudâtı yıldızlar ordusundan tâ zerreler ordusuna kadar gâyet hassas bir mîzân-ı adl içinde tutarak emr-i kün feyekûn'dan gelen emirlere kemâl-i inkıyad ile itaat ettirdiğini; ve ism-i Adlin cilvesi arkasında tecellî eden ism-i Kuddûsün, o mevcudâtı, Cemîl-i Mutlakın cemâl-i Zâtına ve nihayetsiz güzel olan Esmâ-i Hüsnâsına lâyık ve münâsip olacak gâyet güzel âyineler şekline getirdiğini gösteriyor. İKİNCİ MESELE: Kayyûmiyetin, Vâhidiyet ve Celâl noktasında kâinatta tecellîsi olduğu gibi, Ehadiyet ve Cemâl noktasında insanda dahi cilvesinin tezâhürâtı olduğunu; ve bu tecellî ile, Zât-ı Zelcemâlin, beşere, melâikelerin fevkinde ettiği ihsânâtını ve o ihsânâtın câmüyetini ve yüksekliğini ve genişliğini izah eder. Ve kâinatı bir sofra-i nimet edip, insana teshir etmesinin ve kâinatın, insanla mazhar olduğu sırr-ı Kayyûmiyetle bir cihette kâim olduğunun hikmeti, insanın üç mühim vazifesinden ileri geldiğini ta'dât eder. Ve insanın, o üç mühim vazifesinden üçüncü vazifesinde, üç vecihle Zât-ı Hayy-ı kayyûma âyinedarlık ettiğini anlatır. Ve bu âyinedarlık ettiği vecihlerden üçüncü vecihteki âyinedarlığının da iki yüzü olduğunu; birinci yüzüyle esmâ-i İlâhiyeye, ikinci yüzüyle de şuûnât-ı İlâhiyeye âyinedarlık ettiğini, emsâli nâmesbuk bir talâkat-i lisân ile ifade ediyor ki, beşerin dâhilerini dahi bu hakîkatlere meftun edip hayran eder. Hüsrev
Cenâb-ı Hakka, ilmelyakîn ve hattâ aynelyakîn derecesinde iktisâb-ı mârifet ederek ubûdiyetin (kemâhiye hakkıhâ) iktizâ ettiği acz ve fakr-i tâınını izhar ederek dergâh-ı İlâhiyeye ilticâ ve huzur-u Rahmâna takarrüb gibi mezâyâ-yı insâniyeyi bihakkın tâlim; ve dünya ve mâfihâya mâlik ve kenz-i mahfîye mutasarrıf olan Ekrem-i Enbiya (aleyhi ekmelittahiyyat) efendimizin münâcatından ve Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyânın tesbih ve tahmid ve sena ve duaya münhasır yedi yüz adet âyâtından me'huz nazirsiz şu münâcâtın menba-ı mânevîsi, evvelâ, başta hilkat-i âlem hakkında âyât-ı adîdeden ve âyet-i celileden; saniyen, Cevşenü'l-Kebir'in bin bir esmasından hilkat-i mevcudatla münasebettar birkaç ukdelerinden; salisen, "ilim şehrinin kapısı" tabir-i senaiye-i Nebeviyesine bihakkın mazhar İmam-ı Ali Kerremallahu Vechehu Radıyallahu Anh'ın ecram-ı semaviye ve mevcudat-ı arziye ile vücub-u vücud, Vahid-i Ehadi ispat ettiği muhteşem bir hitabeyi muktedâ-bih ittihaz ederek mevzu ve gâye-i maksadı o kadar ta'mik ve tevzi eder ki, bu hakaika ait takdirat ancak müellifinin lisan ve kalemine menut ve mütevakkıf olup yalnız mükerreren sadır olan emre mutavaat niyet ve kasdıyla şuru' edilen şu fihristte deriz. Birinci Fıkrada : Semavattaki deveran ve bu kesret içindeki acib sükûnetle kemâl-i faaliyet, Ma'bud-u Bilhak olan Vacibü'l-Vücud, Vahid-i Ehade delâlet ettiğini; İkinci Fıkrada : Fezanın; bulut, şimşek, yıldırım, ri, izgâr, yağmurlarla faaliyet ve icraat-ı hayret-efzası yine mezkûr biküll-i lisan olan Vacibü'l-Vücud, Vahid-i Ehade dâll bulunduğunu; Üçüncü Fıkrada : Unsurlar sâir müştemilâtıyla ve küre-i arz umum mahlûkatıyla ve teferruâtıyla; Dördüncü Fıkrada : Edille-i sâbıka gibi, denizler, nehirler, pınarlar, mâruf bikülli ihsân olan Vâcibü'l-Vücud, Vâhid-i Ehade delâlet ettiğini;
