İkinci Sabri ve ikinci Hüsrev ve birinci Ali'nin fıkrasıdır.
Ey Yüce Üstad,
Cenab-ı Erhamü'r-Râhimîne çok şükürler ki, size, o muazzam Kitâb-ı Mübînin hazine-i hakâikinin miftahını, rahmetiyle ihsan buyurmuş. O hakaik-i azîme ki, bütün dünya halkının eşedd-i ihtiyaç ve atş ile, sabırsızlıkla, mütereddid, mütehayyir, "Acaba bir âb-ı hayat bulacak mıyız?" diye bir hâlette iken, o mahfuz ve mestur zemzeme-i azimenin musluklarını açarak, her meşrep ehlinin müracaatlarında içirilmemek kabil olmayan bir tarzda, cüz'î, küllî, hattâ pek âmî olanlar bile bir damlayla hararetini kestirecek derecede vazife-i âliyenizde münteşir, tekellüfsüz, tasannûsuz, çok cihetlerle kanâat-ı kâmileyle şahit olabildiğimiz bu vazifeyle muvazzaf ve ancak ilm-i bînihâyeden lemeân eden, arş-ı Hüdâya nazarla âleme rahmete vesile olduğunuz hengâmda ne diyebilmek mümkün ve ne cesaret!
Hem bütün mümkinatla alâkadar, o muhit ve ehass-ı havassın bile tam fâik derecesinde massedebilmesi, bence baîd diyebileceğim serâser nur olan eserlere, fakir gibi, her hususta nısf değil, hiçin hiçi olanların, bu hususta mütalâa değil, elime kalem alıp o mübarek fikr-i âlinin içine müşevveş fikrimi karıştırmaktan korkuyorum ve cesaret edemiyorum. Gaye-i maksat olan, yalnız Üstadım, her hususta muvaffakiyete kısa nazarımla bakıyorum. Muvaffakiyetler neticesi, bizim için bir eyyam-ı mübareke uzaktan uzağa görünüyor. İnşaallah, o yevm-i mev'ûdu, duanız himmetiyle göreceğiz. Ve biz görmezsek, fütuhat-ı azîme nâil olan eserleriniz, pek bâlâ bir mevkide kahramanâne müşahede edecekleri şüphesizdir. Cenab-ı Hak sizden ebedî râzı olsun. Dua-yı âciziyeden başka bir mütalâa dermeyan edemeyeceğimden, o hususu, fikr-i âlî, kalb-i sâfî kardeşlerime havale edip, el ve eteklerinize yüzlerim sürerek, kırık dökük sözlerimden affınızı dilerim.
Üstadım, bu üçüncü nükte-i kenziyeyi mütalâa ettim. Sûre-i Alâk-ı mübareğin hurûfâtının ima ettiği sırlar karşısında hayretimden gayr-ı ihtiyârî, "Allah Allah!" lâfz-ı celâli ağzımdan çıkmakla öz ve gözlerim hazin hazin yaşarıyordu ve şöyle düşünüyordum:
Evet, nasıl ki, kâinatın her zerresi Hâlık-ı Kâinata şehadet ve gülümseyerek haber veriyorlar. Öyle de, kâinatın haritası olan Kur'ân-ı Hakîmin vücudunu teşkil eden harfleri de, hâdisat-ı kevniyenin mâzi, hal ve müstakbeline lisan-ı halleriyle şehadet edecekleri bedihîdir diyorum. Bu düşüncemin izahını nihayetteki ihtarında buldum, elhamdü lillâh dedim.
Hele mübarek Sûre-i Rahmân, şu zamanın efkâr-ı bâtıla ve firavun-meşrep kafalara yıldırım-misâl saika ile, pek sarih bir surette, her işi Rahmânü'r-Rahîmin diye ispat ve otuz bir defa bir cümle tekrarla, çör-çöpten ibaret olan tabiiyun ve maddiyun tahassungâhlarını, o kudsî harflerinin remziyle zîr ü zeber ediyor. Zaten, Üstadım, çok yerlerde beyan buyurduğunuz gibi, bu kâinat kitabını açan Kadîr-i Zülcelâl ve Hakîm-i Zülkemal, o kitabı kapayıncaya kadar, o kitabın sayfa, satır, harf ve noktalarını hakkıyla izah edecek ve hikmetini gösterecek bir müfessir, bir muarrifi ve o muarrifin verese-i hakikîsini rahmeti muktezasıyla eksik etmeyecek.
Evet, Üstadım, şâhidim ki, çok yorgunsunuz ve yoruluyorsunuz. Fakat o vazifenin kudsiyeti yorgunluğa değil, herşeye tercih edileceğini buyuruyorsunuz. Madem şu zamanda iki mühim cereyan-ı azîmenin birisinin kumandasını Cenab-ı Hak size tahmil etmiş oluyor ki, bütün dünya Kur'ân'ın beyan ve esrarından mânen sizi dinliyor, inşaallah her vakit dinleyecek. Bu mânevî muharebe zamanında netice-i muharebe yalnız insanların izmihlâline değil, belki bütün mevcudatın netice-i tahribini taşıyan ve istimal eden muharriplerledir. Öyleyse siz yalnız bize değil, ilâ yevmi'l-kıyâm bâki kalacak Müslüman yavrularının yaralanmaması için zırh; ve bir endahtta dünyayı sarsan, gürûh-u hazeleyi boğucu dumanlar içinde bırakan, Kur'ân-ı Hakîmin son sistem malzeme-i mübarekelerini icada vesilesiniz. Var ol, ey sevgili Üstadım! Hemen, Rabbim yorgunluğunuza bedel bin ehl-i gazâ sevabı ihsan buyursun. Âmin.
Affınıza mağruren şunu diyeceğim ki: Madem mânevî cihad zamanıdır, muvazzaf askeriz ve askerlikten lezzet aldığımızı söylüyoruz, düşman hem dessas, hem sûrî kuvvetlicedir. "Kılıç hasma göre çekilir" düsturuyla, sizin telâşsız, ârâmsız sa'yiniz gözönünde iken, cephemize hile tuzağı addedilen hubb-u câh ve sermaye-i dünya gibi, çok câzibedar şeylerle bizi aldattıklarını bilmeliyiz. Ve cepheyi bırakıp, âfil şeylere aldanıp, çok mübârek ve mukaddes şeylerin ayak altında kalmasına sebebiyet vermemek için, ancak ve ancak Cenab-ı Kibriyânın azamet ve kudretinden ve şümullü rahmetinden ve Şâh-ı Levlâkın himmet-i âmmesinden ve Zat-ı Üstadânelerinin makbul ed'iyelerinden gece ve gündüz hissemend olmamızı niyaz ediyorum ve böyle imanım var ve her dakika ârâmsız bekliyorum.
Hâfız Ali
� � �
Âsım Beyin fıkrasıdır.
Üstad-ı Ekremim,
Bu kerre ikmaline muvaffak olabildiğim üç risale-i şerife ki, Yirmi Dördüncü, Yirmi Dokuzuncu Söz, Otuz Birinci Mektubun Beşinci Lem'ası Mirkatü's-Sünne Risaleleri berâ-yı tashih ve manzûr-u Üstadânelerine buyurulmak üzere takdim edildi. Risale-i şerifelerin cümlesi, birer hakikat nuru fışkıran birer gülistan-ı cinândır. Hele Otuz Birinci Mektubun Lem'aları ki, Minhâcü's-Sünne ve gerekse Tiryâk-ı Marazi'l-Bid'a olan Mirkatü's-Sünne okunmaya doyulmaz. Okudukça hissedilen manevî sürur ve füyûzatın had ve hududu bulunmaz bir umman-ı feyizdir. Bazı cümleler oluyor ki, namazdan evvel ve sonra fakirhaneye gelen ihvana müteaddit defalar okuyup feyizleniyoruz. Hele Giritli Hasan Efendi, gözyaşlarından kendisini alamıyor. Malûm-u Üstadâneleri, kendisi Kadirî şeyhidir. Zat-ı Üstadânelerine ve bâhusus Gavsü'l-Âzam Şeyh Geylânî Hazretlerine merbutiyet ve muhabbeti derece-i nihayettedir.
Üstad-ı Ekremim,
Bu defa risale-i şerifeler bir parça tehire uğradı. Bunu, fakirin atâlet, betâlet ve kesâletine haml buyurmayınız. Şikâyet değil, müftehirane arz ediyorum. Bu sene Cenab-ı Hakkın fakire lütuf ve ihsan ve keremi çok oldu. Lehul hamdu ve'l-minnetu, yüz binlerce müteşekkirim. Ramazan Bayramından beri, iki defadır hastalığım ki, el'an nekahet devrindeyim, Risale-i Nur-u Şerifelerin istinsahına oldukça bir fasıla vermiş oldu. Çok şükür elhamdü lillâh, bu hastalıklar bir in'âm-ı İlâhîdir. Dua-yı Üstadâneleriyle sıhhatim yerine gelmektedir.
Âsım
� � �
Hâfız Ali'nin dersini ne tarzda anladığını gösteren bir fıkrasıdır.
Muhterem Üstadım,
Otuz Birinci Mektubun On Dördüncü Lem'asının İkinci Makamını bir defa kendim okudum. Pek cüz'î istifadeyle, dimağımda bir lezzet hissettim. İkinci ve üçüncü tekrarlarımda öyle bir zevk-i ruhanî uyandırdı ki, eğer kalb ve kalemim ruhuma tercüman olabilseler, belki bir derece siz Üstadıma minnettarane arza cür'et eylerdim. Heyhât, ne kalbim ve ne de kalemim ve ne ruhum, aczle önüme çıktılar ve itiraf-ı kusur ediyordular.
Sevgili Hocam, Sözler ünvanıyla neşr-i envar ve feth-i bab-ı rahmet eden envâr-ı Kur'âniye esasen has, mahsus bir sikke-i hâtemi taşımaktadırlar. Herbir parçasından, şümullü rahmet-i İlâhiyeye cüz'î, küllî bir kapısı var gösteriyor ve göstermekle kapıları açık bırakıyorlar. Bu mübarek risaleyi, Süleyman, Zeki, Zekâi ve Lütfi kardeşlerimle okurken, hayalime bir büyük müzeyyen bir saray gösterildi. Aslı ve hakikatini ve vüs'atini ve müzeyyenatını temâşâ için ruhen çıktım. Baktım ki, yorgun ve nazarım kesik bir tarzda geriye döndüm. Zekâi kardeşim devam ediyordu. Tekrar o saray şeklinde mutantan, revnaktar,kıymetçe, mahiyetçe aynı, ufak bir saray-ı vücut âlemi gördüm. Ve feth-i bâb edip temâşâ etmek istedim. Anahtarı yoktu. Birden kardeşimin ağzından işittim. Kapı açıldı. -1- dedim. Gördüm ki, büyük sarayın müştemilâtı ve tezyinatı, o küçük sarayda derc edilmiş. Adeta çarklardan mürekkep bir saat ve çok ipleri hâvi bir nessacdır. Dikkat ettim, o saati kuran ve işleteni ve o ipleri gûna gûna boyayıp dokuyanı, gündüzü gündüz eden güneş olduğu gibi, pek parlak bir surette izah buyurulunca gördüm. Tekrar Elhamdü lillâhi dedim ve şu âlem-i kübrânın fihristesini ve nümunesini elime alınca artık pervasız seyahate çıktım.
Muhterem Üstadım,
Şu söz öyle bir hakikati ders veriyor ki, daha insana yabancı ve bilinmesi mümkün olmayan birşey kalmıyor. Her gördüğü mûnis bir arkadaş oluyor ve susuz vadiler ve geniş sahralar ve koca küre-i arz bir bahçe hükmünde Halık-ı Rahîm tarafından ihzar edilmiş ve tılsımı da olduğu ve tılsımı bulunmazsa ve alınmazsa, o bahçede yaşamak mümkün olmadığı ve yaşasa da her tarafta yabancı olarak ve her hatvesinde istiskal edilerek, hayat değil, belki câmid olarak bulunacağını izah buyuruyorsunuz. Hele bizi her zaman, günde kırk defa havsalamız almayarak "âh" ile geri dönen mirâc-ı mü'min olan namazda -2- sırrı öyle bir düğme olarak gösteriliyor ki, her mü'min kendi vücut âleminde bir elektrik fabrikası görüyor. Ve düğmesini açınca bütün dünyayı ziyayla gösteriyor.
Sevgili Üstadım, "Cenab-ı Hak bu kıymetli eserleri kıyamete kadar mü'min kullarına yetiştirsin" duasıyla hatm-i kelâm eylerim, efendim.
Kusurlu talebeniz
Hafız Ali
� � �
Yeni mühim bir kardeşimiz Müftü Ahmed Feyzi Efendinin fıkrasıdır. Bu fıkra çendan şahsıma bakıyor. O zat şahsımı görmemiş, dellâllığım eseri olan risaleleri gördüğünden, haddimden pek çok fazla olan sena ve medhi, risalelere ve esrar-ı Kur'ân'a ait olduğu için kabul ettim.
Hamd-i bînihaye Kerîm-i Müteâle, salât ü selâm Habib-i Zülcelâle ve onun âl ve ashabına.
Ey bâkîye vâsıl olmuş fâni! Ve ey matlubun bâb-ı rahmetinde oturan mahbûb! Ve ey derecâtın ekmeli olan sıfat-ı abdiyete sülûk edebilmiş bahtiyar! Ve ey Şems-i Tâbân-ı Zülcemâlin karanlıklara aksettirdiği ziyâ-yı hidâyet! Ve ey Habib-i Kuddûsün tarik-i ulviyetinde karanlıkları yararak uçan şehâb-ı şâşaanisâr! Hatîât ve mâsiyet deryasının korkunç dalgaları arasında inleyen, Hâlık-ı Kerîmin bunca iltifatını nankörlükle karşılamaktan başka bir vaziyeti bulunmayan bu ednâ-yı mevcudat, nâil olduğun derece-i makbuliyetten bir katresinin olsun, kendine ihdâsını senin şevket ve kereminden bekliyor. Ne olur, beni kendine alıp hizmetinle müşerref kılsan. Ne olur, Habib-i Kibriyâya benim de kendisinin hizmetine intisabım için ve Onun uşşâkının asgarı ve hikmet ve nurunun dellâlı olmaklığım için yalvarsan, ah!
Her an ayaklarının altını öpmek
ateşiyle mütehassir ve nâlân, ahkar-ı mahlûkat
Ahmed Feyzi
� � �
Doktor İbrahim'in fıkrasıdır.
Efendim,
Nuranî ve ziyadar cadde-i kübrâ-yı mâneviyede seyr ü seyahat eden umum âhiret kardeşlerimle her hafta görüşüyor ve âramsız tulû eden Risale-i Nur eczaları gibi, feyiz ve mârifet güneşlerinin haberlerini işittikçe, ruhum güller gibi açılıyor. Hubur ve ibtihaca müstağrak oluyor. Ve istidadım nisbetinde bir-iki meselecik öğrenmeye sa'y ediyor isem de, bu envâr-ı bahr-i muhîtten kardeşlerimin ruhlarına in'ikâs eden mesâilden bâhis arîzaları tahrir ve takdim ettiklerini gördükçe, adem-i muvaffakiyetimden mütevellit esef ve kederim hasebiyle cehlimden el-amân çekiyorum. "Ümmîlik ne güçmüş!" diye ruhum ağlıyor. Muterifâne, "İbrahim, müstehaksın" diyorum. Nihayet yine ümidimi Rabbimden kesmeyerek diyorum: "Bir müessesenin baş müdürü, muavini, kâtibi, müvezzii, tahsildarı, hademesi olur. Fakir kısmen müvezzilik, kısmen hademelik sıfatıyla bulunsam ne zararı var?" deyip mütesellî oluyorum.
İbrahim
� � �
Ahmed Hüsrev'in fıkrasıdır.
Senelerden beri zâlimlerin pençe-i zulmünde inleyen bu biçare Müslüman kardeşlerinizle geçirmekte olduğunuz bu mübarek bayramın belki dokuzuncusunu hücra köşelerinde, dostlarınızdan uzak, akraba ve taallûkatınızdan mahrum bir vaziyette, teâlî ve terakkisi için çalıştığınız cemiyet-i İslâmiyye arasından uzaklaştırıldığınız bir halde geçireceğinizi hatırladıkça yüreğim parçalanıyor, ruhum azîm bir elemle yanıyor, gözlerimden yaşlar dökülüyor. Kalbimden yükselip gelen bir ses, "Ağla, hem çok ağla! Belki rahmet-i İlâhiyenin nüzûlü ve âlem-i İslâmın saâdet ve selâmeti için ağlayanlarla beraber ağla" diyor.
Bu anda kalb gözüm, bu hüzne iştirak ederek, Dicle ve Fırat ve Nil-i Mübarek gibi âlem-i gayb vâdilerinde sular akıtarak ağlıyor.
Ah, sevgili Üstadım! Ehl-i gaflet gülerken, ehl-i ilhad nefsî müştehiyatları arkasında koşarken, biz ne acı hayatlarla karşılaşıyoruz! Ah, sevgili Üstadım! Cenab-ı Hak bize saadet vermeyecek mi? Acaba bugün daha çok uzayacak mı? İhtiyarsız kendime sorduğum bu suallere yine kendim cevap verirken, teennî ve sabır tavsiye ediyorum. Ve sırr-ı tebşiratıyla mütesellî oluyorum.
Ey kıymettar Üstadım, sizin hüznünüze, huzurunuzda olduğum halde iştirakimi istiyordum. Öyle hissediyorum ki, ruhen hiç de uzak değilim. Bazan kendimi unutuyorum. Güya kanatsız tayeran ediyor, koca çınar ağacının arasından girerek meclisinize dahil oluyorum.
Sevgili Üstadım, Hâlıkımdan ebediyen razı olmuşum. O da sizden ebediyen razı olsun. Maalesef ziyaretinizle müşerref olamıyorum. Buna bedel Bekir Beyle takdim ettiğim ve arzu edilen şekilde yazamadığım İ'câz-ı Kur'ân'ın sayfalarını açtıkça, hakîr talebenizin her sayfaya mukabil ellerinizden öpmekte olduğumu kabul buyurmanızı istirhamla, sıhhat ve selâmet ve muvaffakiyetiniz için dua ederek, el ve ayaklarınızdan öperim, efendim hazretleri.
Talebeniz
Ahmed Hüsrev
� � �
Babacan Mehmed Ali'nin fıkrasıdır.
Ey benim ruh-u canım Üstadım Hazretleri,
Size karşı hakkıyla talebelik vazifesini ifâ edemiyorum ve Risale-i Nur'a tam hizmet edemiyorum. Çünkü Risale-i Nur'la tezahür eden kuvvet ve kudret, zekâvet, esrar ve envarı düşündükçe, tefekkür ettikçe kendimden geçip, bîhuş kalıyorum. Öyle yüksek yerlere çıkamıyorum. İnşaallah, Cenab-ı Hakkın izniyle, kullarına bahşetmiş olduğu en kıymettar cevahirden bin kat ziyade kıymetli bulunan Kur'ân-ı Hakîmin sırlarını izhar eden risalelerden gücüm yettiği kadar istifadeye çalışacağım. Gündüz derd-i maişetle vakit bulamadığımdan, gecenin bir kısmını o Nurlarla ışıklandıracağım.
O Nurları yazdıkça kalemim ve kalbim gayet şirin ve ruhânî bir sevinç hissediyorum. Cenab-ı Hakka nasıl hamd ve şükredeceğimi bilemiyorum. Bazan o Risale-i Nur'un envârına karşı ihtiyarım elimden gidiyor. Gafletli geçmiş zamanımı düşündükçe mahzun ve mükedder bulunuyorum. Bu Nurları bulduktan sonra istikbalimi gördükçe kahkahayla gülüyorum, ferah oluyorum ve müferrah oluyorum. On beş senedir böyle bir hizmeti arzu ediyordum. Dünyanın çok safahat-ı hayatını ve zevkiyatını gördüm. Bu ebede karşı arzuyu tatmin ve işbâ etmiyordular.
İşte tam o arzuyu tatmin ve temin edecek gıdayı Risale-i Nur'da buldum, elhamdü lillâh. Şimdiye kadar nefsim dünyanın zahirî zevklerine kapılmış ve beni diğer bir âlemin zindanlarına kadar sevk etmeyi kurmuş ve bir derece muvaffak olmuştu ve bana binmişti. Şimdi olan Cenab-ı Mevlâ ve Tekaddes Hazretlerine hadsiz hamd ve şükrediyorum ki, Said isminde bir zatın vasıtasıyla esrar-ı Kur'âniyeyi benim imdadıma yetiştirdi. Nefs-i emmarenin o beliyesinden kurtuldum. On beş senedir, hakikate giden yolu aramak için çok kapılar çaldım. Çoklarında dünyaya ait ziynetleri gördüğümden geri çekildim. Fakat lillâhilhamd, tam bir kapı buldum. Cenab-ı Hak beni o kapıya tam hizmetkâr yapıp sebat versin. Bu zulmetli asırda hakaik-i imaniyenin envarını neşreden Risale-i Nur, ne derece parlak olduğu ve herkese menfaatli bulunduğu inkâr edilmez. İnkâr edilse, bilmemezlikten ve anlamamazlıktandır. Anlayana sivrisinek saz gelir, anlamayana davul zurna az gelir. Cenab-ı Hak gözlerimizin perdelerini kaldırsın, hakaiki hakkıyla bize göstersin. Âmin.
Babacan Mehmed Ali
� � �
Binbaşı Asım Beyin fıkrasıdır.
Muhterem Üstadım Efendim,
Her defa olduğu gibi, bu kere de, nâmüstehak olduğum halde hakk-ı fakirânemde lütuf ve ibzal buyurulan iltifatât-ı bînihaye bu fakiri mestediyor. Ne yapacağımı şaşırıyorum. Ancak Cenab-ı Lemyezel Hazretlerinin lütf u kerem ü ihsanına hamd-ü şükr ü senâ ederek risale-i şerifelere sarılıyorum. Ve lezzet alıp, siz Üstadımı karşımda ve yanımda bulup mütehayyir ve mütefekkir olarak bahr-i sürura dalıp gidiyorum. Ve bu halin devam ve tezyîdini eltaf ve inayet-i Sübhâniyeden niyaz ediyorum. Nasıl etmeyeyim, ya Hazret? Fakire bunca iltifattan başka, hele bu defaki lütufnâmelerinin başına, birçok tavsiften sonra "Hizmet-i Kur'âniyede kuvvetli arkadaşım ve tarik-i Hakta ve ebed yolunda enîs yoldaşım" kelimat-ı lâtîfesi, bu cihan-kıymet kelâmlarınız, benim gibi fakir, hakir, muhtaç bir kardeşinize karşı ibzal ve himmet buyurulması, sizin büyüklüğünüze ve daha doğrusu Gavs-ı Âzam Şeyh Geylânî (kuddise sırruhu'l-âlî) Hazretlerinin teveccüh, dua, himaye ve muhafazası olduğuna nasıl İmân etmeyeyim? Nasıl ki, bu defa Gavs-ı Âzamın ihbârât-ı gaybiyesi risale-i şerifesini gördüm, okudum, yazdım. Gavs-ı Âzam, âzam-ı aktâb olduğunu bilir ve kalben tasdik ederiz ve ziyade muhabbet etmekte iken, bu defa bu kanaat, bu muhabbet tasdikimi kat-ender-kat ziyadeleştirdi ve takviye etti. Ve Hazret-i Şeyhe İmân ve muhabbetimi habl-i metin ile bağladı. Nasıl bağlanmayayım? Bu keramet ve ihbar-ı gaybiyesi ki, hakikat fışkıran ve ruha hayat bahşeden sözleri söyleyen, haber veren öyle bir sahib-i menba-ı kerâmât ve hakikat olan Hazret-i Gavs-ı Âzam, Üstadımın üstadıdır.
İşte bu keyfiyet, Üstadıma olan incizap, merbutiyet ve teslimimi bir kat daha tarsîn etti ve yıkılmaz ve tahrip edilmez bir kale hükmünü aldırdı. Madem bu fakir, bu muhkem kaledeyim, hariçten ve hiç kimseden pervam yok. Ve haricin taarruz ve kıyamına da mukabil taarruz ve hücumlar his ve kuvvetini elde ettim. Lütuf ve inâyet-i Bâri ile, Gavs-ı Âzam'ın teveccüh ve duasıyla siz Üstadıma kavuştum. Hâzâ min fadl-i Rabbî.
Bâri' Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinden dilerim ve niyaz eylerim ki, âhir ömrüme kadar bu yolda hatve-endâz olayım ve buyurulduğu gibi "sıddık, fedakâr, hakikî âhiret kardeşiniz ve hizmet-i Kur'âniyede kuvvetli arkadaşınız ve tarik-i Hakta ve ebed yolunda enîs yoldaşınız" olmaya bihakkın kesb-i istihkak ve liyakat edeyim. Ve minellahi't-Tevfîk.
Ya Üstad-ı Ekremim,
Size, yani Risale-i Nur'a hüsn-ü hat ve daha doğrusu tâzim, tekrim, hürmet, samimiyet, muhabbet ve teslimiyetimin binde birini takdim edemiyorum. Âciz kalemim ve lisanım, hissiyat ve ruhumun tercümanı olamıyor.
Ruhumun siz Üstadıma karşı incizap ve mahbubiyeti, yüzde beş şahsınıza karşı ise, doksan beşi neşr-i envâr-ı hakikat ve dellâllığında bulunduğunuz Kur'ân-ı Hakîm şerefine tâzim ve tekrimdir. Öyle kanaat ve imanım var ki, sizin nur ve hakikat fışkıran Sözleriniz, Kur'ân-ı Hakimden muktebes tefsiridir. Takdir, tahsin, medih ve sitayiş etmeyen ve muhabbet ve merbutiyet beslemeyen insan değildir ve daha doğrusu merdud-u İlâhî ve Peygamberî olanlardır. Cenab-ı Hâlık-ı Lemyezel Hazretleri bu gibilere de tarik-i Hakkı nasîbedâr eylesin. Âmin, bihürmet-i seyyidi'l-mürselîn.
Sevgili Üstadım, hemşirenizin hastalığının had devresi geçmiş; evvelce arz etmiştim. Yüzde yirmisi mevcuttur. Henüz yataktan kalkmadı. Kuvvet ve iktidarı yok. Namaz kılabiliyorsa da vücudu titremekte ve ara sıra arızaya mâruz kalmaktadır. Lehü'l-hamdü ve'l-minne, çok şükür Cenab-ı Hakkın lütûf ve keremine ve bugününe, mazinin sıkıntı ve elemi geçti. Hal-i hazırına şükür ve istikbale tevekkülle meşguldür. Ve siz Üstadıma dualar ediyor ve diyor ki: "şu nur ve hakikat-i Kur'âniye risale-i şerifeleri imdadıma yetişti." Hele Otuz Birinci Mektubun İkinci Lem'asındaki sabır ve tahammül ve şükür bahsine o kadar bağlanmıştır ki, mezkûr risale-i şerifeyi evvel ve âhir ve bilhassa hastalığı sırasında müteaddiden fakire okutmuş ve Cenab-ı Hakka hamd ü senâ etmiş ve diğer Üçüncü Lem'ayı ve sair risale-i şerifeleri okutup dinlemekte ve gözyaşları dökmektedir. Elhamdü lillâhi hâzâ min fadl-i Rabbî.
Bunlar ve diğer risale-i şerifeler hakikat fışkıran, nurlar saçan bir feyizdir. Şu kadar diyebilirim ki, ehl-i dalâlet ve bid'aların en ileri gidenleri ve mülhidlerin en şenîlerini bile imana getireceğine kanaatim var-yeter ki ruhuna nüfuz edebilsin.
Çok şükür, sevgili Üstadımızın sayesinde ve teveccüh ve duasıyla bu Nurlardan mütenevvir ve mütena'im oluyoruz. Hele Gavs-ı Azam Şeyh Geylânî Hazretlerinin kerâmât ve ihbârât-ı gaybiyesini hemşireniz o kadar lezzet ve muhabbetle dinliyor ki, üç sene evvelisi hastalığa tutulduğu vakit, o halinde ve kısmen aklı başında olmadığı zamanlar bahçede ağaçların dallarını tutup, "Ya Abdülkadir-i Geylânî, ya Veysel Karânî, meded!" diye bağırıp sallanıyordu. Bu defa kerâmât ve ihbârât-ı gaybiyesini mufassal surette görmeye ve dinlemeye muvaffak oldu. Bu risale-i şerife, fakire de ziyadesiyle tesir etti, sürur ve gözyaşlarını akıttı ve akıtmakta sa'y ü gayret etti. Muhabbet ve şevkimi artırdı. Şükrümü nasıl ifâ edeceğimi bilemiyorum. Hâlık-ı Lemyezel Hazretlerine karşı vazife-i ubudiyetim noksan, iki cihan serveri Seyyidül-Mürselîn Fahr-i Âlem (sallâllahü teâlâ aleyhi ve sellem) Efendimize karşı ümmetlik vazifesinde kusur ve noksanım ziyade ve hizmet-i Kur'âniyeye karşı bihakkın sa'y ü gayret ve çalışmakta kusur ve noksanım çok olmakla beraber, fakiri siz Üstadımla beraber bulundurup, hâdim-i Kur'ân kardeşlerle birleştirip, hizmet-i Kur'âniyeden-velev ki bir bahr-i ummandan bir katre olsun-fakire hisse verilse, kendimi mes'ut ve bahtiyar addederim. Hamd ü senâ ve şükrüme hadd ü pâyân göremem. Bütün okuduğum arkadaş ve kardeşlerin hepsi hep takdir ve tahsin ve tasdik ediyorlar ve kanaat-i kâmilede bulunuyorlar. Hizmet-i Kur'ân'a şevk ve gayretleri tezayüd ediyor ve bu kafilede ve bu dairedekilere gıpta ediyorlar. Cenab-ı Hâlık ümmet-i Muhammed'in (a.s.m.) kalblerine ilham versin, ruhlarını nurlandırsın, saâdet-i dâreyn ihsan buyursun.
Kardeşiniz, fakir ve muhtaç
Asım
� � �
Sevgili Üstadım Efendim,
Kenzü'l-Arş duasının feyzinden gelen bir nükte-i Kur'âniyede, yanlışlığın tarafımızdan nasıl karşılandığını sual eden ve hatâsının esbabını bize izah eden sevimli mektubunuzu aldım. Bu kısmı, Sûre-i Kevser'in lâtif ve yüksek tevafukatını gösteren Altıncı Remiz'le ve bir de büyük bir fâtihten daha büyük olan tarikata ait kısımla beraber okudum.