Beşinci Fıkrada : Geçen şehâdet gibi, dağlar, zelzele tesirâtından zemînin muhâfaza ve sükûnetine ve içindeki inkîlâbat fırtınalarından selâmetine ve denizlerin istilâsından halâsına, hem havanın muzır gazlardan tasfiyesine ve suların iddihânna ve zîhayatlara lâzım maddelerin hazinedarlığına ettiği hizmetler ve hikmetler ile Vâcibü'l-Vücudun vücuduna ve vahdetine şehâdet ettiğini; Altıncı Fıkrada : Geçen deliller gibi, zemindeki ağaçların ve nebâtâtın, yapraklar, çiçekler ve meyvelerin cezbedarâne hareket-i zikriyeleri ve kemâl-i sühûletle giydirilen cihazât ve zînetleri bilbedâhe vücûb-u vücud ve vahdet-i Bârîye delâlet ettiğini; Yedinci Fıkrada : Kezâ zîrûhun ve husûsan nev-i beşerin cisimlerinde mevcut ve muntazam saatler ve makineler gibi işleyen ve işlettirilen dâhilî ve hâricî âzâ ve cevârih ve bilhassa havass-ı hamse-i zâhire gibi kemâl-i faâliyetle iş gören duygularıyla Vahdâniyeti ispat ettiğini; Sekizinci Fıkrada : Kâinatın hülâsası olan insan ve insanın zübdesi olan enbiyâ ve evliyâ ve asfiyânın hülâsalan olan kalblerinin ve akıllarının müşâhedât ve keşfiyât ve ilhâmât ve istihrâcâtıyla, yüzler icmâ' ve tevâtür kuvvetinde ve katiyetinde vücûb-u vücud ve vahdet-i İlâhiyeye şehâdet ettiklerini kemâl-i vuzuh ile beyân ve tahaccür etmiş kalbleri ıslah, hem Cenâb-ı Kibriyâya münâcât olan şu yektâ ravza-i hakîkat, hâtime-i tazarru ve niyâzını şöyle bağlar ki: "Ya Rabbî ve yâ Rabbe's-Semâvâti ve'l-Arâdîn! Yâ Hâlıkî ve yâ Hâlık-ı Külli şey! "Gökleri yıldızlarıyla, zemîni müştemilâtıyla ve bütün mahlûkatı bütün keyfiyâtıyla teshir eden kudretinin ve irâdetinin ve hikmetinin ve hâkimiyetinin ve rahmetinin hakkı için, nefsimi bana musahhar eyle! Ve matlubumu bana musahhar kıl! Kur'an'a ve îmâna hizmet için, insanların kalblerini Risâle-i Nur'a musahhar yap! Ve bana ve ihvânıma, îmân-ı kâmil ve hüsn-ü hâtime ver! Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâma denizi ve Hazret-i İbrahim Aleyhisselâma ateşi ve Hazret-i Dâvud Aleyhisselâma dağı, demiri ve Hazret-i Süleyman Aleyhisselâma cinni ve insi ve Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma şems ve kameri teshir ettiğin gibi, Risâle-i Nur'a kalbleri ve akılları musahhar kıl! Ve beni ve Risâle-i Nur talebelerini, nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azâbından ve Cehennem ateşinden muhafaza eyle ve Cennetü'l-Firdevste mes'ud kıl! Âmin, âmin. Kelimat-ı niyaziyeleriyle ihtitam eden şu münâcât, ehl-i îmânın lâzime-i gayr-i müfarıkı olmaya çok lâyık olduğu âşikâr olmasından, ziyâde izaha lüzum görülmedi... M.SABRİ (Rahmetullahi Aleyh)
Sekizinci Lem'anın Fihristesinden Bir Parça İşârât-ı gaybiye hakkında bir yazı ve bir takriz -1- ve -2- âyetlerinin bir nükte-i gaybiyesini, Gavs-ı Âzam Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî'nin bir kerâmet-i gaybiyesiyle tefsir ediyor. Mütevâtir kerâmât-ı hârikaya mazhar olan o Sultânü'l-Evliyâ, memâtında, aynı hayatında olduğu gibi, müridleriyle alâkadar olduğu, ehl-i keşif ve ehl-i velâyetçe kabul edilmiş. İşte o zât, sekiz yüz sene mukaddem, izn-i İlâhî ile, kerâmetkârâne bu zamanımızı görmüş, yani ona gösterilmiş. Bu dağdağalı ve fitneli zamanda, ona mensup bir kısım Kur'ân hizmetkârlarına tesellî verip teşcî ve teşvik etmek sûretinde, bir meşhur kasidesinin âhirinde beş satır içinde on beş cihetle aynı haberi veriyor. Hem ilm-i cifrin üç dört vechiyle o beş satırın mânâsı, hem kelimâtı, hem hurûfun adedi birbirini te'yid ederek aynı hâdiseyi haber verdiğinden, katiyet derecesinde, dikkat edenlere kanaat vermiş. Mâlûmdur ki, istikbalden haber veren enbiyâ ve evliyâ, -3- yasağına karşı hürmet ve teeddüb için, işaretler ve rumuzlarla iktifâ etmişler. Bazı bir işaret, bazı iki işaret, en kuvvetlisi beş altı işaretle aynı hâdiseyi göstermişler. Halbuki Gavs-ı Âzam, bu zamandaki hizmet-i Kur'âniyenin heyetine işaret edip, içinde bir hâdimini sarâhat derecesinde gösteriyor. şu risâle içindeki imzâlar ile gösterildiği gibi, hizmet-i Kur'âniyedeki arkadaşlarıma iştirâkim var. Bir kısmı benim imzâm iledir. Bir kısmı onların tasvip ve istihraçlarıyla ve tasdikleriyle olduğundan, bana âit haddimden fazla hisseyi, onların hatırları için kabul ettim. Yoksa, o risâlenin başında söylediğim gibi, bunda, öyle bir hisse-i şerefe hakkım yoktur. On sene mukaddem o kaside-i gaybiyeyi görmüştüm ve bana mânevî bir ihtar gibi, "Dikkat et" diye kalbime geliyordu. O hâtırayı iki cihetle dinlemiyordum. Birincisi: Benim ehemmiyetli bir kısım ömrüm, şan ü şeref perdesi altında hubb-u cah zehiriyle zehirlenip öldüğü için, yeniden bu sûretle nefs-i emmâreye diğer bir şeref kapısı açmak istememekti. İkinci Cihet: Bu muannid zamanda bedîhî dâvâları ve zâhir hüccetleri kabul etmeyenlere karşı böyle işaret-i gaybiye nev'inden hodfüruşâne bir tarzda izhar etmek hoşuma gitmiyordu. En nihayet, esâretimin sekizinci senesinde ve en işkenceli ve en sıkıntılı bir zamanda gâyet kuvvetli bir teşvike muhtaç olduğumuzdan, bana ihtar edildi ki: "Bunu, tahdîs-i nîmet ve bir şükr-ü mânevî nev'inden izhar et. Hem korkma, kanaat verecek derecede kuvvetlidir." O risâlenin başında dediğim gibi, bunu izharda en mühim maksadım, esrâr-ı Kur'âniyeye âit olan risâlelerin makbûliyetine Gavs-ı Âzam imzâ basması nev'inden olduğudur. İkinci maksadım: O kudsî üstâdımın kerâmetini izhar etmekle, kerâmât-ı evliyâyı inkâr eden mülhidleri iskât edip, hizmet-i Kur'âniyeye füturlar verecek çok esbâba mâruz ve çok avâika hedef olan arkadaşlarımın kuvve-i mâneviyesini takviye ve şevklerini tezyid ve füturlarını izâle etmek idi. Benim için bir nevi hodfüruşluk