Bu hafta sevincim ve şevkim pek ziyade idi. Bir taraftan, senelerden beri tab edilmesi ve âlem-i İslâma neşredilmesi için istinsah edilen o kıymettar mahzen-i hakaik, emin vâdilere gönderiliyordu. Diğer taraftan, şu baharın câzibedar güzelliğinden, pek çok yüksek bir nuraniyetle karşımıza çıkan Yirmi Dokuzuncu Mektubun herbir kısmının verdiği zevk-i mânevî içerisinde yaşıyorduk.
Kenzü'l-Arş duasının feyzinden gelen ikinci bir nükte-i Kur'âniyeyi, mektubunuz gelmeden evvel arkadaşlarla birlikte tekrar okuduk. Tetkik gayesi hiçbirimizde olmadığı için, on dakika içerisinde, yazılan bu kısmın nurânî şuleleri arasında kaldık. Okurken, ağzımızdan arada sırada çıkan sadâ-yı hayret ve taaccüpten başka birşey işitilmiyor ve yüzümüzden akan beşâşet, duyduğumuz manevî zevki, târife kâfi geliyordu.
Sevgili Üstadım,
Herbir risale aramızda pek büyük bir sevinçle karşılandığı ve hayretle okunduğu ve lâyık olduğu şekilde hürmet gördüğü için, her nasılsa vâki olan hatam hakkındaki mektubunuzu aldığım vakit, kıymettar Üstadım, bu hali bize ihtar etmeseydiniz, biz hiçbir vakit böyle şeyle meşgul olmayacaktık ve "Yanlış var" diyenlere karşı da hak dâvâ edeceğimizde hiç tereddüt etmeyecektik. Sûre-i Kevser'in ve Sekizinci Remzin tevafukat-ı hurufiyeleri üzerinde birer birer tetkikatta bulunmuş ve hiçbirinde noksan bulamamıştık. Esasen bu tetkikatımız, noksan aramak gayesiyle değil, belki tevsi-i malûmat ve bir de mânevî gıdamızı almak için vuku buluyordu. Bu akşam fakirhanede Refet, Lütfi, Rüşdü Efendi kardeşlerimle oturmuş bu hususta tekrar konuşmuştuk. Hepimiz diyorduk: Üstadımız bize söylemekte hiçbir şeyden çekinmediğini biliyoruz. İşte bu hal bizlere kâfidir. Şimdiye kadar da böyle birşey vuku bulmuş değildir. Bu hususta en büyük şahit, bu risaleler, ilmi kendilerine isnad eden zatların ellerinde gezdiği halde, onları da tasdike mecbur etmiştir.
İşte, sevgili Üstadım, bu hâdisat dimağımızı daha ziyade takviye etmiş bulunuyor ve bizi size daha ziyade raptediyor. Her hususta bizi himâye ve vikaye etmekte olduğunuza, kâfi ve daha kat'î bir bürhan yerine geçmiş bulunuyor.
Sevgili Üstadım, bu hafta hatt-ı destinizle, pek çok zahmet çekerek, bin müşkülât içerisinde yazdığınız bütün Kur'ân'daki tevafukatı gösterir bir nükteyi daha aldım. Bundan başka bir nükte gibi umumî olup, yalnız tarzları ayrı olmak üzere iki tevafukat listesi daha yazılacağı iş'âr buyuruluyor. Onları da sabırsızlıkla bekliyoruz. Ve yorgunluğunuzu hatırladıkça, yüreklerimiz sızlıyor. Cenab-ı Hak, sizlere lâyık bir tarzda hayr-ı kesir ihsan eylesin. Âmin.
Hüsrev
� � �
Sevgili Üstadım, Muhterem Efendim,
Kur'ân-ı Kerimin âyât ve kelimât ve hurufâtında görünen ihtilâf bertaraf edilmek üzere, yeniden hakiki ve esaslı bir surette âyât ve kelimât ve hurufâtın tesbit edileceği hakkındaki iş'ar-ı fâzılâneleri, cidden şâyân-ı tebşirdir. Bu ve bu gibi ahvâl, bizi Üstadımızın ulvî ve umumî olan vazifesinde her vakit için Cenâb-ı Haktan muvaffakiyet talebinde bulunmaklığa sevk ediyor. Bilhassa kardeşimiz Hacı Nuh Beye yazılan mektub sûreti ve buna mümâsil diğer mektubat, bizim hayatımızı değiştirmiş ve müstakbeldeki hayatımıza nurlar serptiği gibi, bugünkü insanlığın giriftar olduğu riyakârlık, tabasbus ve temellûk ve emsali gibi pek çok ahlâk-ı rezîleden kurtarmış ve her birerlerinin yerlerine de ahlâk-ı hasene fidanları gars ederek birer şecere-i âliye ve nâfizenin vücuda gelmesine sebebiyet vermiştir. Hattâ o kadar diyebilirim ki, bugünkü beşeriyetin duygularından bambaşka bir hayata sevk etmiş ve her ân, "Hâlıkımız bizden ne sûretle râzı olacak ve bugün ne gibi bir sa'y ve sahife-i hayatımı kapatacağım. Acaba ümmeti bulunduğumuz o sevgili Peygamber-i Zîşan Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin, dalâlet yolunu tutan veyahut dalâlete gidenlerin arkalarından giden ümmetlerini, ne suretle tarîk-ı hidayete getirmek için sa'y etsek hoşnudiyet-i Peygamberîyi (a.s.m.) celbedebiliriz" duyguları ve mefkûreleriyle yaşatmaktadır.
Kıymettar üstadlarına her hatvede ittibaı seven o talebelerinizin ruhlarında, üstadlarının en güzel fıkrası olan "Kur'ân-ı Azimüşşâna feda olan bu baş başkalara eğilmeyecek" sözü hayatımızda en güzel ve en büyük bir'miftah ve bir düstur olmuştur.
İşte bu hayatta, bu zevkle yaşadığımız için, bu vâdideki korku denilen mevhum kuvvet, talebelerinizin hak uğrunda gösterdikleri cesaretten korkmaktadır. Rızâ-ı İlâhî uğrunda her gelecek hâle memnuniyetle göğüs germeyi, üstadlarının halinden her gün ve her an ders alan talebelerinize ve kardeşlerime hayırlı muvaffakiyetler ve saadetler temenni ederken; Sevgili Üstadım; size de lâyık olduğunuzdan daha güzel bir şekilde ve daha elyak bir tarzda eltaf-ı Sübhaniyeye nâiliyetiniz için dua eder ve dâmenlerinizi kemâl-i hürmet ve tâzimle öperim, efendim hazretleri.
Husrev
***
Nasuhîzade Şeyh Mehmed Efendinin fıkrasıdır.
Bülbül-i Bağistan-ı Kur'ân, Üstad-ı Ekremim, Efendim Hazretleri,
Mürşid-i ekmel, şeyhim Hacı Rahmi Sultan Hazretleri, seferberliğin ikinci senesinde irtihâl-i dâr-ı beka buyurdular. Burdur'u teşrifinizden bir ay evvel, merhum Rahmi Sultan'la beraber bir cami-i şerifte birkaç cemaatle bulunmakta iken, sükût-i hâl-i murakebeye varıldı. Bazı velîler ruhânî teşrif buyurdular. Nihayette, siz Üstadım teşrif buyurdunuz. Bir cezbe-i Rahmân zuhurla uyandım, kendime geldim. Bir ay sonra Burdur'u teşrifle, bazı yevm sohbet-i irfâniyenizde bulunup ruhlarımıza gıda bahşolundu.
Şu tulûatımı arza ictisâr ediyorum:
Halka-i hakikatte devrandadır ol mübârek Üstad.
Kavuşturdular ruhunu, ervâh-ı enbiyaya ânın.
Mest-i müstağrak olup hayrettedir ol mübarek Üstad.
Mübarek Kur'ân'ın dellâlısın dediler âna.
Sözleri cândır, onu tutmayan ruhsuzdur hemân,
Bütün söylediği nur-u hikmettir ânın.
Mirâc-ı ruhânîde devrandadır ol mübarek Üstad.
Kalbim içre feyz-i Nurun görmüşem hemân.
İçi umman-ı vahdette, dışı sahrâ-yı kesrette görünür Üstad.
Dünyada, uhrâda refik olalım âna.
Umarım Mevlâm ihsân eder biz âciz kullarına.
Nasuhîzâde Mehmed, söyledi hemân bu sırları.
Hazine-i Kur'ân'ın bir miftâhıdır Hazret-i Üstad.
Nasuhîzâde Şeyh Mehmed
� � �
Muhterem Üstadım Efendim Hazretleri,
Bu arîzamı takdim ve tasdîe iki sebeb-i mücbir hasıl oldu:
Birincisi: Sevgili Üstadımın geçenki iltifatnâmelerinin bir fıkrasında buyuruluyor ki: "Bu fakirle aziz kardeşim Hüsrev gibi yüksek, ciddî, hâlis kardeş ve talebelerimi, âhir-i ömrümüze kadar hizmet-i Kur'ân'da dâim eylesin."
Muazzez Üstadımın bu dua, bu niyaz ve himmetlerine bütün mevcudiyetimle âmin dedim. Ve daima da diyorum. Ve Cenab-ı Lemyezel Hazretlerine de daima niyâzım budur. Ve pek muhterem ve pek sevdiğim Üstadımın dua ve himmeti sürur, sevinç, gözyaşlarımı akıttırıyordu. Bu fıkra ve cümleyi takip eden ikinci fıkra ki, aynen yazıyorum:
"Ve ben öldüğümde sizi arkamda vâris bırakarak ferahla kedersiz kabrime girmek Rahmet-i İlâhiyeden ümit ederim."
Burası beni çok düşündürdü ve hiçbir dakika Üstadımın bu arzu, bu talep ve rahmet-i İlâhiyeden bu ümidi, zihnimden ve fikrimden ve kuvve-i hayalimden hiç çıkmıyor. Binaenaleyh, bu fıkraya bütün zerrât-ı mevcudiyetimle "âmin" dedim ve Cenab-ı Hakkın fazl ve keremini tazarru ve niyaz ettim.
Bununla beraber-yâ Hazret, riyâ değil, tasannu değil, içimden doğuyor-gönül şöyle istiyor ve arzu ediyor: Bu fakir, Üstadımdan evvel kabre girsin ve siz, dâr-ı bekanın ilk kapısına gelinceye kadar, dâr-ı dünyada bulununuz ki, bu fakir ve muhtaç olan talebenize arkasından göndereceğiniz dua ve hediyenizle mütena'im, şâd ve mesrur olsun. Ve sizin teşrifinizde-ki Erhamü'r-Râhimîn olan
Rabbü'l-Âlemînden dua ve niyâzım budur-ruhum sizi istikbal etmek şerefiyle müşerref olabilmek gibi, gönül arzu ve hayatı hasıl oluyor. Haşiye Ve çok düşündürüyor. Ve bu arzu ve niyazımdan daha büyüğü ve şedîdi şudur ki: Üstadımın dâr-ı dünyada daha pek çok zamanlar kalması, dolayısıyla vazife-i kudsiyenizin devamı ve hakikat ve hidayet nurları olan Risale-i Nur ve Mektubâtü'n-Nur'ların teksiri ve intişariyle, hâb-ı gaflette olanların, dalâlette kalanların, ehl-i bid'a ve mülhidlerin tarik-i hak ve hidayete girmeleri için siz Üstadımın çok zaman daha yaşamaklığınızı ve başımızdan eksik olmamanızı ve sizin gaybûbetinizle bizlerin yetim ve öksüz kalmamaklığımızı gönül arzu ediyor.
Daha çok söylemek isterim, fakat iktidar ve kifayetsizliğimden kalemim, kalbimin tercümanı olamıyor. Her iş gibi, bu arzumu da Cenab-ı Kibriyâya havâle ederiz.
Âsım
(Rahmetullahi aleyh)
� � �
Hâfız Ali'nin bir fıkrasıdır ki küçük bir meselede, "Gücendin mi?" diye istifsar münâsebetiyle yazılmıştır.
Eyyühe'l-Üstadü'l-Muhterem,
Hayatımın her safhasından kıymetli ve o hayatı, pervâne-misâl, bir emrinin infâzına ateşte yakmaya her an hâzır olduğum kıymetli Üstadım,
Evet, değil böyle hakikat uğrunda, hattâ bir kıymetli hediyeyi ihsan eden Pâdişâh-ı Zîşân için, o hediyeyi sarf etmekte tereddüt edilmez. Öyle de, Üstadım, bize emanet olarak ve ne zaman alınacağı meçhul olan hayatın ve her zaman emrine âmâde ve hazır olduğum Cenab-ı Mün'imin, o emânet üzerine ne gibi emri vâki olsa, inşaallah, bilâ-tereddüt emanetini iâdeye hazırız. Madem siz, o Padişah-ı Bîzevâlin kurbiyet-i İlâhiyesinde, aynı emrini tebliğe memur bulunuyorsunuz; öyleyse, hem mübarek sözünüz hak ve aynı rahmettir.
Hem efendim, bahçıvan-misâl, fidanları büyütmek üzere, hayvanat-ı muzırranın taarruzundan bir an evvel kurtarmak için aşağı dallar kesilir ki, tâ yükselsin. O fidanların hiçbir cihetle hakları yoktur ki, "Bizi tımar eden ve hayatımıza sebep olan, bizi bazan rencide ediyor" diyemezler. Zira hâl-i asıllarıyla kalsaydılar, bir muzır hayvan dahi koparacaktı ve topraktaki kökü de tefessüh edecekti, yok olacaktı.
Haşiye Hakikaten merhumun münâcâtı karîn-i icabet olmuş ki, aynı yıl içinde Üstadına bedel, mahkemede, Üstadına zarar gelmemek için "Ya Rabbi, canımı al! Lâ ilâhe illâllah" diyerek mahkemede vefat edip irtihâl-i dâr-ı beka etmiştir. (Rahmetullahi aleyhi rahmeten vâsiaten.)
Sabri
Evet, Üstadım, mübalâğasız, pür-kusurlukta mislim olmadığını nefsime bile bazan kabul ettirdiğim, yalnız pür-zünûb talebenizi, dizlerime değil, belime değil, boğaz çukuruma değil, belki de boyumdan aşan ve belki dahilimin de siyah çamurlara mezc olduğu ve tefessüh etmeye başladığı bir zamanda Hızır gibi yetişip ve misl-i Lokman, Kur'ân-ı Hakîmin şifahenesinden lemeân eden muâlecelerle tedaviye başladınız. Hayat ismine lâyık bir hayat bahşına vesilesiniz. O hayatı ihsan edene ve vesile olan uğruna, o hayatı ifnâ etmemek Haşiye kâr-ı akıl değildir.
Hem bir hasta, ameliyata muhtaç olduğunu bilmelidir. Ve hastasını gece gündüz tedavi altında bulunduran eczacıya karşı yüz binlerle teşekkür ve o eczacıya eczahaneyi teslim eden Hakîm-i Pür-kemal, Kadîr-i Bîmisâl Hazretlerine nihayetsiz hamd ve şükre borçluyuz. Ve bu borcumu ifa edemediğimden pek mükedderim. Allahü Teâlâ sizden ebeden razı olsun.
Hâfız Ali (r.h.)
� � �
Hulûsi Beyin bir fıkrasıdır.
Aziz Üstad, müşfik kardeş, muhterem mücahid,
Son iki hafta içinde, iki defada vürud eden Yirmi Dokuzuncu Mektubun Altıncı Kısmıyla Kenzü'l-Arş duasının feyzinden gelen bir nükte-i Kur'âniye ve Yirmi Dokuzuncu Mektubun Sekizinci Kısmının Sekizinci Remzi ve Altıncı Remzi isimlerini taşıyan muciznümâ eserleri aldım.
Birinci mektup, hasbe'l-beşeriye çok sıkıldığım bugünün hemen saatinde elime geçti. Evet, gözlerim böyle bir nura, aklım böyle bir derse, hasta vücudum böyle bir ilâca, muztarip ruhum böyle bir tesellîye, nihayet zâlim nefsim böyle bir mânevî terbiyeye çok muhtaç olduğu bir zamanda bu eserin yetişmesi, hem hakikatte üç gün sonra postaya verilen ikinci eserden dokuz gün evvel gelmesi
kat'iyetle gösteriyor ki, bu iş kendi kendine veya tesadüfî olmuş değil. Belki gelmiş değil, gönderilmiş. Yetişmiş değil, yetiştirilmiş. Maksatsız değil, bu hizmete koşturulmuş. Hattâ bir dest-i gaybî tarafından en lüzumlu bir anda, en muhtaç ve Kur'ân hâdimlerinin en zayıfı, en âcizi, en liyâkatsizi, en zebûnu bulunan bu biçare kardeşinize mahz-ı eser-i rahmet ve inâyet olarak sunulmuştur.
Yirmi Dokuzuncu Mektubun Altıncı Kısmını pederim, Fethi Bey, Hoca Abdurrahman ve diğer bir zat hazır iken, geçen Cuma okudum. Ben birkaç defa sırf kendi hesabıma mütalâa ettim. Okuyacak ve okunması icap edecek mahdut zevâtın da inşaallah istifadesine çalışacağım. Bu nurlu eserler hem okşamak, hem korkutmak gibi iki zıt tesiri hâizdir. İnsanlara bu iki vasıtadan birinin müessir olacağı da şüphesizdir. İşte bu hakikati göz önünde bulunduran şerâit-i imandaki esaslara müşabih bir
Elhamdü lillâh, bu Rabbimin bir ihsânıdır.
Haşiye Benim bedelime şehid olacağını hissetmiş. Kuvvet-i ihlâsın kerameti olarak haber veriyor. Haber verdiği gibi şehid oldu.
Said Nursî
tarzda, Kur'ân-ı Hakîmin tilmizlerini ve hâdimlerini hakikaten ikaz ediyor ve aldanmamaları için altı esası kendilerine bihakkın ders veriyorsunuz:
1 Hubb-u câh yerine, Allah'a imanın bir mânâsı olan rızâ-i İlâhî'yi;
2. Havf ve vehim yerine kadere imanı;
3. Hırs ve tamah yerine -1- âyet-i celilesi delâletiyle Kur'ân'a, kütüb-ü İlâhiyeye imanı;
4. Menfî milliyetçilik hissi yerine, bütün cin ve inse mürsel Nebiyy-i Efham (Sallâllahu Teâlâ Aleyhi ve Sellem) Efendimiz Hazretlerinin mesleğini, ve gibi âyât-ı mübarekeyi derhatır ettirmek suretiyle Peygamberlere imanı;
5. Enâniyet yerine acze, noksanımızı itiraf ve Kur'ân'ın tereşşuhatının neşr ve muhafazası bâbında hissemize düşen hizmeti yapmak ve hizmetle mükellef olduğumuzu bilerek neticeyi hesaplamamak, yani bir nevi beşeriyetten çıkmak, kütüp ve suhuf-u enbiyayı inzâle vasıta olan melâikeye benzemek suretiyle meleklere imanı;
6. Tembellik ve tenperverlik yerine vazifedarlık, kudsî ve her saati birgün ibadet hükmüne geçecek kıymette olduğuna şüphe edilmemek lâzım gelen Kur'ânî hizmete vakit bırakmayacak hallere karşı, bu hizmetin ulviyetini dahi düşünerek, elden çıkmazdan evvel gözü dört açmayı, yani ölmezden evvel hayatın kadrini bilmek gibi, kat'î bir lisanla âhirete imanı delâleten, remzen, işâreten, sarahaten ders veriyorsunuz ve ikaz lütfunda bulunuyorsunuz.
Allahü Zülcelâl Hazretleri sizden ebeden razı olsun ve ümmet-i merhume-i Muhammediyeyi (a.s.m.) dalâletten kurtarmak ve şahrâh-ı Kur'ân'a delâlet eylemek hususundaki ihlâslı mücahede ve hizmetinizde dâim ve muvaffak buyursun. Âmin.
"Kenzü'l-Arş Duasının Feyzinden Gelen Bir Nükte-i Kur'âniye" serlevhalı eserle, Yirmi Dokuzuncu Mektubun Sekizinci Kısmının Sekizinci Remzindeki füyûzât, tarif ve tavsif edilmeyecek âli ve müstesna bir vaziyettedirler.
Birincide, bütün hurufât-ı Kur'âniyenin adet itibarıyla işaret ve izah buyurulan tevafukları, garîk-ı beht ve hayret etti.
Dört küçük sûredeki hurufâtın tevafukat veçhine kısmen işaret eden ikinci eser: Hakka ki muciznümâdır. Nebiyy-i Âhirzaman, medâr-ı fahr-i cihan, sebeb-i hilkat-i ekvân ve nüzûl-ü Kur'ân, Peygamberimiz Muhammed Mustafa (sallâllahu teâlâ aleyhi ve alâ âlihi ve eshâbihi ve ezvâcihi)
Efendimiz Hazretlerinin eser-i hikmet ve rahmet olarak, şimdiye kadar mahfî kalmış mucizelerinden i'câz-ı Kur'ân'a taallûk eden ve gaybî tevafuk namıyla sevgili Üstadımız tarafından mevki-i intişara vaz olunan bu emsalsiz eserlere karşı duyduğum mânevî zevk ve feyzin binden birini bile arz edemeyeceğim. Ve mazhar olduğumuz bu kadar azîm niam-ı İlâhiyeye ve kerem-i Sübhaniyeye karşı şükürden âcizim.
Yirmi Dokuzuncu Mektubun Yedinci Kısmından bir suret Abdülmecid Efendi kardeşimize göndermiştim. Cevabında ezcümle diyor ki: "Seydânın bintü'l-fikri o güzel kıza, Hulûsi ile Abdülmecid'den maadâ her kim bakarsa câiz değildir. Mahrem olanlar da, bu hususta nâmahremdir. Bu gibi kızların dışarıya çıkmaları, hiçbir menfaati temin etmediğini ve bilâkis büyük bir mazarratı intâç edeceği ihtimali kavlini Seydâya yazsan iyi olur. Eski Said'in hiddeti, yenisinde de vardır. Halbuki, Yeni Said, insanoğullarıyla izâa-i vakit etmemeli. Meslek ve meşrebi öyle iktiza ediyor. Her ne ise... Cenab-ı Hak Hâfız-ı Hakikîdir."
Bendeniz de kısaca şu mealde cevap vermiştim:
Bu mütalâa bizler için doğrudur. Fakat dünyaya arkasını çeviren ve mânevî vazife-i memuresini ifa ederken insanlarla-Nurlarla alakadar olanları vasıtasıyla-meşgul olan Üstad Hazretleri için bu fikri muvafık bulmuyorum. Çünkü, o zatı bu emr-i azîmde istihdam eden, elbette muhafaza buyurur. Bana öyle kat'î kanaat gelmiş ki, eğer bizler Nurlarla alâkamızı kesersek, Üstad Hazretleri bize arkasını çevirir.
Aziz kardeşimizin endişesi, zahire bakılırsa haklı ve çok samimîdir. Fakat zaten cemaati çok mahdut olan Nurlarla alâkadar zevâtın bu hakaikten mahrum edilmelerini ve bu kudsî eserin tamamen hapsedilmelerini lâyık görmüyor ve esasa mugayir buluyorum. Nâsırımız, hâmimiz, muînimiz, hâfızımız Allah'tır. Bütün desâisi bertaraf ederek, muhterem Üstadın vazife-i kudsiyesine sâfi niyet, samimî his ve ciddî şevkle yardım etmekte olan kardeşlerime selâm ve muvaffakiyetlerine dua eder, dualarını rica ederim. Pederim, Fethi Bey, Hoca Abdurrahman Efendi, sâbık Müftü Kemaleddin Efendi, imam Hâfız Ömer Efendi ve diğer Sözler'le alâkadar olanlar selâm ve dua ediyor, hayır duanızı istiyorlar.
Devam-ı âfiyet ve muvaffakiyetinizi tekrar eltaf-ı İlâhiyyeden tazarru ve niyaz eyler, mübarek ellerinizi kemal-i hürmet ve tâzimle takbil eyler, kusurumun affını ve hayır duanızdan bu biçare sıddîkınızı çıkarmamanızı hâssaten arz ve istirham eylerim.
Hulûsi
� � �
(Hulûsi gibi mühim bir talebemin bana gönderdiği hediyesinin iadesine dair yazdığım bir mektubu, arkadaşlarımın tensiplerine binaen onların fıkraları içine derc edildi.)
Aziz, sıddık, vefâdar âhiret kardeşlerim Hacı Nuh Bey, Molla Hamid,
Sizler benim için çok ehemmiyetlisiniz. "Sıddık-ı vefiy bu zamanda yoktur" diyenlere karşı sizleri gösteriyorum. Yirmi sene Van'da geçirdiğim hayat-ı ilmiye benim için Van çok kıymettardır. Lillâhilhamd, sizler o kıymettarlığı gösterdiniz. Ve Van'a karşı şedid hissiyatıma tam mukabele ediyorsunuz. Size medâr-ı ibret bir vâkıa söyleyeceğim. Şöyle ki:
Geçen sene Barlalı, İstanbul ticaretinde bulunan Bekir Efendinin şeriki Mehmed Efendi vasıtasıyla bir mektup aldım. Mektup harika olarak bana göründü. Çünkü Hulûsi Bey, "Nuh Beyle görüştüm" diye o mektupta bana yazıyor. Aynı mektupta, kardeşim Abdülmecid de, Molla Hamid'in selâm ve duasını bana yazıyor. Aynı mektupta Nurşin-i Süflâ'da Molla Abdülmecid'in yazısı ve imzası vardı. Fesübhanallah dedim. En ziyâde sevdiğim bu insanların ayrı ayrı memlekette bulunmakla beraber, bir mektupta bunların içtimaları tevafuklu bir levha-i temâşâdır.
Bu sene yine o Mehmed Efendi Eğirdir'e gelmiş. Yine Nuh Beyin aynı telgrafını, o zat bana getirdi. Fesübhânallah dedim. Nuh Beyin lisan-ı hali, güya Mehmed Efendiye "Dostum, ben seninle beraber Üstadımla görüşeceğim" diyor, tahayyül ettim. Sonra yine o Mehmed Efendinin hizmetkârı Eğirdir'e gidip Mehmed Efendinin mektuplarını getirmiş. Yine Nuh Beyin hediyeye ait, bana olan mektubunu getirdi. Dedim, kat'iyen bu iş tesadüfî değil. Sonra mektubun müştemilâtına dikkat ettim. Tahmin ettim, Van'da Nuh Beyin bana hazırladığı hediyeyi göndermek tarihinde, ben de aynı tarihte Haşiye aynı fiyatta bir hediye-i azîmeyi Nuh Beyin namına Van'daki ihvânıma gönderiyordum. İşte bu iki tevafuk, bana işarettir ki, Nuh ile Hâmid, talebelik ve kardeşlik için min tarafillâh intihap edilmişler. Çünkü, tevafuk bizim için bir emâre-i tevfik-i İlâhî olduğuna kanaatim gelmiş. Risalelerde tevafukatın bazı nümunelerini göreceksiniz.
Fakat çok rica ederim ki, gücenmeyiniz, hediyeyi kabul edemedim. Adem-i kabulün esbabı çoktur. En mühim bir sebep, benim kardeşlerim ve talebelerimle
olan münasebetin samimiyetini ve ihlâsı zedelememektir. Hem iktisat, bereket ve kanaat sayesinde, şiddetli ihtiyacım olmadığı halde, dünya malına el uzatmak elimde değil, ihtiyarım haricindedir. Hem bir misalle ince bir sebebi anlatacağım:
Mühim bir tüccar dostum otuz kuruşluk bir çay getirdi, kabul etmedim. "İstanbul'dan senin için getirdim, beni kırma" dedi. Kabul ettim. Fakat iki kat fiyatını verdim.
Dedi: Niçin böyle yapıyorsun, hikmeti nedir?
Dedim: Benden aldığın dersi, elmas derecesinden şişe derecesine indirmemektir. Senin menfaatin için, menfaatımı terk ediyorum. Çünkü, dünyaya tenezzül etmez, tamah ve zillete düşmez, hakikat mukabilinde dünya malını almaz, tasannua mecbur olmaz bir üstaddan alınan ders-i hakikat elmas kıymetinde ise, sadaka almaya mecbur olmuş, ehl-i servete tasannua muztar kalmış, tamah zilletiyle izzet-i ilmini feda etmiş, sadaka verenlere hoş görünmek için riyakârlığa temayül etmiş, âhiret meyvelerini dünyada yemeye cevaz göstermiş bir üstaddan alınan aynı ders-i hakikat, elmas derecesinden şişe derecesine iner. İşte, sana mânen otuz lira zarar vermekle, otuz kuruşluk menfaatimi aramak, bana ağır geliyor ve vicdansızlık telâkki ediyorum. Sen mâdem fedakârsın; ben de o fedakârlığa mukabil, menfaatinizi menfaatime tercih ediyorum, gücenme.
O da, bu sırrı anladıktan sonra kabul etti, gücenmedi.
Ey Nuh Bey ve Hamid Kardeşlerim, siz de gücenmeyiniz. Hem Nuh Bey, biliniz ki, şu zamanda o havâlide vefâdârâne, şefkatkârâne beni aramaklığınız öyle bir hediyedir ki, bunun gibi binler hediyeden kıymettardır. Hem size gönderdiğim risaleleri muhafaza etmek ve sahip çıkmak ve benim yerimde onları himaye etmek, binler lira kıymetinde bana karşı büyük bir hediyedir. Çünkü, netice-i hayatımı ve vazife-i vataniyemi ve o havâlideki kardeşlerimin uhuvvet ve muhabbetlerine karşı borçlarımı eda eden o risalelere ciddî sahip çıkmak, tam muhafaza etmek ve ehline yetiştirmeye vasıta olmak öyle bir hediyedir ki, dünyevî hediyelerin binlerine mukabildir. Hem emin olunuz ki, manevî zararım büyük olmasaydı, Nuh Beyin hatırını kırmayacaktım. Şimdiye kadar, Cenab-ı Hakka şükür, hediyeleri kabul etmeye mecbur olmadım ve şu zamanda ehl-i ilmin bir sebeb-i sukutu olan tamaha girmeye ihtiyar benden selb edildi. Hem eğer sizin hediyenizi kabul etseydim, çok zatların ya kalbi kırılacaktı veyahut elli senelik kaidem bozulacaktı.
Orada ve civarınızda bulunan eski talebelerim ve kardeşlerime birer birer selâm ve dua ediyorum ve onların dualarını istiyorum.