nevinden olduğu için, ehemmiyetli zarardır. Fakat o zararımı, üstâdımın ve arkadaşlarımın hatırı için kabul ettim. Bu Kerâmet-i Gavsiye risâlesi tedrîcen istihraç edildiği için birkaç parça oldu ve tetimmelere inkısâm etti. Gittikçe birbirini tenvir ve te'yid ettikçe vuzuh peydâ ediyor. İşârâtın bazısında za'fiyet varsa da, sâir arkadaşlarının ittifâkından aldığı kuvvet, o zaafı izâle eder. Hattâ, cây-ı hayrettir ki, o beş satırın âhirinde, herbirinin mertebesini ve has bir sıfatını îmâ etmek sûretinde, on beşten fazla hizmet-i Kur'âniyedeki mühim kardeşlerimi gösteriyor. Bu risâlede, kerâmet-i Gavsiye münâsebetiyle birkaç ehemmiyetli meseleler ve birkaç mühim hakîkatler beyân edilmiştir. Bu risâleyi herkese tavsiye etmiyorum ve izin verıniyorum. Belki safvet ve insaf ve ihlâs ve hususiyeti bulunan kardeşlerime müsaade ediyorum. Hem, başında olan maksatlarımı düşünerek öyle baksın; beni, bir kerâmetfüruşluk vaziyetinde tasavvur etmesin. Yirmi Sekizinci Lem'anın Fihristesinden Bir Parça BİRİNCİ NÜKTE : Hazret-i İmâm-ı Ali Radıyallahu Anhu, Kaside-i Ercûzesinde, -1- deyip, bu zamanda tâmim edilen ecnebî harflerine bakıp, bu cümledeki harflerin cifrî ve ebcedî rakamlarının bu zamana parmak basmalarıyla, vâki cereyan-ı küfriyâneye işaret ettiği gibi; hem Ercûzesinde, hem Ercûzeyi te'yid ve takviye eden Kaside-i Celcelûtiyesinde, sarâhate yakın, -2- fıkrasıyla, o cereyanın karşısında, vücudu ziyâsıyla anlaşılan ve zulmetin pek şiddetli ve sisli, yakıcı dehşetine karşı sönmeyen ve gittikçe zulmeti yararak dünyayı ziyâlandırmaya çalışan Risâle-i Nur'a ve müellifine hususî iltifâtını -3- deyip, âhir zamana kadar Risâle-i Nur'un bedi' bir sûrette ışık vermesini ve yanmasını duâ ve niyâz eden ve Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın en mühim bir şâkirdi ve ulûmunun birinci nâşiri olan Hazret-i İmâm-ı Ali Radıyallahu Anhu, bidâyet-i İslâmda, Kur'ân'ın aleyhine açılan çok kapılara karşı mübârek İsm-i Âzamı şefi tutup, kâhramânâne ve merdâne hakâik-ı şeriatı ve esas-ı İslâmiyeti muhâfazaya çalıştığı gibi; âhir zamanda bütün bütün Kur'an'a muhâlefet eden zındıka cereyanına karşı, aynı İsm-i Âzamı şefî ve melce ve tahassüngâh ittihâz edip, cerh edilmez, Kur'ân'ın i'câzından gelen ve hâtem-i mu'cizeyi gösteren Risâle-i Nur'un sönmez nûruyla ve susmaz lisânıyla şecaatkârâne mukâbele ve mukavemet edip, yerin yüzünü yakıp çok çiçekleri kurutan zındıka nârını, İsm-i Âzamın kibriyâlı, azametli nûruyla ve ism-i Rahmân ve Rahîmin şefkatli ve re'fetli tecellîsinden nebeân eden âb-ı hayat ile söndüren; ve yanar yerlerde kuruyan nehir ve bağ çiçeklerine mukâbil, dağlarda ve kırlarda semâ yağmuru ve rahmetiyle hararete mütehammil ve şiddet-i bürûdete dayanıklı çiçekleri yetiştiren Risâle-i Nur'u görmesi ve şefkatkârâne ve tesellîdarâne ve kerâmetkârâne bakması, Hazret-i İmâm-ı Ali Radıyallahu Anhın makâm-ı velâyetinin iktizâ ettiğini hakkalyakîn gösterir.