Kardeşiniz Said Nursî
� � �
Aziz, sıddık, sadık, çalışkan kardeşim, hizmet-i Kur'ân'da arkadaşım Refet Bey, Senin gördüğün vazife-i Kur'âniyenin hepsi mübarektir. Cenab-ı Hak sizi muvaffak etsin, fütur vermesin, şevkinizi artırsın. Senin vazifen yazıdan daha mühimdir. Yalnız, yazıyı terk etmeyiniz. Uhuvvet için bir düsturu beyan edeceğim ki, o düsturu cidden nazara almalısınız: Hayat, vahdet ve ittihadın neticesidir. İmtizaçkârâne ittihad gittiği vakit, mânevî hayat da gider. işâret ettiği gibi, tesanüd bozulsa cemaatin tadı kaçar. Bilirsiniz ki, üç elif ayrı ayrı yazılsa kıymeti üçtür. Tesanüd-ü adedîyle içtima etse, yüz on bir kıymetinde olduğu gibi, sizin gibi üç-dört hâdim-i Hak, ayrı ayrı ve taksimü'l-a'mâl olmamak cihetiyle hareket etseler, kuvvetleri üç-dört adam kadardır. Eğer hakikî bir uhuvvetle, birbirinin faziletleriyle iftihar edecek bir tesanüdle, birbirinin aynı olmak derecede bir tefâni sırrıyla hareket etseler, o dört adam, dört yüz adam kuvvetinin kıymetindedirler. Sizler koca Isparta'yı değil, belki büyük bir memleketi tenvir edecek elektriklerin makinistleri hükmündesiniz. Makinanın çarkları birbirine muavenete mecburdur. Hem birbirini kıskanmak değil, belki bilâkis birbirinin fazla kuvvetinden memnun olurlar. Şuurlu farz ettiğimiz bir çark, daha kuvvetli bir çarkı görse memnun olur. Çünkü vazifesini tahfif ediyor. Hak ve hakikatin, Kur'ân ve imanın hizmeti olan büyük bir hazine-i âliyeyi omuzlarında taşıyan zatlar, kuvvetli omuzlar altına girdikçe iftihar eder, minnettar olur, şükreder. Sakın birbirinize tenkit kapısını açmayınız. Tenkit edilecek şeyler kardeşlerinizden hariç dairelerde çok var. Ben nasıl sizin meziyetinizle iftihar ediyorum, o meziyetlerden ben mahrum kaldıkça, sizde bulunduğundan memnun oluyorum, kendimindir telâkkî ediyorum. Siz de Üstadınızın nazarıyla birbirinize bakmalısınız. Adeta, herbiriniz ötekinin faziletlerine naşir olunuz. Kardeşlerimizden İslâm Köylü Hâfız Ali Efendi, kendine rakip olacak diğer bir kardeşimiz hakkında gösterdiği hiss-i uhuvveti, çok kıymettar gördüğüm için size beyan ediyorum: O zat yanıma geldi; ötekinin hattı, kendisinin hattından iyi olduğunu söyledim. "O daha çok hizmet eder" dedim. Baktım ki, Hâfız Ali kemal-i samimiyet ve ihlâsla, onun tefevvukuyla iftihar etti, telezzüz eyledi. Hem Üstadının nazar-ı muhabbetini celb ettiği için memnun oldu. Onun kalbine dikkat ettim, gösteriş değil, samimî olduğunu hissettim. Cenab-ı Allah'a şükrettim ki, kardeşlerim içinde bu âli hissi taşıyanlar var. İnşaallah bu his büyük hizmet görecek. Elhamdü lillâh, yavaş yavaş o his bu civarımızdaki kardeşlere sirayet ediyor. Küçük bir lâtife:
Sohbet içinde sizden bahis geçti. Şükre dair meseleyi sordum:
"Hüsrev'in yazdığını Refet Bey gördü mü?"
Bekir Ağa dedi:
Evet gördü ve dedi:
"Çok güzel, fakat acaba sen kalem karıştırmadın mı?"
Hüsrev dedi: "Yok, kendi nüshamda, tam bütün gelmedi. Fakat kendilerine yazdığım tam geldi."
Biraz münakaşa oldu.
Bu münasebetle kardeşim Refet Beye derim ki: Aslında tevafuk noksan olsaydı, zaten ben tavsiye etmiştim ki, kalem karıştırmasınlar, asıl vaziyet bozulmasın. Bekir Ağa da gördü ki, asıl müsveddede çıkıntı olduğu halde, tevafuk Hüsrev'in tarzında var. Onun için Hüsrev'in bir mahareti varsa, tevafuku bozmamış. Hattâ Mucizât-ı Ahmediyedeki salâvat tevafukunda tavsiye etmiştim ki, kimse maharetini karıştırmasın. Fakat asıl müsveddelerde, en acemi bir müstensihin nüshasında, birkaçı müstena bütün tevafuktadır. Onun için, sekiz ayrı ayrı müstensihin setredemediği bir tevafuk, elbette kuvvetlidir; müstensihler bozmasınlar. Tevafuku getiremeyen bozuyor. Demek en büyük meharet odur ki, tevafuku bozmasın. Çünkü tevafuk var. Sen de Hüsrev'e yardım et ki, hakikaten mevcut ve matlup tevafuku denk getirebilsin. Çünkü, yoktan var etmiyorsunuz; hakikî varı yok etmeyin.
Sözler'le alâkadar olanlara selâm ve dua ediyorum.
Said Nursî
� � �
Eyyühe'l-Üstadü'l-Muhterem,
Yirmi Dokuzuncu Mektubun Üçüncü Kısmının Dokuzuncu Meselesinde emir buyurulan hizmet-i Kur'ân'dan fakirin hissesine iki erkek ve bir kız çocuğu düşmüş imiş. Aynı emri alıp gelirken düşünüyordum: Acaba, akraba-i taallûkatımda çocuklar var, hangisini intihap edeyim? Benim bu düşünceme mânen denilmiş ki: Hay Ali! Kendi reyine muhtar değilsin. Onun intihabı başka kapıya aittir. Üç gün sonra Yaşar ve Necati isminde iki çocuk, bana hem refik, hem ders arkadaşı ve bir derece onlara kalfa olarak tayin edildim. Çocuklar hurufatı tam bilmedikleri için bazan yazıyla, bazan kitaptan gösteriyordum. Bir ay sonra Kur'ân okumaya başladılar. Beşinci ay içinde hatme muvaffak oldular.
Mübarek Üstadım, bu hususu çok düşünüyordum ki, lâakal bir-iki senede Kur'ân okumaya liyakat kesb edilirken, memûlün hilâfında meydana gelen bu emr-i azîm kimseye verilmez; ancak ve ancak i'câz-ı Kur'ân'ın o büyük denizinin reşhasıdır ve iki cihan fahri, Nebiyy-i Âhirzaman Peygamberimiz Muhammed Mustafa Aleyhissâlatü Vesselâmın himmet-i mâneviyeleriyle o i'câzın izhar ve intişarına memur edilen Üstadımın duası gibi çok büyük kuvvetlerle hasıl olduğuna, ben değil bu hale şahit, karyemizin ekserisi İmân edip tasdik ediyorlar. Bütün köy ehl-i
imanı namına, bu emr-i hayra vesile olan Üstadımıza lâ-yüad ve lâ-yuhsâ teşekkürlerle, "Cenab-ı Hak sizlerden ebeden razı olsun" duasını âciz lisanımla daima söylüyorum.
Üstadım, birşey daha var ki, emr-i Üstadânelerine intizardayım. O da şudur: Cenab-ı Hak ihsan ederse, dairenizin şakirdini Hâfız Yaşar bu kışta bahara sebep olup, mütenevvi çiçekleri açmasına Nisan yağmuru misilli, vücudunuz o çiçekler arasında, bir gül-ü Muhammedî (a.s.m.) yetiştirmekte inşaallah vesile olacağınıza şüphe yoktur. Mübarek dairenin mübarek talebesine, mübarek Cuma gecesinde hatminin duasıyla, hıfzının iptida duasını ve fakir-i pürkusurun af duasını, bütün hâssa ve duygularımla, hürmetle el ve eteklerinizden öper ve kusurlarımın affını niyaz ederim, Efendim Hazretleri.
Hâfız Ali
� � �
Sevgili Üstadım,
Evvelki hafta irsal buyurduğunuz, "Bir Sırr-ı serlevhasını taşıyan risalenizi aldık. Esasen hiçbir hafta geçmiyor, sürurlarımızı tezyid eden, yeni ve hem gayet derecede şirin birer risale elimize gelmemiş bulunsun. İşte, iki haftadır bu kıymettar risaleyi okuyor ve elimizden bırakmıyoruz.
Evet, bu risale, Cenab-ı Hakkın istikbalde bu ümmete vaad ettiği güneşin tulûuna intizarımızı teşdid etmekle kalmadığı gibi, bir taraftan içindeki hakikate bizi meftun ediyor. Ve diğer taraftan, acaba fezası zulmet bulutlarıyla dolu olan bu âlemin, o güneş neresinden ve ne suretle doğacak ve ne şekilde bu zulmet ve âfet saçan bulutları dağıtacak diye tahayyül ederken, ikinci feyyâz bir diğer zeyl, o güneşin vaktini tayin etmekle bizi pek büyük bir bâr-ı sakilden kurtarmış ve senelerden beri almak istediğimiz halde alamadığımız derin bir nefesi vermiş ve bizi dilşâd eylemiştir.
Ahmed Hüsrev
� � �
Hulûsi Beyin fıkrasıdır.
Bu defa, Kenzü'l-Arş duasının feyzinden gelen İkinci ve Üçüncü Nüktelerle, zeylini hâvi mübarek mektubunuzu almakla cidden bahtiyarım. Bu âciz kardeşiniz, gelen mektubunuzun, gerek muhterem Üstadıma ve gerekse o havâlideki kıymetli arkadaşlarıma olan tesiri bana ait olmadığına ve belki benim bir vasıta olduğuma delildir. Çok tecrübe ettim, zat-ı fâzılânelerine mektup yazmak için, bazan üç kelimeyi bir araya getiremiyorum. Ekseriyetle gaybî bir zatın ifâdâtını zaptına kadir olduğum kadar yazdığımı hissediyorum. Demek yazdırılıyor. Maamâfih, vâki takdirleri, bir dua olarak telâkkiyle teşekkür etmekteyim. Kur'ân hizmetini dünyevî ve maddî menfaate sarahaten tercih eden. Hüsrev namındaki kardeşimi tebrik ederim. Cenab-ı Hak, böyle Hüsrev'lerin adedini çoğaltsın ve daim arttırsın. Âmin. Bu kudsî hizmete candan iştirak eden zevâtı bilmek bana en büyük müjde oluyor. Müftü Kemal Efendi, evvel mektubu mütalâa etmişti. İki gün evvel ziyaretine gittim, "Hiç kimsenin bugüne kadar muktedir olmadığı dekaik ve hakaiki Kur'ân'dan bulup çıkarmışlar" diyerek takdirlerini beyan, selâm ve dualarını tebliğ etmekliğimi söylediler. Bu dakikaya kadar mübarek mektubu Fethi Bey, Hacı Baha Efendi, pederim ve eniştem ve Hacı Abdurrahman Efendi dinlemeye muvaffak oldular. Hâfız Ömer Efendiye de inşaallah ilk fırsatta okumaya çalışacağım. Her mektubunuz, bana yeniden hayat verecek kadar müessir oluyor. Bu mübarek mektup, Dördüncü Remzin yazılışını ve bu fakire de ihsan edileceğini mübeşşir oluşu itibarıyla, bilhassa memnuniyet ve sürurumu mucip olmuştur. Hayli zaman evvel, Kur'ân'daki tevafuk sırrını açmaya başlamıştınız. Bugüne kadar lihikmetin mahfî kalmış olan i'câz-ı Kur'ân'dan, böyle çok mühim bir faslının keşfine ve neşrine muvaffak oluşunuza ne kadar hamd ve şükür edilse yeridir. İzn-i Bâri ile açtığınız bu yolda ilerledikçe, daha ne kadar harikalar meşhudunuz olacak ve bunlardan muhtaç kardeşlerinize ne âli müjdeler vereceğiniz; geceden sonra gündüz, kıştan sonra bahar, dünyadan sonra âhiretin vücutları gibi kat'î hissedilmektedir. Ne büyük bahtiyarlıktır ki, bu saâdetlere mazharız. Ne kadar bedbahtlıktır ki, bu Nurlara göz yumarlar. Ne derece hatâdır ki, bu hakaike lâyıkı veçhile alâkadar olunmaz. Ne câniyane ve ahmakane bir ruhtur ki, üflemekle bu güneşi söndürmek düşünürler. İşte bu ışıklı yolunuzda, Sâhib-i Kevserin delâletiyle Kevseri buldunuz. Şefîu'l-Mahşerin izniyle Kevser ırmağının menbaında durarak, âyet-i celîlesini okuyor ve "Ey nâs! Kim ki ebedî hayat ister, işte âb-ı hayat! Kim ki yolunu şaşırmış; işte vesile-i necat! Kim ki küfür ve inadından dönmez, onu bekliyor şedit azap ve ikab! ilââhir" gibi nurlu beyanatınızla her taifeyi ihyâ, ikaz ediyorsunuz. Sizi kudsî hizmetinizde, alâ kaderi't-tâka tâkibe çalışan dost, kardeş ve talebelerinize birer maşrapa vererek, muhtaçlara gıda, zayıf ve marizlere ilâç, zâlim ve kâfirlere semm-i katil olan mâ-i kevserden ulaştırmayı emrediyorsunuz. Sizin kudsî hizmetinizle, irşadınızla açılan hakikat ufkuna bakınca, Kur'ân'ın hudutları tayin ve tahdid edilmeyecek kadar vâsi bir havz-ı ekber olduğunu; Fatiha besmelesinin menbaından gelen, herbirisi ayrı lezzette, ayrı şiddette, ayrı kuvvette "sûre"ler namında, yüz on dört âb-ı hayat şubelerinin kevser musluğundan bu havuza akmakta olduğunu görür gibi oluyoruz.
İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez,
Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez!
El ele, omuz omuza vererek himmet ve gayret-i Hüdâ pesendâneleriyle mazhar-ı takdir olan uhrevî kardeşlerime selâm ve dualar eder ve muvaffakiyetler temenniyle dualarını istirham eylerim.
Hulûsi
� � �
Âsım Beyin fıkrasıdır. Telvihat-ı Tis'a münasebetiyle yazmış.
Sevgili Üstadım,
Ne diyeyim, müştâkı olduğum bu risale-i şerife, bu sözler, bu hakikat, bu nur, bu fakire lütuf ve kerem-i İlâhî olarak ihsan buyuruldu.
Cenab-ı Kadîr-i Mutlak Hazretlerine hadsiz ve hesapsız hamd ü senâ ediyorum ki, siz Üstadıma kavuştum ve binnetice bu nurları, bu hakikatleri gördüm, okudum, yazdım ve gerdenbeste-i inkıyâd oldum. Binaenaleyh, tavsiye ve dua-i Üstadâneleriyle feyizyâb olmak için, Cenab-ı Zülcelâl ve'l-Kemal Hazretlerinden ve Mefhar-i Mevcudat Aleyhi Ekmelü't-Tahiyyat Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz Hazretlerinden ve bütün pîr, pîran ve mürşidân ve Şah-ı Nakşibend Kuddise Sirruhu Hazretlerinden ve bilhassa bütün mevcudiyetiyle gerden-dâde-i inkıyâd ve teslim olduğum siz Üstadımdan tazarru ve niyaz ve istimdad ediyorum ki, mütevekkilen alâllah, ya Üstad-ı Âzam, tarîkat-i Muhammediyenin (a.s.m.) maksat, gaye ve esasını, teferruat ve füruatını zikir ve beyan eden bu Dokuzuncu Kısım, bir nur-u tarikat ve hakikattir. Okumaya doyulmaz; okudukça hâsıl olan şevk ve lezzet hesaba gelmez. Hele Dokuzuncu Telvih, hülâsa ve icmal edilerek bütün hakikatlar toplanmış.
Temsilde hatâ olmasın, Hazret-i Mevlânâ'nın üfürdüğü neyden tuğyan ve feyezan eden, Hazret-i Ali'nin (kerremallahu veche) kuyuya söylediği esrar-ı hakikatten başka nedir? Farkı nerededir ki, o ney, o kuyuda hâsıl olan kamıştandır.
Karîham dar, kalemim âciz kalbime tercüman olamıyor. Şu kadar diyebilirim ki, benim gibi fakir ve müptedilere büyük ve pek büyük bir ders, bir mürşid ve mutmainneye erişmiş ve daha yukarı çıkmış sâfilere bir düstur ve ders-i ibrettir. Kıymet takdir edilmez bir şâheser-i tarikattır, bir nur-u hakikat-feşân, bir gülistandır. Daha doğrusu, sırf bir ilham-ı Rabbânîdir. Cenab-ı Lemyezel Hazretleri siz Üstadımı, bu ve bunun emsâli âsâr-ı bergüzîde telifinde, envâr ve hakikatler neşir ve dellâllığında çok zamanlar daim ve kaim buyursun. Ve siz Üstadımı, sizi sevenlerin ve dellâllığında bulunduğunuz nidalarınızı işitmek ve dinlemek, okuyup yazmak, mucibince hareket ve amel etmek heves ve iştiyakında bulunan kardeşlerimin başından eksik buyurmasın. Âmin, bihürmeti seyyidi'l-Murselîn.
Âsım (r.h.)
� � �
Muhterem Üstadım,
Bu remizler, öyle hayret-bahş ve harika-nümâ eserlerdir ki, okuyan ilim âşıklarına ezvâk-ı nâmütenâhi ve hissiyat-ı ulviye-i rakîka bahşetmektedir. Bu hissiyat-ı âliye ile hayatımız o kadar tazelendi ki, yeni hayatımızda sâbit-kadem olmak şartıyla, Hallâk-ı Azîmden uzun ömürler temenni ediyorum. Zira mütalâasına doyamıyorum. Ne kadar okursam okuyayım, diğer bir okuyuşumda, okumamış gibi oluyorum. Ve yeni bir eser okur gibi oluyorum. Hadsiz bir zevk-i mânevî ve nihayetsiz bir hazz-ı ruhî ile okuyorum.
İşte gerek Sözler ve Mektubat ve gerekse Remizlerin en harika vasfı, zannedersem bu ince noktada olsa gerektir. Âsâr-ı saireyi bir defa okuyunca, ikinci bir defa okumaya o kadar heves uyanmıyor. Kur'ân-ı Hakîmin envârını ne kadar okursam okuyayım, def-i cû' edemiyorum. Bilhassa Remizler, fakiri çok teshir ve hayrete müstağrak kıldı. Ve onları derhal yazıyorum.
Refet
� � �
Bizi tarik-ı Hakta dolaştıran, mânevî yaralarımızı tedavi eden, hakikat uğrundaki düşüncelerimize bir kat daha metanet veren, bugünün şeytankârâne tehdidatına rağmen cesaretimizi takviye eden ve her hususta ruh ve kalblerimizi İmân ve hakikat nuruyla nurlandıran ve sa'yimizde teşci eden ve Kur'ân-ı Hakîmin iki âyetini ihtivâ eden Otuz Birinci Mektubun Birinci ve İkinci Lem'alarını ve Yirmi Dokuzuncu Mektubun Sekizinci Kısmından İkinci Remzine ait mühim bir i'câzı da aldık, okuduk. Aldığımız mânevî feyzi, benim gibi yoksul bir talebenizin kalb ve kaleminin haddi değildir ki tarif etsin.
Kıymettar Üstadım, nasıl o Hâlık-ı Zülcelâle nihayetsiz bir minnettarlıkta bulunmayalım ki, aziz Üstadımızı vasıta kılarak, en büyük nimetlerini, pek ziyade muhtaç olduğumuz bir vakitte veriyor, bizi teselli ediyor. Hem memnun ediyor, hem istikbalin nurlu yüzünü göstererek bizi o nura koşturuyor. Bir taraftan kardeşlerimizi çoğaltıyor, muhabbetlerimizi teksir ediyor. Maddî ve mânevî kuvvetlerimizi takviye ediyor. Diğer taraftan saâdet hazinelerinin anahtarlarını ellerimize veriyor.
Ey aziz Üstadım, Allah sizden ebeden razı olsun.
Ahmed Hüsrev
� � �
Ben istiyorum ki, bir an evvel bir yere çekileyim de, mesâiden hariç zamanlarımı, o ulvî ve mukaddes hazine-i hakikat ve âsâr-ı giran-bahâ hizmetinde devama başlayayım. Fakat bugünlük bu yüce emelimin husulünden, bizzarure ve bilmecburiye mahrum kalıyorum. Hiç olmazsa şu günlerde elimde, o mütalâası gönüllere ve kalblere bir safâ-yı sermedî ve câvidânî bahşeden kitab-ı kâinatın birer lem'ası ve birer nur-u timsâli olan eserlerinizden bir-iki tanesi elimde bulunsaydı,
benim için nâ-kabil-i tarif bir sürur ve saâdet menbaı olacaktı ve ne bulunmaz bir nimet, ne ele geçmiş bir define olacaktı.
Çok zaman evvel Sabri Efendi ağabeyim, yeni çıkan kudsî ve esrarlı nurlardan, bir cüz'ü bâri olsun göndermek fikrinde olduklarını bildiriyorlardı. Galiba müsait vakit bulamadıklarından, yazıp gönderemediler. Hem bazı eserleri beraberimde getirmediğimden çok pişman oluyorum. Onlardan başkalarını istifade ettirmek fırsatını bulamazsam da, mütalâa eder, mânen mücadeleye bir medar-ı kuvvet olurdu.
Netice itibarıyla, madem ki şimdilik o hazinelerden istifade edemiyorum; o halde, kendimi zararlı görmekte haklıyım. İnşaallah duanız himmetiyle, yakın bir zaman zarfında, o zararları telâfiye kâfi bir zaman ve bir fırsat ele geçer.
Bir ömr-ü mukadderden mâdud olan şu günlerim şükür ve hamdle geçmektedir. Bana öyle bir kanaat geldi ki, kalbimi yokladıkça, kalbim bu kanaati takviye ediyor; nefsimle mücadelede muzaffer olacağımı ümit ediyorum.
Aziz Üstadım, şu hicrana ve firaka, muvakkat olduğu için tahammül ediyorum. Ayrılığımız her ne kadar muvakkat olsa, yine beni müteessir ediyor. Bizzarûre mâlâyâni şeylere mâruz kaldıkça, "Âh" diyorum, "Üstadımın yanında olsaydım!" Ve kendi kendime, daha doğrusu kalbime ümit ve cesaret tavsiye ediyorum. Reddedilen bir arzu nasıl kesb-i şiddet ederse, emellerimin şimdilik husûle gelmemesiyle, İmân ve emellerim de aynı nisbette kesb-i kuvvet ediyor, ruhum yükseliyor; kalbimde açılan pencereden, mânen daha serin ve daha geniş nefes alıyorum.
Zekâî
� � �
Üstad-ı muhteremim efendim,
Bu mektubun mühim bir hususiyeti var. O da, tarik-ı velâyet serlevhasını taşıyan ve çok ehemmiyetli bir mevzuu ihtiva etmesidir. Evet, âyet-i celilesine bir nevi tefsir olan bu mübarek ve münevver eserle, 4. Meslek-i velâyetin yekdiğerine zıt vasıfları ise, seyr ü sülûkün iki meşrebi gayet sarih izah ve tavsif ediliyor. 5. Vahdetü'l-vücud ve vahdetü'ş-şuhud meşrebiyle bundaki mühim varta beyan olunuyor. 6. Velâyet yolları içinde en güzelinin Sünnet-i Seniyeye ittibâ olduğu, velâyet yollarının ve tarikat şubelerinin en mühim esası ihlâs olduğu ve bu dünyanın dârü'l-hikmet ve dârü'l-hizmet olup, dâr-ı ücret olmadığı fasih bir üslûpla takrir buyuruluyor. 7. Şeriatın şümûlü, tarikat ve hakikatin maksud-u bizzat hükmüne geçmemeleri iktiza ettiği, Sünnet-i Seniye ve ahkâm-ı şeriat haricinde bulunan ehl-i tarikatın iki kısmı tarif ve Sünnet-i Seniyeye muhalefetleri misaliyle fehme takrib ediliyor. 8. Tarikattaki sekiz varta sayılmakla, nazar-ı dikkat celb ediliyor. 9. Tarikatın pek çok fevâidinden dokuzu, icmalen tedris buyuruluyor. Heyhât! Bu maâliyatı lâyıkıyla fehmedemediğim için, ancak kabiliyetim nisbetinde feyz aldığımı itiraf etmek mecburiyetindeyim. Bununla beraber, bu biçareye, bu mübarek eserinizle çok şeyler öğrettiniz. Bazı zayıf bilgilerimi takviye ettiniz. Mütalâalardan, musahabelerden ve vaaz u nasihatlardan, muhtelif meslek ve meşrep erbâbıyla hasbıhallerden edindiğim bazı noksan kanaatları tashihle sağlamlandırdınız. Allahü Zülcelâl Hazretleri dünyevî ve uhrevî bütün matlup ve maksudunuzu ihsan, bilhassa ümmet-i merhume-i Muhammediye (a.s.m.) hakkındaki dualarınızı dergâh-ı ulûhiyetinde kabul buyursun. Hakikaten Kur'ân'a, imana hizmetten başka birşey düşünmeyen aziz ve muhterem Üstadımızı bu ümmete bağışlasın ve rıza-i İlâhîsine nâil buyursun. Âmin, bihurmeti'l-Kur'âni'l-Mübîn ve bihurmeti İmami'l-Mübîn. Bu nurlu mektubu okuduğum zevâtın hepsi, muhteviyatını takdir ve tasdik ettiler ve eminim ki çok istifade ettiler. Aziz, müşfik Üstadım, Allah için size muhabbet eden bu âciz talebenizi, her vesileyle ikaz ve irşada çalışıyorsunuz. Mânevî çok yüksek dersler veriyorsunuz. Fakat maddeten ve mânen yakınınızda, şeref-i sohbetinizle müşerref ve hizmet-i Kur'ân'a tevfik-i İlâhîyle çok emekleri geçen, cidden çok muhterem ve çok kıymetli kardeşlerim gibi feyz alamıyorum. Bunu da isyan ve kusurumun fazlalığından ve muhîtin, hâdisatın beni daima nurlarla iştigale mâni oluşundan ve çok yaman nefsimin ve cin ve ins ve şeytanların hücumlarından biliyor ve bu sebeple bedbahtlığımı hissediyorum. Gerçi mazhar olduğum ve-yüz bin kerre yazık ki-şükrünü yerine getiremediğim niam-ı İlâhiye hadsizdir. Fakat hergün, her saat, hattâ her dakika ve saniye bu fâni hayattaki nasibimin kesildiğini ihtar etmekte olmasına rağmen, yine tamamen dünyadan elimi çekmekliğim mümkün olamıyor. Hazret-i Kur'ân'a, sevgili Üstadıma çok kuvvetli merbutiyetim ve Nebiyy-i Efham (sallâllahü aleyhi ve sellem) Efendimiz Hazretlerinin
getirdikleri din-i mübîne ve şeriata lâyetezelzel imanım, mübarek duanızla bu fakir-i pürkusuru inşâallah hüsranda koymaz ümidi, yegâne tesellimi teşkil ediyor.
Bu mektubunuzda Yirmi Altıncı Sözün Zeylinde bahis buyurulan ve alâ kaderi't-taka hükmüne tevfik-i harekete çalıştığım yol ki; acz, fakr, şefkat, tefekkür tarikidir. Aziz ve muhterem Üstadımın tarif ve tavsiye ve irşad buyurdukları kestirme, Kur'ânî ve nurânî caddedir. İnşaallah bu yoldan dönmem. Temenni ederim ki, hiç eksilmeyen ve vazife namı altında uhdeme tevdi edilen işler, bu sene duanızla ve hayırlısıyla biraz azalır da, hakikî hizmete daha ziyade çalışırım. Ve minallahi't-tevfik.
Hulûsi
� � �
Üstad-ı Âzam Efendim Hazretleri,
Bu defa hoş ve lâtif tevafukatıyla nuranî yolculara dest-i mânevîsini uzatarak, ziyâdar parmağıyla "Bizler başıboş, gelişi güzel serpilmiş şeyler değiliz. Belki muvazene-i tâmme ve tevafuk-u hakikiye ve bir kıyâs-ı kat'iye ile inkişaf ve temevvüc eden kitab-ı semâviyye-i Kur'âniyenin misalsiz birer yıldızlarıyız" diyerek, bâlâsı zîrine, sağı soluna eyâdî-i mânevîsiyle musafaha ve mukabele edercesine tevafukatı müşahede edilen Kitab-ı Mübînin lemeât ve tereşşuhatının tevafukatı, Onuncu Sözde dahi müşahede edildi. Bu Sözün mânidar ve hikmettar tevafuk ve intizamları, sanki kemal-i hararetle yekdiğerine müştak ve mütehassir birkaç samimî ve ciddî kardeş ve arkadaşların vuslatları gibi, Kur'ân-ı Azîmüşşânın herbir âyât ve kelâmı, taht-ı tasarrufuna aldığı kelime ve kelâmları, yine semâvâtın hadsiz elektrikleri olan yıldızlar gibi parlatarak, şu letâfetleriyle, insaniyet tarifine tam dahil olan zîşuuru mest ve hayran bırakıyor.
Şurası da şâyân-ı hayrettir ki: Şu mübarek Onuncu Söz, mevzuu olan haşir mesele-i mühimmesi, kâinatın hitam-ı ömrüne muallâk ve mukadder olduğu gibi, Risaletü'n-Nur arasında dahi, bu Sözün en son tevafukatını göstermesi de ayrıca bir tevafuktur diyorum. Cennet nehirleri demek olan Kur'ânî nehirleri, envâ-ı türlü âvâzıyla coşkun coşkun aksın ki, zaman-ı câhiliyet ve devr-i fetrette, son derece ihtiyaçlı olan akvâm üzerlerine tulû eden şümûs-u Kur'âniyenin sür'atle inkişaf ve tevessü ve nev-i beşerin humsunu ihyâ, ebedî ve dâimî bir nurla tenvir ve izale eylediği gibi, şu asr-ı dalâlet ve hüsran ve devr-i bid'at ve tuğyanda, ehl-i İmân ve tevhidin yaralı ruhlarına merhem olsun.
Evet, altı-yedi seneden beri hoş ve şirin bu manzarayı gören lâtif ve nazîrsiz bir gül-i Muhammedîyi (a.s.m.) koklayan ümmet-i Muhammed (a.s.m.) Sûre-i Kevser'den, , mükâfat-ı ruhiyesini ve dimağiyesini aldı. Ve bu noktaya ruhum emin idi ki, çoktan beri ehl-i İmân ve tevhid, İslâmiyet gibi bâkî ve sermedî güneşin küsûf ve ufûlüne canavarcasına çalışmayı kendine vazife
addeden ehl-i dalâletin pis programlarını görüp nevm-i gafletten uyanarak, Sûre-i Kevser'i takip eden iki sûreyi lisan-ı hal ve kal ile okuyarak, zındıklara hitaben, "Bizler sizin nifak denizinde serseriyâne ve zulümkârâne gezen dalâlet ve sefâhet gemilerinize binemeyiz; ancak, Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyânın nuranî ve tevhid sikkeli İmân ve İslâm zırhlılarına bineriz. Menzillerimize vardığımızda muvaffakiyet ve semere-i sa'yimiz tezahür ve tahakkuk eder" diye bağırarak ve (ilh.) fermân-ı mübînini tilâvetle, Sûre-i Kevser'in müjde ve beşâreti bizleri kuvvet ve metanete sevk, hem behçet ve meserrete yetiştirdi. Mâruzatıyla nusret ve fütuhatın gelmesi kokusunu alarak, fevc fevc daire-i Kur'âniyeye arz-ı dehalet ettiler. Bu hususta tesbih ve tahmidin ehem vazifeleri olduğunu anlayarak tevbelerini reddetmeyen Cenab-ı Rabbü'l-İzzet Hazretlerine istiğfara şitâb edip salâh ve felâh ve fevz-i necat yollarını tuttular.
"Heman Rabbim, hakikî verese-i Enbiyayı teksir, dünyevî ve uhrevî âmâl ve makasıdına muvaffak buyursun" duasını tekrarla beraber Onuncu Sözün âciz kalemime kumanda verip yazdırdığı şu arîzacığımı takdime cür'et eder, bilhassa dest ve dâmen-i muallâlarını öperim, efendim.
Hâmiş: Harman ortasında Mevlevi-vâri dolaşan bu biçare çiftçi, sözlerini de işlediği işe benzeterek, söylediğini tekrar söylemiş, geçtiği yere dönmüş, yine gelmişse de, ne yapsın? Üstadı, yıldırım gibi seri hatvelerle ilerlerken, hiç olmazsa karınca yürüyüşü takip edeyim, irtibat kesilmesin niyetiyle şu perişan cümleleri derc ve takdim ettim, efendim.
Mustafa Sabri
(Rahmetullahi Aleyh)
� � �
Ahmed Hüsrev'in bir fıkrasıdır.
Kıymetdar Üstadım,
Bugün Süleyman Efendi kardeşimle irsal buyurulan, biri dünyanın ömrünü izah eden bir mektupla, diğeri Hazret-i Yûnus Aleyhisselâmın duasının fezâilini gösteren Otuz Birinci Mektubun otuz bir lem'adan on birinci kısmının birinci kısmını aldık ve okuduk.
Sevgili Üstadım, bu kısım bizi o kadar mesrur etti ki, târifine muktedir değilim. Cenab-ı Hak sizden ebeden razı olsun.
Bu risale kat'î bir varlıkla bu ümmete necat kapılarını açıyor. Ve bu zulümatlı günlerin avdet etmemek üzere veda etmekte olduğunu ihbar etmekle beraber, şakirtlerini hep birden ve bir ağızdan münacata davet ediyor.
Sevgili Üstadım, istikbalimizi nur deryasından fışkıran nücûm-misâl nurlarla aydınlatan ve bu kasvetli ve karanlıklı ve kâbuslu günlerimizde kat'î bir ümitle
yaşatan ve herbir risalede lemeân eden yeni bir başka nurla yüzümüzü güldüren Cenab-ı Vâcibü'l-Vücud Hazretlerine bîhisab şükrümüzü takdim ederken, sevincimizi katlayan Üstadımızın vürûduna sabırsızlıkla intizarımızı arz ederim, efendim.
Ahmed Hüsrev
� � �
Kardeşim Hüsrev, Lütfi, Rüştü,
Size Üstad ve talebeler ve ders arkadaşları içinde fayda verecek bir fikrimi beyan edeceğim. Şöyle ki:
Sizler-haddimin fevkinde-bir cihette talebemsiniz ve bir cihette ders arkadaşlarımsınız ve bir cihette muîn ve müşavirlerimsiniz.
Aziz kardeşlerim, Üstâdınız lâyuhtî değil... Onu hatâsız zannetmek hatâdır. Bir bahçede çürük bir elma bulunmakla bahçeye zarar vermez. Bir hazinede silik para bulunmakla, hazineyi kıymetten düşürtmez. Hasenenin on sayılmasıyla, seyyienin bir sayılmak sırrıyla, insaf odur ki: Bir seyyie, bir hatâ görünse de, sair hasenata karşı kalbi bulandırıp itiraz etmemektir. Hakaike dair mesâilde külliyatları ve bazan da tafsilâtları sünuhat-ı ilhâmiye nev'inden olduğundan, hemen umumiyetle şüphesizdir, kat'îdir. Onların hususunda sizlere bazı müracaat ve istişarem, tarz-ı telâkkisine dairdir. Onlar hakikat ve hak olduklarına dair değildir. Çünkü, hakikat olduklarına tereddüdüm kalmıyor.
Fakat münâsebât-ı tevafukiyeye dair işaretler, mutlak ve mücmel ve küllî surette sünûhât-ı ilhâmiyedir. Tafsilât ve teferruatta bazan perişan zihnim karışır, noksan kalır, hatâ eder. Bu teferruatta hatam, asla ve mutlaka zarar îras etmez. Zaten kalemim olmadığından ve kâtip her vakit bulunmadığından, tâbiratım pek mücmel ve nota hükmünde kalır, fehmi işkâl eder.
Biliniz, kardeşlerim ve ders arkadaşlarım, benim hatâmı gördüğünüz vakit serbestçe bana söyleseniz mesrur olacağım. Hattâ başıma vursanız, Allah razı olsun diyeceğim. Hakkın hatırını muhafaza için başka hatırlara bakılmaz. Nefs-i emmârenin enâniyeti hesabına Hakkın hatırı olan bilmediğim bir hakikati müdafaa değil, ale'r-re'si ve'l-ayn kabul ederim.
Biliniz ki, şu zamanda şu vazife-i imaniye çok mühimdir. Benim gibi zayıf, fikri çok cihetlerle inkısam etmiş bir biçareye yükletmemeli, elden geldiği kadar yardım etmeli. Evet, mücmel ve mutlak hakaik, biz zahirî vesile olup çıkıyor. Tanzim ve tasfiye, tasvir ise, kıymettar, muktedir ders arkadaşlarıma aittir. Bazan onlara vekâleten tafsilâta, tanzimata girişiyorum, noksan kalıyor.
Bilirsiniz ki, yaz mevsiminde dünya gafleti ziyade hükmeder. Ders arkadaşlarımızın çoğu fütûra düşüp tâtil-i eşgale mecbur oluyor. Ciddî hakaikle tam meşgûl olamıyor. Cenab-ı Hak, kemal-i rahmetinden, iki senedir ciddî hakaike nisbeten yemişler, fâkiheler nev'inden tevafukat-ı latîfeyle ezhânımızı taltif etti, zihnimizi neş'elendirdi. Kemal-i merhametinden o tevafukat-ı lâtîfe meyveleriyle,
ciddî bir hakikat-i Kur'âniyeye zihnimizi sevk etti ve ruhumuza, o meyveleri gıda ve kut yaptı. Hurma gibi, hem fâkihe, hem kut oldu. Hem hakikat, hem ziynet ve meziyet birleşti.
Kardeşlerim, bu zamanda dalâlet ve gaflete karşı pek çok mânevî kuvvete muhtacız. Maatteessüf, ben şahsım itibarıyla çok zayıf ve müflisim. Harika kerâmâtım yok ki, bu hakâiki onunla ispat edeyim. Ve kudsî bir himmetim yok ki, onunla kulûbu celb edeyim. Ulvî bir deham yok ki, onunla ukulü teshir edeyim. Belki, Kur'ân-ı Hakîm'in dergâhında, bir dilenci hâdim hükmündeyim. Bu muannid ehl-i dalâletin inadını kırmak ve insafa getirmek için, Kur'ân-ı Hakîmin esrarından bazan istimdad ederim. Kerâmât-ı Kur'âniye olarak, tevafukatta bir ikram-ı İlâhî hissettim, iki elimle sarıldım.
Evet, Kur'ân'dan tereşşuh eden İşârâtü'l-İ'câz ve Risâle-i Haşirde kat'î bir işaret hissettim. Emsalleri bulunsun bulunmasın, bence bir keramet-i Kur'âniyedir. İşârâtü'l-İ'câz'ın bir sayfasına dikkat ettik; satırların başında bütün hurûfât ikişer ikişer olup, harika bir intizamla hurufatın vaz edildiğini gördük. Onuncu Sözde medâr-ı tevafuk 3, 4, 5, 6 rakamları, herbirisi 13'te ittifakları; o 13'ün de, Altıncı ve Sekizinci, mahrem Dördüncü Remizlerde mühim bir esrar anahtarı olduğunu gördük. Bunda şüphemiz kalmadı ki, kâğıt üzerinde daima kalacak bir keramet-i Kur'âniyedir, bir ikram-ı İlâhîdir ve doğrudan doğruya, risalenin ve iman-ı haşrin tasdikine bir imza telâkki ettik. Havada uçmak, su üzerinde yürümeye benzemiyor; onlar muvakkat... Hem şahsın kemaline ve ihtiyarına, belki istidrâca verilebilir. Doğrudan doğruya hakikate-hususan bu zamanda-hizmet edemiyor.
Her neyse, bir küçük mesele münasebetiyle çok konuştum ve çok da israf ettim. Ahbapla fazla konuşmak mergub olduğundan, inşaallah bu israf affolur.
Kardeşiniz Said Nursî
� � �
Biraderzadem merhum Abdurrahman'ın vefatını müteakip yanıma gelip, kuvvetli emarelerle Abdurrahman'ın yerine bana gönderildiği kalbime ihtar edilen, gayet çalışkan ve hâlis kardeşlerimizden, elmas kalemli, Kuleönlü Sarıbıçak Mustafa Hulûsi'nin, on fıkra yerine geçecek tek birinci fıkrasıdır. Ey benim muhterem Üstadım, Âciz talebeniz, küre-i arz içerisinde ruhum bazan şarka, bazan cenuba, bazan garba, bazan şimale, bazan semâya giderdi. Acaba yardım ne taraftan erişecek diye beklerdim. Ruhum bir mürşid-i ekmel taharri ederdi. Aramak üzere iken bana ilham olundu ki, "Mürşidi sen uzakta arıyorsun. Pek yakınında bulunan Bediüzzaman vardır. O zatın Risale-i Nur'u müceddid hükmündedir. Hem aktabdır, hem zülkarneyndir, hem âhirzamanda gelecek İsâ Aleyhisselâmın vekilidir, yani müjdecisidir" denildi. Bunun üzerine üstad-ı muhteremin nezdine vardım. Risaleleri, bize yazmak için emir verdi. Ben de on beş kadar Sözler'den yazdım ve okuyorum. İstidadım kısa, fikrim müşevveş olduğundan, risalelerden hakkıyla istifade ve istifaza edemiyordum. Bilâhare, Yirmi İkinci Mekubu verdiniz, yazdım. Bir iki defa arkadaşlarımla okudum. Âciz talebenizin maddî ve manevî on beş yaşından beri mazide birikmiş olan küflü yaralarını tedavi etti. Elhamdü lillâh. Bunun üzerine bir rüya gördüm. Rüya budur: Menâmda, kıbleye karşı bir vilâyete gittim. O vilâyette gezerken, iki büyük acip fabrikaya rastgeldim. Bu fabrikalar dünyadaki fabrikalara benzemiyor; ve hem de, bu fabrikalar insanın sağ cenahına geliyor. İkisinin de sahipleri yok. İçerisine girdim; fabrikanın biri büyük, biri küçük. Bu küçük fabrikayı ben idare ederim diye, ona sahip oldum. Bunun üzerine bir rüya daha gördüm: Kıbleye karşı uzun bir kışla ve kışlanın içinde büyük bir fırın var. ben de o fırının dairesindeyim ve ayak üzereyim. Karşımda, gençlerden ehl-i takvâ Süleyman isminde bir genç vardı. Ve sağ tarafımda yine gençten, İsmail isminde birisi vardı. Buna binaen, alettahmin yüz kadar gençler, o fırının dairesinde
sağımda ve solumda ayak üzere idiler. Hayret ettim. Bunun üzerine büyük bir zat geldi, gençlerin önüne ufacık bir mendil serdi. O mendil üzerinden, dört köşe haşhaşlı ekmeği gençlere birer birer dağıttı. Bilâhare, o mendilin içinden birer avuç da kuru üzüm dağıttı. Bakıyorum, o mendilden üzüm ve ekmek tükenmedi. Hayret ettim. Bana denildi ki. Bu mübarek zat, Said Nursî'dir. Ben de anladım ki, bu harika iş aktablarda bulunur dedim, uyandım.
Bunun üzerine risaleleri devam üzere yazmakta iken, Allah'ın tevfiki ve Üstad-ı Muhteremin himmeti erişti. Çok çok istifade etmeye başladım. Bilâhare, bütün o rüyamda gördüğüm gençler, etrafıma toplandı. Herbirisi bana arkadaş ve Kur'ân'a talebe oldular.
Ve bir de bizim memleketin insanları, bir parça ehl-i tarikat ve ehl-i takvâdır. Memleketimizde zahir ve bâtın hocası olmadığından şeytana ve nefse çok defa hedef oluyorduk ve evham içinde
boğuluyorduk. Risaleleri okudukça, şeytan-ı lâîn ve nefsin hilelerini ve evhamlarını Cehennemin dibine atıyordu. Risaleleri okurken, çok arkadaşlar çok hayrette kalırlardı. "Bu koca Bedi', bu lü'lü-misâl bu sözleri, bu kelimeleri nereden buluyor?" diye birbirimize çok defa diyorduk. Lisanına baksan, birşey istifade edilmez gibi görünüyor. Halbuki, söyledikleri hep hikmettir. Nazarımıza dehşet veriyor, nur serpiyor Haşiye diye, tekrar tekrar iştiyakla okuyorduk. Bunun üzerine, "Risaletü'n-Nur ve Mektubatü'n-Nur, okuyanlara bir iksir-i âzamdır" diye hükmettik.
Muhterem Üstadım, maddî ve manevî yaraları bulunan, bu yüz arkadaşlarımın yaralarını, risaleler tedavi ediyor. Hattâ, bazan bizden uzak olanlar evhama boğulur, gelirler; âciz talebeniz bir risale okursam evhamını kaldırır, giderlerdi. Cenab-ı Hak, Feyyâz-ı Mutlak ve Hallâk-ı Azîm mevcudat ve câmidat ve zerreler adedince sizden razı olsun. Âmin.
Yarın mahşerde, herkesten evvel Resul-i Ekrem ve Nebiyy-i Muhterem Efendimiz Hazretlerinin şefaatine mazhar ol, inşaallah. Âmin.
Bu gençlerin hergün, her saat duasını alıyorsunuz. Ve herbir risaleyi okurken, en aşağı sekiz-on kadar arkadaş bulunuyor. Halbuki bu fitne-i âhirzamanda, bu gençlerin bir araya gelip hak söz dinlemeleri pek mühimdir ve medâr-ı şükrandır.
Bu âciz talebeniz Arabî görmemiş ve medrese hiç görmemiş. Eskiden yazılmış Türkçe kitapları okurdum, maddî ve manevî yaralarımı tedavi edecek ilâç bulamazdım. Ruhum ve kalbim çok çırpınıyordu. Öyle bir dereceye gelirdim ki, her saat kendimi intihar etmeye karar verirdim. "Acaba halim nedir ve ne olacak? Mürşid-i kâmil nerede bulabilirim?" diye çok merak eder ve yeis içerisinde kalırdım.
Cenab-ı Hak, nasıl ki Cehennem gibi bir zaman içinde Cennet gibi bir zamanı
halk eder; ve her zamana lâyık çareleri icad eder; ve her yaraya muvafık ilâcı ihsân eder. Öyle de, bu medresesiz zamanımızda, bizim gibi yaralılara, Üstad-ı Muhterem vasıtasıyla risaleleri Türkçe olarak telif ettiriyor. Buna ne kadar şükredeyim, lâyüad ve lâyuhsa Cenab-ı Hakka şükürler olsun ve Üstad-ı Muhteremi de Kur'ân hizmetinde muvaffak edip iki cihanda aziz eylesin. Âmin.
Ben hiçbir Arabiyat görmeden, medresede beş-on sene okumadığım halde, yalnız risaleleri yazıp ciddiyetle okudum. Kendimi yirmi sene medresede okumuş gibi tahayyül ediyorum. Sebebi ise, bu âcizin, bu fakirin, bu miskinin nezdine çok Arabiyat hocaları geliyor ve benim okuduğuma hayret ediyorlar. Evvelden mürşid-i kâmil terbiyesi görmüş insanlar geliyorlar, benden işittikleri kelimelere meftun oluyorlar. Çok hocalar, iki diz üzerine gelip, "Risale okuyuver" diyorlar.
Eğer sesim erişseydi olanca kuvvetimle bağırarak, küre-i arzdaki gençlere diyecektim: "Risaleleri ciddî okumak ve yazmak, yirmi sene medresede okumaktan fâiktir ve daha menfaatlidir." Medresede okumaktaki maksat, evvelâ kendini kurtarıp, saniyen ümmet-i Muhammed'i (a.s.m.) kurtarmaya çalışmak değil mi? Risaletü'n-Nur ve Mektubatü'n-Nur, yirmi senelik medrese ilmini veriyor itikadındayım.
Ve herbir risale, tek başıyla bir mürşid-i ekmeldir. Kalbi bozulmamış herhangi genç, bir risaleyi alıp dikkatle ve teslimiyetle okusa, daire-i inkıyâda geliyor, ıslah oluyor. Herhangi bir maddiyun bir risaleyi alıp okursa, İmân etmezse de hiçbir bahane bulamıyor. Herhangi bir dinsiz okusa ve tamam mânâsıyla anlasa, imana geliyor. Herhangi bir filozof okusa, "Bundan daha yüksek akıl olamaz ve akıllar toplansa bunun fevkine çıkamaz, akıl buna yol bulamaz" diyor. Risale-i Nur, lisan-ı hal ile Avrupa meftunu bulunan tek gözlü deccâla "Ya İmân et, yahut bütün dünyanın maskarası olacaksın" diyor.
Şimdi, aziz ders kardeşlerim, bu fakir, bir tane mürşid-i ekmel ve kutup ararken, Cenab-ı Hakkın ihsanıyla, keremiyle, lütfuyla, rahmetiyle, Üstad-ı Muhteremin sa'yi ile yüz on dokuz mürşid-i ekmel ve kâmil buldum. Risaletü'n-Nur ve Mektubatü'n-Nur, yüz on dokuz adediyle, herbirisi birer mürşid-i ekmeldir ve aktabdır.
Ey maddî ve mânevî yaralı olan genç kardeşlerim ve ey mürşid-i ekmele muhtaç olan ehl-i tarîkat kardeşlerim:
Şeyh Abdülkadir-i Geylânî ve Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Rabbânî, İmam-ı Gazâlî, Muhyiddin-i Arabî, Mevlânâ Hâlid (radıyallahü anhüm, kaddesallahü esrârehüm) Hazretlerinin derece-i kemalâtları, merâtib-i imanları risalelerde ve Mektubat'ta vardır. Haşiye
Ey kardeşlerim ve ey halifeler, tarikatın ve hakikatin müntehasını anlamak isterseniz, risaleleri ciddiyetle okuyun. Bâlâdaki zatların arkasında gidersiniz ve yüksek imanlarına yaklaşırsınız. Ey ehl-i tarikat kardeşlerim, bilhassa sizlere çok rica ediyorum, risaleleri bir defa okuyunuz. Risaletü'n-Nur ve Mektubatü'n-Nur'un herbir satırında, bir kitabın tesirini bulamazsanız, bana ne derseniz deyiniz, kabul ediyorum. Tekrar çok tavsiye ediyorum, okuyun, okuyun. Okudukça, risaleler feyzâver nurları saçıyorlar. Okudukça iştiyak getiriyorlar, usanç vermiyorlar. Başka kitapları bir-iki defa okusan, insana usanç veriyor. Halbuki risaleler öyle değil, okudukça başka başka İmân halleri telkin ediyorlar. Döneceğim bâlâdaki rüyanın tabirine; aklım yetiştiği kadar tâbir edeceğim, Allah hayretsin: Biri büyük, biri küçük fabrikadan büyük fabrika ise, Üstad-ı Muhteremdir. Fabrikanın içerisinde bulunan acip ve garip, bedi' âletler ise, bu zamana kadar hiçbir imamın söylemediği kelimeleri ve İmân telkinatlarını yapan Risaletü'n-Nur eczalarıdır. O küçük fabrika ise, Risale-i Nur'ları kim okuyup yazarsa, o dahi küçük fabrikaya benzeyecek. İçerisindeki bedi' âletler ise, Risale-i Nur'un düsturları, hakikatleri ve mesâil-i imaniyedir. Okuyan ve yazan insanlar, öyle kuvvetli, sarsılmaz imanları bulacaklardır. Fabrika hareketi ise, risaleleri okuyup yazan adamların kemal-i şevk ve heyecanla çalışmalarıdır. Görmüş olduğum vilâyet ise, velâyet-i kübrâ yollarını gösteren Risale-i Nur'dur. Bu rüyayı takviye için, bir rüya daha söyleyeceğim: Menâmda, İstanbul'a yaya olarak iki defa gittim. İstanbul'a vardığımda, dükkânları hep açıktır, içinde sahipleri yoktur. Dükkânların içinde, sandıklarda büyük büyük mıhlar gördüm ve başka demir parçaları da vardı. Bunun üzerine mânevî rahmet yağarken, İstanbul'dan yaya olarak avdet ettim. Allahu a'lem, bunun tâbiri de, dünyada İstanbul büyük ve güzel memleket olduğu gibi, öyle de risaleler ve Mektubatü'n-Nur velâyet-i kübrâ yollarını gösterir. Demir gibi kuvvetli, elmas mıhlar gibi hakikatin bürhanlarını satışa çıkaran ve her risale bir kudsî dükkân hükmüne gelen bir meşher-i nuranîdir. O sergide imanî nurlar teşhir ediliyor. Ve velâyet-i kübrâ yollarını gösterdiğini, iki kere iki dört eder derecesinde kanaatim gelmiştir. İkinci gördüğüm rüyanın tâbiri, Allahu a'lem, böyle olsa gerektir: Kıbleye karşı kışla ise, mânevî Allah'a asker olan gençlerin Isparta vilâyetindeki geniş dershanelerine işarettir. Ekmeği dağıtan zat ise, Üstad-ı Muhterem Said Nursî'dir. Ve ekmek pişiren fırın ise, Üstadımın hususî medresesidir. Fırının ekmeğinin müşterileri ise, risaleleri okuyup lezzetini anlayan, benim gibi ve arkadaşlarım gibi "Hel min mezid" diyenlerdir. Evet, Üstad-ı Muhterem, insanlara mânevî ekmek dağıtıcıdır. Bu fırında çok işaretler vardır. Aklım bu kadar yetişiyor. Gençlerin ayakta olması ise, gençlerin imanî risaleleri okuyup imanları kuvvetleneceğine işarettir. O tatlı ve yedikçe noksan olmayan üzüm ve ekmek ise herşeyden daha tatlı i'câz-ı Kur'ân esrarına ve imanın envârına işarettir ki, onları Risale-i Nur dağıtıyor. Âciz talebeniz ise, gençlerin başında ve sağ tarafta bulunduğum ise, gençlere ihsan-ı İlâhî, ikram-ı İlâhî ve Üstad-ı Muhteremin himmetiyle o gençlere vesile olacağıma işarettir inşaallah. Benim aklım bu kadar eriyor; bu kadar tabir edebildim. Rüyalarımın ıslah ve tabirini rica ederim. Yirmi gün zarfında bir rüya daha gördüm: Eğirdir Gölünün kenarında, yani çakıllığında bulunuyormuşum. Bu denizin kenarında büyük bir beyaz çadır kurulmuş. Çadırın içinde, büyük bir direğin dibinde Üstadım Said bulunuyor. Bu esnada eline büyük, bir kırmızı kaplı kitap alıp, çadırın direğine dayanarak o kitabı okudu. Bilâhare, hariçten, kıble tarafından Mahmud isminde gençten, yeşil elbiseli birisi gelip Üstadımın elinden ol kitabı-yani okuduğu hutbeyi-istedi ve aldı. Çadırdan Mahmud ismindeki genç dışarıya çıktı, kıbleye karşı, ayak üzere halklara dedi ki: "Bu âna gelinceye kadar böyle bir hutbeyi hiçbir imam okumamıştır" diyerek, o hitabeyi alıp kıbleye karşı götürdü. O anda uyandım, Allah hayretsin. Bu rüyayı da bildiğim kadar tabir edeceğim: O deniz ise, Şeriat-ı Muhammediyedir (a.s.m.). O çadır ise Isparta vilâyetidir. O hutbe ise, Risaletü'n-Nur ve Mektubatü'n-Nur'dur. Hutbeyi götüren yeşil elbiseli genç Mahmud ise, ya Şeyh-i Geylânî, ya İmam-ı Rabbânîdir. Risaleler makam-ı Mahmud yolunu târif ediyorlar. Üstadımın hutbesi olan Risale-i Nur, bu zamanın bir mehdîsi ve müceddididir.
Ey küre-i arzda bulunan gençler, hocalar ve halifeler! Bin senedir insanların aradığı Mehdî Hazretlerinin pişdârı ve müjdecisi, Üstadımın neşrettiği Risale-i Nur'dur.
Ey benim kardeşlerim, benim gibi âciz bir talebenin okumasından, anlamasından ne çıkar? Üstadıma ne sual açabilirim? Kaç kitap okudum da sual açayım ve mesele halledeyim? Ne gibi sual sorayım?
Dünyada çok kitaplar vardır ve o kitapları okumuşsunuzdur. Okuduğunuz kitapların hepsini de anladınız mı? Alâ külli hal, anlayamadığınız meseleler çoktur. Üstadıma sual açınız, meydana ilim çıksın ve İmân hakikati çıksın da dünyada bulunan üç yüz elli milyon Müslümanlar da istifade etsinler. Ne kadar müşkilâtınız varsa halledilsin, bizim gibi âcizler de istifade etsin.
Ey hocalar ve ehl-i kalb, soracağınız suallerin cevaplarını Risale-i Nur'da bulabilirsiniz. Ehl-i keşf ve kalbden birisi, benim gibi âciz bir insandan Mehdîyi soruyor, "Ne vakit gelecek?" Daha Mehdîyi anlayamamış. Dâbbetü'l-arz kimler olduğunu bilmiyor. Bunlara dair, risalelerde birer bahis vardır. Her müşkil sualin cevabını o risalelerden arayınız, bulursunuz.
Ey hocalar ve halifeler! "Bizim ilmimiz bize yeter" deyip, yıldız böceği gibi şavkınıza, ilminize aldanmayın. İnsanın kendi bildiği kendine kâfi gelmez. Her insan, her meseleyi yalnız anlayamaz. Uyuyorsunuz! Uyuduğunuz miktar artık yeter; uyanmalı!
Peder ve validem ve cümle arkadaşlarım ve biraderim Ali çok selâm edip, iki ellerinden öper ve dua etmektedirler.
Kuleönü'nde Sofuoğlu Talebeniz
Mustafa Hulûsi (r.h.)
� � �
Risale-i Nur'un tesvidinde çok hizmeti sebkat eden temiz kalbli, ihlâslı, güzel bir hafız, müdakkik bir hoca olan Hafız Halid'in bir fıkrasıdır.
Risale-i Nur'un müellifi Bediüzzaman, nâdire-i cihan, hâdim-i Kur'ân Said Nursî hakkında hissiyatımdan binden birini beyan ediyorum:
Üstadım, kendisi Nur ism-i celîline mazhardır. Bu ism-i şerif, kendileri hakkında bir ism-i âzamdır. Kendi karyesinin ismi Nurs, validesinin ismi Nuriye, Kadirî üstadının ismi Nureddin, Nakşî üstadının ismi Seyyid Nur Muhammed, Kur'ân üstadlarından Hafız Nuri, hizmet-i Kur'âniyede hususî imamı Zinnûreyn; fikrini, kalbini tenvir eden âyet-i Nur olması ve müşkil mesâilini izaha vasıta olan nur temsilâtı gayet kıymettardır. Resâilin mecmuuna Risale-i Nur tesmiyesi, Nur ismi onun hakkında ism-i âzam olduğunu teyid etmektedir.
Risale-i Nur adlı harika telifatının bir kısmı Arabî olmakla beraber, Risale-i Nur eczaları şimdiye kadar yüz on dokuza bâliğ olmuştur. Herbir risale, kendi mevzuunda harikadır. Gayet yüksek olmakla beraber, Onuncu Söz ismiyle iştihar eden haşre dair olan risalesi pek harikadır, câmidir. Ulemaca sırf naklî olan haşri ve neşri, gâyet kuvvetli ve kat'î delâil-i akliyeyle ispat etmiştir. Onunla çokların imanını kurtarmışlar. âyetinin sırrıyla diyebilirim ki, Risale-i Nur bir kamer-i marifettir ki, şems-i hakikat olan Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyânın nurunu istifâza eylemiş ki, olan meşhur kaziye-i felekiyeye mâsadak olmuştur. Hem diyebilirim ki, Üstadım Kur'ân hakkında bir kamer hükmünde olup, semâ-i risaletin şemsi olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan nuru istifade edip Risale-i Nur şeklinde tezâhür etmiş. Üstadım, başkalarında nadiren bulunan mümtaz hasletlerinden, zahirî tavrının pek fevkinde bir vaziyet gösteriyor. Zahir hale bakılsa, ilmihali bilmiyor gibi görünüyor; birden, bakarsın, bir derya kesiliyor. Mezun olduğu miktarı ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan istifade derecesi nisbetinde söyler. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan cihet-i istifadesi olmadığı vakitlerde, yeni ay gibi mahviyet gösterir. "Bende nur yok, kıymet yok" der. Bu hasleti de tam tevazudur ve hadîsiyle tam âmil olmasıdır. İşte bu haslet icabatındandır ki, bizim gibi talebelerinden bazı mesâil-i ilmiyede muhalefet bulunsa, onların sözlerini, içinde arar, hak bulduğu vakit, kemal-i tevazuyla ve lezzetle kabul ederek teslim eder. "Mâşâallah," der "Siz benden daha iyi bildiniz" der. "Allah razı olsun" der. Hak ve hakikati, nefsin gurur ve enâniyetine daima tercih eder. Hattâ ben bazı meselelerde muhalefet ediyordum. Bana karşı gayet mültefit, memnunâne bir tavır alır; eğer yanlış yapsam, güzelce, damarıma dokunmayarak beni ikaz eder. Eğer güzel birşey söylemişsem, çok memnun olur. Üstadım bilhassa hikmet-i hakikiye fenninde, yani hikmet-i şeriat ve İslâmiyet noktasında pek harikadır ve hikmet-i beşeriyede dahi çok ileridir. Hattâ o ilimde, Eflâtun ve İbn-i Sina'yı geçmiş diyebilirim. Bundan on üç sene evvel, Darü'l-Hikmeti'l-İslâmiye âzâsından iken, küçükten beri şimdiye kadar mânen izn-i İlâhîyle onun bir muîni ve nâsırı ve muhafızı
olan kutb-u Rabbânî ve kandil-i nurânî Abdülkadir-i Geylânî (aleyhi nazaru'r-Rahmânî) Hazretlerinin Fütûhu'l-Gayb risalesini tefe'ülen açtığı esnada, -1- ibâresi çıktı. O ibare, onun hakkında pek mânidar olarak, Eski Said'i Yeni Said'e çevirmesine sebebiyet vermiştir.