Hem Kaside-i Celcelûtiyenin bir kerâmeti olan -1- 'dan başlayan üç dört satırda kuvvetli emâre ve delilden, Birinci Emâre: cifir ve ebcedî hesâbıyla bin üç yüz elli senesi ki, Risâle-i Nur şâkirdlerinin en sıkıntılı bir zamanına ve o zamanda, "Sekîne" tâbir edilen, İsm-i Âzamı yetmiş bir âyet ile yüz yetmiş bir defa dâimî vird eden Risâle-i Nur müellifinin isimlerine tevâfuk sırrıyla parmak basması, o zamanda İsm-i Âzamı hâmil Risâle-i Nur müellifınin hususiyetini ve selâmetle kurtulacaklarını tebşir etmekle işaret ettiğini, lillâhilhamd, selâmetle kurtulmaları, kerâmet-i Aleviyeyi tasdik ettiğini; İkinci Emâre: -2- fıkrasıyla, eski Harb-i Umumîye iştirak ile, yara, bereye ve nihayetsiz korkulara mâruz kalıp, nihayet Rusya'ya esir giden, hem dehşetli bir harb-i âhirzamanda mühim bir vazife ile mükellef edilip, yılandan daha zehirli akreplerin bulunduğu bir memlekete düşen ve gece gündüz yılanlarla harb eden Risâle-i Nur müellifine ile iltifâtını ve mânevî siyânet ve muhâfaza ve imdâdını haber veriyor. Üçüncü Emâre: Üç güz mevsiminde medâr-ı tesellî üç kerâmettir. · Birincisi, Gavs-ı Âzam Radıyallahu Anh, -3- tâbiriyle, on beş emâre-i kaviye ile; · İkinci güzde, aynı mevsimde, Hazret-i Ali Radıyallahu Anh, -4- tâbiriyle kuvvetli delillerle; · Üçüncü güzde, -1- (ilâ âhir) diye, yine Hazret-i Ali Radıyallâhü Anh, kerâmetkârâne Risâle-i Nur müellifine bakıp, Sekiz, On Sekiz, Yirmi Sekizinci Lem'alar olan risâlelerin kuvvetli ve i'câzlı telifleriyle havfe düşen ve tesellîye muhtaç olan Risâle-i Nur şâkirdlerinin altı yedi defa -2- kelimeleriyle korkularını izâle edip teşcî etmeleri, Kur'ân hizmetkârlarına bir ikrâm-ı İlâhî olduğunu gösterir. Hem -3- fıkrasının yine evvelki fıkralar gibi muhâtabı Saidü'n-Nursî olduğundan, "Yâ Saide'n-Nursî! Karşıla, kaçma!" deyip teşcî ediyor. NETİCE : Dokuz "hem hem"lerin gösterdiği dokuz hakîkatin, Risâle-i Nur'da ve müellifinde bilfül icrâsı ve bilmüşâhede görünmesi, hattâ düşmanların tasdikiyle de sâbittir ki, Hazret-i Ali Radıyallahu Anhın Kaside-i ErcGze ve Celcelûtiyesindeki şiddetli alâkadarlığını murad ettiği bir vâris-i Nebî ve mukavvî-i din ve hâmil-i İsm-i Âzam olan Risâle-i Nur ve müellifi olduğu-çünkü bütün dünya meydandadır ve bütün nidâlan işitiyoruz, ekseriyâ hareketleri görüyoruz ki-hak ve hakîkatte yanılmayan ve Kur'ân'ın hukukunu, emrolunduğu gibi, te'vilsiz muhâfazaya çalışan Risâle-i Nur'dur diye, şek ve şüphesiz olarak, Hazret-i Ali Radıyallahu Anhın muhâtabı o olduğunu katî ispat eder.