Eski Said olduğu zamanlarda, İngilizlerin dinî suallerine gayet lâtif ve müskit bir cevap vermiştir. Ve ilm-i mantıkta, İbn-i Sina'nın telifatından geçecek Tâlikat namında harika bir risalesi var. İşkâl-i mantıkıyeyi kıyâs-ı istikrâî cihetiyle on bine kadar iblâğ edip, hiçbir âlimin yetişemediği bir derece-i ihata göstermiş. Sünuhat isminde bir risalesinde gördüm ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, âlem-i mânâda, bir medresede ona ders verdiğini görmüş. O ders-i mâneviyeye binaen İşârâtü'l-İ'câz namındaki harika tefsiri yazmış. Bana birgün dedi ki:
"Harb-i Umumî hâdisat ve netâicleri mâni olmasaydı, İşârâtü'l-İ'câz'ı Allah'ın tevfiki ve izniyle altmış cilt yazacaktım. İnşaallah, Risale-i Nur, âhiren o mutasavver harika tefsirin yerini tutacak."
Üstadımla yedi-sekiz sene musahabetim esnâsında mühim meşhudatım çoktur. Fakat -2- mucibince, deryaya delâlet maksadıyla bu fıkra kâfi görüldü. Çünkü Üstadımdan iftirak zamanı idi; acele yazdım. Üstadım, -3- âyetinin sırrıyla çok defa yanlarında beni musahip bulmak hakkını ve teveccüh duasıyla yerine getireceklerine eminim.
Hafız Halid (r.h.)
� � �
Hulûsi Beyin fıkrasıdır.
Aziz, muhterem, müşfik ve mükerrem Üstadım!
Bu defa irsâline inâyet buyurulan Risale-i Nur eczalarının dört kısımlık fihristesini aldım. Daha evvel Otuz Birinci Mektubun On Üçüncü ve On Dördüncü Lem'alarını almış, fakat ihtisaslarımı arza muvaffak olamamıştım. Fihristeler dört tarafımı aydınlattılar ve itikatta bir olup, çok metin hikmetlerle bazı a'mâlde ayrılıkları olan dört mezheb-i hak gibi, bu fakire hakka, hakikate, sıdka, imana, nura, rızaya giden yolları gösterdiler. Hâdisât-ı dünyeviye meşgalesi, şimdiye kadar başımdan geçmemiş bir tarzda beni yormuş. Koca bir dairenin maddî ve manevî ağır yükü altında tek başıma kaldığımdan çok bunalmıştım.
Aziz Üstadımın Otuz Birinci Mektubun Birinci Lem'asıyla tavsiye buyurduğu evrâdın kuvveti, Risale-i Nur'un feyzi, müşfik üstadımın müstecab duası ve üstadımın üstadı Hazret-i Gavs'ın lillâhil-hamd en küçük hâcetimi görecek kadar zahir himmeti, mahza bir lütf u fazl-ı İlâhî eseri olarak devam edebildiğim salâvât-ı şerife berekâtıyla zuhur eden imdâd-ı Risaletpenâhî ve Cenab-ı Allah'ın nihayetsiz in'âm ve ihsan ve inâyeti sayesinde, yüzbinler hamd ve şükürler olsun, ye'se ve fütura düşmekten kurtulmuş; yalnız, huzur-u manevînize birkaç satırlık arîzayla çıkmak geç kalmıştır.
Hakikaten, elmas kalemli çok kıymetli kardeşlerimin âsâr-ı Nurun cem' ve teksir ve neşrinde gösterdikleri gayret ve himmet ve sevgili Üstadımıza bu kudsî vazifede yaptıkları muavenet, her türlü takdirin fevkindedir. Allahü Zülcelâl cümlesinden razı olsun ve neşr-i envâr-ı Kur'âniyede daimî muvaffakıyetlere mazhar buyursun.
Otuz Birinci Mektubun On Üçüncü ve On Dördüncü Lem'alarında, o kadar büyük dersler, o kadar azametli hakikatler, o derece şâşaalı hikmetler ve nurlu, kudsî, lâhutî feyizler mündemiçtir ki, bu biçare kardeşinizin sönük zekâsı, kısa düşüncesi, perişan, müşevveş dimağıyla, hissedebildiği zevkleri ifade etmesine imkân yoktur.
İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez,
Zira, bu terazi o kadar sıkleti çekmez.
On Üçüncü Lem'anın on üç işaretle beyanı, Sûretü'l-Felâk ve Suretü'n-Nâs âyetleriyle, âyetlerinin mecmu-u adedine veya bu iki sûrenin herbirinde okunmakta olan adediyle ve Fatiha başta sayılmazsa, yüz on üçüncü sûreye tam ve lâtif tevafuk ve işaret göstermesi nazar-ı dikkati celb etmektedir. Her işaretin nihayetinde, o işaretteki hakaik, birkaç enseb ve âlâ kelimeyle ifade edilmiştir ki, bundan daha kuvvetli beyan olamaz. İhtisasımı, bu işaretlerdeki kelimelerle kısaca arz edeceğim.
Birinci işaret: Şeytanın ve onun şerik ve muînleri olan ehl-i dalâletin şerrinden ancak şeriat-ı Muhammediye (a.s.m.) ile âmil ve sünnet-i Ahmediye (a.s.m.) ile mütemessik olmakla kurtulmak imkânı olduğunu;
İkinci işaret: Küfre giren ehl-i dalâletin kemiyeten çokluğunun kıymetsizliği; şeytan ve avenelerinin tasallutlarına karşı istiâze, istiğfar, hıfz-ı İlâhîye iltica ve takvâyla Sünnet-i Seniyeye yapışmaktan başka çare olmadığını, Üçüncü işaret: Zahiren cüz'î hatâ ve isyanla çok büyük tahribat yapmakta olan hizbü'ş-şeytana karşı, en kuvvetli kale olan Kur'ânî kaleye iltica lâzım geldiğini,
Dördüncü işaret:
-1- âyetine bir nevi tefsir mâhiyetinde, cüz'î ihtiyar ve icadsız kesble şerlere sebebiyet veren şeytanın müthiş tahribatına karşı istiğfar ve Allah'a iltica ve Sünnet-i Seniyeye riayet iktiza ettiği,
Beşinci işaret: Kur'ân-ı Hakîmin azîm tergib ve teşviklerinin tam yerinde olup, ehl-i imanın desâis-i şeytaniyeye kapılmaları imansızlıktan ve imanın zayıflığından ileri gelmediğini, hem günâh-ı kebâiri işleyenlerin küfre girmediklerini,
-2- iki âyetle sâbit olduğunu ve nihayet Cenab-ı Erhamü'r-Râhimînin Gafûr ve Rahîm isimlerini melce ve tahassüngâh yaparak şeytandan istiâze edilmesini,
Altıncı işaret: Tahayyül-ü küfrü, tasdik-i küfürle iltibas ve tasavvur-u dalâleti, dalâletin tasdiki suretinde gösteren desâis-i şeytaniyeden kurtulmak için, hakaik-i imaniye ve muhkemât-ı Kur'âniyeye sarılmak ve lümme-i şeytaniyeden gelen desiselere karşı istiâze etmek ve her iki manevî yaraya karşı Sünnet-i Seniyeyi merhem yapmak icap ettiğini,
Yedinci işaret: Erkân-ı imaniyeden biri olan kadere tevilsiz İmân etmek lâzım olduğunu ve günah-ı kebîreyi işleyen mü'min kalabileceğini, fakat, şeytanların tahribatına karşı Cenab-ı Hakkın bin bir isminin tecellî etmekte olduğunu, Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak mezhebinden ayrılmamak ve Kur'ân'ın çetin ve metin kalesine girerek Sünnet-i Seniyenin muktezasına tevfik-i hareket eylemekle kurtulmaya muvaffak olunacağını;
Sekizinci işaret: Küfür ve dalâlet yolunda insanların nasıl ihtiyarlarıyla sülûk ettiklerini ve bunların nasıl hayat geçirebildiklerini aliyyü'l-a'lâ bir tarzda ders verdikten sonra, ehl-i İmân için Kur'ân'ın himayesi altına iman-ı tam ve itikad-ı kâmille girmek ve Sünnet-i Seniyenin daire-i nuraniyesine seve seve dahil olmaklığın ne kadar güzel olduğunu,
Dokuzuncu işaret: Hizbullahın, neden çok defa hizbü'ş-şeytan olan ehl-i dalâlete mağlup olduklarını, Medine münafıklarının dalâlette ısrar ederek hidayete girmemeleri ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın iki muharebedeki mağlûbiyetinin hikmetini beyan ederek, O Seyyidü'l-Mürselînin sünnetine ittiba sayesinde muvakkat acıların geçeceğini,
Onuncu işaret: İblis'in en mühim bir desisesi olarak kendine tâbi olanlara kendini inkâr ettirdiğinden, dört misalle izah suretiyle bahis; ehl-i imana, cin ve ins şeytanlarının şerlerinden, Allah'a iltica etmekle selâmete kavuşulacağını;
On Birinci işaret: Cirim ve cismi küçük, cürüm ve zulmü büyük, ayıb ve zenbi azîm biçare insanı kâinatın hiddetinden, mahlûkatın nefretinden, mevcudatın öfkesinden kurtarmak için Kur'ân-ı Hakîmin daire-i kudsiyesine girmeye ve Sünnet-i Seniyeye ittibâ eylemeye dâvet ettiğini,
On İkinci işaret: Mahdut günahlara Cehennemle mukabelenin mahz-ı adalet olduğuna, Cehennemin cezâ-yı amel, Cennetin fazl-ı İlâhîyle olduğuna, seyyienin az yazılıp hasenenin çok yazılmasına, ehl-i dalâletin muvaffakiyetlerinin (hâşâ) kendilerinde hakikat olduğuna veya ehl-i hakta zaaf bulunduğuna delâlet etmediğini gösteren dört meraklı suale gayet fasih ve beliğ cevaplar vermek suretiyle, ehl-i imanı, -1- düsturuna, her türlü saâdeti cami olan Kur'ân ve sünnet şahrâhına girmeye teşvik ettiğini;
On Üçüncü işaret: Üç noktasıyla, şeytanın desiselerine müptelâ olan biçare insana, hayat-ı diniye, hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiye selâmeti ve sıhhat-i fikir ve istikamet-i nazar ve selâmet-i kalb için muhkemat-ı Kur'âniye mizanlarıyla ve Sünnet-i Seniye terazileriyle a'mâl ve hâtıratını tart ve Kur'ân'ı ve Sünnet-i Seniyeyi daima rehber yap; ve diyerek Cenab-ı Hakka ilticada bulun, diye çok kıymetli tavsiyede bulunduğunu; ve -2- nev'inden on üç işaret halinde tefsir olunan Suretü'n-Nâs ve iki âyeti tekrarla derse nihayet verdiğini, gayet zevkli ve şevkli ve alâkalı bir surette beyan ve ifade eylemektedir.
On Dördüncü Lem'anın Birinci Makamını teşkil eden iki mesele bence çok mühimdir. Bu dersin takrir ve tahririne vesile olan Refet Bey kardeşimizden Allah razı olsun. İkinci Makam başlı başına bir şâheserdir.
hakkındaki beyan buyurulan altı sır, öyle bir
hazine-i esrar-ı Rabbânîdir ki, ancak Rahmân-ı Rahîmin inâyetiyle bu mübarek eseri okuyup anlayanlar ondan zevk alabilirler.
Bundan evvelki bir mektupta, ihtiyarsız Birinci Söz'ü teşkil eden hakkındaki mübarek eserden, kalb-i âcizîye gelen bazı hoş tefekkürattan bahsetmiştim. Dâima şefkatle dua ve derslerinden istifade ettiren muazzez üstadım, benim daha evvelden de içindeki Rahmân ve Rahîm isimlerinin hikmet-i tahsisi hususundaki sualime, ikinci ve mutantan bir cevap daha lûtfetmiş oluyorlar. Bu mazhariyetten dolayı Hâlık-ı Rahîme ne kadar şükretsem azdır.
Fihristeyi harfi harfine henüz okuyamadım, fakat inşaallah okuyacağım. On Birinci Mektubun neleri ihtiva ettiğini öğrendim. Yazılmayan ve rahmet-i İlâhiyeden yazılmasına muvaffakiyet niyaz olunan âsârın da neşrine muvaffakiyetinizi, eltâf-ı Sübhaniyeden tazarru ve niyaz eylerim. Otuzuncu Sözün mahkeme başkâtibini nasıl tehdit ettiğini, hatırasını tamamıyla gözümün önüne getirdim.
Fihriste-i Güldeste: Fihriste namı altındaki bütün risalelerde yazılı olduğu tarzda değildir. Tamamen hususiyet göstermektedir. Sözler'in ve Mektupların bir hülâsatü'l-hülâsası denecek vaziyettedir.
Âsâr-ı nurun bir zübdesi, hazâin-i nurun elmas anahtarı, resâil ve Mektubat'ın nurlu kapısı olan bu hayırlı telife sebep olanları da, müellifini de, Allahü Zülcelâl ve'l-Kemal Hazretleri saâdet-i dâreyne mazhar buyursun. Âmin.
Hulûsi
� � �
Hüsrev'in fihriste hakkında bir fıkrasıdır.
Aziz Üstadım,
Senelerden beri vücuda getirilen misilsiz âsâra, Otuz Birinci Mektubun On Beşinci Lem'asıyla öyle misilsiz bir eser daha ilâve buyurulmuş oluyor ki, o şâheserler, böyle şâh bir eseri, o harika bediiyyât böyle bedî bir zübdeyi, o acip telifat böyle acip bir mecmuayı, o azîm hakaik böyle bir azîm külliyât-ı hakaiki ve o nurlu risaleler böyle nurlu bir fihristeyi istiyordu. Yüz binler şükrolsun ol Feyyâz-ı Mutlak Hazretlerine ki, hiçbir müellifin muvaffak olamadığı böyle misilsiz eseri hazine-i rahmetinden ihsan etmekle, yüz yirmi adede vasıl olan Külliyat-ı Nuru, yüz yirmi sayfadan aşağı olmayan misilsiz fihristesiyle bir yerde toplamış bulunuyor. Bu risalenin menfaati, fevâidi o kadar çok ki, izaha hâcet yok. Bu kıymettar risale, kendi kendini lâyık olduğu bir tarzda methediyor. Hem o kadar güzel methediyor ki; fevkinde beyân olamaz.
Hüsrev
� � �
Dereli Hafız Ahmed Efendinin çok mânidar rüyalı bir fıkrasıdır.
Aziz ve müşfik üstadım efendim,
Birgün âlem-i menamda bir sahrada gezerken, birçok kalabalık ahalinin içine girdim. Dersim olan kelime-i tevhide devam ediyordum. O ahâlinin cümlesi Nasârâ imiş. Biz âşikâre kelime-i tevhidi çektiğimizden, hepsi bize iştirak etti. Her yüz başında, "Muhammedün Resulullah" diyorum. O Nasâralar, "İsâ ruhullah" diyorlar. Onlara dedim ki: "Yahu, biz İsâ Aleyhisselâmı tasdik ediyoruz." Ve kedilerine kelime-i tevhidi okudum, "İsâ ruhullah" dedim. "İşte bakınız, ben sizin peygamberinizi tasdik ediyorum. Siz de bizim peygamberimizi tasdik etseniz ne olur" dedim. "Hayır! İsâ Aleyhisselâm gökten inmedikçe ve sizin peygamberinizi âşikâr tasdik etmedikçe, biz tasdik etmeyiz" dediler. Bunun üzerine yanımda iki arkadaş bulundu. Lâkin arkadaşlarım kimler olduğunu bilemiyorum. "Biz dua edelim de İsâ Aleyhisselâm gelsin ve bizi nasıl tasdik ediyor, göreceksiniz." Dua ettik. İki kişi "Âmin" dediler. Lâkin İsâ Aleyhisselâm gelmeyince müteessir olduk. Yine dua ettik, "Ya Rabbi! Bizi bunların yanında niçin mahcup çıkarıyorsun?" dedik. "Bu din âlî değil mi?"
Tahminen, arası bir saat veya bir buçuk saat sonra, karşıdan üç kişi çıktı. Elhamdü lillâh, İsa Aleyhisselâm geliyor. Baktım, birisi sakallı, ikisi şâbb-i emred. Dedim: "İsâ Aleyhisselâm otuz üç yaşında olduğu halde göğe huruç etti, niçin sakalında beyaz var?" Kalbime geldi ki, "Allahu a'lem, İsâ Aleyhisselâm değilse?" Bu zat ve iki arkadaşıyla yanımıza geldiler. Dikkatle baktım, Üstadımızın simâsı ve elbisesidir. Bizim yanımıza gelince, bizim altımız mağara imiş. Yanındaki iki kişiye emretti: "şurada kilitli salipler, haçlar var. Cümlesini çıkarınız." Çıkardılar. Nasâralara karşı hepsini kırdı ve Kelime-i Tevhid getirip Peygamberimizi tasdik edince, biz de Nasârâlara, "Bakınız, işte İsâ Aleyhisselâmın vekili geldi" deyince, cümlesi tasdik ettiler.
Allahu a'lem, bu rüyanın bir tabiri şudur ki: Üstadımızın Kur'ân-ı Hakîmden aldığı ve neşrettiği Risale-i Nur vasıtasıyla Nasârânın bir kısmı İslâmiyeti kabul edecek ve Nasârâ Müslümanları veya Hıristiyan mü'minleri hükmüne geçip Üstadımızın sözlerini İsâ Aleyhisselâmın sözleri nev'inden hüsn-ü kabul edeceklerine işârettir.
Evet, Risale-i Nur'da öyle bir kuvvet vardır ki, Avrupa'nın en müannid filozoflarını dahi teslime mecbur eder. Her ruhun bir ihtiyac-ı hakikîsi olan hakikî İmân nurunu arayan Hıristiyan muvahhidler, elbette Risale-i Nur'u görseler, Hazret-i İsa Aleyhisselâmın vesâyâsı nev'inden kabul edip sarılacaklardır...
Dereli Mutâf Hafız Ahmed
� � �
Âsım Beyin fıkrasıdır.
Bu Risale Fihristesi, hakikaten menba-ı nur ve mecma-i hakikattır. Elhak nur fihristeleridir. Şöyle söyleyebilirim ki: Otuz üç Söz, otuz üç Mektubun herbiri, feyezanda olan birer menba-ı nur-u hakikat ve gülistan-ı bâğ-ı cinandır. Binaenaleyh bu müteaddit güller bağının herbirisinden müteaddit güller koparıp, dört kısım üzerine güller demeti yapılmış gibi vücuda getirilmiş bir eser-i cihan-kıymet olduğuna kanaat ettim. Bu Fihristeleri okumak, herhalde ve behemehâl Söz ve Mektuplar risale-i şerifenizi görmek, okumak, yazmak için insanı iştiyak ve gayrete sevk ediyor ve şiddetli kamçılıyor. Fakirce noksan olan risale-i şerifelerin hangisini evvelâ yazayım? Çünkü, herbiri birbirleriyle nur ve hakikat müsabakasına çıkmış diye, mütelâşî ve heyecanlı bir vaziyetteyim. İnşaallah, dua-yı Üstadâneleriyle, kâffesini yazarım. Şurasını da arz etmek isterim ki: Sabri Efendi kardeşimin ilhâhı ve zat-ı Üstadânelerinin ilhamıyla Fihristelerin telifi, çok musîb ve hayırlı, hem hadsiz hakikatlere anahtar olmuştur.
Cenab-ı Hak, sevgili Üstadımızı âfiyette dâim, ömürlerine bereket ve herbir umûrunda muvaffakiyet ihsan buyursun da, pek çok zamanlar başımızda tâc-ı zafer olarak taşıyalım ve hizmet-i Kur'ân'da çalışalım, yorulalım, yol alalım. Ve cümle mü'minîn de istifade etsin ve ehl-i bid'a ve mülhidlerin de başları yere gelsin.
Talebeniz Âsım (r.h.)
� � �
Kuleönü'nden Sarıbıçak Mübarek Mustafa'nın kardeşi Küçük Ali'nin fıkrasıdır.
(Bulunduğumuz asrın yaralarından, mânevî doktora muhtaç bir gencin fıkrasıdır.)
Aziz, şefkatli, muhterem Üstadım,
Bulunduğumuz asır, mânevî seferberlik (harp) zamanı olduğundan, vücudumdaki yaralara baktıkça, yaralar git gide daha fazlalaşmakta iken, birgün işittim ki, "Sağdan sola geçiniz" diye ilân ediyorlar. Ve otuz iki harfin birkaç adedini kaybedip ilân edince öyle bir yara daha açıldı ki, evvelki yaraları unutturdu. Nasıl ki, nass-ı Kur'ân'da,
Ashâb-ı Kehf efendilerimiz beş veya sekiz delikanlı, asrımızdaki tahammül edilmeyen fenalık gibi o asırda fenalıktan, fitneden kaçarak mağaraya iltica ettiler. Sebebi ise, din-i hak üzere bulunan ehl-i imanı, zamanlarının padişahı olan Dakyanus, putperestliğe dâvet edip, kabul edenleri putlara kurban kestirip, kabul etmeyenleri katliâm ettiği sırada, Ashab-ı Kehf efendilerimiz mağaraya çekildiler.
Ben de, asrımıza ve yaralarımıza baktıkça, bütün gün ruhum çırpınmakta iken, "Acaba bu karma karışık zamanda, benim gibi böyle mânevî yaralı gençler, o Mahkeme-i Kübrâda, Cenab-ı Vâcibü'l-Vücud ve Tekaddes Hazretlerinin huzurunda, Peygamberimiz Muhammed Mustafa Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizden nasıl şefaat dileyebilirler?" diyerek, bütün gün ruhum ağlardı. Madem Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma, binlerce maddî ve mânevî yaralılar, dilsizler, nüzûl olmuş, bütün kalbi kararmış, imanı yok bedevî adamlar, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın yanına vardığında, bir saat, birgün sohbet-i Nebevîde bulunur; sonra kavim ve kabilelerine rehber ve muallim olarak döndüler. Ve madem kıyamete kadar bâki bıraktığı Kur'ân ve Kur'ân'ın tayin etmiş olduğu mânevî doktorlar, kıyamete kadar gelecek mü'minlere maddî ve mânevî doktorluk vazifesini görecekler. Ve şimdiki hal vilâyetimiz dahilinde bulunan mânevî doktora müracaat edeyim diyerek, ruhum her an gezmekte iken bîhuş olup yattım.
Bana rüyamda üç şahıs gösterildi. İkisinin ismini söylemediler. Diğeri Üstadım Bediüzzaman'ı, ismiyle söylediler. Hemen eline yapışıp ellerini öptüm. Üstadım acele olarak cebinden bir kalem ve bir kâğıt parçası çıkarıp bana verdi. Hemen uyandım. Peder ve validem ehl-i kalb olduğundan, rüyayı anlattım. Pederim, "Bu Zat Barla'ya henüz yeni geldi. Bir iki sene kadar oldu. Git, müracaat et" dedi. Ben dedim: "Daha askere gitmedim, yaşım genç. Böyle büyük mânevî bir doktorun yanına bu yaralarla nasıl gideyim ve nasıl cerrahiyesine dayanayım?" Bana "Git" denildi. Hitap iki oldu. Hemen sabahleyin kalkıp gittim. Üstadımı görünce, bir-iki dakika titredim. Sonra, "Fesübhânallah" dedim. "Doktoru görünce o yaralar bütün kuvvetleriyle bağırıyorlar. Verdiği eczâlara tahammül edemeyecekler." O yaraları açamadım. Üstadım da talebeliğe kabul edip, beş vakit farzı bırakmayacağıma çok çok tenbih etti. Avdetten bir-iki ay sonra hemen askere gittim. Terhis oluncaya kadar, yirmi mah mukaddem bu yaralar içinde, her saat ve her dakika, "El mevtü hakkun" kaziyyesini düşünüp, "Acaba benim halim ne olur?" derdim. Memlekete avdetimde, ağabeyim Mustafa'yı görünce ruhum biraz genişledi. Acaba bu nereden ileri geliyor, dedim. Bir-iki gün sonra, mübarek Ramazan-ı Şerîf gecesi üçüncü hitap olarak, yine rüyamda, memleketimizin kenarında, Üstadım Bediüzzaman, elinde bir asâ, çoban olup dellâllığı ilân ediyor. Ve diyor, "Ben Kur'ân'ın dellâlıyım" diye yüksek sesle bağırıyor, ilân ediyor. Ben heyecanımdan hemen uyandım.
Demek, bakınız ey kardeşlerim ve bütün mü'minler! Üstadım Hazretleri değil memleketimize, bütün üç yüz elli milyon Müslümana her saat, her dakika, her an bağırıyor. Benim gibi zahir kulağıyla dinlemeyiniz, kalb kulağıyla dinleyelim ki, her an bağırıp çağırdığını işitelim. Madem bu elmas ve cevherler, bu sergiler asrımıza verilmiş; bütün asrımızda kazancımızı versek, yine o elmasların birinin fiyatını
veremeyeceğiz. Bahar mevsimi geçmeden bütün cevherlerden alalım. O cevherler ise Risale-i Nur Külliyatıdır.
Ben âciz de Yirmi Dördüncü Sözün Dördüncü ve Beşinci Dalını okumaya ve yazmaya başladım. Ve yaralarımın birer birer kuruduğunu hissedince, Mektubat ve Sözler'i bütün kuvvetimle yazmaya karar verdim. Benim gibi yaralı kardeşlerime, bütün Müslümanlara, bütün kuvvetimle bağırıyorum: "Eyvah! Bu asrımızda, bu yaralarla nasıl istirahat edebiliriz, yoksa!.. Bu asrın mânevî doktoru ve ilâçları ise, Kur'ân'dan tereşşuh eden Risale-i Nur ve Mektubatü'n-Nur'dur. Onlara sıkı sarılalım."
Âciz talebeniz Küçük Ali
� � �
Kuleönü karyesinden İbişoğlu Mehmed'in bir fıkrasıdır.
Muhterem Üstadım Efendim,
Kardeşim Mustafa risaleleri yazmaya başlayalı beş sene oldu. Maalesef iki senesini zayi ettik. Üç seneden beri, risaleleri sair arkadaşlarla beraber, hizmetimizin haricinde her zaman okuyup istifade ediyoruz. Bazı, köyümüzün ehl-i tarikat olanları, bidayeten kardeşim Mustafa'nın okuduğuna ehemmiyet vermiyorlardı.
Ben de, bu "Okunan Sözler, hem tarîkate, hem hakikate pek muvafıktır. Bu zamanın yaralarına bir ilâçtır" diyordum. Ve her ne zaman yeis içerisinde kalsam, kardeşimin yanına gelir, işittiğim hakikatleri Risale-i Nur'dan okutur, dinler ve Risale-i Nur'un verdiği feyizle yaralarım tedavi olur, giderdim. Herhangi bir meseleden bahsedilse, Risale-i Nur'da en iyisi vardır. Yalnız çok insanlar var ki, Sözler'in kıymetini bilmiyorlar. Ben de bütün bu söylenen sözlere ilâç, risalelerde vardır diyorum. Olanca kuvvetimle küre-i arza bağırarak derim ki, "Hariçte görülen marazlara ilâç vardır."
Ey kardeşlerim, istifade edelim. Bu risalelerden istifade etmeyenler ne kadar akılsızdırlar! Çok şükürler olsun ki, böyle bir zat-ı muhtereme Cenab-ı Hak bizi eriştirdi. Lillâhi'l-hamdü ve'l-minne.
Cenab-ı Hakkın rahmetiyle, ihsanıyla, eltafıyla Üstad-ı Muhteremin himmetiyle ehl-i tarîkatla birleştik. Şimdi Sözler'i çok okuyoruz. Ve onlar da çok istifade ediyorlar, menfaattar oluyorlar. Sözler'in hak olduğunu tamamıyla anladılar. Hattâ okumak için kardeşimi çok zaman icbar ediyorlar. Birgün kardeşim Mustafa risaleleri yazmaklığım için beni teşvik etti. Ben de yazmak için Yirminci Mektubu aldım. İstinsah ettiğim bu mektupta üç tevafuk gördüm. Satırın yukarısında iki tane "nihayetsiz" var, ve altında da üç "dünya" tevafuku var. Bu halden müteessir oldum. Dünya beni salmayacak diye yazmayı bıraktım. Şimdi tekrar niyet ettim. Bu niyetimin üzerine bir rüya gördüm. Üstad-ı Muhterem siyah merkebin üzerinde râkiben yanıma geldi. "şu merkebi sağlam bir yulara bağla," emir buyurdunuz. Siz Üstadımın göstermiş olduğunuz her tarafı zincirden olan yuları merkebe taktım. Sıkı olarak bağlandı. Kımıldanmayacak bir şekilde kaldı. Ben de anladım ki, o merkep dünyadır. İnşaallah, duanızın himmetiyle, dünyamın bağlandığını anladım. Ve minallahi't-tevfik deyip Üstad-ı muhteremimin himmetiyle risaleleri yazmaya muvaffak olurum ümidindeyim, inşaallah.
Yirminci Mektubu elimde götürürken, meydanda idi. Karşımda muhtar odası olduğundan, risaleyi saklamıştım. O gece rüyamda, Üstad-ı Muhteremimi büyük bir denizde ve denizin içerisinde sarayda gördüm. Bizim köyün insanları da o sarayın etrafında idiler. Âciz talebeniz, doru ata binerek zatınızın yanına vardım. O adamlar bana, denizden nasıl atladığımı sordular. Ben de o adamlara cevaben, "At yeni nallı olduğundan hiç zahmet çekmeden geldim." Halbuki, deniz ince bir surette incimad etmişti. O esnada Üstadım karşıma çıkarak, "Niçin Sözler'i saklıyorsunuz? Bundan sonra Sözler meydanda olacak" dediniz. O esnada benden at istediniz. Ben de güzel yürüyüşlü atı getirdim, o esnada uyandım. Allah hayr etsin.
Âciz talebeniz Hacı Mehmed
� � �
Kuleönü karyesinden elmas kalemli Mustafa'nın kıymettar arkadaşı Hafız Mustafa'nın fıkrasıdır.
Ey Feyyâz-ı Mutlak ve Vâhid-i Ehad olan Cenab-ı Allah'a giden tarik-i müstakim yolunu gösterip, pek elemli ve pek hatarlı uhrevî hayatımın kurtulmasına sebep olan Üstadım Efendim,
Bundan dört mah mukaddem, Kur'ân-ı Hakîmin elmas, inci dükkânından pırlantaları ve vüs'atimiz kadar uhrevî harçlığı almak üzere ziyaretinize arkadaşım Mustafa ile varmıştık. "Niçin geldiniz?" diye şefkatli bir tekdire binâen müteessirâne geriye döndük. O tekdirden gelen şefkatli ve ücretli bir fırtınaya tutulduk. O zaman Üstadımın iksir-i âzam olan o mübarek kalbini rencide ettiğimizi anlayınca, ikinci bir teessür bana geldi. Bu zamana kadar pek âciz, hiç-ender-hiç olan zayıf ruhum o teessürler içinde feryad ederken, şefkatli tokat risalesinde, bizim fırtınalı tokadımızı zikreden Üstadımızın hakkımızda ne derece şefkatli olduğunu anladık. O teessürâtımız sürura kalboldu. Elhamdü lillâhi hâzâ min fadli Rabbî.
Bu mübarek Rebiü'l-evvelin on ikinci gecesi, mübarek bir gecede Üstadımın pek yakınımızda olan Isparta'ya hicreti beni o kadar memnun ve mesrur etti ki, o yaralar ve bereler ve teessürlerden hiçbir şey kalmadı. Elhamdü lillâh, Rebiü'l-Evvel ayının on ikinci gecesi, dünya ve âhiret yaratılmasına sebep olan, dünya ve âhireti, zerreden şemse kadar bütün mükevvenâtı ziyalandıran, kıyamete kadar bâki, güneş gibi nurlu, feyizli, gıdalı şeriatıyla âhiret kapısını açan o mübarek Zat-ı Fahr-i Âlem (sallâllahü aleyhi ve sellem) Efendimizin o mübarek gecede dünyaya teşrif buyurması, bütün mükevvenâtı memnun edecek pek mübarek bir gecede Üstadımın hicreti, yani Rebiü'l-Evvelin on ikinci gecesi Isparta'nın harîmine dahil olması ve hicretinin tevafuk ve tesadüf gelmesi, beni yine o elmas çarşısında pırlantaları vüs'atimiz kadar almak üzere Üstadımın ziyaretine yol açtı. İnşaallah bu hicretiniz büyük fütuhata sebep olacaktır.
Nitekim, Sallâllahü Aleyhi ve Sellem Efendimizin Mekke'den Medine'ye hicreti esnasında, feth-i Mekke haberinin Cibrîl-i Emînle nüzûlü, Peygamberimizi ve Sahabe efendilerimizi memnun ettiği gibi, Üstadımın tevafuk eden hicreti, fütuhata sebep olması, beni ve bütün Müslümanları memnun ve mesrur eyleyecektir, efendim.
İmamoğlu
Hafız Mustafa (r.h.)
� � �
İmamoğlu Hafız Mustafa'nın bir fıkrasıdır.
(Bütün Söz ve Mektubat'ın birer mürşid-i kâmil vazifesini gördüklerine dair hâtıra gelen bir mektuptur.)
Üstadım Efendim,
Bundan bir sene evvel-Sözler ve Mektubat'ı istinsah esnasında-bazı nükteler, kendi emrâz-ı kalbiyeme muvafık bir ilâç geldiğinden "Evet, bu nükteyi altın yazıyla yazmalı" diye söylerdim. Elhamdü lillâhi hâzâ min fadli Rabbî Lem'alar telif edildi. Bütün Söz ve Mektubat'a feyizleriyle anahtarlık yaptı. Şöyle ki:
Kışın en şedid tehlikeli ve fırtınalı zamanında, yırtıcı hayvanların en azgın ve kuvvetli zamanlarında, geniş sahrada, çamurlu bir yolda giden bir yolcunun imdatsız, kimsesiz o tehlikeler içinde, düşe kalka, yüzde doksan dokuz fırtınalar ve o yırtıcı canavarların elinde parçalanacağı ve telef olacağı hengâmda, kendini kurtarmak isteyen o yolcunun gözüne tesadüf eden, sahranın ortasındaki çelikten daha güzel, polattan daha kuvvetli yapılmış bir saraya rastgelmesi, o yolcuyu o kadar memnun ve mesrur eder ki, hattâ o saraya daha çabuk yetişip, yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanmasından halâs olmak için koşarak, acelesinden ayaklarının bile yere temas etmesini istemeyen bu yolcu, kendisinin saraya girmesine vesile olanlara, değil bütün malını vermek, belki canını feda eder.
İşte, asrımızda Sözler ve Mektuplar, o yolcunun saraya rast gelmesiyle bütün tehlikelerden kurtulduğu gibi, ins ve cin canavarlarının tehlikelerinden kurtulmak için Sözler'in herbiri o kaleden daha sağlam bir tahassungâh olduğuna yüz bin kanaatim vardır. Lillâhilhamd, o sarayın anahtar vazifesini Lem'alar'ın feyziyle bulabildim. O tehlikelerden biçare zayıf ruhumu kurtarmak için içeriye girdim. Gördüm ki, Cennet, sekiz tabaka olup, hiç birbirine mâni olmadığı ve benzemediği gibi, birine girdiğimde onun letâfeti evvelki girdiğimin lezzetini tazelendirdiği gibi, risaleler aynen öyledir.
İmamoğlu
Hafız Mustafa (r.h.)
� � �
Risale-i Nur'un tesvid ve tebyizinde çok hizmeti sebkat eden Şamlı Hafız Tevfik'in, Risale-i Nur'un hakkaniyetine dair istihracî bir fıkrasıdır.
Malûm olsun ki, Zübdetü'r-Resâil Umdetü'l-Vesâil namında, kutbü'l-ârifîn Ziyaeddin Mevlânâ Şeyh Hâlid'in kuddise sirruhu mektubat ve resâil-i şerifelerinden muktebes nasâyih-i kudsiyesinin tercümesine dair bir risaleyi, on üç sene mukaddem, Bursa'da Hocam Hasan Efendiden almıştım. Nasılsa mütalâasına muvaffak olamamıştım. Tâ bugünlerde, kitaplarımın arasında birşey ararken elime geçti. Dedim: "Bu Hazret-i Mevlânâ Hâlid, Üstadımın hemşehrisidir. Hem İmam-ı Rabbânî'den sonra, tarîk-ı Nakşînin en mühim kahramanıdır. Hem tarik-i Hâlidiye-i Nakşiyenin pîridir." Risaleyi mütalâa ederken, Hazret-i Mevlânâ'nın tercüme-i halinden şu fıkrayı gördüm:
Ashâb-ı Kütüb-i Sitteden İmam-ı Hâkim, Müstedrek'inde ve Ebu Dâvud, Kitab-ı Sünen'inde; Beyhakî, Şuab-ı İman'da tahriç buyurdukları,
yani, "Her yüz senede Cenab-ı Hak bir müceddid-i din gönderiyor" hadis-i şeriflerine mazhar ve mâsadak ve müzhir-i tâm olan Mevlânâ eş-şehîr, kutbü'l-ârifîn, gavsü'l-vâsılîn, vâris-i Muhammedî, kâmilü't-tarikati'l-âliyye ve'l-müceddidiyye Hâlid-i Zülcenâheyn Kuddise sirruhu, ilh... Sonra tarihçe-i hayatında gördüm ki, tevellüdü 1193 tarihindedir. Sonra gördüm ki, 1224 tarihinde Saltanat-ı Hind'in payitahtı olan Cihanâbâd'a dahil olmuş. Abdullah Dehlevî Hazretlerinden aldıkları füyûzât-ı mâneviyeyle tarik-i Nakşî silsilesine girip müceddidliğe başlamış.
Sonra 1238'de, ehl-i siyasetin nazar-ı dikkatini celb ettiğinden, vatanını terk ederek diyar-ı Şam'a hicretle gitmiştir. Hem içinde gördüm ki, Hazret-i Mevlânâ'nın nesli, Hazret-i Osman bin Affan'a (radıyallahü anh) mensuptur.
Sonra gördüm ki, tercüme-i halinde istidad-ı fıtrî ve kabiliyet-i harika ile, sinni yirmiye bâliğ olmadan a'lem-i ulemâ-i asr ve allâme-i vakit olmuş. Süleymaniye kasabasında tedris-i ulûm ile iştigal eylemiştir.
Sonra Üstadımın tarihçe-i hayatını düşündüm. Baktım, dört mühim noktada tevafuk ediyorlar.
Birincisi: Hazret-i Mevlânâ 1193'te dünyaya gelmiş. Üstadım ise, 1293'te. Tam Mevlânâ Hâlid'in yüz senesi hitam bulduktan sonra dünyaya gelmiş.
İkincisi: Hazret-i Mevlânâ'nın tecdid-i din mücahedesine başlangıcı ve mukaddemesi, Hindistan'ın payitahtına 1224'te girmiş. Üstadım ise, aynen yüz sene sonra, 1324'te Osmanlı Saltanatının payitahtına girmiş, mücahede-i mâneviyesine başlamış.
Üçüncüsü: Ehl-i siyaset, Hazret-i Mevlânâ'nın fevkalâde şöhretinden tevehhüm ederek diyar-ı Şam'a nakl-i mekân ettirilmesi, 1238'de vaki olmuştur. Üstadım ise, aynen yüz sene sonra 1338'de Ankara'ya gidip, onlarla uyuşamayıp, onları
reddederek, küserek tekrar Van'a gidip, bir dağda inziva ederken 1338 senesini müteakip, Şeyh Said hadisesinin vukuu münasebetiyle ehl-i siyasetin vehmine dokunmuş. Üstadımızdan korkarak Burdur ve Isparta vilâyetlerinde dokuz sene ikamet ettirilmiş.
Dördüncüsü: Hazret-i Mevlânâ Hâlid, yaşı yirmiye bâliğ olmadan evvel allâme-i zaman hükmünde, fuhûl-u ulemânın üstünde görünmüş, ders okutmuş. Üstadım ise, tarihçe-i hayatını görenlere ve bilenlere malûmdur ki, on dört yaşında icâzet alıp a'lem-i ulemâ-i zamanla muarazaya girişmiş, on dört yaşında iken, icâzet almaya yakın talebeleri tedris etmiştir.
Hem Hazret-i Mevlânâ Hâlid, neslen Osmanlı olduğu ve Sünnet-i Seniyeye bütün kuvvetiyle çalıştığı gibi, üstadım da Kur'ân-ı Hakîme hizmet noktasında, meşreben Hazret-i Osman-ı Zinnûreyn'in arkasından gidip, Hazret-i Mevlânâ gibi, Risale-i Nur eczâlarıyla, bütün kuvvetiyle Sünnet-i Seniyenin ihyâsına çalıştı.
İşte bu dört noktadaki tevafukat, tam yüz sene fasılayla Risale-i Nur'un takviye-i din hususundaki tesirâtı, Hazret-i Mevlânâ Hâlid'in tarik-i Nakşiye vasıtasıyla hizmeti gibi azîm görünüyor. Haşiye
Üstadım kendine ait medh ü senâyı kabul etmiyor. Fakat Risale-i Nur, Kur'ân'a ait olup medh ü senâ, Kur'ân'ın esrârına aittir. Yalnız Üstadımla Hazret-i Mevlânâ'nın birkaç farkı var:
Birisi: Hazret-i Mevlânâ, zülcenâheyndir. Yani, hem Kadirî, hem Nakşî tarikat sahibi iken, Nakşîlik tarikatı onda daha galiptir. Üstadım, bilâkis, Kadirî meşrebi ve Şâzelî mesleği daha ziyade onda hükmediyor. Ben Üstadımdan işittim ki: Hazret-i Mevlânâ Hindistan'dan tarik-i Nakşîyi getirdiği vakit, Bağdat dairesi Şâh-ı Geylânî'nin ba'del-memat hayatta olduğu gibi, taht-ı tasarrufunda idi. Hazret-i Mevlânâ'nın mânen tasarrufu, bidâyeten câ-yı kabul göremedi. Şâh-ı Nakşibend ile İmam-ı Rabbânî'nin ruhaniyetleri Bağdat'a gelip Şâh-ı Geylânî'nin ziyaretine giderek rica etmişler ki, "Mevlânâ Hâlid senin evlâdındır, kabul et." Şâh-ı Geylânî, onların iltimaslarını kabul ederek Mevlânâ Hâlid'i kabul etmiş. Ondan sonra Mevlânâ Hâlid birden parlamış. Bu vakıa, ehl-i keşifçe vâki ve meşhud olmuştur. O hadise-i ruhaniyeyi, o zaman ehl-i velâyetin bir kısmı müşahede etmiş, bazı da rüyayla görmüşler. Üstadımın sözü burada hitam buldu.
İkinci fark şudur ki: Üstadım kendi şahsiyetini merciiyyetten azlediyor. Yalnız Risale-i Nur'u merci gösteriyor. Hazret-i Mevlânâ Hâlid'in şahsiyeti, kutbü'l-irşad, mercii'l-hâs ve'l-âmm olmuştur.
Haşiye
Madem Hazret-i Mevlânâ Halid, milyonlar etbâlarının ittifaklarıyla müceddiddir ve baştaki hadis-i şerifin bir mâsadakıdır. Ve madem tam yüz sene sonra, dört mühim cihet-i tevafukla beraber Risale-i Nur aynı vazifeyi görüyor. Demek, nass-ı hadis ile, Risale-i Nur eczaları tecdid ve takviye-i din vazifesini görüyorlar.
Üçüncü fark: Hazret-i Mevlânâ Hâlid, zülcenâheyndir. Fakat, zamanın muktezasıyla ilm-i tarikatı ve sünnet-i seniyeyi esas tutmak cihetiyle tarikatı daha ziyade tutmuşlar. O noktada sarf-ı himmet etmiş. Üstadım ise, şu dehşetli zamanın muktezâsıyla ilm-i hakikati ve hakaik-i imaniye cihetini iltizam ederek, tarikata üçüncü derecede bakmışlar.
Elhasıl: Baştaki hadis-i şerifin "Her yüz sene başında dîni tecdid edecek bir müceddidi gönderiyor" vaad-i İlâhîsine binaen, Hazret-i Mevlânâ Hâlid, ekser ehl-i hakikatın tasdikiyle, 1200 senesinin, yani on ikinci asrın müceddididir. Madem tam yüz sene sonra, aynen dört cihette tevafuk ederek Risale-i Nur eczaları aynı vazifeyi görmüş. Kanaat verir ki-nass-ı hadisle-Risale-i Nur tecdid-i din hususunda bir müceddid hükmündedir.
Benim Üstadım daima diyor ki: "Ben bir neferim, fakat müşir hizmetini görüyorum. Yani kıymet bende yoktur. Belki Kur'ân-ı Hakîmin feyzinden tereşşuh eden Risale-i Nur eczâları bir müşiriyet-i mâneviye hizmetini görüyorlar."
Üstadımı kızdırmamak için şahsını senâ etmiyorum.
Şamlı Hafız Tevfik
� � �
Refet Bey ve Hüsrev gibi Risale-i Nur şakirtlerinin Risale-i Nur bereketine işaret eden buldukları lâtif bir tevafuktur.
Risale-i Nur'un Isparta'ya ne derece rahmet olduğuna delâlet eden bir tevafuk-u acibe:
Risale-i Nur'un mazhar olduğu inâyâtın külliyetinden mühim bir ferdi de şudur ki: Isparta vilâyeti sekiz seneden beri Risale-i Nur'un müellifini sinesinde saklamıştı ve Barla gibi şirin bir nahiyesinde, Cenab-ı Hakkın lütuf ve keremiyle muhafaza etmişti. Bu müddet zarfında yavaş yavaş intişar eden Risale-i Nur'dan Isparta'da binler adam imanlarını takviye ettiler. Bilhassa gençler pek çok istifade ve istifaza ettiler.
Vaktâ ki, Üstadımızın Barla gibi lâtif ve şirin bir mahaldeki sıkıntılı ve pek acıklı ve en katı kalbleri ağlatan işkenceli esareti bitti. Risale-i Nur'un müellifi olan Üstadımızın nazarı Cenab-ı Hakkın avniyle Isparta'ya müteveccih oldu. Evhama düşen bazı zâlim ehl-i dünyanın teşebbüskârâne harekât-ı zahiriyesi bir sebeb-i âdi olarak yeni bir zulme hedef oldu. Üstadımız Isparta'ya getirildi.
Fakat Üstadımızın teşrif ettiği zaman yaz mevsiminin en hararetli zamanı idi. Yağmurlar kesilmiş, Isparta'yı iska eden sular azalmış, bir kısm-ı mühimminin menba'ı kesilmiş, ağaçlar sararmaya, otlar kurumaya, çiçekler buruşmaya başlamıştı.
Risale-i Nur'un en ziyade intişar ettiği mahal Isparta vilâyeti olduğu için,
Risale-i Nur hakkındaki inâyât-ı Rabbaniyeyi pek yakından müşahede eden Risale-i Nur şakirtleri olan bizler, mühim bir vâkıaya daha şahit olduk.
Bu hadise ise: Müellifinin Isparta'ya teşrifini müteakip, bir asır içinde bir veya iki defa vukua gelen, bu yaz mevsimindeki yağmurun kesretli yağması olmuştur. Pek harika bir surette yağan bu yağmur Isparta'nın her tarafını tamamen iska etmiş; nebatata yeniden hayat bahşedilmiş; bağlar, bahçeler başka bir letâfet kesb etmiş; ekserisi hemen hemen ziraatle iştigal eden halkın yüzleri, Risale-i Nur'un nâil olduğu inâyâtından ve bereketinden olan bu yağmurdan istifade ederek gülmüş, ruhları inbisat etmişti. Cenab-ı Hak, kemal-i merhametiyle, bu yaz mevsiminin bu şiddetli ve hararetli vaziyetini, baharın en letâfetli, en şirin ve en hoş vaziyetine tebdil etti. Güya Risale-i Nur, yüz on dokuz parçasıyla, müellifi olan Üstadımıza bir taraftan hoşâmedî etmek ve mahzun olan kalbine tesellî vermek ve gamnâk ruhunu tatyip etmek; ve diğer taraftan da, sekiz seneden beri yaşadığı Barla'yı unutturmak ve o muhteşem çınar ağacını ve dostlarını ve alâkadar olduğu şeylerden gelen firak hüznünü hatırlatmamak için, Cenab-ı Haktan yüz on dokuz risalenin eliyle, yüz on dokuz bin kelimeleri diliyle dua etti, yağmur istedi. Cenab-ı Hak, öyle bereketli bir yağmur ihsan etti ki, bir misli doksan üç tarihinde yağdığını ihtiyarlarımızdan işitiyoruz ki, bu tarih, Üstadımızın tarih-i velâdetine tesadüf etmekle beraber, bu umumî hâdise-i rahmet olan kesretli yağmur, hususî bir surette Risale-i Nur'a baktığına bir delili de şudur ki:
Risale-i Nur'un neşrine vasıta olan Üstadımız geldiği gün, Isparta'yı gayet hararetli ve yağmursuzluktan toz-toprak içinde görmüş. Barla gibi bir yayladan gelip böyle bir yerde dayanamayacağım, diye telâş ediyordu. Üçüncü veya dördüncü günü bahçeleri kısmen gezdiği vakit, sebze ve ot ve çiçeklerin susuzluktan buruştuklarını görerek gayet müteessirane su istiyor, yağmur talep ediyordu. Arkadaşımız olan Bekir Beyden, değirmenleri çeviren suyu göstererek "Isparta'nın suyu bu kadar mı?" diye sormuştu. Bekir Bey cevap verdi: "Gölcüğün suyu kesilmiş, gelmiyor. Isparta'nın dörtte birini sulayan bu sudan başka yoktur" dedi.
Üstadımızın Isparta'da çok talebesi bulunduğundan, ruhen yağmurun gelmesini istiyordu. Aynı günde öyle bir yağmur geldi ki, elli seneden beri Isparta böyle bir hadiseyi görmemiş. O yağmur yüzde doksan dokuz menfaat vermiştir. Bundan anlaşılıyor ki, o tevafuk tesadüfî değil; bu rahmet, Isparta'ya rahmet olan Risale-i Nur'a bakıyor. Lillâhilhamd! Bu kerem-i İlâhî neticesi olarak Üstadımız diyor ki: "Isparta bana Barla'yı unutturdu. Unutamayacağım birşey varsa, o da, her yerde olduğu gibi, Barla'da bulunan ciddî dost ve talebelerimdir."
Mustafa, Lütfi, Rüştü, Hüsrev, Bekir Bey, Refet
� � �
Süleyman Efendi, Mustafa Çavuş ve Bekir Beyin bir fıkrasıdır. Isparta'daki kardeşlerimizin fıkrasındaki dâvâyı ispat eden kuvvetli iki delili gösteriyor.
Refet Bey ve Hüsrev gibi kardeşlerimizin harika bir surette yağan umumî yağmur içinde Risale-i Nur bereketine hususiyetle baktığına, bizim de kanaatimiz geliyor. Çünkü gözümüzle yağmur hadisesini, hususî bir şekilde hizmet-i Kur'ân ve Risale-i Nur'a baktığını iki suretle gördük.
Birinci suret: Risale-i Nur'un vasıta-i neşri olan Üstadımızın camii, Barla'da seddedildi. Risale-i Nur'u yazacak hariçteki talebelerinin yanına gelmeleri men edildiği hengâmda kuraklık başladı. Yağmura ihtiyac-ı şedid oldu. Sonra yağmur başladı, her tarafta yağdı. Yalnız Karaca Ahmed Sultan'dan itibaren, bir daire içinde kalan Barla mıntıkasına yağmur gelmedi. Üstadımız bundan pek müteessir olarak dua ediyordu. Sonra dedi ki:
"Kur'ân'ın hizmetine sed çekildi, bu köydeki mescidimiz kapandı. Bunda bir eser-i itab var ki, yağmur gelmiyor. Öyleyse, madem Kur'ân'ın itabı var. Yâsin Sûresini şefaatçi yapıp Kur'ân'ın feyzini ve bereketini isteyeceğiz."
Üstadımız Muhacir Hâfız Ahmed Efendiye dedi ki: "Sen kırk bir Yâsin-i Şerif oku."
Muhacir Hâfız Ahmed Efendi bir kamışa okudu. O kamışı suya koydular. Daha yağmur alâmeti görünmezken, ikindi namazı vaktinde, Üstadımız, daima itimad ettiği bir hatırasına binaen Muhacir Hâfız Ahmed Efendiye söyledi ki: "Yâsin'ler tılsımı açtı; yağmur gelecek."
Aynı gecede, evvelce yağmadığı Barla dairesi içine öyle yağdı ki, Üstadımızın odasının altındaki Çoban Ahmed'in bahçesindeki duvar yağmurdan yıkıldı. Halbuki Karaca Ahmed Sultan'ın arkasında ve deniz kenarında balık avlamakla meşgul Şem'î ile arkadaşları bir damla yağmur görmediler.
İşte bu hadise kat'iyen delalet ediyor ki, o yağmur, hizmet-i Kur'ân'la münasebettardır. O rahmet-i âmme içinde bir hususiyet var ki, Sûre-i Yâsin anahtar ve şefaatçi oldu ve yağmur kâfi miktarda yağdı.
İkinci suret: Kuraklık zamanında, yirmi otuz gün içinde yağmur Barla'ya yağmamışken, Yokuşbaşı Çeşmesi yapıldığı bir zamanda menbaına yakın Üstadımız ve biz (yani, Süleyman, Mustafa Çavuş, Ahmed Çavuş, Abbas Mehmed ve sair kardeşlerimiz) beraber cemaatle namaz kıldık. Tesbihattan sonra dua için elimizi kaldırdık, Üstadımız yağmur duası etti. Kur'ân'ı şefaatçi yaptı. Birden, o güneş altında, herbirimizin ellerine yedi-sekiz damla yağmur düştü. Elimizi indirdik, yağmur kesildi. Cümlemiz bu hale hayret ettik. O vakte kadar yirmi otuz gündür yağmur gelmemişti. Yalnız o yağmur duası ânında, dua eden her ele yedi-sekiz damla düşmesi gösterdi ki, bunda bir sır var. Üstadımız dedi ki: "Bu bir işaret-i İlâhiyedir. Cenab-ı Hak mânen diyor ki: Ben duayı kabul ediyorum, fakat şimdi yağmur vermiyorum." Demek sonra sûre-i Yâsin şefaat edecek. Nitekim öyle olmuştur.
Elhasıl: Isparta'daki kardeşlerimizin umumî rahmet içindeki Risale-i Nur'un bereketine dair dâvâ ettikleri hususiyeti, bu iki kuvvetli delille tasdik ediyoruz.
Barla'da
Şem'î, Mustafa Çavuş, Bekir Bey, Muhacir Hâfız Ahmed, Süleyman
� � �
Ehl-i iman-bilhassa şimdiki Risale-i Nur'un zâkir ve muvahhid şakirtleri-öyle bir cadde ve minhâca girmişler ki, o cadde gayet müstakim, gayet nurlu, gayet sevimli. Bütün iki tarafı elmas, inci dükkânı... Bunların başında, nass-ı Kur'ân'dan gelen ve Kur'ân-ı Kerîmin ve Furkan-ı Hakîm'in âyât-ı beyyinatından intişar eden Risale-i Nur'un yüz yirmi parçasından beher parçası birer mürşid-i âzam, birer mürşid-i ekmel, birer kal'a-i hasin, birer elmas kılıç olarak sabittir. Öyleyse, ey Lütfi, Risale-i Nur'a sıkı yapış ki, bir mürşid-i ekmel bulasın. Lisanına tevhidi ver ki, şu muhkem kaleye giresin; Feyyâz-ı Mutlak'ın kelâmı olan Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyâna hâdim ol ki, o elmas kılıncı elinde tutasın.
İşte o kılıçla, hiç havfsız, başlarını sarhoşlukla o bataklığa sokan dinsizlerin kafalarına vurarak atla. Ondan sonra, gibi kat'î delilleri Peygamberimiz Sallallahu Teâlâ Aleyhi Ve Sellem Efendimizden müteselsilen, bütün Risale-i Nur'un müellifi Üstadımız Said Nursî'nin yetiştiği ve serbest gezdiği "Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye (a.s.m.)" olan hatt-ı müstakîmi bari bir parça da sen takip et ki başın felâh bulsun.
Şu geçen Cuma günü ruhumda bir sıkıntı devam ederek, Üstadım için sırrını istinsah ediyordum. Maalesef emrâz-ı asabiyemin hadsiz istilâsı, o mühim risaleyi pek âni olarak akîm bıraktırdı. Tekrar yine başladım, bir parça yazdım; baktım ki, yine satır geçmişim, evvelki yazdığım yere mürekkep dökülmüş. Kendimde o sıkıntı hâlâ duruyor. Tekrar olarak abdest üstüne abdest aldım, bütün seyyiatımı itiraf ederek ortaya döktüm, istiğfar ettim. Mübarek dua olan salâvat-ı şerifeye başladım. Sonra kalbime geldi ki, Üstadımdan himmet isteyeyim. Üstadımın üstadına dediği gibi, ben de derim ve dedim... O hal, o vaziyet el'an devam ediyordu. Hattâ intihar derecesine kadar gelmişti. Dedim: "Aman yâ Rabbî! Bundaki hikmet nedir?" Ve o risaleyi ertesi güne tâlik ettim.
O akşam, yani Cumartesi gecesi, âlem-i menamda, Üstadım Atabeyin Zergendere Mescidinde imiş. Sabah namazına gidiyormuşum. Tesadüfi bir karakol
kumandanı bana dedi ki: "Nereye gidiyorsun?" "Camie" dedim. Beni takiben camie o da girdi. Gördüm ki, Üstadım bir karyola üzerindedir. Evvelki cemaatimizden hariç, içeride beş-altı daha jandarma bulunuyor. Cemaat devam ediyorlar. O beraber girdiğimiz kumandan ise, cemaatimize karşı "Aman siz ne yapıyorsunuz?" diyerek kendisinin itliğini ispat edip, mağruriyetinden içeriye tükürdü. O anda Üstadım o dinsizin yüzüne tükürüp "Git yanımızdan, pis!" dedi, tard etti. Hemen o zaman elimi sağ taraftaki deliğe uzattığımda bir kasatura geldi. Hiç meslek ve meşrebimize uymayan, her cihetle muhalif hareket eden Hasan isminde bir adam o kasaturayı alıp ve ucuyla o dinsizi göstererek, "Aman efendim, aman hocam, siz yalnız emir buyurunuz, bu dinsizin imhâsına sebep ben olacağım" dedi ve aynı zamanda bir sağ omuzuna, bir de sol omuzuna vurdu ve gitti. Bütün bu dinsizler bunu görünce tevehhüme düşüp "Başımıza belâ bulduk, bizden Hocanın yanına kimse gitmez.
Ancak Ethem Çavuş Haşiye 1 var, onu gönderelim, bizim için yalvarsın, yakarsın; aman biz hepsinden vazgeçtik" dediler.
O sabah bu garip rüyayı Zühdü Efendi ve Hafız Ahmed ağabeylerime söyledim. Hattâ o gün Hafız Ahmed, Üstadımı ziyaret için iki bardak suyla beraber Isparta'ya gitmek istedi. Fakir de gittiğine memnun oldu. Rüyayı tenbih ettim, çünkü o gece gördüm. Nitekim söylemiş. Fakat çok acıklı haberden o kadar müteessir oldum ki, o zaman anladım, ruhumdaki sıkıntı bu imiş. Haşiye 2
Lütfi
� � �
Haşiye 1
Câ-yı hayrettir ki, o gecede Keçiborlu'da bulunan Ethem Çavuş herkesten evvel o hadiseden müteessir olarak imdada gelmişti.
Sevgili Üstadım,
"Mirkatü's-Sünne ve Tiryâk-ı Marazü'l-Bid'a" ismine hakikaten elyâk olan Otuz Birinci Mektubun On Birinci Lem'asını kardeşlerimle ve dostlarımla defâatle okudum. Gayet azim bir tebşirat-ı Peygamberi ile başlayan bu risâlenin on bir nüktesinden herbir nüktesi başka bir hüsün ve başka bir letâfette yazılmakla beraber; ittiba-ı sünnetin maddî ve ınânevî fevâidi tâdad edilirken, akla açılan kapılardan içeriye giriyor. Her kapının içerisinde bulunan kapılar ve pencerelerden bakaıak, gördüğü hakikatler karşısında hayran oluyor. Gösterdiği deliller ile muterizlerin itirazlarına mükemmel ve muntazam cevaplar vermekle mukabele ediyor. Ehl-i şevke, "Benim gösterdiğim kapılardan girseniz, müşkilâtsız ebedî bir saadete kavuşmuş olacaksınız" diyerek ittiba-i sünneti, her bir Müslümana, hayatında düstur ittihaz etmesini tavsiye ediyor. Talebelerine, anlayabilecekleri bir tarzda emr-i azim olan dersîni takrir ederken, "Ben zâhiren 15-16 sahifeden ibaret küçük bir risâleyim. Fakat hakikatte neşrettiğim nurla çok büyük denizleri geçecek bir azamette ve çok büyük yıldızların nurlarını setredecek kudretteyim. Bahtiyar ol kimsedir ki, beni hâfızasında nakşederek, benimle âmil olur" diyerek beliğ ve çok yüksek ve nihayet derecede lâtif sözleriyle bizleri irşâd ediyor.
Bu hakâiki gösteren bu risâleden, gücüm yetse de yüz tane, iki yüz tane yazabilsem. Heyhât! Elim kısa, sa'yim mahdut, aczim herbir emr-i hayrı arzuma kadar ifâya mâni... Bu kadar arzuya rağmen yazabildiğim bir nüshasını takdim etmiş bulunuyorum. Hüsn-ü kabul buyurulursa benim için en büyük saadettir.
Ahmed-i Bedevî Hazretlerinin kerâmetkârane hareketiyle, semâvat ve arzın tabakatından bahseden On İkinci Lerrı ayı üç-dört defa okudum. Sevgili Üstadım, rızka muhtaç herbir zihayatın rızkı, Rezzak-ı Hakiki tarafından taahhüd altına ahndığı ve rızık ancak Mün'im-i Hakikînin yed-i kudretinde bulunduğu, o kadar güzel bir üslûb ile târif buyuruluyor ki ve talebelerine, o kadar şirin ve âli bir ders veriyor ki, akıl eğriliğe, nefis itiraza, kalb inkâra sapacak hiçbir yol bulamıyor. Zaferi kazanan ordular gibi insanın bütün kuvâsına, "Ey kıymettar risâleler ve ey nuranî feyyaz Sözler, meydan sizindir! Size teslim olmuşuz! Beşeriyete ve bütün mükevvenâta hükümran olan Hâlık-ı Azîmin hak sözleriyle bizlere tarik-ı hidayeti ve istikameti gösteriyorsunuz" dedirtiyor. Bilhassa arz ve semavâtın yedişer tabaka olduğuna dáir âyat-ı azîmenin küllî ve umumî ve şümûllü maânisinin tatlı ve lezzetli ve şirin hakâikını okurken, insanın hissiyatına kalemi tercüman olabilse de, bu risâlelere mukabele edebilse... Heyhât!
Her tarafını anlayabilmek imkânı olmamakla beraber-bu kısımda-arzın yedi iklimi ve birbirine muttasıl yedi tabakası ve bu tabakalardaki nûranî mahlûkatın mürûr-u uburuna hiç bir şeyin mâni olmaması hâlâtı; ve elektrik ve
ziya harareti nakil ve kâinatı baştan başa istilâ eden madde-i esiriyeden başlayarak semavâtın yedi tabakasının kabul edilmesine hiçbir mâni olaınayacağı, fennen, aklen ve hikmeten muhtelif delâil ile isbat edilmesi ve sonunda semâvâtın yedi tabaka ve arzın yedi kat olduğu hakkında Kur'ân-ı Hakîmin ifâdatının tasdik edilişi, akıl ve kalb şübehata atılacak yol bulamaması, risâlelerin büyüklüklerine has bir keramet-i kübra olduğunu gösteriyor. Böyle azim hakikat-ı Kar'âniyeyi göremeyen feylesofların ve kozmoğrafyacıların kulakları çınlasın!
Evet, sevgili, kıymettar Üstadım, bu nurlu misilsiz eserler, insanın şübehatını izale ettiğine ve şüpheleri dâvet edecek karanlık bir nokta bırakmadığına kat'i bir kanaatle İmân ettiğim gibi, temas ettiğim kardeşlerimden ve mütalâasında bulunan zevâttan kanaatımın umumen tasdik edildiğini işittiğim anlar, her tarafımı meserret kapladığını hissediyorum.
Ey sevgili Üstadım, her hususta size yapılacak dua için kelimat bulamıyorum. Zât-ı Zülcemal, bu kadar güzelliklere, hazine-i rahmetinden binler güzellikleri size ihsan etmekle mukabele buyursun. Âmin.
Husrev
Eyyühe'l-Üstad,
Kelâmullahi'l-Azîzi'l-Mennân olan Hazret-i Kur'ân, şeâir-i İslâmiyenin hâdimlerini cenâh-ı himaye ve re'fetine alarak, bu defaki hâdise-i elîmede bir seneden beri mülhidlerin çevirdikleri plânlarını akîm bırakıp, zahiren üç kardeşimizi beraat ve mânen milyonlar mü'min muvahhidînin zümresine nişâne-i beraatini bahş ve mülhidlere ebediyet ve ezeliyeti izharla kendini müdafaa ve hadimlerini muhafaza ve himaye ettiğini ve edeceğini göstermekle, Kur'ân hâdimlerinin kulûbu, behçet ve sürura müstağrak olarak, ilerlemek istedikleri hâlisâne emel ve gayelerinde adımlarını daha ziyade uzatmaya ve dairelerini daha ziyade tevsie başlamışlardır. Elhamdü lillâh, hâzâ min fadli Rabbî.
Aziz Üstadım, Cenab-ı Kibriyânın mahzâ bir lütuf ve nihayetsiz bir kerem ve ihsanı olarak Nurlar Külliyatı, bu abd-i pürkusur gibi nice gafillere ihsan buyurularak, sürekli yağmurların arz üzerinde tathîrat yaptığı gibi, nurlar mahallesinde şu asr-ı dalâlet ve devr-i bid'atte çirkâb-ı hayat-ı maddiye bataklığına batan bu âciz kula, "Zararın neresinden dönsen kârdır" ders-i ikazını vererek, hamden sümme hamden, zulmet vadisinden çıkararak şâhika-i Nura yetiştirmişti.
Her nasılsa, bir sene evvel, "Ey Sabri! Belki hubb-u câha meyledersin; olur ki, o cihette bir arzu uyandırır. Gel, o bedbahtların bulanık havuzcuğuna bir daha dal, çık" denildi. Elhamdü lillâh, selâmet çıktım. Bundan halâsım nazar-ı fakirânemde pek ehemmiyetli bir kurtuluştur.
Talebeniz Sabri
� � �
Hafız Ali'nin bir fıkrasıdır.
Aziz Üstadım,
Otuz Birinci Mektubun On Üçüncü Lem'ası, "Hikmetü'l-İstiâze" nâm-ı âliyi taşıyan bir parça-i nuru aldım. Elhamdü lillâh, istinsaha muvaffak oldum. Cenab-ı Hak, hazine-i bînihayesinden emsâl-i sairesini ihsan buyursun. Âmin, bihurmeti Seyyidi'l-Murselîn.
Üstadım efendim, bu azîm hakikati taşıyan risale, fakir talebenizde pek azîm tesirat yaparak, dimağım ve bütün duygu ve hâsselerim, o azîm hakaik üzerine serpilerek, toplanmaz bir hale geldiler. Gündüzde, güneşin ziyası karşısında kalan yıldız böceği gibi, gerek güneşin tarifini ve gerekse kendi şavkıyla daire-i muhîtinde bulunanları tarif edemediği gibi; fakir, aynı hal kesb ettim.
Evvela: Bu risale, diğer tevhide dair büyük risalelerin bir büyük kardeşi olabilir. Zira, nasıl ki öbür kütle-i nur, Cenab-ı Hakkın âlem-i kebirde cilve-i cemal ve kemal ve Esmâ-i Hüsnâsını pek zahir bir tarzda âmâ olanlara da gösterdiler. Aynen bu parça-i Nur, âlem-i asgar olan ve Esmâ-i Hüsnâya ayna olan ve hilkat-i dünyanın ruhu mesabesindeki beşerin kemal ve sukutuna, ebediyet ve ademine sebep olan en büyük vesile ve desiseleri, pek yakînen keşfedip gösteriyorlar.
Saniyen: Bu hakikatleri düşünürken kalbime şöyle geldi ki: Nasıl ki, "Hüdhüd-ü Süleymanî, zeminin suyu meçhul olan yerlerinde hafriyatsız suyu bulmaya vesile idi" diyorlar. Aynen bu risale, hüdhüd-ü Süleymanî tarzında, âlem-i asgar olan insanın ezdadlardan müteşekkil cism-i vücudunda nur-u İmân yatağı olan kalbi, biaynihî gösteriyor. Zemin yüzünde zararlı ve zararsız otları teşhis eden kimyagerin âb-ı hayat bulduğu gibi, binde bir hakikatini ancak görebildiğimi anladığım bu eser-i âli, bütün ehl-i İmân ve zîşuura, menba-ı hakîkisi olan Kur'ân-ı Hakîm gibi, nurlarıyla âb-ı hayatı serpiyor.
Hâfız Ali (r.h.)
� � �
Ahmed Hüsrev'in bir fıkrasıdır.
Üstadım Efendim,
Bir hafta evvel "Hikmetü'l-İstiâze" isimli risalenin bir kısmını ve birkaç gün evvel de diğer kısmıyla, On Dördüncü Lem'anın Birinci Makamını aldım. Hikmetü'l-İstiâzenin Birinci Kısmını müteaddit defalar kardeşlerimle okudum.
Ey sevgili Üstadım,
Bu kıymettar risaleyle mücahid talebelerinize öyle güzel bir ilâç takdim ediyorsunuz ki, bu ilâçlarla mânevî yaralarımızı o kadar güzel ve çabuk tedavi ediyorsunuz ki, o pek müthiş yaralarımız bir anda iltiyâm buluyor,
ıztıraplarımız o anda zâil oluyor, kalblerimiz serâpâ sürurla doluyor. Rabb-i Kerîmimize karşı taşımakta olduğumuz muhabbetimiz tezayüd ediyor. Ve Halık-ı Rahîme karşı olan âdâbımıza bile halel gelmeyeceğini okudukça, vazifedeki şevk ve gayretimizi arttırıyor.
Evet, aziz Üstadım, ekser zamanlar ins ve cin şeytanlarının hücumlarından ve terbiye edemediğim âsi nefsimden gelen birtakım havâtır-ı şeytaniyeden kurtulmak için pek çok çabaladığım zamanlarım oluyordu. Kalb, bu gibi hâletten kurtulmak için inzivâ ararken, Nakşî kahramanlarının "Terk-i ukba, Terk-i ukba, Terk-i hesti, Terk-i hest" diye olan esâsâtı dimağıma ilişiyordu. Fakat bu söze cevap veren aziz Üstadımın beyanı arasında, "İnsan bir kalbden ibaret olsaydı, bu söz doğru olabilirdi. Halbuki, insanda, kalbden başka akıl, ruh, sır, nefis gibi mevcut olan letâif ve hâsseleri kendilerine mahsus vezaife sevk ederek zengin bir dairede, kalbin kumandası altında ifâ-yı ubudiyeti" tavsiye buyuruluyor. Güneş gibi böyle hakikatleri izhar eden böyle nurlu düsturlar talebelerinde esas olduğu için, sâlifü'l-arz havâtıra çare arıyordum.
Talebelerinin her an ihtiyaçlarını düşünüp çareler arayan, ilâçlar hazırlayan, ihzârâtını zahmetsiz olarak talebelerine istimal ettiren, mukabilinde hiçbir şey istemeyerek minnet ve medhin Cenab-ı Hakka yapılmasını emreden sevgili Üstadım! Size evvelden beri "Lokman" nazarıyla bakmaktayım. Evet, hakikaten bir Lokman'sınız. Lokman Hekim gibi, kalbî arzularımızı işiterek bu risalelerle muâlece uzatıyorsunuz. Bedi' olan Cenab-ı Hakkın bedâyii içinde, kemaliyle her cihette derece-i nihâyeye vâsıl olan bedi' kelâmından, bedi' bir kuluyla ihsan ettiği bu bedayii medhedebilmek, intak-ı bilhak olmadıkça elbette imkânsızdır. Bu vâdîde ne kadar söz söylenilse yine azdır.
Sevgili Üstadım, herhangi bir risaleyi açıp okuyacak olsam, hissem kadar dersimi alıyorum. Halbuki, evvelce bu risaleleri tamamen yazdığım için, okumaya pek az vakit bulabiliyordum ve el'an da öyleyim. Evvelce okuduğum zamanlar istifadem az oluyordu. Şimdi ise, Nurların hakikatlerini gördükçe minnet ve şükrüm tezayüd ediyor, kalbim nurlarla doluyor, ruhum nurlarla istirahat ediyor, letâifim bu Nurlarla hisseleri kadar feyizyâb oluyor. Ve yine Cenab-ı Haktan ümid ediyorum ki, hissem ve istifadem gün geçtikçe çoğalacaktır ve nasibim artacaktır.
Bu hadisat gösteriyor ki, bedi' âsârın büyük bir hâsiyeti ve bir kerâmetidir ki, talebelerini başka ellere vermiyor ve nurlandırmak için başka kapılara boyun büktürmüyor. Ağlayan kalblerimize teselliler veriyor. İmanlarımızı takviye ediyor. Lika-i İlâhîyi iştiyakla istetiyor ve sonunda da, "Ya Rab! Sen Üstadımızdan hoşnud olacağı tarzda razı ol!" nidalarını, lisanen ve kalben söylettiriyor.
Talebeniz
Ahmed Hüsrev
� � �
Sabri'nin bir fıkrasıdır.
Eyyühe'l-Üstad,
Eyyam-ı baharın herbir gününün, birer letâfet ve tarâvet-i bîmisâli ve acip tebeddülü, Fâtır-ı Akdes Hazretlerinin nihayetsiz kudret ve azametini irâe eylediği gibi, deryâ-yı Nurun da bînazîr ve hayret-bahş bir baharı; Minhaclar, Mirkatler, İstiâzeler ve emsâli lâtif, şirin, nuranî ezhâr ve esmâr-ı bînihayeleri, ehl-i İmân ve tevhide taze hayat bahşediyorlar. Bu nurlar öyle manevî gıdalar ki, herkesi, her an doyurmaya kâfi; ve bu elmaslar öyle kıymettar birer rida'lardır ki, herkesi her zaman ısıtmaya vâfidir.
Aziz büyük Üstadım, bu risaleleri okudukça ruhum güller gibi açılıyor, hayat-ı fâniyeden gelen âlâm ve meşakkati kaldırıp atıyor. Yerine, kanaat gibi bir kenz-i mahfîyi iddihar ediyor. Ve diyorum:
"Ey ruh! Şimdiye kadar mânevî talep ve arzularını temin eden Nur fabrikasının elmas ve cevherlerinden her birerlerinin ayrı ayrı kıymet ve zarafetlerini görünce, bundan daha kıymettar bir eser olamaz deyip, sen hâlen, ben kalen hükmediyorduk. Envâr-ı Kur'âniye ve reşehât-ı Furkaniye ve lemeât-ı bekaiyenin işte nihayeti yokmuş. Elhamdü lillâh hakaik-i Kur'âniyeden yevmen feyevmen nasîbedar oluyoruz ve olacağız inşaallah. Hemen Cenab-ı Kibriya, şu enhâr-ı kevseri hayat-ı bâkiye harmanı olan mahşere kadar akıtsın... Âmin.
Üstadım Efendim, bugün harekât-ı mâziyem ile ahvâl-i hâzıramı mukayese ciheti ihtar edildi. Âlâ kaderi'l istitâati tetkik ettim. Neticede ahvâl-i hâzıramı hamden summe hamden sıklet cihetinde pek hafif ve kıymet hususunda pek ağır buldum. Harekât-ı sabıkam ise bunun hilâfınadır. Elhamdü lillâh, Cenab-ı Feyyâz-ı Hakikî, âciz, fakir, muhtaç kullarından rahmet-i Rabbaniyesini esirgemedi.
Hoca Sabri
� � �
Ehl-i bid'anın şiddetli hücumuna mâruz kalan Süleyman hakkındadır.
Sual: Süleyman nasıl adamdır? Başta buranın memuru, çok adamlar onu tenkid ediyorlar. "Lüzumsuz sözleri hocaya söylüyor, yanlış ediyor, adeta münafıklık ediyor" derler. Sana çoktan beri hizmet ediyor; mahiyeti nedir, bildir.
Elcevap: Süleyman sekiz sene benim gibi asabî, hiddetli bir adamı hiçbir vakit gücendirmeden, hiçbir menfaat-i maddî mukabilinde olmayarak, kendi işini bırakıp, kemâl-i sadakatle lillâh için hizmeti bu köyce malûmdur. Böyle bir adamla bu köy değil, belki bu vilâyet iftihar etmeli. Bu tarz ahlâk, bu zamanda bulunması, medâr-ı ibrettir. Ben hem garip, hem misafirim. Benim istirahatimi temin etmek köyün borcu idi. Bu köy namına Cenab-ı Hak onu ve Mustafa Çavuş'u ve Muhacir Hafız Ahmed'i ve Abdullah Çavuş'u bana ihsan etti. Ben de Cenab-ı Hakka şükrediyorum. Bunlar, bana yüzer dost kadar kıymettar göründüler, vatanımı bana unutturdular. Gurbet ve misafirlik elemini bana çektirmediler. Bunların yüzünden ben, bu köyün hayatta ve vefat edenleriyle alâkadar olup, onlara her zaman dua ediyorum. Sadakatçe Süleyman'dan geri kalmayan Mustafa Çavuş'la, Muhacir Hafız Ahmed, şimdilik hücuma mâruz olmadığından iyiliklerinden bahsedilmedi. Bir parça Süleyman'dan bahsedeceğiz. Şöyle ki:
Süleyman, benim her hususî işimi ve kitabetimi kemâl-i şevkle, minnet etmeyerek, mukabilinde birşey kabul etmeyerek, kemâl-i sadakatle yapmış. Hattâ o derece hizmeti sâfi ve hâlis, lillâh için yapıyordu, belki yüz defadan ziyade arzu ettiğim dakikada, ümit edilmediği bir tarzda geliyor; "Fesübhânallah," diyordum. "Benim arzu-yu kalbimi, bu işitiyor mu?" Anladım ki o, istihdam olunuyor; sadakatinin kerametidir. Hattâ hizmetimde bulunduğu birgün, bir yaşındaki kız çocuğuna bakılmamış. Yüksek bir damdan, taş üstüne çocuk düştü. O hizmet sadakatinin bir ikram-ı İlâhî olarak, o çocuk hiçbir teessür ve hastalık görmediği gibi, sütten, memeden bile kesilmedi. Her neyse, bu tarz sadakatının lem'alarını çok gördüm.
Süleyman'da sadakatle beraber esaslı bir ihlâs gördüm. Evet, bu günlerde insafsız insanlar, onun şeref ve haysiyetini kıracak derecede, hakkında işâalar izhar ettikleri zaman, ona tesellî nevinden dedim ki: "Sana bu su-i şöhreti takmakla riyadan kurtulursun." O da kemâl-i sürur ve ciddî bir surette o teselliyi kabul etti.
Gelelim gıybet hakkındaki mesleğine: Bu zat, bende gıybet hakkında ne kadar şiddetli bir nefret olduğunu bildiği cihetle, beni kızdırmamak için, mümkün olduğu kadar-cevaz da olsa-söylemiyor. Ve bilhassa Ramazan'da, bütün bütün içtinab eder. Zaten ahlâkında başkasına muzırlık yok. İnsafsızların işâasına sebep, bu kadar olmuş: Birisi sormuş, "Hoca Efendi filân adama şöyle demiş mi?" O da geldi, bana aynı sözü söyledi ki, o adama cevap versin. Halbuki o sözde ne gıybet var, ne de birşey. Her neyse...
Ben bu köyde ümit etmiyordum ki, benim en ziyade itimad ettiğim ve tam ahlâklarına ve diyanetlerine kanaat ettiğim Mustafa Çavuş, Süleyman Efendi gibi kardeşlerimi tenkit etsinler. Zannederdim ki, ben gittikten sonra, burada benim yerimde, bana ettikleri hürmeti onlara edecekler. Ümidim budur ki, köy halkının yüzde doksanı onların kıymetini takdir edecekler. Birkaç insafsızlar tenkit ededursunlar, o tenkidlerden ne çıkar? Bunlara ilişmek, doğrudan doğruya bana ilişmektir.
Bana hizmet eden mezkûr kardeşlerim, hiçbir maddî menfaati düşünmeyerek ve kabul etmeyerek ve bilâkis kendi keselerinden bana ve misafirlerime bakıyorlar. Hattâ Süleyman'a bazı yemediğim bir ekmek
verdiğim vakit, hatırımı kırmayarak alır. Fakat kat'iyen mukabelesiz almıyor. Ona mukabil evinden getiriyor. Ara sıra birer bardak çay ısrar ediyordum, ilhâhıma karşı istinkâf ediyordu. "Niçin böyle yapıyorsun?" derdim. "Hizmetimize maddî fayda girmeyip, fîsebîlillâh, ihlâslı olmak istiyoruz" derdi.
Hattâ bu Süleyman ve Mustafa Çavuş, misafirlerim için çok hizmet ettikleri halde, hiçbir vakit hiçbir misafir bu iki zata bir hediye getirdiğini görmedim, bilmedim. Yalnız Bekir Bey bir defa Süleyman'ın küçük kızına birkaç meyve vermiş. Ona mukabil Süleyman-bildiğime göre-birkaç defa patlıcan, biber, kavun gibi sebzeler hediye edip ona göndermekle beraber, Bekir Bey buraya geldikçe onun, hem başka misafirlerin hayvanatına saman, arpa verir.
Bunun bu ahlâkı zatında vardı. Yanıma geldiği vakit, benim bir düstur-u hayatım olan istiğnâ ve insanların hediyelerini almamak kaidesi, onun aslî ahlâkına muvafık gelmiş. Daha ziyade, insanların değil hediyesini kabul etmek, onlara ettiği iyiliklere mukabil dahi birşey kabul etmiyor. Hattâ yüz defa ben ısrar etmişim; benden fazla kalan birşeyi kabul etmiyor.
Hattâ bir defa, bir kıyye kadar üzüm, kayısı kurusu, bir kıyye bal ben yemiyordum. Misafirlere de yedirmek istemiyordum. Ona ısrar ettim, "Bu hediyemdir, teberrükümdür. Çocuklarınıza hediye ediyorum, almaya mecbursun" dedim. Aldı, iki şinik buğdayını, bana, değirmende öğüterek getirdi. Dört aydır daha bitmemiş.
İşte bu zatın hakikî hali bu surette iken, insafsız insanlar bunun hakkında işâa ediyorlar ki, "Said'in sayesinde yaşıyor." O da kemâl-i iftiharla dedi: "Evet, Üstadımın sayesinde kanaati ve iktisadı öğrendim, rahatla yaşıyorum. Halkların bu sözleri bana iyidir. Beni riyadan kurtarır, ihlâsa sevk eder" dedi.
Ben de dedim: Sana iyidir, hizmet-i Kur'ân'a zarardır. Onun için hakikat-i hali beyan ediyorum, tâ ehl-i bid'a bilsin ki, ihlâsla, lillâh için çalışıyorlar.
Said Nursî
� � �
Aziz kardeşim Mustafa Efendi,
Bazı emarelerle ve bazı zevâtın hüsn-ü şehadetiyle bana kanaat gelmiştir ki, zatınız dahi Müezzinzâde Bekir Efendi gibi bana ciddî bir talebe ve samimî bir âhiret kardeşi olabilirsiniz. Hem senin merhum pederin Hacı Said Efendi, silsile-i duamda çoktan beri dahildir.
Bu defaki gayet kıymettar hediyen olan zemzem suyu ve Medine-i Münevvere hurmasına mukabil, gayet kıymettar ve ehl-i İmân mâbeyninde nihayet derecede muteber ve ehl-i dalâlet başında sâika gibi tesir gösteren, Otuz Birinci Söz olan miraç ve şakk-ı kamere dair risaleyi ve vahdaniyet ve marifetullah ve muhabbetullaha dair ve ehl-i tahkik meyanında emsalsiz ve pek meşhur ve nuranî üç mevkıflı olan Otuz İkinci Sözü takdim ediyorum. Eğer zatınız hattı güzel bir zatı bulup size, kendinize istinsah etsen çok iyi olur. Fakat tashihine dikkat edilsin. Bir iki defa, kardeşim Seyyid Şefik'in muavenetiyle mukabele edilsin. Sonra Bekir Efendi alsın, kendine ve kayınpederine yazdırsın. Eğer zatınız öyle iyi bir kâtip bulamadın; aslı sana kalmak ve birkaç defa Bekir Efendiyle beraber okumak şartıyla Bekir Efendiye veya Mehmed Efendi veya Hâfız Hidâyet Efendi gibi kıymetini takdir eden ve münasip gördüğün zatlara ver, kendilerine yazdırsınlar.
Haber almışım ki, Arabî olarak eski hurufla Matbaa-i Evkafta tab edilmek izni varmış. Eğer Cenab-ı Hakkın rahmetiyle, Türkçe olarak eski hurufa müsaade-i resmî olduğu dakikada ve Bekir Efendi şu iki risaleyi Seyyid Şefik'in taht-ı nezaretinde tashihine gayet dikkat etmek şartıyla çabuk tab ediniz. Tab masrafını da kesenizden sarf etmeye mecbur değilsiniz. Çünkü, Haşir Sözüne seksen banknotu sarf ettik; üç yüz banknotu kazandık. Demek bunlar satılmayacak mallar değildir. Müslüman ruhları bunlara gıda gibi muhtaçtırlar. Yalnız iki yüze yakın aboneler bulunsa, birisi tab edilse hem fiyatını çıkarabilir, hem
başka risalelerin de tab'ına medar olabilir. Halklardan sadaka kabul etmediğim gibi, kitaplarıma da sadakalarla tab'ını kabul etmem. Yalnız gayretinizi ve himmetinizi, Onuncu Söz gibi, yalnız yanlışsız ve güzelce tab'ına ve matbaadaki tashihatına sarf ediniz. Ve birinci olarak tab ettirdiğiniz risalenin masârif-i tab'iyesi ne kadar ise bana bildiriniz. Ben borç eder, para gönderirim.
Eğer tab'ına muvaffak oldunuz; zatınız, pederiniz gibi çok sevdiğiniz Medine-i Münevvere ve Mekke-i Mükerreme ahâlisine bir miktar nüsha gönderseniz çok iyi olur. Belki eski hediyelerinizden daha hayırlı hediye hükmüne geçecektir, inşaallah.
Said Nursî
� � �
Hulûsi Beye hitaptır.
Aziz kardeşim,
Sizler sabah ve akşam duamda dahilsiniz. Siz dahi beni duanızda dahil ediniz. Şu âlemde mü'minin mü'mine karşı en büyük yardımı dua iledir. Eğer bir adam, dostundan emin ise ki gurura girmez; onu şükre sevketmek için, tahdis-i nimet nev'inden ona ait bir kısım ihsânât-ı Rabbaniyeyi bahsetse beis yoktur zannederim.
İşte, seni gurursuz bildiğim için bu sırrı sana açıyorum. Şöyle ki:
Ben Sözleri yazarken ihtiyarsız olarak ekser temsilâtı, şuûnât-ı askeriye nev'inde zuhur ediyordu. Ben hayret ediyordum, neden böyle yazıyorum? Sebebini bulamıyordum. Sonra hatırıma geldi ki, belki istikbalde şu Sözler'i hakkıyla anlayacak, kabul edip hırz-ı cân edecek en mühim talebeleri askerîden yetişecek. Onun için böyle yazmaya mecbur oluyorum, düşünüp o kahraman askerleri bekliyordum.
İşte mağrur olma, şükret; sen o askerlerden bahtiyar birisisin ki, evvel yetiştin. Yirmi dört adet Sözleri meşâgil-i dünyeviye içinde yazmaklığın, benim bu hüsn-ü zannımı teyid etti. Fakat bâki kalan çok mühimdirler. Hususan i'câz-ı Kur'ân ve Kader Sözleri. İnşaallah ötekileri sana yazdıran, bunları dahi yazdıracak. Şimdiye kadar yazdığın Sözleri bir vakit gönder, güzelce tashih edip göndereceğim.
Merhum Muallim Cudi'nin kasidesi mübarektir. Cenab-ı Hak o zatı şefâat-i Kur'ân'a mazhar etsin. Görmemiştim, görmesinden memnun oldum, Allah senden razı olsun. Yazdığın salâvat-ı şerife ise, onun hususunda birşeye rastgelmedim. Fakat ondaki letâfet ve nuraniyet gösteriyor ki, o onun hakkında zikredilen sevaba ve fazilete lâyıktır.
İşittim ki, Onuncu Sözden sen kendi
nüshanı pederinize göndermişsiniz. Ben ona mukabil bir nüshayı kardeşime hediye ediyorum. O nüshada, fehmi teshil eder çok yerlerinde çizgi çekilmiş. Onu Şeyh Mustafa, Hakkı Efendi, Hüseyin Efendiye veriniz ve daha sair bildiğinize gösteriniz-tâ onlar nüshalarını onun gibi yapsınlar.
Kardeşim, şu gurbet, esaret, yalnızlık vahşetinde Şeyh Mustafa, Hakkı Efendi, sen ve Hüseyin Efendi gibi nurlu dostlarla ünsiyet edip tesellî buluyorum. Cenab-ı Hak beni de, sizi de tarik-i Haktan şaşırtmasın. Âmin.
Şeyh Mustafa ve Hakkı ve Hüseyin ve Edhem Efendilere selâmla dua ederim.
Said Nursî
� � �
Hulûsi Beye hitaptır.
Gayyûr, ciddî, hâlis ve muhlis âhiret kardeşim,
Evvelen: Size Otuz İkinci Sözün İkinci Mevkıfını gönderdim. Haşiye Dikkatle okuyunuz ve güzelce yazınız. Hatâlar varsa da tashih ediniz. Acele ve hazin bir kalble yazıldığı için, içinde müşevveşiyet bulunacaktır.
Saniyen: Muvakkat bir fütur, bir tembellik sizde ârız olduğunu yazıyorsunuz. Baharda kanın galeyânından gelen ve gecelerin kısalmasındaki uykusuzluğundan neş'et eden ve müstemilerin kalbleri işlere teveccüh etmelerinden tevellüd eden rehavet ve füturdan başka, meyanımızdaki münasebet-i ruhiyenin rabıtasıyla, musibetin eseri olarak bendeki sarsıntının size in'ikâsı ve sirayet etmesi mümkündür.
Merhum Abdurrahman'ın vefatı zamanında, bilmediğim halde, o münasebet-i ruhiye cihetiyle fazla bir sarsıntıyı Ramazan-ı Şerifte hissettim. Şimdi anladım ki, şuurî ve ihtiyarî olmayan çok in'ikâsât vardır.
Fakat, kardeşim, sen şimdi iki vazifeyi görmekle mükellefsin: Biri, kardeşim Hulûsi Beyin vazifesini; biri de, evlâd-ı mâneviyem ve biraderzâdem ve bir dehâ-i nuranî sahibi
Allah'ın adıyla. "Hiçbir şey yoktur ki Onu övüp Onu tesbih etmesin." (İsrâ Sûresi: 17:44.) Risaletü'n-Nur'un eczâlarını yazmak için harcadığınız zaman dakikalarının âşireleri sayısınca, Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.
Haşiye
Birinci Mevkıfı ise Ramazan hediyesidir
olmak pek muhtemel olan Abdurrahman'ın vazifesi de size ilâve edildi. O benim hakikî bir vârisim idi. Yazdıklarımı ve malımı kendi malı telâkki ederdi, öyle de sahip oluyordu. Sen de bundan sonra yazı ve sözleri, senin hocanın yazısı diye tutma; kendi malın ve senin sözlerindir bil, öyle sahip ol. Hakkı Efendiye söyle ki, o da kardeşim Abdülmecid yerinde kendini anlasın ve onun vazifesiyle mükellef olduğunu bilsin.
Salisen: Otuz Üçüncü Sözden başka Söz yazılmak ihtiyacı kalmadı. Hem şer'an çok mübarek bu otuz üç adetten, bazı esbaba binaen geçmeyeceğim. Hem de hakaik-i esasiye-i Kur'âniye ve imaniyenin elzem ve lâzım olan kısımları hemen ekseriyet-i mutlaka itibarıyla yazılmıştır.
Ümit ediyorum ki, Cenab-ı Hak kabul etse, tevfik verse, yazılanlar dalâlet bulutlarını dağıtmaya kâfidirler. Her derdin devâsı içinde var demeyeceğim; fakat mühlik dertlerin ağleb devâsı, yazılanlarda vardır. Siz onların mütalâasını, kıymettar bir ibadet olan tefekkür nev'inde telâkki ediniz. Ve onlardaki ilmi, envâr-ı imandan ve mârifetullahtan tasavvur ediniz ki usanç vermesin. Hem sizde ve müstemiînde iştiyak olduğu zaman okuyunuz. Bakî selâm ve dua.
Kardeşiniz
Said
Otuz Üçüncünün Birinci Makamına dair sen fikrini yazdın. Beğendiğini gösteriyorsun. Hakkı Efendiyle Müftü Efendi ve sair ihvanların da nasıl bulduklarını anla, bana yaz. Umum kardeşlerime selâm ve dua ediyorum ve onların duasını istiyorum.
Hulûsi Bey kardeşim, o senin selefine mektubunu oku ve ona acı ve ona dua et.
� � �
Hulûsi Beye hitaben yazılmış bir mektuptur.
Sevgili kardeşim,
Seni teşvik için değil, çünkü teşvike muhtaç değilsin. Hem medar-ı fahir olmak için değil; çünkü fahr ise ucb ve riyâya medardır. Belki sana medar-ı şükür olmak için diyorum ki:
Sen ve Hakkı Efendi benim için yüz ciddî talebe hükmüne geçtiniz. Hattâ diyebilirim ki, kader-i İlâhî beni bu yerlere göndermesi, sizleri şu vazife-i kudsiyede uyandırmak içinmiş. Şimdi şu zamanda iman-ı tahkikînin dersini vermek pek büyük bir fazilettir ve kudsî bir vazifedir. İman-ı tahkikîyi taşıyan bir mü'min, çok mü'minlere bir nokta-i istinad olur ki, şuursuz olarak avâm-ı mü'minîn ve iman-ı tahkikî sahibinin kuvvet-i imanına istinad ederek kuvve-i mâneviyeleri kırılmaz; dalâletlere karşı dayanırlar.
İşte şöyle bir derste bulunduğunuz için Cenab-ı Hakka şükretmelisiniz. Ben de Cenab-ı Hakka yüz binler şükür ediyorum ki, o kuvvetli omuzlarınız yüküm altına girdiği için zayıf omuzum ağırlıktan kurtulup ruhum rahat etti. İstirahat bulan ruhum size takdirkârane ve minnettârâne bakıyor. Ve mes'uliyetten kurtulan kalbim de muvaffakiyetinize dua ediyor. Ve icrâ-yı vazife için çok düşünmekten kurtulan aklım da sizi tebrik ediyor. Ben şu vazife-i kudsiyede bilmeyerek istihdam olunurdum; siz bilerek hizmet ediyorsunuz, bahtiyarsınız. İnşaallah, niyet-i hâliseniz, benim müşevveş niyetimi dahi tashih edecektir. Şimdi başka birkaç noktayı size beyan ediyorum.
Evvelen: Yazdığım bazı şeylere dair fikrinizi soruyordum. Maksadım, "Gördüğüm hakikat acaba hakikat midir?" diye sormuyorum. Belki, "Hakikate açılan yol, acaba umuma yol olabilir mi?" diye soruyorum. Çünkü umumun telâkkisini sizin kadar bilmiyorum.
Saniyen: Misafir müftüye ve Şeyh Mustafa'ya, size gönderilen mektubun birer suretini verdiğin için iyi ettiniz. Hattâ bana da bir suret gönderiniz. Hem biraderzadem olan o müftünün oğluna deyiniz ki, benim tarafımdan âhiret kardeşim ve Kur'ân hizmetinde arkadaşım ve meşreben celâlli olan pederine yazsın: Selâm, duamla beraber ondan istiyorum ki, beraber götürdüğü envâr-ı Kur'âniyenin suhulet-i intişarları için irşad ve nasihatinde âyetindeki lûtf-u irşadı kendine rehber etsin.
Rabian: Sorduğun suallere dair yanımda kitap bulunmadığı için, Hanefî ulemâsının kavillerini ve ehâdîsin rivayetlerini şimdilik bilmiyorum. Fakat bence, böyle efdaliyet meselesinde, kabul-i âmmeyi ihsâs eden âdet-i cemaat medar-ı tercihtir. Âdet-i İslâmiye nasıl gelmiş, o daha efdaldir.
Birinci sualiniz: Eğer Kur'ân okunurken, namazın, tesbihatın tetimmesi ise, kıbleye karşı duranlar, vaziyetlerini bozmamak evlâdır. Yalnız müezzinin önündeki adam arkasını çevirsin, yahut çekilsin. Eğer Kur'ân müstakil olarak okunursa, okuyana karşı teveccüh etmek evlâdır. Hem cihât-ı sitte ile mukayyed olmayan ruh kulağıyla dinleyen adam kıbleye karşı teveccüh etse; ve cismanî kulağıyla dinleyen adam, okuyana karşı teveccüh etse, evlâdır.
İkinci sualiniz: Cemaatin iştiyakına ve okuyanın niyetine göre efdaliyet tahavvül eder.
Üçüncü sualiniz: Üç İhlâs, bir Fatiha, muhtasar bir hatim hükmünde olduğundan ona vakit tahdit edilmez. Her vakitte gayet müstahsendir.
Dördüncü sualiniz :
-1- kelâmını değil yalnız müezzin, her bir musallî her bir namazın selâmından sonra söylemesi Şâfiîce sünnettir. Hanefîce dahi, müezzin için her namazda sünnet olması gerektir.
Umum ihvanlara selâm ve bayramlarınızı tebrik ediyorum.
Âhiret kardeşiniz Said Nursî
� � �
Hulûsi Beye yazılan bir mektuptur.
-2-
Aziz kardeşim, hamiyetli arkadaşım, gayretli talebem, sevgili biraderzadem,
Senin güzel mektubun bana şifalı oldu. Ben ziyade rahatsızken onu okudum, bana bir sürur verdi, o sürur dahi o hastalığa bir hiffet verdi. Şu hastalığın sırrı, insanlardan istiğnâya dair sana yazdığım mektubun kerametidir. Çünkü, o mektubu bir gün iki-üç zata, onların hediyelerinin adem-i kabulüne medar olmak için okudum. Aynı günde o zatın hanesine gittim. Az bir yemek getirdi, arkadaşlarımın hatırları için bir parça yedim. Hiç hatırıma gelmedi ki, o günde o hakikatli mektubu o yemek sahibine okudum, şimdi muhalefet ediyorum. Yemekten sonra hatırıma geldi. Fakat "Hediye kabul edemiyorum, belki yemek yenilir" tahmin ettim. Fakat -3- altına girdiğimden, öyle bir şiddetli tokat yedim ki, bu dört senede böyle hastalık görmemiştim. Fakat Cenab-ı Hakka şükrettim ki, bir-iki
senedir bazı emareler ve hadiselerle zannettiğim bir hakikat, bu tokatla gayet kat'iyetle göründü.
Şeyh Mustafa'ya benim tarafımdan geçmiş olsun de ve şu hikâyeyi ona söyle:
Eskide iki ciddî âhiret kardeşleri varmış. Biri hasta düşer; ötekisi ziyaretine gitti. Dua eder, hasta iyi olmaz. "Öyleyse sen kalk, ben yatacağım" demiş. Hasta kalkmış, onun yerine hasta olarak yatmış. Her neyse... Demek Şeyh Mustafa ile kardeşliğimiz ciddîleşmiş ki, ben hastalığına dua ettim, kabul olmadı. Fakat birkaç gün devamı mukadder olan hastalığının bir parçası bana verildi. İnşaallah ona bir parça hiffet gelmiştir.
Sözler hakkında hüsn-ü şehadetiniz, bana büyük bir tesellî verdi. Vazifemin bitmediğine dair bürhanlarınız gayet kuvvetlidirler; lâkin ben gayet kuvvetsizim. Fakat Cenab-ı Hakka tevekkül edip, o bürhanlara serfürû ediyorum.
Cemaate Sözler'i okumak zamanında, sendeki hissiyât-ı âliye ve fazla inkişaf ve fedakârâne hamiyet-i diniye galeyanının sırrı şudur ki:
Velâyet-i kübrâ olan veraset-i Nübüvvetteki makam-ı tebliğin envarı altına girdiğin içindir. O vakit sen, dellâl-ı Kur'ân Said'in vekili, belki mânen aynı hükmüne geçtiğin içindir.
Gurbet mektubuyla kamer ve zemin ve seyyarata dair mektubuma cevap verilmemesinin sebebi şu olmak gerektir ki: Gurbet Mektubu, bütün dünyayı unutmak hissiyle yazılmıştır. Sen dünyayı unutmak değil, belki vazife itibarıyla en sathî maddiyatla zihnin meşbû olduğu bir zamanda, herhalde o gurbetteki zevki bulamadın. Ve o Mektubun tam derecesini, muvakkaten perde çekilmiş olan parlak zekâvetin kavrayamadı ki, cevap yazamadı.
Öteki Mektup, çok yüksek ve çok geniş hakaike işaret ettiği ve hadsiz âlem-i ulviyenin ve nihayetsiz âlem-i mâneviyenin bir nevi haritasına işaret ettiği için, sâfî, meşgalesiz, arzî ve arzlılardan sıyrılıp yukarıya çıkan bir akıl lâzımdı. Halbuki, benim gayretli kardeşim, o vakit zeminin haritasını alacak bir vazifeyle meşgul olduğundandır ki, o ulvî ve pek keskin zekâvetin, o Mektuba karşı sükûtu iltizam etmeye mecbur olmuş.
Said Nursî
� � �
Aziz, sıddık, vefâdar, hakikatli, fedakâr kardeşlerim Nuh Bey, Molla Abdülmecid, Molla Hamid,
Çok mübarek hediyenizi açtık, gördük ki, Van hediyesi değil, belki Medine-i Münevvere ve Ravza-i Şerifenin mübarek kerametli hediyesidir. Hem fiyatı, üstünde yazıldığı gibi yirmi beş lira değil, yirmi beş bin liradan fazla mânen kıymetlidir. O mübarek hediyeyi Medine-i Münevvere namına, bu havalideki Kur'ân-ı Hakîmin hizmetinde hâlis hizmetkârlarına ve benim arkadaşlarıma tevzi' etmek için, aler-re's-i vel'ayn kabul ettik. Fakat bu manevî hediyenin ehemmiyetli bir sırrı bulunduğu bana ihtar edildi. Yani Cenab-ı Hakka yüz bin şükür ediyorum ki, Kur'ân'a ve zât-ı Risalete hizmetimizin bir alâmet-i makbuliyeti nev'inden olarak, bir iltifat-ı Nebevîyi hissettim. O sırrı size açmak münasip görüldü. Şöyle ki:
Şimdi bu mektubu yazan kâtiple kardeşi Mesud beraber bir gün, üç aydan beri bahsi geçmediği Ahmed Ağanın bahsi geçti. Beraberimde kâtip Tevfik'le Mesud'a dedim: "Bütün kitapları Diyarbakır'deki Ahmed Ağaya göndereceğiz. Tâ ya Şâm-ı Şerîf tarafına, ya Van'daki sıddıklara ulaştırsın." Bu sözümüz ve meşveretten dört saat sonra, aynen o Ahmed Ağa habersiz çıktı geldi.
Aynı günde siyah bir mürekkebimiz vardı. "Keşke güzel bir kırmızı mürekkebimiz olsaydı" dedik. Biraz o mürekkepten taş üzerine döktük; siyah ve mor idi. Sonra yazmaya başladık. Tam istediğimiz tarzda kırmızı oldu. Bu hale yedi-sekiz kişi pek çok hayret ettik. Bu işi de bir fâl-i hayr addettik. "Fesübhânallah," dedik, "bunda bir sır var." Sonra birden bire hatırıma geldi: Şâm-ı Şerifte eniştem Molla Said var; bir kısım kitapları Ahmed Ağaya verip göndereceğim" dedikten sonra, tam bir sıddık olan Nuh Bey hatırıma geldi. Evvel başka memleket niyetiyle, sonra İstanbul'daki kardeşlerin istemesiyle, siyah talihimiz suretini değiştirip parlayacaktır, diye mânâ verdik. Sonra Mısır'a niyet edip yazdırdığım kitapları, en lâyık Van'ı ve en sâdıkı Nuh'u gördüm, ona göndereceğim diye, Ahmed Ağa gittikten sonra, onun arkasından Burdur'a kadar gönderdim.
Sonra bu işte öyle bir muvaffakiyet ve teshilât göründü ki, şüphe bırakmadı ki, burada bir sır var. Nazar-ı dikkati celb etti. Dikkat ettik ki, evvelki mektupta size yazdığımız gibi, İstanbul'da oturan bir adam, üç defa buraya misafireten gelerek, onun eliyle Nuh Beyin üç defa mektup telgrafı elime geçiyor. Ve en sevdiğim Hulûsi Bey ve Molla Abdülmecid ve Molla Hamid ve Hoca Abdülmecid Efendilerin selâmları ve isimlerini bir mektupta, yine o Mehmed Efendi geçen sene bana o getirdi. Dedim: Bu bir işaret-i inâyettir; bu tesadüfî değil.
Sonra Nuh'un hediyesi, yirmi beş liralık kıymetinde bir teneke, bizim namımıza geldiğini işittik. Arkadaşlarla beraber hesap ettik ki, biz burada hangi tarihte kitap hediyelerini Nuh için hazırlıyorduk aynı tarihte, Nuh, habersiz olarak, kırk gün mesafede, bize o nisbette ve mânâ cihetiyle onun gibi mübarek hediyeyi hazırlıyordu. Bu tevafuk kat'iyen tesadüf değil. Hattâ bir kısım dostlar dediler ki, bu Nuh Beyin kerametidir. "Acaba Nuh Beyin kerameti var mı ki, biliyormuş gibi mukabilini gönderiyor?" dediler. Dedim ki, "İhlâsın ve sadakatin dahi velâyet gibi kerameti var. Belki, bazan daha fevkindedir."
Hediyenin vürudundan sonra, bir ay kadar kaza merkezinde bıraktık, almadık. Sonra Nuh'un mektubunu aldıktan sonra getirterek açtık, hayrette kaldık. Tasavvurumuzun bütün bütün fevkinde çıktı. Bu teberrüke karşı istiğnâ değil, belki bir iltifat-ı Ravza-i Mutahhara olduğundan, ona karşı dilencilikle iftihar ediyorum. sırrınca, "Habîb'in diyarından gelen herşey mahbubdur." Ve onun içinde bir, bilhassa Ravza-i Mutahharanın levha-i müzeyyene ve münevveresi vardı. Bir kısım san'at-ı İlâhiyenin bir nevi küçük müzehanesi şekline getirdiğim hücremin duvarına, o levha-i mübarekeyi dahi tâlik ettim ve karşısında oturdum; derince, müştâkane temâşâya başladım. Birden, o levhada bana ihtar eder gibi kalbime geldi: Bizler senin risalelerin mânidar işaretleriyiz. Fesübhânallah dedim, bu hediye içinde sırlar var.
Tetkike başladım. Baktım ki, gönderdiğim risaleler kaç parçadır; herbir parçaya mukabil bir nevi hediye var. Yirmi bir parça, hem risalelerden hem teberrükten saydım. Bu çeşit teberrükü, şimdiye kadar işitmemiştim. Hiçbir hacı böyle bir zamanda, böyle merak edip, her neviden bir kısım alsın hem benim hesabıma Medine-i Münevverenin mübarek eşyasını bana ayırıp göndersin... Bu demek Nuh muh işi değil. Ravza-i Mutahhara sahibinin bu teberrük içinde bir iltifatı vardır.
Madem kitapların parçaları ve hediyelerin nevileri birbirine tevafuk ediyor. Öyleyse her bir nevi, bir nevi kitaba işareti var, münasebeti var. Şu gözümün önündeki levha ise, Mucizât-ı Ahmediye namında aslı beş parçadan ibaret On Dokuzuncu Mektuba muvafakat münasebeti var. Çünkü, şu levha o Ravza-i Mutahharanın ve Hücre-i Saâdetin suretini gösterdiği gibi, Mucizât-ı Ahmediye risalesi dahi, Asr-ı Saâdetin manevî suretini almıştır. Şu beş minare, o beş parçaya işaret
ediyor. Şu kubbe Miraç Risalesine bakıyor.
Öyleyse, sair nevilerin dahi, risalelerin nevilerine işaret eder diye, dikkat ettim ki, yedi nevi hurma gönderilmiş. Bir parçası büyükçe, otuz üç tane kadar. Fesübhânallah, dedim, yedi nev'i göndermekte ne mânâ var? Birden kalbime geldi ki: İman-ı billâha dair yedi nevi ile aynı hakikat yazılmış, Van'a gönderilmiş. Dikkat ettim: Evet, mevzu vahdâniyet-i İlâhiye olduğu halde, Yirminci Mektupla sureti küçük, mânâsı pek büyük zeyliyle ve Yirmi İkinci Söz herbiri birer risale, Birinci Makam, İkinci Makamı ve Otuz İkinci Söz Üçüncü Mevkıfı ile evvelki iki mevkıf herbiri birer risale hükmünde ve Otuz Üçüncü Mektup, Otuz Üç Pencere ile yedi risaledir. O da aynen yedi nevi envâr-ı mârifetullahtan bir şems-i hakikatin ziyasındaki elvân-ı seb'a gibi bir mahiyet gösterdiğinden, Medine-i Münevverenin hediyesi içinde hakikat-i hurmadan yedi nevi Nuh Beyin eline verilip buraya kadar gönderilmesi, o yedi nura tevafukla bir makbuliyet işareti veriyor dedik, Allah'a şükrettik.
Hem o neviden birisi otuz üç tane olması, o risalelerin birisi otuz üç pencere olması ve hediye içindeki tesbih üç defa otuz üç olması, Otuz Üçüncü Sözün Otuz Üçüncü Mektubunda otuz üç penceresine muvafakati, Nuh'u ihtiyarsız, sırf bir vasıta-i zahirî olarak bize gösterdi. Nuh'a değil, belki Ravza-i Mutahharaya karşı minnettarâne, müteşekkirâne baktık.
Sonra, o mübarek mâ-i zemzem, büyükçe bir şişe ve parlak nuranî bir surette içinden çıkması... Dedik ki: Madem o levha-i mübarek Mucizât-ı Ahmediyeye, o yedi nevi hurma mârifetullaha ve resâil-i tevhide işaret var. Elbette bu mâ-i zemzem dahi, âb-ı hayatın mâ-i zemzemesini kâinata dağıtan Kur'ân-ı Mübînin menbâı ve birinci mahall-i nüzulü bi'r-i zemzeme civarı olduğundan Yirmi Beşinci Söz olan i'câz-ı Kur'ân'a işaret vardır. Ve alâmet-i makbuliyet olarak telâkki ediyoruz.
Said Nursî
� � �
Hulûsi Beye yazılmıştır.
Sual: İmam-ı Gazâlî'nin "Neş'e-i uhrâ, neş'e-i ûlâya bütün bütün muhaliftir" demesinin sebebi?
Elcevap: Hüccetü'l-İslâm İmam-ı Gazâlî'nin "Neş'e-i uhrâ, neş'e-i ûlâya bütün bütün muhaliftir" demesi, mahiyet ve cinsiyet itibarıyla değildir. Çünkü, -1- ve -2- gibi çok âyetlerin sarahatine muhalif olur. O muhalefet, keyfiyet ve suret itibarıyladır. Hem de umur-u uhreviyenin mertebece fevkalâde yüksek olması işarettir. Hem de Gazâlî'nin haşr-i cismaniyle beraber haşr-i ruhânînin dahi vuku bulmasına, bazı ehl-i bâtına taklit ve mümâşât cihetiyle bir işaretidir.
Sual: Sa'd-ı Teftazânî biri hayvanî, diğeri insanî olmak üzere ruhu ikiye taksim ettikten sonra, "Mevte mâruz kalan, yalnız ruh-u hayvanîdir. Ruh-u insanî ise mahlûk değildir ve onunla Allah beyninde nispet ve sebep yoktur. Cesetle kaim olmayıp müstakill-i bizzattır" demesinin sebebi ve izahı?
Elcevap: Sa'd-ı Teftazanî'nin -3- demesi; -4- sırrıyla-beka-yı ruh bahsinde beyan edildiği gibi-ruhun mahiyeti, zîhayat bir kanun-u emir, zîşuûr bir âyine-i ism-i Hayy, zîcevher bir cilve-i hayat-ı sermedî olduğundan mec'uldür. Bu cihetle, mahlûktur denilemez. Fakat Sa'd, Makasıd ve Şerhu'l-Makâsıd'da, bütün muhakkıkîn-i İslâmın icmâına ve âyât ve ehâdîsin nusûsuna muvafık olarak, "O kanun-u emir, vücud-ı hâricî giydirilmiş, sair mahlûkat gibi mahlûk ve hâdistir" demiştir. Sa'd'ın ezeliyet-i ruha kail olmadığına bütün âsârı şahittir.
-1- demesi, hulûl gibi bâtıl bir mezhebin reddine işarettir. Hayvânâtın ruhları dahi bâkîdir; kıyâmette yalnız cesetleri fenâ bulur. Mevt ise fenâ değil, belki alâkanın kesilmesidir. -2- demesi, esbâb-ı zahiriyenin tavassutu ve Azrail Aleyhisselâmın kabz-ı ervâh hususundaki münâcâtı bahsinde denildiği gibi, ruhun doğrudan doğruya perdesiz, vasıtasız icad edilmesine işarettir. -3- demesi, beka-yı ruh ispatında denildiği gibi, "Ceset ruha dayanır, ayakta kalır. Ruh ise bizâtihî kaimdir. Ceset harap olursa daha ziyade serbest olur, melek gibi göğe uçar" demektir ve bâtıl bir mezhebin reddine işarettir.
(Hususî kısmı)
Haşre dair, Sûre-i Rûm'da haşrin, ayrı ayrı çok kuvvetli bürhanlarını mucizâne beyan eden o âyetlerin ilhamı ile, o âyetlere bir tefsir yazmak niyetinde olduğum vakitte, bu suallerin sorulması, lâtif bir tevafuktur. -4- fıkrasını dua ve münâcâtımda ilâve ettiğim dakikada hatırıma geldiniz. Bu nevi duada dahi birinciliği kazandınız. Kalben, kalemen, bilfiil alâkadar olmak şartıyla, yirmi dört saatte yüz defa, tasavvurca beş yüz defa, manevî kazanç ve duamda hissedar olmaya müstehak olmanızı arzu ettiğim bir vakitte bu sualleriniz, beni sizin hesabınıza çok mesrur etti ve bir beşaret oldu.
Said Nursî
� � �
Hulûsi Beye hitaptır.
Aziz kardeşim,
Evvela: Mektubun bana tesir etti. Fakat hakikati düşündüm, o teessür gitti. İşte hakikat şudur ki:
Mâbeynimizdeki münasebet ve uhuvvet inşaallah hâlis ve lillâh için olduğundan, zaman ve mekânla mukayyed olmaz. Bir şehir, bir vilâyet, bir memleket, belki küre-i arz, belki dünya, belki âlem-i vücut, iki hakikî dost için bir meclis hükmündedir. Böyle dostluk ve kardeşliğin firakı yok, hep visaldir. Fâni, mecazî, dünyevî dostluklar sahipleri, firakı düşünsün, bize ne?
Mezhebimizde (mesleğimizde) firak yok. Sen nerede bulunsan, şu kardeşinle ellerinizdeki Sözler vasıtasıyla sohbet edebilirsin. Ben de istediğim zaman, seni yanımda dergâh-ı İlâhîye beraber el açıp niyaz etmek suretinde görebilirim. Eğer kader sizi başka bir yere gönderse, hükmünce, kemâl-i rızayla teslim ol. Hem senin gibi, inşaallah kalbi selîm, aklı müstakîm, hakikî İmân dersini veren zatlara başka yerler daha ziyade muhtaçtır. Eğirdir'de lillâhilhamd imana çok hizmet ettin. Eğirdir'den ziyade başka yerler belki daha muhtaçtır.
Saniyen: Sorduğun birinci suale senin kalbini tevkil ediyorum. Nasıl fetva verirse, ben de öyle razıyım. Merâtib-i dünya, nokta-i nazarımda pek ehemmiyetsiz olmakla beraber, senin gibi mertebesini hizmet-i Kur'ân'a medar edenler için, minnet altına ve zillete girmemek şartıyla hoş görüyorum. İkinci sualin ise, peder ve validenin arzuları pek mühimdir. Kur'ân-ı Hakîm bir âyet-i kerimede, beş tarzda onlara karşı şefkat ve hürmete emreder. Eğer suhuletle arzuları yerine gelmek kabilse yaparsınız.
Salisen: Aziz kardeşlerim, bahar ve yazın meşgaleleri, hem gecelerin kısalması, hem şuhûr-u selâsenin gitmesi ve ekser kardeşlerimin bir derece hisse alması ve daha sair bazı esbabın bulunması, elbette bir derece neş'eli kış dersine fütur verir. Fakat onlardan gelen fütur size fütur vermesin. Çünkü o dersler, ulûm-u imaniyeden olduğu için, bir insan yalnız kendi nefsine dinlettirse yeter. Bâhusus, siz daima bir-iki hakikî kardeşi de bulursunuz.
Hem o dersi dinleyenler yalnız insanlar değil. Cenab-ı Hakkın zîşuur çok mahlûkatı vardır ki, hakaik-i imaniyenin istimâından çok zevk alırlar. Sizin o kısım arkadaşınız ve müstemileriniz çoktur.
Hem mütefekkirâne o çeşit sohbet-i imaniye, zemin yüzünün bir manevî ziyneti ve medar-ı şerefi olduğuna işareten biri demiş:
yani, semâvât zemine gıpta eder ki, zeminde hâlisen lillâh sohbet ve zikir ve tefekkür için, bir-iki adam, bir-iki nefes, yani bir-iki dakika beraber otururlar, kendi Sâni-i Zülcelâlinin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok hikmetli ve süslü âsâr-ı san'atını birbirine göstererek Sânilerini sevip sevdirirler, düşünüp düşündürürler.
Hem de ilim iki kısımdır: Bir nevi ilim var ki, bir defa bilinse ve bir-iki defa düşünülse kâfi gelir. Diğer bir kısmı, ekmek gibi, su gibi, her vakit insan onu düşünmeye muhtaç olur. Bir defa anladım, yeter diyemez. İşte ulûm-u imaniye bu kısımdandır. Elinizdeki Sözler ekseriyet itibarıyla inşaallah o cümledendir.
Bütün kardeşlerimize birer birer selâm ediyorum. Zannederim mufarakat ihtimalinden, ikimizden ziyade Hakkı Efendi kardeşimiz, daha ziyade sevap kazanmak emâresi olarak, daha ziyade müteessirdir. Fakat Cenab-ı Hak hakkımızda çok emarelerle inayet ve rahmetini gösterdiğinden, surî iftirakımız vuku bulsa, bir eser-i inayet ve rahmet olduğunu telâkki etmeliyiz.
Rabian: Sizin gibi hakikate yetişmiş ve hakikatteki hakikî tesellî ve esaslı sevinci bulmuş zatlara, envâr-ı imaniyenin ve esrar-ı Kur'âniyenin neşirlerine karşı ehl-i dalâletin ve şeytanların desâisle tehacümünden neşet eden müşkülât ve gam ve kedere karşı sabır ve metanet et ve hüzün ve merak etme demeye ihtiyaç hissetmem.
Hem her vakit beklediğim, ehl-i zındıkanın bana hücumu gayretli talebem, cesaretli biraderzadem olan uhrevî kardeşimden başlaması muhtemel olmakla beraber, hıfz-ı Kur'ânî her müşkülâta galip ve lezzet-i hizmet-i imaniye her kederi unutturur itikadında olduğumdan, seni teşcî ve teşvike lüzum görmem.
Râkımü'l-Hurûf Hâfız Hâlid sana selâm eder, duanı ister.
Ahiret kardeşiniz
Said Nursî
� � �